Erdoğan, Bahçeli’yi sırtından atacak mı?(Barış Terkoğlu)
Çoğu zaman sorulardan bahsederiz. Oysa onları yaratan cevaplardır.
Gazeteciler Erdoğan’a soru sordu, diyorlar. Hayır, işin doğrusu “Erdoğan’ın cevaplarına soru buldu” olacak. Almanya dönüşü yine aynısı yaşandı. Erdoğan’a ilk soru nasıl başlıyor yazayım: “‘Türk beklenendir’ bakış açısıyla sürdürdüğümüz dış politikamızın son hamlesi, Gazzeli kanser hastalarının tedavi için Ankara’ya getirilmeleri oldu. Dünya üzerinde bu işi gerçekleştiren tek ülke biziz.” Haliyle soruları değil, cevapları okumalıyız.
Kastettiğim, Erdoğan’ın önceki günkü 50 artı 1 çıkışı. “Değişmesi konusunda aynı fikirdeyim” dedi. Elbette tahmini güç değil. Erdoğan gazeteci sorduğu için değil, açıklamayı kendi istediği için yaptı.
Sürpriz mi?
Evet, söz konusu sistemi Erdoğan getirdi. Kamuoyuna, istikrarın ön şartı gibi anlatıldı. Gelgelelim, sonuçta herkesi ittifaklara mecbur etti. Uçakta “kimin eli, kimin cebinde belli değil, yok altılı, yok on altılı masa...” dedi ama seçimde kendisi de MHP, BBP, YRP, DSP, HÜDA PAR ile ittifak kurup alternatif altılı masa kurmuştu. Haliyle Erdoğan’ın sözleri yalnız muhalefeti işaret etmiyor. Belli ki kendisini de kapsıyor.
BAHÇELİ’NİN HEDEFİNDEKİLER
Üstelik...
Erdoğan, bu görüşünü ilk kez söylemedi. Daha önce de birkaç kez farklı ağızlardan onun sesi çıktı. Ancak önerisinin bir karşıtı vardı: MHP ve lideri Devlet Bahçeli.
7 Haziran 2018’de “Yeni sistemde kutuplaşma ihtimali en aza çekilmiştir. Barajın fiilen yüzde 50+1’e çıktığı göz önüne alındığında siyasi partilerin uzlaşmaktan, ahlaki bir ittifak kurmaktan başka seçeneği de kalmamıştır” dedi.
2 Temmuz 2019’da “Yeni sistemle beraber barajın yüzde 50 artı 1’e çıkması muhkem ve muteber bir sayısal çoğunluktan daha çok müstesna bir uzlaşmayı, muazzam bir kucaklaşmayı sağlamıştır” dedi.
Bahçeli’nin konuşmasının nedeni vardı. Çünkü zaman zaman Erdoğan’ın yakınından yüzde 50+1 sorununa eleştiriler geliyordu. En bilineni, eski Bakan Faruk Çelik’in 2019 yılındaki sözleriydi. Yüzde 50 barajını 40’a çekmeyi öneriyordu. Erdoğan, “iktidarı, muhalefetiyle el ele vererek” böyle bir değişikliği yapabileceklerini söyledi ama MHP’nin açık tepkisiyle aynı gün çark etti.
Ama en sert çıkışını 16 Kasım 2021’de yaptı. Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi ve eski Meclis Başkanı Cemil Çiçek, Sözcü’den Aytunç Erkin’e yüzde 50 barajının kaos getireceğini söylemişti. Bahçeli kürsüye çıktı. “Yüzde 50+1 oy nisabını eleştirenleri anlayışla karşılamamız, bunu felaket olarak yorumlayan karamsarları makul bulmamız abesle iştigaldir” diye başladığı konuşmasında tonunu gittikçe sertleştirdi: “Sayın Çiçek, sizin kafanızda, dilinizin altında sakladığınız bir oran var mıdır? Açıkla da bilelim, niyetini öğrenelim... FETÖ’cü Fehmi Koru da aynı şeyleri söylüyor, farkında mısınız? Yüzde 50+1 kaos olmasın diye belirlendi, bunu da mı inkâr ediyorsunuz?”
Erdoğan yine de zaman zaman niyetini belli etti. Mayıs seçimlerinden önce de “Doğrusu ben de olmasından yanayım” dedi ve seçim sonrasını işaret etti.
BAHÇELİ-UÇUM İTTİFAKI
İşin daha da ilginç bir yönü var...
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum da bu konuda açıkça görüşünü ortaya koyanlardan. Uçum, Bahçeli ile her zamanki gibi aynı yerde duruyor: “İki turlu cumhurbaşkanı seçimini ve yüzde 50+1 oyu tartışmaya açma çabası açıkça halk iradesine saldırıdır. Halkın, hükümeti kapsayıcı bir oyla seçmesinden rahatsız olan odaklar halkın iradesinin parçalanması ve Türkiye’yi rahatça kontrol etme hevesi içindeler. Buna asla güçleri yetmez.”
Bahçeli-Uçum çizgisinin, Gezi davasından Can Atalay krizine kadar hep aynı yerde olduğu hatırlanırsa, yüzde 50 tartışmasının kökünün çok daha derinde olduğu açık. Uçum’un ve Bahçeli’nin, Erdoğan’ın da taraftarı olduğu yüzde 50’den dönme önerisini, “halk iradesine saldırı, FETÖ’cülük, kaos yanlılığı” ile itham etmesi sürpriz değil. Belli ki yüzde 50 sistemi, büyük partileri küçüklerle ittifaka mecbur bırakırken kazanan cumhurbaşkanını da küçük parti vesayetine sokuyor. Kazanan liderin boynundaki davulun tokmağını küçüğün eline veriyor. MHP gibi iktidar olmayı rüyasında bile göremeyecek partiler, ellerindeki yüzde 10 ile bütün sistemi yönetiyor. Yargıya da bürokrasiye de egemen olurken sorumsuz ve hesap veremez hale dönüşüyor. İşte bu yüzden de Erdoğan’ın yüzde 50’yi değiştirme önerileri ısrarla Bahçeli’den dönüyor.
Tarih önüne yanıtını aradığı soruları koyar ya... İşin ilginci,mayıs seçimlerini muhalefet kazansaydı, belki de Kılıçdaroğlu’nun küçük ortakları üzerinden aynı sorunu konuşuyor olacaktık.
Meral Akşener’in muhalefete de iktidara da ittifaksızlığı önermesinin ardından Erdoğan’ın daha açık oynaması sürpriz olmayabilir. Her halükârda yüzde 50’den geri adımın, iktidardaki büyük partinin bileğindeki prangayı çözerken Meclis’in etkisini artıracak değişime yol açacağı açık. Tartışmanın özeti: Erdoğan belki de Bahçeli’yi artık sırtından atmak, yerini Meclis’te kuracağı birlikteliklerle doldurmak istiyor. Haliyle muhalefetle yapacağı anayasa pazarlığına da bir yol açıyor.
Belki de artık soruları bırakıp, cevaplar üzerine düşünme zamanıdır...
/././
İsrail’in soykırım rantı (Mehmet Ali Güller)
ABD’nin Ermeni soykırımını savunmasını ama İsrail’in savunmamasını, Türkiye’deki kimi çevreler uzun yıllar boyunca “Yahudi dostluğu”nun göstergesi olarak savundu. Üstelik buna tarihsel gerekçeleri de vardı, Osmanlı en zor zamanlarında Yahudilere kucak açmıştı.
Hem Türkiye’ye dostlukları nedeniyle hem de daha önemlisi gerçeğe sadakatlari nedeniyle “Ermeni soykırımı” meselesine ABD’den farklı bakan Yahudiler elbette var. Tehcirin bir soykırım olmadığını, önce Çarlık Rusya’sının ardından da emperyalist İngiltere’nin kışkırtmasıyla Ermenilerin ayaklanmasının karşılıklı mukatele/kırım doğurduğunu ve bunun Hitler’in Yahudilere uyguladığı soykırımla benzerliğinin olmadığını saptayarak ABD’nin “Ermeni soykırımı” tezlerine karşı çıkan Yahudiler elbette var.
Ancak İsrail devletinin ve Siyonist Yahudilerin gerekçesi başka.
İSRAİL RANTI PAYLAŞMAK İSTEMİYOR
İsrail devleti ve Siyonist Yahudiler, soykırımı bir rant olarak kullanıyor ve büyük politik getirisi nedeniyle de bu rantı kimseyle paylaşmak istemiyor. Dünyada tek soykırıma uğrayan halkın kendileri olarak kalmasını sağlayarak bunu Filistin’i işgale ve terörist eylemlerine kalkan olarak kullanmak istiyor. Yoksa Türkiye’ye bakışta ABD’yle çok farklı oldukları için değil.
Hüsnü Mahalli’nin Filistin Benimdir (Kırmızı Kedi, 2020) kitabının tartışması sırasında bu çok net görülmüştü. Kimi yarı resmi İsrailli yetkililerin de karıştığı o tartışmalarda, soykırımın nasıl ranta dönüştürüldüğü iyice su yüzüne çıkmıştı.
Kitaba saldıranların derdi şuydu: Tamam, Hüsnü Mahalli kitabında “Yahudi soykırımını” inkâr etmiyordu ama Hitler’in komünistlere, Çingenelere, Slavlara da soykırım uyguladığını yazarak “Yahudi soykırımını” sulandırıyordu, zayıflatıyordu!
Kendilerine uygulanan soykırım asla zayıflatılmamalı ve rantı başkalarıyla paylaşılmamalı ki rahatça Filistinlilere karşı etnik temizlik yapabilsinler!
ELON MUSK’IN VAHİM YASAĞI!
O rantı nasıl kullandıklarının en önemli örneklerinden biri sosyal medya platformu X’in sahibi Elon Musk’a uyguladıkları ağır baskıdır. Üstelik Musk’ın tepesinde sadece İsrail hükümetinin değil, ABD hükümetinin de kılıcı dolaşmaktadır. Musk da genel kitle ile ABD-İsrail arasında zikzaklar çizmektedir.
Örneğin Beyaz Saray Sözcü Yardımcısı Andrew Bates, bir kullanıcının X’te yaptığı, “Yahudiler, insanlardan kendilerine karşı kullanmayı bırakmalarını istedikleri nefreti tam da beyazlara karşı kullanıyor” paylaşımına “Gerçekleri söyledin” yorumunu yapan Musk’a şu tepkiyi gösterdi: “Yahudi karşıtı ve ırkçı nefretin iğrenç şekilde teşvik edilmesini en güçlü ifadelerle kınıyoruz” (AA, 18.11.2023).
Ama vahim olan şuydu: Musk, “sömürgecilikten kurtulma” kavramını cihatçılığın bir versiyonu sayan bir sosyal medya paylaşımını, 16 Kasım’da “Evet, sömürgecilikten kurtulma (dekolonizasyon) zorunlu bir Yahudi soykırımını ima eder, bu nedenle kullanımı doğru değildir” diyerek savundu, 18 Kasım’da da bu kavramın hizmet şartlarına aykırı olduğunu iddia ederek X’te kullanımını yasakladı!
HİTLER’İN KURBANLARININ HİTLER’LEŞEBİLMESİ
Mantığa bakar mısınız: Filistinlilerin sömürge olmamak için mücadele etmesi Yahudilerin ölümüne yol açacaktır, Yahudilerin ölmesi ise yine soykırım demektir; bu nedenle Filistinlilerin sömürge olmaktan kurtulmasını savunmak yasaktır!
İşte İsrail’in soykırım rantını nasıl kullandığının sonuçlarından biri…
Böylece 40 günde yarısı çocuk ve kadın 12 binden fazla sivili katletmelerini perdelemeye çalışıyorlar. Açık açık Filistinlilere uygulanan etnik temizliği, soykırımı, sürgünü, hatta nükleer bombalarla yok edilmelerini savunuyorlar.
Bir halkın, başına gelmiş bir büyük acının aynısını başka bir halka reva görebilmesi…
Hitler’in zulmüne uğrayanların çocuklarının Hitler’leşebilmesi...
İnsanlığın büyük utanç günlerinden geçiyoruz ne yazık ki...
Kültür savaşlarını kaybediyoruz!(Ergin Yıldızoğlu)
Laik Cumhuriyetin, “dünyası” kültür savaşlarını kaybediyor. Dini yargıların, kadroların ve kurumların eğitim sistemine nüfuz etme süreci seçimlerden sonra hızlandı. Hukuk sistemi bütünlüğünü kaybediyor, anayasa “egemenin” yargılarına tabi olmaya başlayarak anlamsızlaşıyor. “Rezerv alan” yasası “Ülkenin tüm alanları, artık fiilen egemenin iradesine mi tabi oluyor?”, “Osmanlı mülkiyet sistemine mi dönüyoruz” sorularını gündeme getirdi.
Kavala, Demirtaş, Atalay, daha nice aydın ısrarla “içeride” tutulurken Hrant Dink’i öldüren Ogün Samast, bir siyasi cinayet işlemiş terörist olmasına karşın “iyi hal” gerekçesiyle serbest bırakıldı. Bu kültür savaşları içinde hangi hallerin “iyi” hangilerinin “kötü” olduğunu topluma gösteren bir adımdı.
KÜLTÜR VE BEKA SORUNU
Kültür kavramını, kültürün maddiliğini (materiality) gösterecek bir biçimde, kullanmak istersek, biyolog, davranış bilimci, Prof. Dr. Robert Sopolsky’nin “davranışsal tarzların gelecek kuşaklara genetik olmayan yollarla transferi” tanımından yararlanabiliriz. Bu tanımın kapsamının içine, değer yargılarını, beğeniler, cinsel töreleri, doğruyu ve yanlışı, adaleti, konuşmanın kodlarına ilişkin “hakikat rejimlerini” kolaylıkla koyabiliriz.
Bu açıdan bakınca da siyasi iktidarların sürdürülebilirliğinin (bekasının), kendilerini yeniden üretebilecek davranışsal tarzların (kültür) gelecek kuşaklara aktarılmasına, “eski rejimin” davranışsal tarzlarını yok etme ya da yeni rejimin değerleri içinde eritme kapasitesine bağlı olacağını görebiliriz. Bu süreçte, yeni bir dil, kurumlar, mekânlar hatta yeni zamanlar doğar, eskileri ölür ya da yeniden tanımlanır. Bu “hesaplaşma”, diğer bir deyişle kültür savaşları, iktidar el değiştirmeden önce şekillenir ve kültür savaşlarını kazanmaya başlayanların siyasi iktidarı, yıkma ya da koruma şansları artar.
Cumhuriyeti kuranların, özellikle de liderleri Mustafa Kemal’in, önceki paragrafta betimlediğim “beka sorunu” gerçeğini, kültür savaşlarının yaşamsal önemini çok iyi kavramış olduklarını söyleyebiliriz. Yazının-harflerin, kıyafet kodlarının değişmesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Medeni Kanun, kadınların haklarının yeniden ve genişletilerek tanımlanması, yeni bir okuma yazma seferberliği, eğitim sisteminin kurumsallaşması, sanat müzik okullarının kurulması, bu çabaların Köy Enstitüleri ile derinleştirilmesi laik bir “hakikat sistemini” yerleştirmeye, yeniden üretimini güvenceye almaya başladı. Bu gelişmeler, Osmanlı’dan kalan ulema sınıfının “dilini” (dini bilginin üretim aracını) elinden alarak simgelerini, mekânlarını yasaklayarak, “dinci hakikat rejimini” ve “entelijensiyasını” meşru siyasi alanın dışına iterek Cumhuriyetin geleceğini güvenceye aldı.
Daha sonra gelişen “Kemalizm” ve Cumhuriyet burjuvazisi ise Köy Enstitülerini kapatırken kültür savaşlarındaki kazanımların önemini hiç anlamadığını gösteriyor; emperyalizmin yeniden güdümüne girmeye başladıktan sonra da laik Cumhuriyetin, ulusal bağımsızlığını (ekonomisini yönetme kapasitesini ve kültürünü) aşındıracak gelişmeleri kolaylıkla kabullenmeye başlıyordu. Bu “şaşkınlar” listesine, sol liberal entelijensiyanın, siyasal İslamın yükselmesini kolaylaştıran, ihanetini de ekleyelim. Sosyalist hareket de hem kültürün maddiliğini anlamakta zorlandığı hem de kaba materyalizmin, sınıfları ekonomilerine indirgeme yanılgısını aşamadığı için uzun süre siyasal İslamın yıkıcı özelliklerini tanıyamadı, siyasal İslam neoliberalizmi terk ederken o hâlâ neoliberalizmle mücadele ettiğini düşünüyor, kültür savaşlarında taraf olamıyordu.
AKP rejimi altında kültür savaşları giderek sertleşti, süreç laik Cumhuriyeti ve kurumlarını yok etmeye başladı; “Gezi olayında”, rejimin yumuşak karnının zayıf noktasının kültür olduğu anlaşıldıktan sonra hızlanarak “süreç olarak faşizme” dönüştü. Son seçimlerden sonra da “süreç olarak faşizmin” özellikle kültür ve kurumları üzerinden hızlandığı görülüyor.
Kültür savaşlarını kazanamayan siyasi hareketler kalıcı iktidarlar, istikrarlı toplumlar kuramazlar hatta kendi varlıklarını dahi koruyamazlar. Bu gerçeği kavramadan “kayıpları” geri çevirmek, süreç olarak faşizmi durdurmak mümkün olmayacak!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder