Bilen bilir, eski kuşak hocaların bir kısmının en belirgin özelliklerinden biri, yılların birikim ve deneyimini ‘damıtarak’ sunma hasletleriydi.
19 Kasım 2023 günü yitirdiğimiz, sevgili hocamız Ömür Sezgin'in anısına...
Murat Sevinç*
Anayasa tarihiyle ilgilenenler için en etkileyici dönemlerden biri, Türkiye’nin 1918-1924 yıllarıdır. Pek çok açıdan çarpıcıdır kuruluş dönemi. Yapılanlarla, yapılmayanlarla. Kurucu babaların hemen tüm eylemlerini meclislere onaylatmaya çalışmaları, savaş ve devrim sürecine dair her konunun kurullarda uzun uzadıya tartışılması, mebusların hiç olmazsa bir kısmının sahip olduğu bilgi birikimi ve tartışma düzeyi; ayrıca Mustafa Kemal’in pragmatist siyaseti, her adımı planlaması ve hedefe varan yoldaki inadı, cesareti, fırsatları üstün öngörüyle kullanabilmesi çok önemli. Zira 1920’lerde ne yapıldıysa, hangi yöntemle yapıldıysa ve her ne yapılmadıysa, bugün sonuçlarını yaşıyoruz.
Mustafa Kemal Samsun’a çıkıp ‘Kurtuluş’u örgütlemeye başladığında, teslim olmuş bir devletin halkı çeşitli bölgelerde kendi kaderine el koymaya başlamış, ‘yerel kongreler’ oluşturuyordu. Dolayısıyla, "Türkiye’de tepeden inmecilik kuraldır" klişesi hiç olmazsa bu yıllar için çok tartışılır. Mustafa Kemal siyasi ve askeri olarak dağınık durumdaki isyanı örgütlemeyi başarabildi. Öyle bir dönemki bu; bir yandan savaşmak için gerekli silah ve insan gücü toparlanmaya çalışılıyor, diğer yandan yeni bir devletin siyasal yapısının çatısı yaratılıyor. Kuşkusuz bu çatı yeni bir ‘siyasal rejim’ ve ‘ideoloji’ inşası demek. Önce yerel, ardından ulusal kongreler. İstanbul’daki Meclis’i belli konular üzerinde ikna çabası ve Ankara’nın hemen hiçbir talebini yerine getiremese de Misak-ı Milli’yi kabul etmiş bir Meclis-i Mebusan. 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan yeni meclis. 1921’in ocak ayında kabul edilmiş Kurtuluş Savaşı anayasası Teşkilat-ı Esasiye Kanunu. İktidarı yeryüzüne indirip ‘millete’ veren anayasa, aynı zamanda tarihimizin ‘yerel özerklikler’ tanıyan ilk ve son anayasa metni. Ve tabii ‘iki’ anayasalı yıllar. Çünkü 1921 kabul edilirken 1876 tarihli Kanunu Esasi halen yürürlükte (1924 Anayasasına dek). Kazanılan muharebeler, yapılan uluslararası anlaşmalarla devletleşme yolunda atılan sağlam adımlar, saltanatın kaldırılması, Lozan görüşmeleri, meclis içindeki gruplar arasında devam eden canhıraş mücadele ve Mustafa Kemal’e dönük yoğun muhalefet, Bolşevikler’den talep edilen yardım, İkinci Meclis’in kurulması, muhalefetin tasfiyesi, cumhuriyetin ilanı, hilafetin lağvedilmesi, 1924 Anayasası’nın kabul edilmesiyle yerel özerkliklerin terk edilip üniter yapının benimsenmesi ve Türk-Sünni yurttaşlığın kabulü... Baş döndürücü bir devir ve bir kez daha söylemek gerekirse: Her adım mecliste tartışılıyor, vekiller (bazen tahditle de olsa!) ikna ediliyor. O vekiller de vekil olduklarının ve öncelikle bir ulusu temsil ettiklerinin farkında.
Gel gör ki Türkiye’de herhangi bir şey tartışılamadığı ya da adı tartışma olan her çaba bir zaman içinde şu ya da bu ölçüde fanatizmle malul olduğundan, kuruluş yılları da hakkıyla ele alınamaz. Çünkü bir asır öncesinin gelişmeleri, günümüz terminolojisi/değerleriyle anlaşılmaya çalışılır ve herkes kendi düşüncesini doğrulayacak olayları cımbızla bulup çıkarır olup bitenden. Her satırını zevkle okuduğum Murathan Mungan’ın "Türkiye’de insanlar halkı olmak değil haklı çıkmak ister" dediğini hatırlıyorum. Çok doğru ve aynı hastalık muhtelif tarih okuma ve yorumlarında da var. Kuşkusuz farklı ideolojilere mensup olanlar, olup biteni kendi dünyasından değerlendirir ve çok da doğaldır. Doğal olmayan, ‘sonu’ başından belli tarih okuması merakı! Oysa bugünün yaşayanları bizler, yalnızca okur, anlamaya çalışırız. Ait olmadığımız bir zaman ve mekânda olanları yeniden ve keyfimizce yazamayız. Hâl böyleyken sıklıkla kuruluş dönemine dair bazı eserleri tanıtmaya çalışıyorum. Bugün yaşadığımız sorunların kökeninde bir asır önce yapılan tercihler ve sonrasında halının altına süpürülenler olduğu için. Kurtuluş Savaşı yıllarında mücadele konusu olan konuların 2018 yılında canlı bir biçimde gündemi işgal edişi, kuruluştaki siyasal rejim tartışmalarından ayrı düşünülmemeli.
Bugün size (özellikle öğrenci ve genç araştırmacılara) önereceğim kitabın başlığı “Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu.” Yazarı Ömür Sezgin. Birey ve Toplum Yayınları'ndan 1984 yılında yayımlanmış. Ömür Sezgin, Mülkiye’de siyaset bilimi ve düşünce tarihi derslerini veren Marksist hocamızdır. Son derece çetrefil konuları duru ve kısa biçimde anlatabilmesi karşısında hissettiğim hayranlığı itiraf etmeliyim. Bilen bilir, eski kuşak hocaların bir kısmının en belirgin özelliklerinden biri, yılların birikim ve deneyimini ‘damıtarak’ sunma hasletleriydi. Bizlere önerdikleri de buydu. Olabildiğince sade, anlaşılır yazmak ve konuşmak. Tabii söz konusu sadeliğe ulaşmak hayli zaman alıyor. Ayrıca bir de ‘omurga’ gerektiriyor. İki yılda bir fikir değiştirmemek, hayatta ‘durduğu’ bir yer olmak. İşte sevgili hocamız Ömür Sezgin, bilgiyi damıtma, lafı boş yere uzatmama, anlaşılır ve ‘tutarlı’ olma konularında bizlere örnek olan hocalarımızdandır. Ancak gördüğünüz gibi, lafı uzatmamak konusunda kendisinden hiçbir şey öğrenemediğim çok açık!
Unutulmaya yüz tutmuş, çoğu dönem çalışmasının dipnotlarındaki atıflarla fark edilebilecek bu değerli kitap, yazının başında altını çizmeye çalıştığım heyecan verici 1920-1923 arasını konu ediyor. Bu yıllar arasındaki kritik eşikleri incelerken, genel olarak ‘muhalefetin’ niteliğini ele almaya çalışıyor. Önüne çok yalın ve can alıcı bir soru koyarak başlıyor işe: “İktisadi bakımdan geri, dinsel ideolojinin egemen ve halkın büyük çoğunluğunun geleneksel hilafet ve saltanat düzenine bağlı olduğu bir toplumda hangi koşullar altında yeni bir devlet biçiminin –cumhuriyetin- kurulabilmesi mümkün olmuştur?” Hakikaten, nasıl?
Yazarın Kurtuluş Savaşı yıllarının satır aralarına eğilmesinin nedeni yalnızca direniş hareketi niteliğinde oluşu değil, aynı zamanda siyasal rejim sorununun her an gündemde kalmasıdır. Siyasal rejim tartışması/mücadelesi, büyük ölçüde Meclis’teki muhalefetin eylemelerinde belirgin hale gelir. Ömür Sezgin, çalışmanın başından sonuna dek, çok temel bazı konularda muhalif olanların karşı çıkış yol/yöntem ve dillerini ele alarak, temel sorunun her zaman yeni bir siyasal rejim için verilen mücadele olduğunu ortaya koymaya çalışıyor.
Kitap BMM'nin (Büyük Millet Meclisi) kuruluşuyla başlıyor. Malumunuz, Misak-ı Milli kararlarını alan son Meclisi Mebusan’ın bazı üyeleri İstanbul’un 16 Mart 1920’de işgali ardından tutuklanmış; Meclis 18 Mart’ta çalışmalarını süresiz olarak erteleme kararı almış ve 11 Nisan’da Padişah buyruğu ile feshedilmişti. 19 Mart’ta (işgalden üç gün sonra) Mustafa Kemal ‘Vilayet, müstakil liva ve kolordu komutanlarına’ gönderdiği tamim ile ‘selâhiyeti fevkaladeyi haiz bir meclisin’ Ankara’da toplanmasını talep eder. Meclisin 23 Nisan’da toplanmasına karar verilir ve bunun üzerine Mustafa Kemal 21 Nisan’da Heyet-i Temsiliye adına çeşitli kurumlara ivedi bir yazı gönderir. Sezgin, bu yazıyı ‘BMM’nin kuruluşu esnasında ülkede egemen olan görüşü göstermesi bakımından olduğu gibi aktarma gereği duymuş. İyi yapmış. Çünkü söz konusu ‘egemen görüş’ ve Mustafa Kemal’in örneğin İslam ideolojisine ve temsilcisi konumundaki halife-sultana bağlılığına yapılan aşırı vurgular, mücadelenin başlangıcındaki siyasal tercihleri/taktikleri sergilemesi açısından önemli. Zira sonrasındaki aylar ve yıllar, bu minval üzerine çekişmeyle devam ediyor. Yukarıda ‘Marksist’ olduğunu vurguladığım yazar, tahmin edilebileceği gibi bu mücadeleye ilişkin çözümlemelerini de aynı perspektifle, siyasal, sosyal ve ekonomik koşulları bütünlüklü biçimde göz önünde bulundurarak yapıyor. Kuşkusuz ve kaçınılmaz bir biçimde, 1960’ların sol içi bazı tartışma ve yanılgılarına da atıflarla. Bu yolu benimsediğinde, 1920’leri anlamanın yolu da öncelikle 19'uncu yüzyıl Osmanlı ıslahatçılığının niteliğini belirlemek oluyor. ‘Gelişen üretim güçlerinin siyasal düzeydeki yansıması anlamına gelmeyecek’ bir ıslahatçılık. Bir başka deyişle, “Çatışmanın devlet ile toplum arasında olmayıp devlet aygıtı içinde olduğu” gerçeği. Batı ile karşılaştırıldığında, Osmanlı-Türk modernleşmesinin niteliğini belirleyen bu farklılık sonraki on yıllara damga vuruyor. Sezgin’in ifadesiyle:
“...Saltanat rejimi ile toplum arasında temel bir çatışma söz konusu değildir. Ve bu nedenledir ki Meşrutiyet ve burjuva ideolojisi, saltanat ve dinsel ideoloji karşısında güçsüz kalmıştır. Bununla birlikte, burada açıklamadığımız belirli koşullar altında başarılı olabilmiştir. Böyle bir durumda, elbette zor unsuru öne çıkmış, bu da orduyu ve ordu içindeki çatışmaları belirleyici olmak düzeyine çıkarmıştır. Devlet katında gerçekleşen ‘burjuva devrimi’ (1908), ideoloji gereği halk kitlelerini siyasete katılmaya zorlamıştır... Ancak, kanımızca, daha sonraki gelişmeleri belirleyecek olan temel çatışma, 1908’in yukarıda işaret edilen niteliğinden kaynaklanan çatışmadır: siyasi düzeyde saltanat/meşrutiyet, ideolojik düzeyde ise dinsel ideoloji/aydınlanma ideolojisi çatışması.”
Yazar, ilk büyük ayrışmayı böylece tespit edip iki hattın temsilcilerinin 1920’lere dek izini sürüyor. Dolayısıyla 1920’lerde kuruluş aşamasında ortaya çıkan ideolojik çatışmanın kökenleri ve aldığı yolu takip etmek mümkün hale geliyor. ‘Muhafazakâr’ ve ‘inkılâpçı’ iki ‘telâkkinin’ çarpışması. Bu çarpışmada, iki grup zaman zaman aynı kavramları sahipleniyor (hakimiyet-i milliye gibi) ki özellikle savaş/kurtuluş aşamasındaki ‘uzlaşma’ bu şekilde mümkün oluyor. Örneğin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da kuruluşunu hakimiyet-i milliye kavramına dayandırmıştır. Ancak bu durum ‘kurtuluş’ sürecinde geçerli. Sıra ‘kuruluşa’ geldiğinde, farklar belirginleşiyor. Ömür Sezgin’in sözcükleriyle, “...Mustafa Kemal ve taraftarları nazarında, hakimiyeti milliye, öngördükleri yeni iktidarın hukuksal dayanağıdır, ‘muhafazakârlar için ise hilafet ve saltanat makamının korunmasının garantisidir.” İşte bu iki görüş mecliste değişik zamanlarda ve farklı konular görüşülürken ortaya çıkmıştır. Sezgin ana hatlarıyla bu çatışmaları izliyor. Mustafa Kemal ve liderliğindeki grubun pragmatizmleri, atılan her adımda ittifak siyasetine gösterilen özen, zamanı geldiğinde ve güçlü hissedildiğinde radikal kararlarla o ittifakların dağıtılması ve verilen sert mesajlar, Mustafa Kemal’in daha önceki yazılarda söz ettiğim yönetim biçimi tercihleri (örneğin meşrutiyetten ve uzun süre güçler ayrılığından pek hazzetmemesi, hatta epeyce okuduğu Jean Jacques Rousseau’yu ‘deli’ olarak tanımlaması gibi!), saltanat ve hilafetin lağvedilmesi sürecindeki sabır ve kararlılığı, Meclis’teki ‘İkinci Grup’ ile yaşanan sert polemikler ve ciddi muhalefet, Lozan aylarındaki tartışmalar, Halk Fırkası’nın doğumu, 1923 seçimlerinde muhalefetin (İkinci Grup’un) tasfiyesi...
Sezgin, her kritik eşikte, adı bazen konulan bazen konulmayan ideolojik savaş yaşandığını ve yeni siyasal rejimin söz konusu çatışma içinde filizlendiğini anlatıyor. Bu arada, örneğin Bolşeviklik tartışmasına dair sayfalar özellikle ilgi çekici; çünkü bilindiği üzere Kurtuluş Savaşı yıllarında BMM ile Bolşevik devrimcilerle kurulan yakın ilişkiler (meşhur Taksim anıtında Mustafa Kemal’in arkasında iki Bolşevik komutan olduğunu unutmayalım!) hep tartışma/merak konusu olmuştur. Sezgin, Mete Tunçay’ın çalışmasına da yaptığı göndermelerle, savaş esnasında Anadolu’da ve BMM’deki Bolşevik etkisinin, hiç olmazsa kimi yazarlarca abartıldığı ölçüde olmadığı kanısında. Uzun uzadıya irdelenen konunun bir yerinde, Ömür Sezgin’in BMM’de Bolşevikliğin kimilerinin iddia ettiği gibi ‘egemen görüş’ olmadığını anlatabilmek için verdiği örneği aktarmak istiyorum. Bu, o dönemde Türkiye’nin ne halde olduğunu sergilemesi açısından da, 2000’li yılların terminolojisiyle/kavramlarıyla 1920’leri acımasızca eleştirmenin garipliğini fark etmek açısından da hoş bir örnek: “Ayrıca, frengi ile mücadelede kadınları ve genç kızları doktor muayene edebilir mi, edemez mi? konusunda tartışmaların haftalar, hatta aylar sürdüğü ve büyük kavgalara sahne olan bir Mecliste, herhalde Bolşevikliğin en önemli cereyan olduğu ileri sürülemez.”
Evet, Kurtuluş Savaşı, iki farklı ideolojiye sahip güçlerin belirli koşullarda uzlaşmasıyla gerçekleşti. Sonraki süreçte var olan uzlaşmazlıklar belirginleşti, mücadele sertleşti. Sorun yalnızca bir iktidar sorunu değil, siyasi rejim, yeni devlet biçimiydi. Ömür Sezgin, toplumsal yapıya hakim olan güçlerin siyasi düzeydeki temsilcilerinin neden etkisiz kaldığını anlamak için soruna, ‘siyasi, iktisadi ve ideolojik düzeyler’ arasındaki ilişkiler çerçevesinde yaklaşıyor.
Son sözü, Ömür Sezgin’in bugün için de çok şey ifade eden cümlelerine bırakalım: “...Ancak, yukarıda kısaca belirttiğimiz koşullar altında cumhuriyet yönetimi fiilen ve hukuken kurulmuş olmakla birlikte, henüz toplumun maddi yapısında, dolayısıyla ideolojik yapısında köklü değişiklikler söz konusu değildir. Yeni devlet biçimiyle geleneksel toplum yapısı arasındaki çatışma, cumhuriyetin ilanından sonra da, başka biçimler altında yeniden ortaya çıkmakta gecikmeyecektir.”
Anlamlı değil mi? Görünen o ki laik, demokratik ve eşitlikçi cumhuriyeti hâlâ kuramadık. Neden kuramadığımızı ve nasıl kurabileceğimizi yine ‘siyasi, iktisadi ve ideolojik’ düzeyler arsındaki ilişkiler bağlamında, tekrar tekrar düşünmekte, tartışmakta, sorgulamakta büyük yarar var.
Kitabı bir yerlerden tedarik edip okumanızı öneririm.
*Akademisyen
***
(Bu yazı ilk olarak 4 Ocak 2018’de Gazete Duvar’da yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder