Paçalarımızdan sızıyor (AHMET TALİMCİLER)
Buzdağının üzerinde zenginliğin, ihtişamın, renkli gece hayatının ve akıl almaz paraların konuşulduğu sanal bir dünyadan söz ediyoruz ve bu dünyanın arka planında futbol ile hayatlarımıza dahil edilen fenomenler de yer almakta.
Son kırk yılın toplumsal bünyemizde yarattığı infialin sonuçlarını acı bir biçimde kusmaktayız. Değer yargılarımızı yerle bir ettikten sonra elimizde kalanlarla yola devam etmek durumundayız ve değişmenin hızının baş döndürücü olması nedeniyle de işimiz bir hayli zor. Kendi kendine yeterli ülke diye büyütülen Türkiye’nin içinden dünyanın parasını kendisine çeken ve zenginleşmenin bin bir yolunu keşfeden bambaşka bir Türkiye’ye geçiş yaptık. Her dönemin kendi zenginlerini yaratması alışkanlığımızı burada da fazlasıyla sürdürdük ve seksenlerin ikinci yarısından başlayarak her on yılda bir siyaset mekanizmasıyla abat olan kesimler hayatlarımıza dahil oldular. Bu noktada gündemi meşgul eden iki alanın birlikte ele alınması gerektiğini ve aslında birbirleriyle de çok yakından ilgili olduklarını göstermeye çalışacağım.
Gündemin ilk konusu Fatih Terim Fonu olarak adlandırılan ve son on beş gündür fazlasıyla konuştuğumuz hususu içermekte. Eski futbolcuların dahil olduğu bir ponzi davası ile karşı karşıyayız. Telaffuz edilen rakamların büyüklüğünü T24’teki köşesinde Mustafa Durmuş hocamız çok güzel ortaya koymuştu: Sadece Arda Turan’ın kaptırdığı para 377 milyon liraya karşılık gelmekteydi. Futbolda dönen para miktarının büyüklüğü karşısında insanın nutkunun tutulmaması mümkün değil. Tabii bu durumun ortaya çıkmasının arkasında da son otuz yıl içerisinde ülkenin ekonomik alanda yaşadığı dönüşümün nüveleri bulunmaktadır. Futbol dünyası siyaset ile yaşadığı yalancı baharla birlikte ekonomi ve medya alanlarında yaşanan gelişmeler sonrasında bambaşka bir aşamanın içerisine geçiş yapıverdi. Bu nokta son derece önemli çünkü daha sonra Televoleleşme diye nitelendirmiş olduğumuz dönem ile hem zenginleşme hayatlarımızın içerisine dahil oldu hem de sporcu idoller aracılığıyla toplumsal hayatın içerisine değerler transfer edilmesi mümkün kılındı. Sosyal medya ile yaşayacağımız görünür olma halinin ilk biçimi ünlüler ile birliktelik biçiminde televizyon ekranları ve gazeteler aracılığıyla hayatlarımıza sokuldu. Artık geçmişte olmadığımız kadar başkalarının hayatlarına müdahil olur hale gelmiştik ve ünlüler ile olan beraberliğimizde futbol ve moda dünyası bu iş için biçilmiş bir zemini bize sunmaktaydı. Televole işte bu zeminin adıydı ve onunla futbol artık bu topraklarda başka bir kapının adı haline de dönüşecekti: Futbol artık hem zenginliğin hem de toplumsal hayat içerisinde statü kazanmanın alameti farikalarından bir tanesiydi. Bize özgü olan takım tutma ve tüm ülkede taraftarlarının olma meselesi bu yeni dönemdeki futbol gazeteleri ile futbol programları açısından müthiş bir kolaylık sağlamaktaydı. İşin bu tarafını fark eden medya yöneticileri de bunun üzerine oynamayı çok ama çok iyi becerdiler ve Televole mantığı ile takım taraftarlığı arasındaki ilişkiyi her fırsatta kullanmak suretiyle ülke içinde futbolun başka bir yere karşılık gelmesine omuz verdiler.
Türkiye’de paranın ve para dolayımıyla yaratılan zenginliğin takip edilmesi gereken yerlerden bir tanesi hiç şüphesiz futbolun yarattığı iktidardır. Çünkü futbol, bu ülkede en az futbol olandır ve futboldan çok daha fazlasına karşılık gelmesi nedeniyle de pek çok kapının açılmasına da vesile olabilmektedir. İşte o kapıdan geçmesini bilenler açısından futbolun 1990’ların ortasından itibaren gerek mafyatik ilişkilerle gerek siyasal bağlantılarla ve gerekse de ekonomik saiklerle fazlasıyla futbol dışı alanlarla birlikteliğinin söz konusu olduğunu göreceklerdir. Hatta eli bir adım daha yükselterek meşhur 2010-11 sezonunu sonunda yaşadığımız meşhur 3 Temmuz 2011 depremi ve beraberindeki olup bitenleri de yine bu açıdan değerlendirmemiz gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Olan bitenlere sürekli olarak Fenerbahçe-Galatasaray veya Trabzonspor-Beşiktaş gibi takımlar üzerinden bakmak yerine futbolun burada nelerin üzerini örtmekte olduğuna odaklandığımız takdirde taşlar yerine oturacaktır. Futbol, bu ülkede son otuz ila otuz beş yılın olmazsa olmaz malzemelerinin başında gelmektedir ve bunun farkında olan kesimler açısından son derece kullanışlı bir aparattır. Zaten böyle olduğu için de futbolun içerisindeki iş adamlarından, sanayicilere oradan çok sayıda medya mensubuna ve hukuk insanlarına kadar pek çok alanın varlığı hiç ama hiç tesadüf değildir! Araya siyasileri de eklemeyi hiçbir zaman unutmamalıyız çünkü onlar açısında da futbol, geniş kitleler ile bağlantı kurmanın en kolay yollarından bir tanesini teşkil etmektedir.
Bu kadar büyük paraların konuşulduğu bu meşhur dava hakkında konuşulmakta olanlar bile durumun bizde ne kadar tuhaf bir görünüm arz etmekte olduğunu ortaya koymaktadır. Tıpkı Polat’lar, Candan’lar vakalarında olduğu gibi para miktarı ve ihtişam kamuoyunun dikkatini bambaşka bir tarafa doğru cezbetmektedir. Bir tarafta milyonlarca insanın yerlerinde olmak için can attıkları bir hayat söz konusudur öte tarafta ise bu hayatların göze batan veyahut hala bünyede karşılık bulmayan yanları önümüze düşüvermektedir. Velhasıl kelam para miktarı arttıkça bu paranın yarattığı dedikodu ağı da beraberinde artmakta ve etkisi çok daha geniş kesimleri beraberine takıp sürükleyebilmektedir. İşte bu iki farklı gündemde de durum bu açıdan benzer bir görünüm arz etmektedir. Hem futbolcuların dolandırılması ki burada kelimeleri de doğru kullanmak gerekiyor gerçekten bir dolandırma mı söz konusu yoksa birilerinin çok daha kolay yoldan para kazanma arzuları mı? Burası yanıtlanması gereken soruların başında geliyor ve görünen o ki bu işin sonucunda olaya adı karışanlar, bir şekilde paralarını kurtaracaklar gibi gözüküyor.
Gündemin ikinci kısmını oluşturan fenomenlerin iktidarına geçen yazımda da değinmiştim. Bu iki konu arasındaki bağlantı ise yukarıda televoleleşme dediğimiz noktada saklı. 1990’lı yıllar özel televizyonlar aracılığıyla toplumsal hayatın farklı kesimlerinin ekranlar karşısında ünlü olmalarının önünün açılmasına da vesile olmuştur. Ünlü olmak beraberinde kamuoyuna mal olmayı ve ilgiye mazhar olmayı da getirmektedir ki bu noktada yolu futbol/spor ile kesişen ünlülerin durumları çok daha ilgi çekecektir. Aradan geçen yıllar sonrasında devreye sosyal medyanın girişiyle birlikte hayatlarımızın içerisine dahil olan ve artık bütün yapıyı şekillendirmeyi başarabilen sosyal medya sonrasında ise durum çok daha farklı bir görünüm arz etmektedir. Fenomenlerin yarattığı gıpta etkisini hayatın her alanında fazlasıyla iliklerimize kadar hissediyoruz. Etrafımız bir örnek kızlardan ve erkeklerden geçilmiyor ve ilginç bir biçimde bu rol modeller geriden gelmekte olan binlerce kişiyi etkisi altında bırakmayı başarabiliyor. Herkesin ‘yırtmayı’ arzuladığı bir ülkede emek vermeden kısa yoldan bunun başarabilmek için önlerinde bulunan bütün düğmelere aynı anda basmayı arzu eden gençlerle karşı karşıyayız. Elimizdeki bütün göstergeler ve parametreler bu yeni zenginlik karşısında çaresizliğimizi daha da körüklemekteler. Eskiden okuyup adam olmak, iyi bir yere gelmek ve hayatını şekillendirmek için hayaller kurabilen bir ülkeydik bugün ise hayaller ve gerçekler arasındaki makas açıldığı için bir taraftan kapağı yurt dışına atmayı planlayanlar ile öte tarafta kalıp kısa yoldan köşeyi dönmek isteyenler arasında sıkışıp kalmış durumdayız. Arada geniş bir kitlenin varlığı söz konusu ancak onlar da bu gidişi nasıl sonlandırabileceklerini çözebilmiş değiller ve onlara çıkışta yardımcı olabilecek kişiler de kurumlar da ne yazık ki işlevlerini yerine getirmenin çok ama çok uzağındalar.
Buzdağının üzerinde zenginliğin, ihtişamın, renkli gece hayatının ve akıl almaz paraların konuşulduğu sanal bir dünyadan söz ediyoruz ve bu dünyanın arka planında futbol ile hayatlarımıza dahil edilen fenomenler de yer almakta. Bu iki alanın yarattığı akıl almaz etkinin boyutlarını ve yarattığı tahribatın büyüklüğünü görebilmemiz için söz konusu iki alanın dahil olduğu başta siyaset, medya ve ekonomi üçgeni olmak üzere toplumsal hayatın farklı veçheleri arasındaki bağlantıya odaklanmamız gerekecektir. Konuşmakta olduklarımızın aslında hepimizin akıllarından geçmekte olanlar olduğu gerçeği bu noktada bize yol gösterebilecek bir anahtar konumundadır. Buzdağının altında oluşan büyük kitlenin yarattığı infialin arkasında söz konusu duygu halinin etkisi bulunmaktadır. Fırsatını bulduğu anda aynı şeyleri yaşamak isteyen milyonlarca insanın olduğu yerde ahlakın, adaletin ve hakkaniyetin yerine bambaşka kavramlar alacaktır. Yaşadıklarımız da tam bu noktanın ete kemiğe bürünmüş halinden başka bir şeye karşılık gelmediği için önümüzdeki günlerde durum çok daha vahim bir hale bürünecektir.
Paçalarımızdan sızıyor derken anlatmak istediğim işte tam da bu hallerimize karşılık gelmektedir.
/././
Sahi kim kimi dolandırmış? (MUSTAFA DURMUŞ)
Bu "dolandırıcılık" vakasının özünde tüm etik değerleri çürütmüş olan kapitalizm ve onun ardında duran siyaset kurumu var. Asıl bu ikisi masaya yatırılmalı. Çok büyük paraların döndüğü ve giderek ticari bir sektör haline dönüşen futbol oyunu da artık bu çürümüş düzenin bir parçası
Birkaç gündür ulusal televizyon kanallarında Fatih Terim ve çok sayıda Galatasaraylı futbolcunun toplam 44 ila 80 milyon dolar arasında dolandırılmalarıyla ilgili program üzerine program yapılıyor. Tek başına Arda Turan'ın 13 milyon dolar dolandırıldığı ileri sürülüyor.
Futbolcuların cahilliği mi, aç gözlülüğü mü?
Programlarda genelde, söz konusu futbolcular "mağdur", dolandırıcılığa adı karışan banka müdiresi ise "vurguncu, dolandırıcı" olarak açıklanıyor. Futbolcuların cahilce davranmaları üzerinden, psikologlardan, sosyologlara, siyasetçilerden ekonomistlere ve hukukçulara kadar değerlendirmeler alınıyor.
Kuşkusuz, meselenin hukukun işlememesi, bankacılık sisteminin defoları, tefecilik, kolay para kazanma arzusu, vergi kaçırma isteği gibi birçok boyutu var ama bu tartışmalarda gözden kaçan çok daha önemli bir boyutu daha var.
Gelir ve servet bu kadar adaletsiz dağılınca…
Şöyle ki bir aylık net asgari ücret 11.402 TL. Bir örnek olarak, en fazla para kaptırdığı ileri sürülen Arda Turan'ın kaptırdığı para ise yaklaşık 377 milyon TL. Yani bir asgari ücretlinin ailesi ile birlikte geçimini sağlamaya yettiği düşünülen ama gerçekte açlık sınırının dahi altında kalan miktarın 33 bin katından fazla.
O halde asıl sorulması gereken soru şu olmalı: "Ne tür bir emek haftada ortalama 45-50 saat çalışan ve bugün sahip olduğumuz maddi ve gayri maddi her şeyi üreten bir emekçinin elde ettiğinin 33 bin katından fazla gelir elde edebiliyor? Futbolcular toplumsal üretime nasıl bir katkı veriyorlar ki milyonlarca dolar kazanabiliyorlar?
Covid-19 günlerini hatırlayalım. Ekmek, diğer temel gıda, maske, ilaç, hijyen, sağlık hizmetleri üretimi, tüm bunlar olmasaydı çok daha büyük bir felaketle karşı karşıya kalabilirdik. O günlerde kimse futbol maçları neden yapılmıyor diye sorgulamadı zira futbol (hele ki ticarileşmiş-sektörleşmiş futbol) varlığımızı sürdürebilmemiz için zorunlu bir ihtiyaç değil.
Diğer yandan, ekmeği pişiren, ilacı, maskeyi üreten işçiler, temel gıda maddelerini kapımıza kadar getiren kuryeler ve hastanelerde canları pahasına çalışan sağlık emekçileri bu tür emeğin ne kadar değerli olduğunu gösterdiler.
Yani ne kadar yetenekli olursa olsun bir futbolcu, bir asgari ücretli temizlik işçisinin, maden işçisinin, sağlık ya da eğitim emekçisinin bu topluma kattığı kadar değer katamaz. Bu yüzden de aradaki gelir farklılıkları bu denli yüksek olmamalıdır. Kaldı ki şu anda iddia/bahis başta olmak üzere her türlü kumarın da döndüğü, mafyalaşmış devasa bir ticari sektör var karşımızda.
Sadece futbolcular mı?
Kısaca asıl sorgulanması gereken husus ülkedeki inanılmaz boyutlara erişmiş olan gelir ve buradan hareketle de servet dağılımı adaletsizliğidir. Büyük kulüplerde oynayan futbolcular burada sadece bir örnek oluşturuyor. Ünlü şarkıcılar, borsadan büyük paralar kazananlar, rantiyeler, CEO'lar, sermayedarlar, patronlar bütün bu kesimler emekçilerin sırtından inanılmaz paralar kazanıyorlar. Çoğu kez de bu kazançtan ödemeleri gereken vergiyi bile tam olarak ödemiyorlar.
"Paran var mı derdin var" misali, "nereden buldun" uygulamasının yaklaşık 18 yıl önce kaldırıldığı bu ülkede, bu kadar kolay kazanılan ve hesabı da sorulmayan böyle büyük servetler, sahiplerini rahatsız edip, aç gözlülükle daha da büyütülmek istendiğinde, bazı "uyanıklar" çıkıyor ve bu servetlere gözlerini dikiyorlar.
Bunlar bazen devletin içindeki bazı güçleri de arkasına alan mafya ya da organize suç örgütleri, bazen de "kişilerin güvenini kazanmış" banka yöneticileri ya da kripto paracılar veya manipülasyon yapan borsa simsarları oluyor. Bu arada işçinin artı değerini sömürerek servetlerini büyütenler de, bu kötü örneklerin öne atılmasıyla, "temize çıkmış" oluyorlar.
Özcesi
Bu "dolandırıcılık" vakasının özünde tüm etik değerleri çürütmüş olan kapitalizm ve onun ardında duran siyaset kurumu var. Asıl bu ikisi masaya yatırılmalı. Çok büyük paraların döndüğü ve giderek ticari bir sektör haline dönüşen futbol oyunu da artık bu çürümüş düzenin bir parçası.
Bu yüzden de, bir zamanlar efsane kaptanı Metin Kurt'un "futbol borsada değil, arsada güzeldir" sözleriyle anılan Galatasaray Futbol Kulübü'nün, servetlerini nereye koyacağını bilemeyen bazı futbolcularla anılır olması sürpriz değil. Kaldı ki bu durum tüm büyük futbol kulüplerinin başına da gelebilirdi.
Büyük medyanın, en ağır biçimde sömürülen milyonlarca asgari ücretlinin sorunlarına, maden ocaklarındaki ve inşaatlardaki iş cinayetlerine, kadın cinayetlerine, doğa katliamına ya da sözde tren kazaları sonucunda hayatlarını kaybedenlere bile bu dolandırıcılık olayı kadar zaman ayırmaması ise çürümüşlüğün bir başka göstergesi değil de nedir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder