19 Kasım 2023 Pazar

soL (DOSYA) - 19/KASIM/2023 -

Doç. Dr. Nevzat Evrim Önal Cumhuriyeti anlattı: ‘1'incisi nasıl kurulduysa 3'üncüsü de öyle kurulacak’(soL)

Bağlar Semt Evi’nde Eskişehirlilerle bir araya gelen Doç. Dr. Nevzat Evrim Önal, Cumhuriyetin kuruluşunda ve yıkılışında sermayenin rolünü anlattı.

Akademisyen, yazar Doç. Dr. Nevzat Evrim Önal, Bağlar Semt Evi’nde “Cumhuriyetin kuruluşunda ve yıkılışında sermayenin rolü” başlıklı söyleşide Eskişehirlilerle bir araya geldi. Bu konu, aynı zamanda Önal’ın Gelenek dergisinin son sayısında “Cumhuriyetin ölümü kimin çıkarınaydı?” başlıklı makalesinin de konusuydu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarından AKP’li yıllara kadar, 1923 Cumhuriyeti’nin ortadan kaldırılmasının ekonomi-politik arka planını işlediği kapsamlı söyleşide Önal’ın konuşmasında öne çıkan başlıklar şöyle:

‘Osmanlı’nın parçaları pazarlaştı’

Osmanlı’da iç pazarın gelişkin olmadığını ancak Osmanlı’nın parçalarının pazarlaşmış olduğunu vurgulayan Nevzat Evrim Önal,“İzmir’den içeri giren demir yolu çevresi İngiliz sömürgesi. Almanlar Bağdat demiryolunu inşa ediyorlar. Fransızlar Çukurova havzasındaki demiryolu hatlarını kontrol ediyorlar. Bu durum savaş bittikten sonra paylaşımın kimler arasında olacağını da gösteriyor” dedi.

Cumhuriyet Devrimi’nin en önemli kazanımlarından birinin TEKEL fabrikaları olduğunu belirten Önal, Duyun-u Umumiye’nin Osmanlı’daki rolüne de değindi. 

‘Taşra esnafı Anadolu’da kim mülksüzleştirilmişse onun malına çöktü’

Kemalistlerin Anadolu’daki Müslüman toprak sahibi eşrafla ilişkilendiğini söyleyen Önal, Kemalistlerin bir maddi zenginliğe yaslanmaları gerektiği için bu adımı attığını söyledi. Bu eşrafın Anadolu’da mülksüzleştirilenlerin malına çöktüğünü söyleyen Önal şunları kaydetti: “Taşra esnafı bütün bu süreçte Anadolu’da kim mülksüzleştirilmişse onun malına çöktü. Ermeniler tehcir edildi, Ermeni malına çöktüler. Rumlar mübadele edildi Rum malına çöktüler. Yıllar geçecek, 6-7 Eylül olacak, İstanbul Rum ve Yahudileri kaçacak onların malına çökecekler. Türkiye Müslüman burjuvazisinin tipik yöntemidir bu.”

Sözlerine Eskişehir’in Mihalıççık ilçesinde yetişen, bölgedeki Ermenilerin mallarına çökerek zenginleşen toprak ve un fabrikası sahibi Emin Sazak’ı örnek göstererek devam eden Önal, Sazak’ın toprak reformunun “Devletin 50 dönümü aşan topraklara el koyması” maddesinin tartışılması sırasında söylediği şu sözleri hatırlattı: “Ben köyde karısı öleni tekrar evlendiririm, öküzü ölene öküz alırım. Ama siz şimdi öyle bir prensip söylüyorsunuz ki bu toprak reformuyla ilgili, yarın öbür gün şehirdeki amele de sizin apartman dairenizin bir odasını ister.”

1950’lerin sonuna doğru gelinirken emperyalist sermayenin Türkiye’den ve Türkiye’deki kentli sanayi sermayesinin beklentilerinin üst üste düştüğünü ve Demokrat Parti’nin bu beklentilerin karşısında inatla “kır”ı kayırmaya devam ettiğini söyleyen Nevzat Evrim Önal, emperyalizmin Türkiye’den beklentisinin Arjantin benzeri bağımlı bir sanayi ülkesi olması olduğunu söyledi. 

Kamu teşebbüslerinin sermaye kâr etsin diye zarar ettirildiğini belirten Önal şunları söyledi: “Sümerbank zarar ediyordu ki Sümerbank’ın ucuza sattığı kumaşla Kiğılı, Halit Narin kâr etsin.” 

Nevzat Evrim Önal ayrıca Devlet Planlama Teşkilatı’nın burjuvaziye kaynak yaratma teşkilatı görevi gördüğünü vurguladı. 

‘NATO’ya girmekten ağır bağımsızlık kaybı var mı?’

Laiklik ve bağımsızlık gibi değerlerin Türkiye burjuvazisi açısından ayak bağı olduğunu ise şu sözlerle açıkladı Önal: “Laiklik denen şey Türkiye sermayesine daha 1970’lerde çoktan bir aya bağı olmuştu. Bağımsızlık Türkiye burjuvazisi açısından 1950’lerde ayak bağı haline geldi. NATO’ya girmekten ağır bağımsızlık kaybı var mı?”

24 Ocak kararlarını sonuna kadar uygulamak özelinde genel olarak Türkiye’de devletçiliğin sonunu getiren partinin AKP olduğunu belirten Önal, bağımsızlık ve laikliğin ortadan kaldıranın da AKP olduğunu söyledi ve devletçilik, laiklik ve bağımsızlık gibi değerlerin düzen partilerinde artık savunulmadığını belirtti. 

‘Birinci Cumhuriyet nasıl kurulduysa, üçüncüsü de öyle kurulacak’

Yeni bir cumhuriyet kurulması gerektiğini söyleyerek sunumunu sonlandıran Önal şunları kaydetti: “Birinci Cumhuriyet bütün çelişkileri ve bütün güzellikleriyle yıkıldı. Dolayısıyla gidip kurtaracağımız bir şey yok. Birinci nasıl kurulduysa, üçüncüsü de öyle kurulacak. Üçüncü diyorum çünkü ikincisi bir karşı-devrim süreciydi. Karşı-devrim için bir kitleye ihtiyaç yoktur ancak devrim için her zaman bir kitleye ihtiyaç vardır. Biz bunu peşindeyiz Türkiye Komünist Partisi olarak. Bunun peşinden gidebilmek için de Birinci Cumhuriyet’in değerlerini kıymetli bulan, bir yandan da olup biten konusunda aklı açık olan insanlarla bir araya gelmeye, yoldaş olmaya çalışıyoruz.”

                                                                   /././


Enkazdan dekor, acıdan film olur mu?(CEMALİ COŞKUNIRMAK-SOL/KÜLTÜR)

Doğru konumlanan sanat toplumsal bir trajediyi istismar etmez, sorun yaşayanlara sahip çıkar, acıların aşılmasına hatta muhataplarına yönelik bir öfkeye dönüşmesine vesile olmaya çalışır.

                              Roma Açık Şehir filmi,Yönetmen Roberto Rossellini 

Son günlerde önce Hatay’da çekimlerine başlanılan “Şahsi Meselemiz” filmi daha sonra da İnönü Üniversitesi tarafından düzenleneceği duyurulan “Deprem Öyküleri” yarışması kamuoyunda ciddi tepki topladı. Filmin yapımcılarının ve öykü yarışmasını düzenleyenlerin iktidar ile olan dolaylı ilişkisi biriken haklı öfkenin temel unsuruydu. Bununla birlikte ortaya konan tepkiler çeşitlilik gösterdi: kimi “günlerce bölgeye yardım gelmemesini, Kızılay’ın nasıl çadır sattığını anlatacak mısınız” diye sorarak filmin niyetini ve gerçekçiliğini sorguladı, kimi “üzerinden para kazanmadığınız bir acılarımız kalmıştı” sitemi ile fırsatçılığa, her şeyin para uğruna suistimal edilmesine karşı sesini yükseltti, kimileri de işi bir adım ileri götürerek “acıdan film malzemesi çıkarmaya, binlerce insanın altında öldüğü enkazları dekor olarak kullanmaya utanmıyor musunuz”, “acıların edebiyat üzerinden yatıştırılması vicdana sığmaz” gibi sanat ve toplumsal trajedi ilişkisine dair daha incelikli bir tartışma gerektiren tepkiler gösterdiler. Sanat ve toplumsal trajedi ilişkisini ele alan soğukkanlı bir tartışma, doğru bir yerden doğan ve “çoğu” yerinde olan bu tepkilerin, yanlış bir noktaya evrilmesini önlemek adına gerekli ve yararlı olacaktır.

O zaman tartışmaya yazının başlığındaki sorumuzu hatırlatıp yanıt vererek başlayalım:

Enkazdan dekor, acıdan film olur mu?

Evet olur hatta olmalıdır. 

Peki nasıl?

Yıl 1945, yer İtalya. Nazi işgaline karşı kazanılan zorlu zaferin üzerinden henüz 5 ay geçmişken, daha sonra İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımının ilk örneği sayılacak Roma Açık Şehir filmi, akımın öncülerinden Roberto Rossellini’nin yönetmenliğinde izleyiciyle buluştu. Filmin senaryosu yazılırken Roma'daki işgal ve direniş hâlâ sürüyordu, hatta filmin çekimleri başladığında da işgal tam sona ermemişti. Bu nedenle bazı çekimler kameralar gizlenerek ve sessiz olarak yapılmıştı. 

Bu filmden yola çıkarak “herkesin ailesini, sevdiklerini kaybettiği, bütün kentin felaket bir yıkıma uğradığı bu dönemde, daha sonucu belli bile olmayan bir savaş ve direniş devam ederken film senaryosu yazan, daha sonra bombalarla yok edilmiş bir kenti filmine dekor olarak kullanan Rosellini, neden fırsatçı bir alçak olarak değil de sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden biri olarak anılıyor” sorusunu sormak bugün yaşananlara doğru tepkiyi gösterebilmek adına önemlidir.

İlk bakışta filmi besleyen temel olaylar, yıkımın yaşandığı kentlerin durumu, insanların yaşanmışlıkları ve duyguları gibi noktalar nedeniyle Şahsi Meselemiz ve Roma Açık Şehir filmleri birbirlerine benziyormuş gibi görünse de aslında iki uç noktada birbirinin karşısında duran, zıt filmlerdir bunlar.

Bu temel zıtlığın kaynağında filmlerin yaşanan toplumsal trajedi ve bundan etkilenen insanlar ile kurduğu ilişki var. Bir tarafta dışardanlık, fırsatçılık ve halk düşmanı başka bir anlatı yaratarak doğal bir felaketin toplumsal bir felakete dönüşmesine neden olan temel problemlerin üstünün örtülmesi amacı kendini açıkça hissettirirken, diğer yanda Nazilerle ve işbirlikçi İtalyan hükümetiyle mücadele eden partizanlardan taraf olan Rosellini ve arkadaşları var. Roma Açık Şehir filminde görev alanların çoğu başından beri sürecin içinde olan, işgale karşı direnişe bizzat katılmış insanlardı. Yıkımların ve ölümlerin arasında bir yandan direnirken bir yandan da senaryo yazan, film çekmeye çalışan bu büyük insanlar ne fırsatçıydılar ne de duygusuz. Amaçları, bir daha yaşanmasın diye yaşananları bütün gerçekliği ile aydınlatmak ve kimin faşistlerden yana kimin halktan yana olduğunu tarihe not düşmekti. Zaten omuz omuza oldukları insanların kollarına girdiler, büyük bir yıkımın gölgesindeki memleketlerine sanat ile sahip çıktılar ve çok zorlu şartlarda acının en iyi filmlerinden birini yapmayı başardılar.

Doğru konumlanan sanat toplumsal bir trajediyi istismar etmez, sorun yaşayanlara sahip çıkar, acıların aşılmasına hatta muhataplarına yönelik bir öfkeye dönüşmesine vesile olmaya çalışır. Bunları başarabilen sanatçılara ve üretimlerine halk da sahip çıkar, tarih de.

Bugün eğer birileri çıkıp sanat kılıfıyla halkın acılarını sömürerek, yaşananların üzerini örtmek amacıyla gerçekliğe müdahale etmeye kalkıyorsa, buna karşı verilebilecek en iyi cevaplardan biri kuşkusuz halkın ve halktan yana sanatçıların sahneye çıkarak kendi filmlerini, öykülerini yaratması olacaktır.

                                                                     /././

Gazzeli Mahmut'la Türkiye'den Filistin'e bakmak: 'Bir yolunu bulacağız, seviyoruz Filistin'i' (Özkan Öztaş-soL/Söyleşi)

Mahmut genç bir hekim. Yeni mezun ve uzmanlığına başlamak üzere. "Çocuk cerrahı olacağım" diyor. Ailesi Gazze'de sıkışmış durumda. Ama umutlu. "75 yıldır direniyoruz. Her şeye rağmen umutluyuz" diyor.

7 Ekim tarihinden bu yana İsrail'le Filistin arasında yaşanan savaşı izleyen Mahmut, Arapça kanalları takip ediyor. Bir kulağı hep bilgisayarındaki seste. Haber kanalında Arapça altyazılar geçiyor bir yandan. 

Genç bir hekim Mahmut. Gazze'de doğmuş. Üniversiteyi Türkiye'de okumuş ve şimdi uzmanlığına başlayacak. "Bir kaç aya kalmaz başlar uzmanlığım. Çocuk cerrahı olmak istiyorum" diyor. Filistin'de bir çocuk olmak zor, bir de büyüyüp çocuklara bakıyor olmak. Mahmut zor olanı seçmiş. 

Mahmut'la Filistin üzerine sohbet etmeye başlıyoruz. Ortak isimler, tanıdıklar, filmler ya da şarkılar konu oluyor önce sohbetimize. Sormaya dilim varmıyor ama yine de korka korka soruyorum "Sizinkiler nasıl?" diye. 

"İyiydi en son görüştüğümde. Ama sürekli haber alamıyoruz. Gazze'ye sıkışmış durumdalar. Gazze'nin kuzeyindeler. Bazen ekmek bazen ise su bulamadıkları günler oluyor. Babamı birkaç yıl önce kaybetmiştim zaten. Kanser hastasıydı. İsrail kemoterapi almasına izin vermediği için erken kaybettik. Annem ise mücadelenin içinde. Her Filistinli gibi. Kardeşlerim de öyle. Aklım yüreğim onlarla" diyor. Derken bir yandan yere bakıyor, diğer yandan inatçı bir gülümseme beliriyor gözlerinde. 

Genç bir hekim Mahmut. Gazze'de doğmuş. Türkiye'den Gazze'de yaşananları takip etmeye çalışıyor. Ailesi ise Gazze'nin kuzeyine sıkışmış durumda. "Sürekli haber alamıyorum." diyor

'Çünkü biz mücadeleciyiz'

"Ailem Filistin mücadelesinin her aşamasında yer aldı. Babam, annem, kardeşlerim, dedelerim. Filistin'de mücadeleci olmayan kimse yoktur. Şimdi mesela Batı medyası bize terörist diyor. Bunu demeleri çok kolay çünkü onlar için mücadele eden her Filistinli terörist. E bizde de 7'den 77'ye herkes mücadeleci. (Bunu söylerken gülümsüyor) Katlettikleri her çocuğa terörist gözüyle bakıyorlar. Katletmek istiyorlar çünkü biliyorlar. Filistin özgür olana kadar bu mücadele devam edecek. Çünkü biz mücadeleciyiz" diyor Mahmut.

10 yılı bulmuş Türkiye'ye gelişi. Üniversite öncesinde de sınava hazırlanmış. Çok başarılı bir lise öğrencisiyken Almanya'dan, Ürdün'den ve Mısır'dan teklifler gelmiş. "Ben Türkiye'de okumak istedim" diye anlatıyor üniversite sürecini. Kutu gibi bir evde misafir ediyor bizi. Evin her yerinde Filistin'den bir iz var. Fotoğraflar ve anılar...

Bunları anlatırken bir yandan da çocukluk fotoğraflarını gösteriyor. Parmağı babasını gösterirken de "Hukukçuydu babam. Hatta Filistin Anayasasının hazırlanmasına katkı sunanlar arasındaydı. Müsteşarlık da yaptı vekillik de. Belediyede de görev aldı. Filistin mücadelesinin her aşamasında yer aldı. Eğitim hayatımı ona borçluyum. Sadece bana olan desteği için değil. Aynı zamanda verdiği ilham için. Babam sınava gideceği gün İsrail ile çatışmadaymış. Yaralanmış. Hocaları 'Necib'in sınav kağıdında kan izleri vardı. Buna rağmen başarılı bir kağıt vermişti. Geçti sınavdan' diye anlatırlardı" diyor babasını heyecanla anlatırken. 

'Kimsenin duygusal tepkisine ihtiyacımız yok. Dayanışma zamanı bugün. Cesur ve rasyonel olunmalı'

Mahmut aynı zamanda Filistin konusundaki duygusal yaklaşımlara da tepki gösteriyor. "Bir yanda ölen çocukların videoları, diğer yanda bunlara ağlayan insanlar vs. Buna gerek yok. Gerçekten gerek yok. 75 yıldır yaşanıyor bu acılar. Dayanışma bunun ötesinde bir şey. Tüm dünyada kim nerede olursa olsun tepki göstermeli buna. Ses çıkarmalı. Protesto etmeli. Aydınlar, sanatçılar, öğrenciler 'Bir Filistin var' diyebilmeli. Bize kimsenin acımasına ihtiyacımız yok. Buradaki yakın arkadaşlarım da soruyor merak ediyor. Hepsi sağolsunlar. Ama gerçekten buna değil, başka bir şeye ihtiyacı var Filistinlilerin" diye anlatıyor ve ekliyor: "Cesur ve rasyonel olunmalı. Biz dün değil. 75 yıldır direniyoruz. 75 yıl, üzerine 40 gün daha ekleyin şimdi. Evet yıkım büyük. Ama umudumuz diri." 

'Topraklarını sattılar diyen bilim insanları bir yanda, İsrail destekçisi gazeteciler diğer yanda'

Sohbetimiz uzuyor. Hem konuşacak çok şey var hem de öfkesi büyüyor konuştukça Mahmut'un. Kalkıp bir kahve koyuyor hemen cezveye. Evin içini kakule kokusu sarıyor. "Filistin kahvesi abi bu. Oradan getirmiştim" diyor ve bir yandan anlatmaya devam ediyor kahveyi karıştırırken: 

"Mesela bu 'Filistinliler topraklarını sattı' diyen bilim insanları. İsrail'e destek sunan gazeteciler. Şimdi isimlerini vermeyeyim ama bu yazıya denk geleni olursa kendileriyle konuşmak isterim. Kimmiş bu topraklarını satanlar? Mesela hepsi madem sattı toprağını o zaman neyin savaşı bu? Kimse bir şey hak iddia edemezdi öyle olsaydı.

Satılmış olsa bile’ dahi bir şey yoktur. Zira bir ulusun-devletin toprağı satılarak başka bir ülkeye devir edilmez, bir ülke toprak satın alarak sınırlarını genişletemez. Topraklarının bütünlüğü o ulus-devlete aittir, bir ülke içinde satış olsa dahi bütünlük en nihayetinde o ülkede kalıcıdır.

O yüzden; belge ve oranları kanıtlarla göstermeden büyük propagandadan ibarettir bu söylenenler.
II. Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası, Polonya ve Batı ülkelerinden kaçıp Filistin’e ilk geldikleri zaman Yahudiler bize sığınmacı olarak gelip ‘İşkencelerden kurtulmak üzere size (Filistin ve Filistin halkına) sığındık’ pankartları astılar gemilerine. Elbet sığınacakları yer verildi, sağlık kontrolleri yapıldı ve ihtiyaçları giderildi her alanda. 

İsrail'e destek sunan gazeteciler diğer bir konu. Direnişi Hamas'la eşitleyenler. Bunlar gerçekten çok kötü şeyler. Ama biz alışığız. Kosova'da, Bosna'da Ukrayna'da da benzer dezenformasyonlar yapıldı. Gördüğüm kadarıyla Türkiye'de yaşayanlar alenen İsrail destekçiliği yapanlara şaşırdılar. Biz alıştık artık. Şaşırmıyoruz böyle şeylere" diyor. 

'Gazze'de doğdum. Ama Batı Şeria'yı hiç görmedim'

Filistin'e yönelik ablukanın tam olarak anlaşılmadığını ifade ediyor Mahmut. "Mesela ben Filistin pasaportuna sahibim. Bundan dolayı hiçbir zaman gidemeyeceğim yerler var. Batı Şeria'yı hiç görmedim. Orası benim topraklarım. Annemden dinledim hep oranın hikayelerini. Mesela bak. Bu boynumdaki Filistin haritası olan kolye oradan geldi bana. Çocukken. Dayım getirmiş sınırdan. Hatta kontrol noktasından geçerken üzerinde bulunduğu için tutuklanmış bir süre. Annem Türkiye'ye geleceğim zaman bunu çıkarıp boynuma taktı. 'Bu toprakları hiçbir zaman unutma. Mücadelemiz çok uzun çünkü' dedi. 

Biz hep yanımızda bunları bulundururuz. Ama bulunması yasak. İsrail askerleri bunları görürse sorun çıkarıyor. Mesela bu Filistin haritası olan işleme. Mezuniyet hediyem. Kimisine bilgisayar telefon hediye edilir mezun olunca. Bana Filistin haritası geldi" diyor. 

İsrail'in Filistinlilere yaptığı zulüm sadece savaşlarda akla geliyor diye dertleniyor diğer yandan Mahmut. "Türkiye'den konu çok vicdani bir noktadan ilerliyor. Bu çok kıymetli ama asla yeterli değil. Mesela ölen çocuklar için herkes üzülüyor. Kadınlar için de öyle. İyi ama direnen erkekler vicdanın konusu değil mi? Ya geride kalanlar? İlaca, suya, ekmeğe ulaşamayanlar. Biz kendi kıyılarımızda balık dahi avlayamıyoruz. Mesela biliyor musunuz? Refah Sınır Kapısı'ndan normal şartlarda günde 500-600 TIR geçerdi Gazze'ye. Kıyafetten ev eşyasına, gıdadan kırtasiye malzemesine kadar her şey oradan gelirdi. Orada İsrail yönetimi kişi sayısına bağlı kalori hesabı yapıyor. Ekmek ve su stoklanmasın diye insan sayısına oranla günlük kalori hesabını geçen gıdanın nakliyesine müsaade etmiyorlar. Yani normal şartlarda şu an direnenlerin 2 günlük ekmeği dahi yok. Yaşanan kıyımı da direnişi de bu şekilde düşünmelisiniz. 

İsrail, İsrail pasaportu taşıyan Filistinlilerin Arapça konuşmasına, Arapça eğitim almasına, herhangi bir Filistin ikonuna, hatta içinde Filistinli bir yazarın yazısının olduğu gazeteyi taşımalarına dahi izin vermiyor. Ve tüm dünya bunun karşısında susup beklememizi istiyor. Bu insani değil" diye anlatıyor. 

Bu kumaşa işlenen Filistin haritasını ailesi mezuniyet hediyesi olarak yollamış Mahmut'a Filistin'den. Parmağıyla işaret gösterirken "Bak burası tam Gazze. Buranın kuzeyinde bizimkiler" diyor. Sonra eli haritanın sağına kayıyor. "Burası da Batı Şeria. Şeria nehrinin kıyısı. Ürdün sınırı. İşte bu nehirden denize kadar özgür olacak Filistin" diyor 

'Bu yıkım çok büyük. Ama İsrail için sonun başlangıcı olacak'

Bir kulağı bilgisayarında açık olan Arapça kanalda Mahmut'un. "Bunlar da çok iyi değil ama yapacak bir şey yok. En azından sürekli canlı yayın veriyorlar" diyor. 

"Ne olacak peki bu işin sonu?" diye sorunca yüzünün ifadesi değişiyor. Gözleri müjdeli bir haber almış gibi. "Bu kadar büyük bir karşı saldırıyı kimse beklemiyordu açıkçası. Ankara'dan Gazze'yi izlemek çok zor. Ama ailem bana bir şey öğretti. Tüm Filistinlilerin ailesi bunu öğretir çocuklarına. En kötü zamanda dahi umut büyür. Bunu biliyoruz. 

Mesela şimdi düşünün. Kocaman İsrail değil mi? Dünyanın en teknolojik 4. ordusu diyorlar. Hadi diyelim ilk sırada Amerika; hadi ikincisi Rusya, üçüncüsü de Çin olsun. Ne oldu İngiltere'ye? Fransa ya da İtalya'dan daha mı güçlü İsrail ordusu? Diyorlar ki Dünyanın en güçlü ilk 10 ordusundan biri İsrail. Bu kabul etmiş olalım. Ne oldu? Gazze'de yaşayan insanlara kalori kotası dahi koyan İsrail'e Amerikan donanmaları savaş uçağı gemileri yardıma gitti. 

Gazze'yi düşünün. Gözünüzde canlandırın. Tüm Ankara'da, Gazze dediğimiz yer ODTÜ kadar bir alanı kaplıyor. İşte o kadarcık. Ve orada normal şartlarda 2,4 milyon insan yaşıyordu. Şimdi hala 700 bin civarında insan var. Normal şartlarda yüz ölçümüne bakıldığında dünyanın en kalabalık şehridir Gazze. Çünkü çok az bir alana çok kalabalık bir insan birikti. İşte İsrail bu ufacık alanı dize getiremedi bir türlü. Teslim alamıyorlar halkımızı.

Bunu İsrail halkı da fark etti. Nasıl ki Filistin direnişi Hamas'a indirgenemeyecek bir geçmişse sahipse İsrail'i de siyonistlerle sınırlamayın. Netanyahu'ya tepki gösteren yüz binlerce İsrailli var. Tüm yaşananlar bence sonun başlangıcı. Dünyanın en teknolojik 4. en güçlü 10. ordusu denilen bir silahlı güç bir halkı teslim alamıyor. Bu yüzden de yakıp yıkıyorlar. Bu onların güçlü olduğunu değil çaresizce saldırganlaştığını gösterir. 

75 yıldır direniyoruz. Halkımız çok yoruldu. Ama en karamsar zamanlarda Mahmut Derviş'in şiirinden bir dize ayakta tutuyor beni. 'Ve biz eğer bir yolunu bulabilirsek hayatı seviyoruz' diyor şair. Evet bir yolunu bulacağız. Çünkü Filistin'i seviyoruz" sözleriyle anlatıyor Mahmut, Türkiye'den Filistin'e bakmayı ve umudu diri tutmayı. 

Kahvemiz bitti. Sohbetimiz ise yarım kaldı. Türkiye'deki Filistin'e destek eylemlerine baktık bir süre. "Burada ben de vardım" dedi, "Kuğulu Park'tan İsrail Büyükelçilik Konutu'na uzanan insanlık zincirinde."

Genç bir hekim olan Mahmut uzmanlığını bitirince insanlığa faydalı olacak bir emeğin içine girecek. Bunun hayallerini kuruyor şimdi. Masasında TIP fakültesi kitapları, duvarında Filistin Bayrağı... İnsanlığın bir borcu var Filistin'e. Mahmut da karşılıksız bırakmamak niyetinde bu çabayı. 

                                                                   /././

Erdoğan’ın Berlin ziyareti: Ortak çıkarlar görüş ayrılıklarından çok daha güçlü (Haluk Arıcan-soL/Analiz)

''Karşılıklı atışmalar sürerken, ilişkilerin temelini sermayenin çıkarları ağırlıklı olarak da kârları belirliyor''

Cuma günü AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan, Federal Şansölye (başbakan) Olaf Scholz’un davetlisi olarak Berlin’e geldi. Yarım gün süren ziyaret, son günlerde Almanya’da süren en tartışmalı dış siyaset başlıklarından biri oldu.

Scholz iki yıl önce şansölye seçildikten sonra Türkiye’yi ziyaret etmiş ve orada (artık başbakan olmadığı için) yürütmenin başı olarak Erdoğan’ı Almanya’ya davet etmişti. Bundan dolayı davet, protokol ziyareti olarak değil (öyle olsaydı Alman Cumhurbaşkanının davet etmesi gerekiyordu), siyasi ilişkilere odaklanan bir iş gezisi olarak belirlenmişti.

Ziyaret tarihi, bir kez ertelendikten sonra, Gazze’deki savaştan önce 17 Kasım olarak netleştirilmişti.

Erdoğan’ın kısa ziyareti süresince 2 bin 800 polis görevlendirilirken, ABD başkanları ve İsrail başbakanları gibi sınırlı sayıdaki resmi konuk için uygulanan birinci derece güvenlik önlemlerinin, Erdoğan için de uygulandığı ve bunun resmi makamlar tarafından vurgulandığını belirtmek gerekiyor. Kentin ana merkezleri ziyaret süresince trafiğe kapatılırken, gösterilere de izin verilmedi.

Daha önce alışık olunduğu üzere AKP’li Cumhurbaşkanına yönelik büyük protesto gösteri de bu sefer düzenlenmedi. Bu durum Alman makamlarının engellemesinden çok, seçimlere bel bağlayan Türkiye kökenli muhaliflerin yılgınlaşmasından kaynaklanıyordu. 

Görüş ayrılığı var ama skandal yok

Alman siyaseti için normalde Erdoğan’ın ziyaretleri geçmişte de zorlu geçmişti. Bu seferki kısa ziyaretin, Erdoğan’ın İsrail ve Hamas’la ilgili geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamalar nedeniyle daha da zorlu geçeceği, genel olarak her görüşten siyasetçi tarafından kabul ediliyordu.

Alman medyası ve siyaset çevrelerinde, Erdoğan'ın İsrail’i terör devleti ve faşist  olarak niteleyip soykırımla suçlarken, Hamas’ı özgürlük savaşçıları olarak nitelemesi, ziyaret öncesi yoğun tepkilere yol açtı.

Azınlıkta kalan kimi yorumcular, İsrail başlığının Alman devleti ve siyaseti için, tartışılamaz ‘’Yüce Devlet Çıkar’’ı (Staatsräson) olduğu gerekçesiyle, bu çıkara zarar vermemek adına, ziyaretin iptal edilmesi gerektiğini sıklıkla dile getirdiler. Ana muhalefet partisi CDU da içinde olmak üzere diğer siyasi aktörler, ziyaretin iptal edilmesinin Almanya’nın çıkarlarına zarar vereceğini belirtiyorlardı. 

Bu kesime göre Şansölye Scholz, İsrail ve Hamas’la ilgili Erdoğan’a çok net ve gerekirse sert bir mesaj vermeli, ama bunu yaparken Erdoğan’ı provoke edip, bir siyasi skandala da yol açmamalıydı.

Akıl verme burada bittiği için, bunu nasıl uygulayacağını bulmak Scholz ve ekibine kalıyordu! Az sayıda ama düzenin bakış açısını yansıtan yorumda ise, Almanya’nın Erdoğan’ın söylediklerine değil uygulamalarına odaklanması gerektiğini vurgulanıyordu.

Erdoğan’ın savaşın başlangıcında oldukça temkinli bir dil kullandığı belirtilirken, Türkiye-İsrail arasında yoğunluğu sürekli artan ticaret ilişkilerine de işaret ediliyordu. Yerel seçimlerin yaklaştığı ve Erdoğan’ın bu süreçte geleneksel olarak sertleştiği de hatırlatılıyordu.

Beklentiler ve sonuçlar

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Şansölye Scholz arasında iki saate yakın süren görüşmede, birçok başlık gündeme alınırken hiçbir başlıkta ciddi bir gelişme olmadı. Zaten tarafların da böyle bir beklentisi yoktu.

İsrail-Filistin özelinde Ortadoğu, görüşmenin ana konularından biriydi. Bu başlıkta Erdoğan gidici olduğu düşünülen Netanyahu üzerinden İsrail’e yüklenirken, Filistin ve Müslüman dünyanın lideri rolü oynuyordu. Almanya açısından, Erdoğan’ın Hamas üzerindeki etkisi, İsrailli esirlerin kurtarılması olasılığı bağlamında önem kazanıyordu. Savaşın Ortadoğu’da yayılmasını (örneğin İran üzerinde baskı uygulayarak) önlemekte de Türkiye’nin rol oynayabileceği belirtiliyor.

Rusya-Ukrayna Savaşı da bir diğer önemli başlıktı. Savaşın uzaması Almanya ekonomisini hem dış ticarette hem de ülke içinde enflasyonun artması nedeniyle etkiliyor. Halkta artan huzursuzluk, özellikle sosyal demokrat ve Yeşillere olan desteği düşürüyor.

Almanya ve çoğu Avrupa Birliği üyesi ülkenin tersine Türkiye’nin bu ülkelerle bağlantıları nedeniyle, savaşı sonlandıracak görüşme diplomasisinin, en azından başlangıcında Erdoğan’ın önemli bir rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Karadeniz üzerinden Ukrayna tahılının taşınmasına Rusya’nın izin vermesi ise AB ve özellikle de Almanya’nın ucuz tahıla erişim nedeniyle talep ettikleri bir konu.

Taraflar arasındaki en önemli başlık ise hiç şüphesiz, AB ile Türkiye arasında 2016 yılında imzalanan Mülteci Anlaşması. ''Al parayı, tut göçmeni'' olarak özetlenebilecek anlaşma, pandemi bahanesiyle uygulanamaz hale geldi. Almanya’nın ''örnek'' bir anlaşma diye nitelendirdiği uzlaşma, AB ve özellikle Almanya’nın bu anlaşmanın diğer koşullarından olan Türkiye’den AB’ye seyahat etmek isteyenlere özellikle patronlara kolayca vize verilmesi düzenlemesini uygulanmaması nedeniyle son yıllarda işlemez hale geldi.

Mülteci anlaşması, Alman siyasetçilerin kabul ettikleri gibi, gerektiğinde ''Sınırları açarız, göçmenlerle siz uğraşın'' kozu, Erdoğan’ın AB ve Almanya konusunda elini çok güçlendiren bir faktör. Göçmenlerin Alman iç siyasetinin önemli gerilim noktalarından biri olduğu düşünüldüğünde, Erdoğan’ın bu blöfünü kabul ederek test etmeye cesaret edebilecek bir aktör yok. 

Gümrük Birliği Anlaşması’nın Türkiye lehine değiştirilmesi talebi, bu anlaşma genel olarak AB ve Almanya çıkarlarına olduğu için diğeri kadar ağırlığı olmasa bile karşı tarafın kozu.

Silah satışı ve EuroFighter savaş uçaklarının alımı ise Almanya tarafından kabul edilmediği gibi Türkiye’nin cidden bu savaş uçaklarını isteyip istemediği de tartışmalı.

Türkiye’de düşünce ve basın özgürlüğü sorunlarının Scholz tarafından gündeme getirebileceği umudu, Rusya’dan sonra Filistinle ilgili her tavrın Almanya’da kriminalize edildiği bir sırada en kullanışlı liberalin bile aklına gelmedi.

Almanya’nın doğrudan yatırımlarla Türkiye ekonomisinde oynadığı rol ve iki ülke arasındaki  ekonomik ilişkiler karşılıklı çıkarları belirleyen en önemli etmen.

Erdoğan’ın ziyaretinde Scholz, muhalefetin beklentisinin aksine, İsrail’e destek politikasını vurgularken, Erdoğan’ın tepki vereceği sert bir söylemden kaçındı. Erdoğan da İsrail’i eleştirirken, terör devleti ve faşist terimlerini kullanmadı.

Bazı yorumcular Scholz’un Türkiye ekonomik sıkıntılar içinde ve krediye ihtiyaç duyarken sahneyi Erdoğan’a bırakarak fırsat kaçırdığını ve Erdoğan’a Almanya tarafından dikkate alınan bir lider pozisyonu vererek, Erdoğan’ın elini güçlendirdiğini belirtiyorlardı. Pek dile getirilmese de Erdoğan’ın da Almanya içinde Türkiye kökenli destekçileri sayesinde huzursuzluk çıkaracak bir potansiyeli olduğunu biliniyor.

Bütün bu iç içe geçmiş sorunlar yumağında, Erdoğan’ın Almanya ziyaretinin neden kısa tutulduğu ve bir gün sonra iki ülke milli futbol takımlarının oynayacakları maçı Scholz’la birlikte neden izlemediğini de açıklıyor.

İran'ı göster Türkiye anlar

Erdoğan, Almanya’dan ayrılana kadar bir büyük sorun, skandal yaşanıp yaşanmayacağı kestirilemeyen ama büyük rahatsızlık veren bir konu olarak kaldı. Özellikle, zorunlu olmayan ama yapılacağı açıklanan ortak basın toplantısında Erdoğan’ın gelebilecek bir soruya ilişkileri bozacak bir yanıt verme olasılığı Alman diplomatları karar kara düşündürmüş olmalı.

Erdoğan’ın ziyaretinden bir gün önce Hamburg İslam Merkezi (HİM) ve bununla bağlantılı yedi eyalette bulunan 54 mekan, 8 yüz polis tarafından basıldı. Derneğin arkasında İran olduğu iddia edilirken, baskının gerekçesi olarak Lübnan’daki Hizbullah örgütüne destek verilmesi gösterildi.

Derneğin Türkiye ile bilinen bir bağlantısı gündeme gelmese de doğrudan Erdoğan’a bağlı olduğu belirtilen ve ajanlık yaptığı suçlamaları sıklıkla dile getirilen Diyanete bağlı DİTİB kurumu, kendisine bağlı (bilinen) 9 yüzden fazla cami derneği, binlerce çalışanı ve Türkiye’den gönderilen ''radikal'' imamlar başlıklarında uzun süredir Alman devletinin radarlarına takılmış durumda. 

DİTİB, İsrail ve Gazze konusunda temkinli davranmaya çalışsa da kendisine bağlı camilerin birinde yapılacak anti-semitik bir vaaz DİTİB’e, dolayısıyla da Erdoğan’ın Almanya’daki destekçilerini organize ettiği bu büyük yapıya ciddi zarar verebilir(di).

Bütün bunlardan dolayı HİM’e yapılan baskının hazırlıkları büyük bir olasılıkla çok uzun süredir planlanıyor olsa da baskın tarihinin Erdoğan'ın ziyaretinin bir gün öncesine denk getirilerek dolaylı ama anlaşılır bir mesaj verdikleri anlaşılıyor.

Sonuç olarak, Erdoğan’ın ziyaretine soğukkanlı bakan yorumcuların dediği gibi karşılıklı dış ticaret hacminin bütün sorunlara rağmen geçen yıl rekor bir seviyeye gelerek 51,6 milyar avroya ulaştığı bir zamanda karşılıklı atışmalar sürerken, ilişkilerin temelini sermayenin çıkarları ağırlıklı olarak da kârları belirliyor.

                                                                         /././

34. Ankara Film Festivali'nin ardından: 'Skandal' yok ama derin kriz sürüyor (Hakan Bulut-soL/Kültür)

İçinden geçilen süreçte “krizsiz” festival beklentisini bir kenara bırakmak, sorunların kaynağıyla yüzleşip, sadece “sansüre hayır” demekle geçiştirmeden sorunu ele almak gerekiyor.

34. Ankara Film Festivali’nin kapanış töreninde uzun metraj, belgesel ve kısa film yarışmalarının kazananları ve Vekam Ödülü’nü kazanan filmler açıklandı. Ulusal Uzun Film Yarışması’nda En İyi Film Ödülü Tunahan Kurt’un "Karganın Uykusu" filmine verilirken, En iyi Yönetmen ödülü "Kör Noktada" filmiyle Ayşe Polat’a, Mahmut Tali Öngören En İyi İlk Film Ödülü ise Umut Subaşı’nın yönettiği "Sanki Her Şey Biraz Felaket" filmine verildi.

Fırat Özeler’in yönettiği “Kavur” En İyi Belgesel, Vehbi Bozdağ’ın yönettiği "Kurbağalar" da En İyi Kısa Film Seçildi. VEKAM Ödülü'yse "Laf Aramızda Engürü Kahve" filmiyle Özlem Mengilibörü ve Can Mengilibörü’ye verildi.

Festivaldeki gösterim ve söyleşilere yoğun bir katılım oldu. Özellikle uzun metraj filmler kapalı gişe oynadı.

Altın Portakal sansürünün gölgesinde festival

34. Ankara Film Festivali, Antalya Altın Portakal Festivali’nde yaşanan sansür krizinin gölgesinde başlamak zorunda kaldı. Altın Portakal’da “Kanun Hükmü" belgeselinin Kültür Bakanlığı’nın talebiyle programdan çıkarılmasına tepki olarak birçok jüri üyesi ve filmlerin önemli bir kısmı festivalden çekilmişti. Bu filmlerden Ankara Film Festivali’ne başvurmuş olan toplamda beş film festivalden çekildi. Nehir Tuna'nın "Yurt", Cemil Ağacıkoğlu’nun "Son Hasat" ve Kıvanç Sezer’in "8×8" filmleri, festival seçkisi belli olduktan sonra “festival stratejisinde değişiklik” sebebiyle Ankara Film Festivali’nden çekildiklerini beyan ettiler. Bu değişikliğin sebebi, filmlerin ilk gösterimlerini İstanbul Film Festivali’nde yapmak istemeleri olarak yorumlandı. Altın Portakal ve İstanbul Film Festivali, Ankara Film Festivali'ne göre daha uzun süredir düzenlenen festivaller ve filmlerin gösterim haklarının satışı ve medyanın ilgisi açısından “podyuma çıkılan” festivaller olarak değerlendiriliyor.

Festivaller sadece halkın filmleri izleyip değerlendirdiği, tartıştığı, panel, söyleşi vb etkinlikleri yoğun bir şekilde takip edebildiği organizasyonlar olmaktan çıktığı ölçüde sanatın metalaşmasına hizmet eder hale geliyor. Bunun nedeni sanatın üretim ve paylaşım sürecinin metalaşmış olması ve kamusal desteklerin sansür ve baskı mekanizması olarak kullanılmasında yatıyor. Buradan çıkış, ancak bu metalaşma ve baskı mekanizmasına karşı daha örgütlü olmak ve bu mekanizmayı karşıya almakla mümkün.

İlk değil, son da olmayacak

Benzer krizler daha önce de hem Altın Portakal’da hem de İstanbul Film Festivali’nde yaşanmıştı. 2014 yılında gerçekleşen 51. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde belgesel dalında seçim yapan ön jüri, Gezi Direnişi'yle ilgili "Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek" adlı filmi yarışmaya değer bulmalarına rağmen festival yönetiminin filmi listeden çıkardığını duyurmuştu ve 11 jüri üyesi istifa etmişti. Sonrasında Ulusal Belgesel ve Kısa Film yarışmaları festivalden kaldırılmıştı. 2015 yılında, 34. İstanbul Film Festivali’nde “Bakur” filminin gösterimi daha önce talep edilmeyen “eser işletme belgesi” bahane edilerek Kültür Bakanlığı tarafından engellenmiş, Ankara Dilm Festivali başta olmak üzere festivaller aynı belgeyi başvuran belgesel filmlerden isteyerek bir nevi film gösterimlerinin engellenmesini kolaylaştırmıştı.

Ankara Film Festivali’nin “Aziz Nesin’li” tarihi

Tüm bu gelişmeler bir yana, Ankara Film Festivali’ni diğer festivallerden ayıran bir tarafı var. Festival ilk kez 1988 yılında Ankara Film Şenliği adıyla Mahmut Tali Öngören ve Aziz Nesin’in önderliğinde hayata geçiriliyor ve bir süre bu isimlerin katkısını almaya devam ediyor. Mahmut Tali Öngören; Ankara Film Festivali’ni “çölde lale” olarak tanımlıyor. Ankara Film Festivali böyle bir öneme sahip onlara göre. Aziz Nesin’in vefatından sonra festivalde Aziz Nesin adına her yıl bir isme “Aziz Nesin Emek Ödülü” veriliyor.

Ödülün bu yılki sahibi Nur Sürer oldu. 2007 yılında ismini ana sponsorundan alarak “Limak Ankara Film Festivali” olarak düzenlenen festival protesto edildi. Belgesel dalında birinciliğe layık ödül bulunamadığı için ikincilik ödülünü “X” filmiyle alan Özgür Arık, Nato için üsler inşa eden bir şirketin sponsor olmasını, şirketin isminin festivalin önüne geçmesini protesto ederek kendisine verilen ödülü almayı reddetti. Festival yönetimiyse durumu Limak’tan alınan sponsorluk bedelinin festival için kritik olduğunu, Limak Holding’in patronu Nihat Özdemir müzikal film sevdiği için müzikal filmler getirebildiklerini, Nihat Özdemir’in kızı Ebru Özdemir sinemayı çok sevdiği için bu katkıyı alabildiklerini söyleyerek kendilerini savunmuştu. Sonraki yıl Ankara Film Festivali sponsorluk krizi nedeniyle gerçekleştirilemedi.

'Sansüre Hayır' demek yetmez

Festivaller doğası gereği halkla buluştuğu, amacına uygun içerikle gücünü seyircisinden ve sanatçısından aldığı ölçüde başarılı oluyor. Bunu gerçekleştiremedikleri oranda başarısız olmaya mahkûmlar. İçinden geçilen süreçte “krizsiz” festival beklentisini bir kenara bırakmak, sorunların kaynağıyla yüzleşip, sadece “sansüre hayır” demekle geçiştirmeden sorunu ele almak gerekiyor.

(derleyen: mstfkrc)

                                                     


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder