Tarihçi Çiğdem Oğuz ile Osmanlı'nın son yıllarındaki toplumsal krizlere mercek tutan kitabı ''Osmanlı'da Ahlak Buhranı'' üzerine konuştuk.
Çürüme, kargaşa ve dönüşüm... Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında siyasi ve ekonomik alandaki krizlere paralel toplumun ahlak buhranına da çare aranıyordu.
Tarihçi Dr. Çiğdem Oğuz, ''Osmanlı'da Ahlak Buhranı'' adlı kitabında bu tarihsel olguya geç dönem Osmanlı siyasi düşünce tarihinden günümüz Türkiyesi’ne derinlikli bir bakış sunuyor.
Kitap, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’nın meşruiyeti açısından kritik önem taşıyan ''genel ahlak'' meselesine ilişkin tartışmaları aktarıyor. Beklenmedik şekilde uzayan savaş sırasında Osmanlı'nın iç cephesinde yaşanan toplumsal dönüşüme odaklanıyor.
Geçen yüzyılın başında yaşanan krizlerin nedenlerini, çözümlerini ve bugünkü Türkiye'ye bıraktığı mirası, kitabının Türkçeye kazandırılması vesilesiyle Çiğdem Oğuz'la konuştuk.
Ahlakın katı bir tanımını yapmaktan da kaçınıyorum ve bunu konuyu bir tarihsel bağlama oturtma çabalıyorum diyorsunuz. ''Çalışma ahlak ile etik arasındaki Hegelci ayrımı aşan geniş bir ahlak anlayışını takip etmektedir'' derken neyi kastediyorsunuz?
Evet, aslında bunu söylerken amacım felsefi bir tartışmaya girmediğimi vurgulamaktı. Çünkü pekâlâ sağlam bir felsefi tartışma yapılabilir ahlak meselesi üzerinden. Ama tarihsel bağlama yerleştirme çabası sayesinde ‘ahlak buhranı’ tartışmasını anlayabiliyoruz. Diğer türlü genel geçer bir ahlak ya da ahlaksızlık tartışması sunmuş olurduk. Ancak bağlama oturmuş bir ahlak buhranı tartışmasında milliyetçilerin, İslamcıların ve başka aktörlerin ‘ahlak’ ve ‘ahlaksızlıktan’ ne kastettiklerini görmüş oluyoruz.
Hegelci ayrımdan kastım ise Hegel’in ahlak felsefesinde savunduğu ‘etik yaşam’ (Sittlichkeit) yani nesnel ahlak ve eleştirdiği öznel ahlak (Moralität) arasındaki ayrım.
Farklı ideolojik kökenlere sahip birçok başka Osmanlı Türk entelektüeli, 20'nci yüzyıla girerken sürekli ''ahlak buhranı'' meselesinden bahsetmişti, onlara göre bu buhran Birinci Dünya Savaşı yıllarında doruk noktasına ulaşmıştı. Peki, bu ne anlama geliyordu ve bu sorun nasıl ortaya çıkmıştı? Ya da şöyle söyleyim, bir imparatorluğun dağılmasına yol açan savaşın ortasında ahlakın tartışılmasını nasıl anlamlandırabiliriz?
Bu soru çalışmanın çıkış noktası. Elbette koca bir imparatorluğun dağıldığı savaş derken o dönemi yaşayanlar çöküşün geldiğini bilmiyorlardı; hatta savaşın bu kadar uzun süreceğini kimse tahmin etmemişti. Ama savaş o zamana kadar bahsedilen ve gerekliği hissedilen birçok reformu (özellikle sosyal alanda) acil ele alınması gereken alanlar olarak öne çıkarttı. Bunda, Osmanlı’nın tecrübe ettiği siyasi ve diplomatik kayıpların rolü büyük; çünkü her ne kadar siyasi reform gerçekleşmişse de (1908 Jön Türk Devrimi) asıl beklenen ilerlemenin ve uluslararası prestijin sağlanamadığı kaygısı bakiydi. Burada dönemin ruhuna uygun bir şekilde esas ‘devrimci’ olan o zamana kadar sosyal alanı adeta tabularla örmüş olan ‘ahlak’ın bizzat bir reform aracı haline dönüşmesidir. Yani adeta bir Truva atı gibi o zamana kadar dokunulmamış alanlara (kadın erkek ilişkileri gibi) nüfuz edecek devrimci bir söylem ahlak anlayışının eleştirisi ve yenilenmesiyle başladı.
Ben kitapta dört ana başlıkta tartıştım ahlak buhranını: 1. Entelektüel alanda ahlak buhranı; 2. Genel ahlak, fuhuş, ve ahlakın kültürel algısı 3. Söylem ve gündelik gerçekler arasında ahlak (yaşam tarzı ve gündelik hayatta toplumsal eşitsizlikler) 4. Ahlak buhranı ve aile, aileyi hedef alan yasama faaliyetinin ahlak buhranı arka planında değerlendirilmesi. İlk bölümde tam da bu soruyu sordum: Savaşın ortasında ahlak mı tartışılır? Ama baktığımızda ahlak buhranı müstakil bir sorun olmaktan ziyade, birçok toplumsal soruna aynı anda işaret eden, bir tür şemsiye kavram görevini görüyordu. Ahlak buhranı tartışmasının kapsamı hem savaşa dair savaş zenginlerinin ortaya çıkması gibi daha “gündelik” meseleleri içerebiliyor, hem de Osmanlı’nın asırlık “geri kalış” hikayesi gibi büyük bir meselesinin özüne dair bir söz söyleyebiliyordu. O dönemde siyasi ve entelektüel alanda İslamcılık ve milliyetçilik tartışmalarında milliyetçilerin seküler ahlak kurgusuyla ortaya çıkmaları ve bu bağlamda oldukça devrimci düşünceler ortaya atmaları ortalığı karıştırıyor. Elbette Ziya Gökalp ve çevresinden bahsediyorum; o ‘yeni ahlak’ diyor bazen de ‘millî ahlak’ şeklinde adlandırıyor. Savaş döneminde çok eşlilik, İslam ve milliyetçilik, tesettür, Türkçe Kuran konularında bu iki grup arasında büyük tartışmalar çıkmıştı. Birçok fikir ayrılığına rağmen, iki grubun da üzerinde uzlaştıkları konular da yok değildi: Tanzimat döneminin Batı taklitçiliğinin yadsınması ve Bolşevikliğin ve materyalizmin eleştirisi bu konuların en başında geliyordu. Bütün mesele, materyalizmden ve Avrupa’yı taklit etmekten kaçınarak yeni bir toplumun nasıl tahayyül edileceğiydi. Müslüman olmadan ahlaklı olunabilir mi? Batının ahlakı Osmanlı toplumuna uygun mudur? Ahlak sadece kişiyi mi ilgilendirir yoksa kamusal bir anlamı da var mıdır? Ahlakın devletin bekâsıyla ilişkisi nedir? Osmanlı Müslüman ailelerinin ‘mutsuzluğu’nun kaynağı yerleşik ahlak anlayışı mıdır? Ahlakımızın kaynağı nedir? Ahlaki değerlerle ve Müslüman kadınının toplumdaki yeri arasındaki ilişki nedir? Bu sorulara verilen cevaplar çeşitli olsa da neredeyse bütün taraflar toplumdaki ahlaki çöküşe bir çözüm bulunması gerektiği konusunda birleşiyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında müslüman toplumun genel ahlakı korumak için dönemin tek başına iktidarı olan İttihat ve Terakki Fırkası buna dair tasarrufta bulunmamıştı. Hatta 1920’deki içki yasağı ve 1930’daki fuhuş yasağı dâhil, genel ahlakın korunmasında medet umulan cezai tedbirleri icra edecek olan, şaşırtıcı bir biçimde, savaş döneminin İttihat ve Terakki hükümeti değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ankara hükümeti olmuştur. Bunu neye bağlıyorsun?
Elbette değişen imparatorluk ve ulus devlet yönetim anlayışının bunda bir payı var. Ama dünyadaki genel trendlerle de alakalı; bizim iki savaş arası şeklinde tabir ettiğimiz Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği ve İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı tarihe kadarki dönem (1918-1939) en muhafazakâr dönemlerden biri olmuştur. Hukuk da bu dönemde (faşist devletler hukukunu düşünün) olabildiğince bireysel alana müdahale edecek şekilde kurgulanmıştır. Öncesinde hâkim olan anlayış liberal bir yaklaşımdı; yani hukuk detaylandırıldıkça suç da artar öngörüsü hâkimdi. Bu yüzden mahkemelerin takdir yetkisinin altı çiziliyordu.
Seferberlikte 3 milyon erkeğin askere alınmasıyla maddi zorlukla boğuşan Osmanlı kırsalındaki aile kutsalının katı, geleneksel olan norm ve değerlerinden uzaklaşıp nasıl yeni bir ahlaka ulaştığını da tartışıyorsun.
Bunu kırsaldaki cinsel şiddet ve geleneksel aile korumasından uzak kalan kadınlar üzerinden tartıştım. Bu tür şiddet vakaları yüzden eskinin ya da geleneğin savunusu değil ‘yeni ahlakın’ yerleştirilmesi hatta hukuk yoluyla ‘dayatılması’ bir toplumsal reform aracı olarak görülmüştü.
Ahlak üzerine yapılan tartışmada aile ve kadın meselelerinin adeta merkezde olduğunu gözlemlemek mümkündür. Erkeklerin askere çağrılmasıyla birlikte kentlerde yaşayan kadınların tamamen gelirden yoksun kalması ve kendi hayatını sürdürecek bir çalışma yaşamlarının olmaması en büyük sorunlardan biri olarak dönemin entelektüellerinin önünde duruyordu. Kadının sefaleti büyük boyutlara ulaşmıştı; en gelenekçi yazarlar bile kadınların durumunu “bedbaht” ve “şayân-ı merhamet” olarak ifade ediyorlardı. Bu durumu savaş sonrası edebiyatında da gözlemlemek mümkündür, fuhuşun yaygınlaşması, dağılan aileler, aile otoritesini tanımayan gençler edebiyatın yegâne temalarındandır. Kırsal kesimde ise erkeklerin çoğunun askere alınması gerçeği toplumsal hayatı derinden etkilemişti. Bütün iş yükü kadınların omzuna yıkılmıştı. Buna bir de asker kaçakları ve onların yarattığı kaos eşlik ediyordu; erkeklerin de yokluğundan istifade ederek kız kaçırma, tecavüz gibi suçlarda büyük bir artış meydana gelmişti. Öyle ki 1915 yılında bir kararla asker ailelerine tecavüz davaları artık divan-ı harplerde görülmeye başlanacaktı. Ben bu yüzden ahlak buhranı meselesinin hukukun aileye müdahalesinde büyük bir gerekçe olduğunu iddia ediyorum.
26 Nisan 1916’da Harbiye Nezareti bir kanun tasarısı hazırlamış, normal koşullar altında Osmanlı Ceza Kanunu’nun 201. maddesi gereği kocalar ya da velilerin şikayetiyle açılabilecek zina yargılamasında, eşlerin silah altında ya da esarette olmaları durumunda kadına açılacak zina davası için eşin şikayetinin yerine geçebilecek şekilde mahallin en büyük kumandanı veya askerlik şubesi başkanlığına yetki vermeyi öngörmüştü. Böylelikle, askeriye doğrudan zina yapan kadına karşı mahkemede bir taraf haline gelecek, kadın adeta eylemi için askeriyeye hesap vermek zorunda kalacaktı. Bu yasa tasarısı Şura-yı Devlet’ten döndü.
1917 Aile Kararnamesi’nde ise kararnamenin en önemli noktalarını, kadına boşanma hakkının tanınması, evlenmeye yaş sınırı ve kayıt mecburiyetinin getirmesi, çok eşlilik için kadının rıza şartının getirilmesi, zorla evlendirilmenin yasaklanması, gayrimüslimler için ayrı hükümlerin getirilmesi ve gayrimüslimlerin cemaat hukuku yerine bu hükümlere tabi tutulmaları oluşturuyordu. Bu kararın açıklamalı metninde en hâkim tema ‘milleti canlandırmak’ temasıdır. Kararname evlilik yaşını erkeklerde 18 kadınlarda 17 olarak belirliyor ve bu yaşa gelmemişlerin de evlenmek için hâkime müracaatını zorunlu kılıyordu. Buna rağmen şöyle bir madde daha ekliyordu: 12 yaşından küçük erkek çocukları ile 9 yaşından küçük kız çocukları hiçbir koşulda evlendirilemez. 18 yaş sınırı günümüzde bilimsel ölçütlerle kabul edilse de, İslam hukukunda ise bizim bildiğimiz manada ergenlik yani gençlik dönemi yoktur. Yani çocukluk ve yetişkinlik arasında bir ara dönem tarif edilmez. 1917 yılında ilk defa bu ara dönem yasal olarak tanınmış oluyor, zaten yasanın gerekçesinde de erkek çocuklar sokakta oyun oynarken kız çocukların “biçare” bir halde daha vücudu bile gelişmeden anne oldukları, ömrü boyunca bundan dolayı perişanlık çektikleri vurgulanıyor. Ve Osmanlı toplumundaki Müslüman nüfusun geri kalmışlığının en büyük sebeplerinden biri olarak bu durum gösteriliyor. Aynı zamanda zorla evlendirmeyi yasaklayarak taşrada kız kaçırarak zorla evlenme uygulamasına son vermeyi amaçlıyor. Bu anlamda “toplumun değerleri” değil zamanın gereklerini ön plana koyan kararnamede açıkça bu değerlerin özellikle Müslüman unsuru gerilettiği ve çöküşe götürdüğü vurgulanmıştır.
İleri sürdüğün bir görüş var. Birinci Dünya Savaşı, sadece imparatorluğun topraklarının dağılmasına değil, yanı sıra imparatorluğun Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kurulacağı sosyokültürel dönüşüme de yol açmıştır diyorsun. Bunu derken ne demek istiyorsun?
Büyük bir kırılma yaşanıyor savaş yıllarında, bunun altını çizen tek tarihçi ben değilim elbette. Ama özellikle ahlak ve sosyokültürel alanda savaş adeta bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor ve bütün ideolojiler test ediliyor. Örneğin, Panislamizm’i ele aldığımızda Arap İsyanı İslamcılık ekseninde büyük bir ideolojik yıkıma yol açıyor. Gerçekten radikal bir değişim olmadan gerçek bir ulusal egemenliğin kurulamayacağı anlayışı (ki bunu sadece ideolojik bir tartışma olarak okumayalım; ölüm kalım meselesidir) sadece elit kesime değil savaşı tecrübe eden toplumun diğer katmanlarına kadar yerleşiyor. Bunu kurmanın yolu ise toplumsal değişimden geçiyor.
Günümüze gelirsek, Haziran Direnişi sonrasında ''ahlaki kutuplaşma'' kavramını kullanıyorsun. Bu ne anlama geliyor? Kitapta dikkatimi çeken iki örnek vardı. Bir tarafta alkol yasaklamalarına karşı ''Şerefine Tayyip'' diyenler diğer tarafta ise ''çalıyorlar ama çalışıyor'' ile özetleyebildiğimiz bir taraf. Dediğin kutuplaşma buna denk geliyor sanırım?
Kitabın sonuna günümüz ahlak kutuplaşmalarını hatta ‘ahlak savaşlarını’ tartışan bir kısım ekledim. Çok ilginç bir şekilde 100 yıl öncesine benzer şekilde bir ahlaki kutuplaşma yaşıyoruz. Hatta ahlak buhranı tartışmalarımız bile var. Dediğim kutuplaşma eski kutuplaşmaya benziyor. Dini ahlak ve toplumsal ahlak, dahası kadın meselesinin ahlak tartışmasında işgal ettiği alan gerçekten şaşırtıcı bir biçimde benzer.
Ahlak meselesinin günümüzden 100 yıl önce çok benzer başlıklarla ve argümanlarla tartışılması birçoğumuz için çok şaşırtıcı görünebilir ama bu tartışma bizim toplumumuz için çok temel bir tartışma ve 200 yıl önce ‘Batı’nın ahlakını değil teknolojisini (bilimini) alacağız’ ile başladı. Önceden tam bir ideolojik tartışma idi, şimdiki başlığı ise ‘hayat tarzı’ tartışması. Ahlak tartışmasındaki süreklilik bağlamında altını çizmek istediğim bir şey daha var. Araştırmam sırasında gördüm ki bütün bir geç dönem Osmanlı ahlak külliyatı 12 Eylül döneminde Türk-İslam sentezi projesi bağlamında Kültür Bakanlığı yayınevi tarafından Latin alfabesine aktarılıp, sadeleştirilmiş. Bu çeviriler ve derlemeler okullara, üniversitelere gönderilip, gazeteler tarafından ücretsiz dağıtılmış. Belirtmek gerekir, çoğu bağlamından koparılmış eserlerdir, çünkü aynı potada geçmişin iki kavgalı ideolojisini, yani Türkçülüğü ve İslamcılığı eritmek amaçlanır ve her ikisine birden sahip çıkılır. Said Halim Paşa, Mehmed Akif Ersoy, Babanzade Ahmed Naim, Ziya Gökalp bu eserlerin yazarları arasındadır. 12 Eylül zihniyeti komünizm ve materyalizmle mücadele yöntemi olarak ahlakçı argümanları yeniden dolaşıma sokmuştur. Bunu yaparken de o dönemin siyasi tartışmalarını çıkarıp sadece genel geçer ahlak argümanlarını öne çıkarmıştır. Çalışmanın bir katkısının da bu siyasi tartışmanın görünürlük kazanması olacağını umuyorum.
ALİ ADIGÜZEL / soL-Söyleşi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder