3 Aralık 2023 Pazar

Fukuyama'nın hüznü, tarihin yönü: Üfürükbilimin sonu- I + Üfürükbilimin Sonu II – Martin Wolf’un kutsal cehaleti (Serdal Bahçe-soL)

 

Fukuyama'nın hüznü, tarihin yönü: Üfürükbilimin sonu- I (Birgün-28/10/2018)

Marx’ı bilmiyor ama kendince iade-i itibar yapıyor. Sosyalizmi bilmiyor ama gelmesi gerektiğine inanıyor. Yüzüne limon suyu sürünce görünmez olduğuna inanıyor.
Justin Kruger ve David Dunning daha sonra Dunning-Kruger sendromu diye adlandırılacak kişilik sapmasını tespit ettikleri için 2000 yılında psikolojinin Nobel’i sayılan ödülü alan iki psikologdur. Daha önce ülkemizde de pek çok yazar tarafından (örneğin Emre Kongar, Cumhuriyet, 27 Eylül, 2015) dikkat çekilen bu sendrom kendisini kısaca cehalet ve bilgisizliğin çekingenlik yerine abartılı bir özgüven yaratması olarak dışa vurmaktadır. Onları ünlü yapan makale prestijli Journal of Personality and Social Psychology (Kişilik ve Sosyal Psikoloji Dergisi) dergisinin 1999 yılına ait 77.

Cildi içindeki 6. Sayıda yayınlanmıştır. Yazının başında bir soygun olayı üzerinden insanların başarı ve stratejileri konusunda üç belirlemede bulunurlar. Olay ise şudur; soyguncu güpegündüz kentin en işlek bankalarından birine girerek, hem de yüzünde maske yok iken soygun yapar. Pek tabi ki polis çok gecikmeden soyguncuyu yakalar. Sonra bankanın kamera görüntülerini suçluya izlettiklerinde suçlu şaşkınlık içinde bunun olamayacağını çünkü yüzüne limon suyu sürdüğünü ve limon suyunun onu görünmez kıldığını belirtir. Bunun üzerinden üç belirleme gelir. Birincisi, hayatın pek çok alanında başarı ve doyum bilgiye, akla ve hangi kurala uyulup hangi yoldan gidilmesi gerektiğinin bilinmesine bağlıdır. İkincisi, hayatın bu alanlarında kullanılan bilgi düzeyi ve stratejiler konusunda insanlar ciddi farklılıklar gösterirler. Kruger ve Dunning bu ilk iki noktanın zaten bilinen gerçekler olduklarını ve bunlara itiraz gelmeyeceğini belirterek asıl araştırma konusu olan üçüncü belirlemeye geçerler. Buna göre başarıya ulaşma konusunda yanlış strateji seçen, ya da yeterince bilgili olmayan insanlar iki maliyetle karşılaşmaya mahkûmdur; sadece yanlış ve bahtsız tercihler ya da öngörüler yapmakla kalmazlar, aynı zamanda yanlış bir öngörüde bulunduklarının da bilincinde olmazlar. Kruger ve Dunning denekler üzerinde araştırmalar yaparlar ve şu sonuca ulaşırlar: ne kadar az bilgi ve derinlik, o kadar boş ve sahte bir özgüven. Ya da halkımızın deyimiyle “cahil cesareti”…

Artık sıradan burjuva entelektüeli cahildir, cehaletin cesarete dönüşümünün cezalandırılmadığı bu dünyada atmakta, tutmakta ve fakat hiçbir zaman tutturamamaktadır: “Eğer Donald Trump 2016 Kasım’ında başkan seçilmemiş olsaydı, bu kitap yazılmayacaktı. Pek çok Amerikalı gibi ben de sonuç karşısında şaşkınlığa uğradım ve Birleşik Devletler ve tüm dünya için bunun yaratacağı etkiler konusunda kaygılandım…Trump uluslararası politikada popülist milliyetçilik olarak adlandırılan yönelimi temsi etmektedir.” Bu satırlar Fukuyama’nın 2018 tarihli “Identity: The Demand for Dignity and the Politics of Resentment” [Kimlik: Saygınlık Talebi ve Dargınlık Siyaseti] başlıklı kitabının önsözündendir. Bizde solcu web sitelerinde çevirisi yayınlanan ve tartışma yaratan söyleşi de bu kitap üzerindedir. Oysa aynı Fukuyama 26 yıl önce fırtınalar yaratan kitabı “The End of History and the Last Man”nın önsözünde şunları vaaz etmişti: “Bu kitap yakın dönem dünya olaylarından haberdar olmasına rağmen, konusu itibarıyla kadim bir soruya dönmektedir: Yirminci yüzyılın sonunda insanlığın büyük bir bölümünü liberal demokrasiye götürecek tutarlı ve yönünü bilen bir insanlık tarihinden söz etmek mümkün müdür? Ulaştığım cevap, iki birbirinden bağımsız nedenden dolayı “evet”dir”. Şimdi 26 yıl sonra yanıldığını anlamış, en azından röportajda öyle demektedir. 26 yıl önce tarihin sonundan kast ettiği şeyin aslında Hegel ve Marx’ın bekledikleri gibi tarihsel gelişimin bitmesiydi, ancak ne Hegel’in ne de Marx’ın öngördüğü tarzda bir bitiş değildi. Terminal nokta yüksek özgürlük vaat eden, liberal değerleri küresel ülküler haline getiren liberal demokrasiydi. Böylece Fukuyama 26 yıl önce hem Hegel’i hem de Marx’ı tarihin çöplüğüne attığını ilan etmişti. Bugün ise Marx’ın bazı konularda haklı olabileceğini belitmiş. Bu konuya sonra geleceğiz. Fukuyama’ya ve kendinde güvenine ne oldu acaba?

26 yıl önce liberal demokrasilerin Trump’ı ve diğer otoriteryen popülist liderlere izin vermeyecek kadar olgun ve sağlam olduğunu belirtti, şimdi ise liberal demokrasinin ne Trump’ı ne de Putin’i engellemeye gücünün yetmediğini belirtmektedir. Ne zaman doğruyu söyledi? Şimdi mi? 26 yıl önce mi? Bir kere daha vurgulayalım artık sıradan burjuva liberali ya da düşünürü cehaletin cesaretiyle konuşmakta ve yazmaktadır. Gerçek hayat onu yalanladıkça ve öngörüleri boşa çıktıkça suçu başka yerde aramaktadır, ve minareye kılıf bulayım derken daha da saçmalamaktadır.

Uzunca bir süredir, özellikle de Sovyet Sosyalizminin çözülüşünden beri çeşitli disiplinlerden burjuva sosyal bilimciler küresel trendler konusunda iyimser ya da kötümser öngörüler içeren mega anlatılar içeren kitaplar yazmaktalar.

Fukuyama bu akımın öncülerinden birisi; bir tür üfürük astrolojiye dönüşen bu akıma “Tarihin Sonu” metaforu ile oldukça büyük katkıda bulunmuştu. Ancak yalnız değildir. Bir zamanlar Özallı yıllarda, Özal’ın okuduğu ender eserlerden biri olan Megatrends 2000 diye bir kitap vardı, Özal okudu diye meşhur olmuştu. Kitabın yazarı 10 yılda bir Megatrends 2000 diye bir kitap yazıp takip eden 10 yıl içinde dünya nereye gidecek sorusunun cevabını arıyordu. İddiasına göre de bayağı iyi tutturuyordu. Sonra Alvin Toeffler diye biri çıktı, küresel astrolog idi. Ülkemizin derinliksizliğinin ve kültürsüzlüğünün ortasına bir bomba gibi düştü, sadece bizde değil dünyanın her tarafında aklı fukaralaştırılan toplumlara “gelecek bilimci” diye yutturuldu. Türkçeye çevrilmedik kitabı kalmadı. Şimdi birileri “Ama Fukuyama gibi ciddi bir siyaset bilimciyi üfürük bilimcilerle bir mi tutuyorsun?” diyecektir. Haşaa! Fukyama’nın özgeçmişi onun çok farklı bir kökenden, daha ciddi bir eğitimden ve daha önemli pozisyonlardan geldiğini misliyle kanıtlamaktadır. Doktorası Harvard’dan Siyaset Bilimi üstünedir. RAND Şirketi’nde yıllardır danışmanlık yapmaktadır. Gerçi RAND CİA’nın yan kuruluşudur, ancak bunun konumuzla zerre kadar bile ilgisi yoktur. ABD Dışişleri Bakanlığı’nda meşhur Paul Wolfowitz’in emri altında çalışmıştır, o sıralar şahin neoconlara yakındır. Bu şanlı geçmiş pek tabi ki Fukuyama’yı daha farklı değerlendirmemiz için yeterli olacak gibi görünmektedir. Ancak…Ancak “Tarihin Sonu ve Son İnsan” kitabında apaçık üfürükbilim yapmaktadır. Hegel’i ve Marx’ı tarihin çöplüğüne atacağını düşündüğü tarihin sonu bir türlü gelmemiştir; o gelmemiştir ama Trump gelmiştir. Şimdi Fukuyama son kitabında “tarihin sonu”nda beni yanlış anladılar demektedir.

Güya oradaki son bölümde liberal demokrasinin yoluna döşenmiş mayınlardan da bahsetmiş, ve hatta bu konuda insanlığı uyarmış, ancak mayınlar birden patlayıvermiş. Demesi şudur; ben doğruyu gördüm ancak insanlık yanlış tercih yaptı.
Şimdi Fukuyama’nın 1992’deki kitapta o kadim soruya neden “evet” cevabını verdiğine gelelim, alıntı yapılan önsöz bölümünde iki nedenle evet dediğini belirtmiştir. İki nedenden ilki ekonomidir, ikincisi ise temsil kavgası diyerek kavramsallaştırdığı süreçtir. İkinciyi boş verelim, konumuzla asıl ilgisi olan birinciye dönelim. Ona göre liberal demokrasi ekonomik gelişmelerden dolayı küresel bir ortak değere dönüşecekti. Ekonomi özellikle sosyalizm lanetinden kurtulduktan sonra refah ve ödül dağıtarak ilerledikçe bu ödüllere ulaşmanın en kestirme yolunun liberal demokrasi olduğunu birden fark eden insan toplumları barışçıl bir şekilde liberal demokrasiyi özümseyeceklerdi. Bu tespit, ki aslında tespitten öte bir temenniydi, Fukuyama kendisini meşhur eden kitabını yazdığında pek çokları tarafından yapılmaktaydı. Kapitalizm bu temenniler yapılırken özüne dönmekteydi, özü ise insan nüfusunun küçük bir kısmını kayırıp kollarken, geride kalan koca bir kitleyi sefilleştiren dinamiklerin kontrolsüz bir şekilde işlemesine izin vermekteydi. Ancak Fukuyama özünü bilmiyordu, bu konuda cahildi. Bir zamanlar ciddi siyaset bilimciler boş konuşmasınlar diye biraz iktisat öğrenseler iyi olacak diye düşünürdüm. Tam böyle düşünürken iktisatçılar Stiglitz’in, Piketty’nin ve Daron Acemoğlu’nun çok satar mega anlatıları ortalara döküldü. Şimdi artık siyaset bilimcilere “aman kesinlikle iktisat öğrenmeyin” diyorum. Ortaya çıkan mega anlatılar ve öngörüler konusunda siyaset bilimci az bilirlerin iktisatçı az bilirlerden daha başarılı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ancak eninde sonunda hepsi üfürükbilim yapmaktadırlar. Daha da önemlisi Fukuyama da dahil, hepsi birden Dunning-Kruger sendromu sergilemekteler. Bilmiyorlar, dahası bilmediklerini de bilmiyorlar. Böylece muazzam bir özgüvenle yazıyorlar, atıyorlar, tutuyorlar; üfürüyorlar.

Bilmediğini; ekonomik gelişmeyi algılayamamasından, yargılayamamasından anlıyoruz. Kapitalizmin üstündeki kısıtlardan, ayağındaki zincirlerden kurtularak ilerlemesinin liberal demokrasinin küresel ve toplumsal tabanının güçlendireceği yönündeki boş inancını ve kör imanını tevdi etmesinden 26 yıl sonra bugün Trump’ı ve diğer otokratları yaratan dinamiklerin en önemlisi olarak ekonomik bozulmayı gördüğünü beyan etmiş. Tartışmayı açan mülakatında işçi sınıfının pazarlık gücünün, sendikal örgütlerin zayıflamasının ve zengin oligarşik sınıfın yükselişinin her yerde orantısız bir siyasal güç kullanımına yol açtığını belirtmiş. Finansal sektörün düzenlemeye tabi kılınması gerektiğini çünkü bir finansal çöküntünün maliyetinin herkes tarafından ödendiğini de eklemiş. 26 yıllık arada bir yerde sosyo ekonomik sistem radikal bir şekilde dönüştü de biz mi farkında değiliz? Fukuyama insanlığı bekleyen kapitalist liberal cennet lehine tarihi sahnenin dışına iterken bu sonuçları yaratacak dinamikler zaten işlemiyor muydu? İşliyordu ancak Fukuyma bilmiyordu. Fukuyama kapitalizmi ve dinamiklerini bilmiyordu ancak yazıyordu, hem de yersiz bir özgüvenle. Dunning-Kruger sendromu işliyordu.

Fukuyama Marx’a kısmi bir iade-i itibarda bulunmuş. Hazretleri Marx’ın bazı belirlemelerinin gerçekten ortaya çıktığını belirtmiş. Örneğin aşırı üretim krizi diye de vurgulamış. Sonra da işçiler aşırı yoksullaştırıldıkları için yetersiz talebin varlığını da teşhis etmiş. Ortaya çıkmaktadır ki Marx’ı da bilmiyor. Şimdi bilmiyor, 26 yıl önce de bilmiyordu. Bilmiyor ama özgüvenle yazıyor. Bir defa aşırı üretim krizi eksik tüketim anlamına gelmez. Tersine işçiler zenginleşse bile aşırı üretim krizi patlayabilir. Dunning-Kruger sendromu depreşiyor, bilmiyor ama söylüyor.

Mülakatın en vurucu yeri ise sosyalizm ile ilgili yorumlarıdır. Mülakatı yapan Birleşik Krallık ve Birleşik Devletler’de sosyalist solun yeniden yükselişi hakkında ne düşündüğünü sormuş. Yazık, röportajı yapan da pek bilmiyor. Fukuyama bu sorunun cevabının sosyalizmden ne anlaşıldığına bağlı olduğunu belirtmiş. Fukuyma’ya göre, eğer sosyalizm üretim araçlarının kolektif mülkiyeti anlamına geliyorsa, bu türden bir sosyalizm işlemeyecektir. Ancak eğer sosyalizm gelir ve servet eşitsizliklerini bir nebze giderecek yeniden dağıtım programları anlamına geliyor ise gelebilir, hatta gelmelidir diye ekliyor. Fukuyma farkında değil, işlemez dediği gerçek sosyalizmdir, diğerine ise sadece Obama’nın güdük sağlık reformlarına bile karşı çıkan Oklahomalı veya Wyomingli Cumhuriyetçiler sosyalizm diyorlar. Fukuyama’nın zihin düzeyi oradadır. Fukuyama vicdan rahatlatıcı bir reformizm ile sosyalizm arasındaki farkı bile bilmiyor; bilmiyor ama insanlığın geleceği hakkında koca koca laflar ediyor. Kapitalizmi bilmiyor, yaratacağı güzel geleceğe inanıyor. Marx’ı bilmiyor ama kendince iade-i itibar yapıyor. Sosyalizmi bilmiyor ama gelmesi gerektiğine inanıyor. Yüzüne limon suyu sürünce görünmez olduğuna inanıyor. Dunning-Kruger sendromunun bedenleşmiş hali olarak konuşuyor; üfürüyor.

Üfürükbilimin Sonu II – Martin Wolf’un kutsal cehaleti (soL-3/12/2023)
Liberal toplumsal bakış açısı çok uzunca bir süredir bir üfürükbilimdir. Sovyetler çöktüğünde o coşkuyla üfürükbilimin en güzide ve en çapsız eserleri ortaya dökülmüştü.

Yazıya neden böyle bir başlık koydun diye sorulabilir, çünkü başlığa göre bu bir yazı dizisinin ikinci bölümü. İlk bölümünü daha önce Birgün gazetesi için yazmıştım ve o yazı üfürükbilimcilerin en hası, tarihin sonu kehaneti aptallığının ardındaki esas isim, ve son zamanların umutsuz liberali Francis Fukuyama’nın “Identity: The Demand for Dignity and the Politics of Resentment” [Kimlik: Saygınlık Talebi ve Dargınlık Siyaseti]  başlıklı kitabı üzerineydi.1 Kitapta Fukuyama açık bir umutsuzluğu ifade ediyordu ve gizliden günah çıkarıyordu. SSCB ve sosyalist blok yıkıldığında malum sevinç çığlıkları atmış ve tarihi hesaplaşmanın bittiğini ve “iyi” ve “güzel” olanın, kapitalizmin kazandığını ilan etmişti. Böylece tarih Marx’ın beklediği gibi değil, onun beklentisinin tam tersi olacak şekilde bitmişti. Bu ilanla birlikte iş dünyası, akademi dünyası ve liberal entelejensiya onun şahsında kendi Aziz Paul’ünü bulmuştu. Ancak 2018 yılında basılan kitapta arz-ı endam eden Tarsuslu aziz değil, hüngür hüngür ağlayan ve günah çıkarmaya çalışan bir zavallıydı. Dediği şuydu; neler hayal ettik ne bulduk? Öyle ya piyasa kapitalizmi evrensel mutluluk ve refah getirecek, küresel olarak demokratik değerleri ve kurumları güçlendirecek, ve dahi evrensel bir barışın yollarını döşeyecekti. Ancak döşenen cehennemin yolları oldu; ki Fukuyama bunu geç de olsa anlamıştı; yani herhalde anlamıştı. Kitap Trump’ın, Putin’in ve diğer onlara benzerlerin döneminde yazılmıştı ve demokratik siyasetteki bu aşınma zavallı Fukuyama’yı şok etmişti. Bu demokratik gerilemenin ve ekonomik çürümenin köklerini arıyordu.

İyi ama kendisi değil miydi kapitalizmin zaferinde kutlu geleceğin garantisini gören? O da farkındaydı ki tüm kitapta “benim dediklerim neden çıkmadı?” sorusunun cevabını arıyor ve kılıf uydurmaya çalışıyordu. Apoloji deniyor, minareye kılıf uydurmak anlamına gelir. Fukuyama bahsi geçen kitapta her şey iyiye giderken, iyiye götüren yolda bubi tuzaklarının varlığına dikkat çektiğini ancak bunların dikkate alınmadığını iddia ediyordu. Kendince sorunların kökenlerini de teşhis etmekteydi. Ona göre en temel sorun ekonomik çürümeydi. Kontrolsüz finansallaşma ve gelir dağılımının katlanılabilirin ötesinde bozulması popülist otokratları yaratmış ve canım burjuva demokrasisini bozmuştu. Hatta Marx’a da iade-i itibar yapıyordu; ona göre Marx’ın iktisadi öngörüleri tutuyordu, ancak siyasi beklentileri ve programı bir fecaatti. Sağ olsun Marx’ı da kurtarmış olmuştu.

Bu arada bir ara verelim. Son yıllarda liberallerde ve sağcılarda Marx’ı iyi bir bilim adamı olarak, ancak kötü bir siyasetin ve kötücül beklentilerin kaynağı gibi görme hastalığı başladı. Ortaya iki Marx çıkıyordu onlara göre; bilim adamı Marx ve Komünist Marx. Eğer ikincisini kesip atarsanız dünyayı anlama yolunda vazgeçilmez bir bilim adamına ulaşırsınız; buna gerçekten inanıyorlar. Tam bir alıklıktır; Marx’ın gelecekle ilgili kestirimleri, proletaryaya biçtiği tarihsel devrimci rol, sistem ve sistemin yalakalarının eleştirisi; aslında tüm bunlar tam da bir bilim olarak onun kurduğu Marksizmden kaynaklanır. Bu bilim bir tarafıyla sünnet ya da iğdiş edilecek bir bilim değildir. Öyle bir tarafını atarak sterilize edilecek, şirin ve uyumlu bir hale getirilecek bir bilim de değildir. Marksizm devrimci ve yıkıcı bir bilimdir, hem de bir bütün olarak.

Fukuyama’yla devam edelim. Fukuyama halis bir üyesi olduğu üfürükbilimin çuvalladığını itiraf etmişti o kitapta. Liberal toplumsal bakış açısı çok uzunca bir süredir bir üfürükbilimdir. Sovyetler çöktüğünde o coşkuyla üfürükbilimin en güzide ve en çapsız eserleri ortaya dökülmüştü. Üfürükbilimci liberaller (o yazıda iddia ettiği üzere) Dunning-Kruger sendromundan mustariptirler. Türkçesiyle cahil cesaretine sahiptirler. Bilmezler, bilmediklerini de bilmezler. Peki neyi bilirler? Sosyalizm çöktüğünde o yüksek eforiyle ve cahil cesaretiyle bir sürü mesnetsiz iddiada bulundular, 30 yıl geçti iddialarının tamamının mesnetsiz ve köksüz uydurmalar, üfürmeler olduğu ortaya çıktı. Şimdi kendi üfürükbilimlerinin sonunu yine nevi şahıslarına münhasır cehaletleriyle ilan ediyorlar. O yazıyı şöyle bitirmiştik efendim: “Fukuyama vicdan rahatlatıcı bir reformizm ile sosyalizm arasındaki farkı bile bilmiyor; bilmiyor ama insanlığın geleceği hakkında koca koca laflar ediyor. Kapitalizmi bilmiyor, yaratacağı güzel geleceğe inanıyor. Marx’ı bilmiyor ama kendince iade-i itibar yapıyor. Sosyalizmi bilmiyor ama gelmesi gerektiğine inanıyor. Yüzüne limon suyu sürünce görünmez olduğuna inanıyor. Dunning-Kruger sendromunun bedenleşmiş hali olarak konuşuyor; üfürüyor”. Hemen şaşırmayın, onun gelmesi gerektiğine inandığı sosyalizm sizin sandığınız sosyalizm değil. Ona göre sosyalizm genel kamusal bir sağlık sistemi ve kapsayıcı bir sosyal güvenlik sisteminden öte bir şey değil. Dedik ya, katıksız bir cahildir.

Fukuyama’yı bir kenara bırakabiliriz. Şimdi o vakitlerin başka bir üfürükçüsüne dönelim, Martin Wolf’a. Martin Wolf küresel sermayenin en önde gelen borazanlarından biri olan Financial Times’ın en önde gelen yazarlarından biridir. Financial Times konuşunca küresel sermaye konuşmaktadır, bilin. İşte Martin Wolf da en büyük çığırtkanlardan birdir. Bir küresel finansal trendler ve finansal sermaye uzmanı (kendini öyle tanımlamış herhalde); gerçekten çok yerinde bir uzmanlık alanına sahip. Öyle bir uzmanlık ki üfürükbilime gollük pas atıyor. O da her şey iyi gider gibi görünürken üfürükbilime önemli katkılarda bulundu. Örneğin 2004 yılında yayınlanan Why Globalization Works adlı kitabında kapitalist küreselleşmenin işlediğini ve tüm insanlığa barış, huzur, mutluluk getireceğini ilan etmişti. Üfürükbilim böyledir ilan eder, daha doğrusu boş temennilerde bulunur. Neyse, ancak daha 4 yıl geçmeden, sanki bilerek Martin Wolf’u yalanlamak istercesine,  küresel finansal kriz patlayınca Martin Wolf’un gür üfürükbilimci sesi birden kısıldı. Yeni bir kitap kaleme aldı, bu kitabın başlığı ise Fixing Global Finance [Küresel Finansı Tamir Etmek] idi. Bu defa Wolf, cehaletine rağmen bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı galiba. Anlayışı bile zamanla gelişmiş olacak ki, aynı mevzuda daha fazla uyarıyı içeren The Shifts and the Shocks: What We’ve Learned—and Have Still to Learn—from the Financial Crisis [Türkçeye Ekonomide Eksen Kaymaları ve Şoklar diye çevrilmiş] başlıklı kitabı 2014 yılında yayınlandı. Bu arada atlamayalım Wolf’un tüm bu kitapları ününden dolayı çok satar oldular. Ancak bizim bugün üzerinde duracağımız kitabı Crisis of Democratic Capitalism [Demokratik Kapitalizmin Krizi] gerçekten endişelendiğini göstermektedir.

Burjuva demokrasisinin ve kapitalist dünya düzeninin geleceğiyle ilgili üfürükbilimcilerden gelen karamsar kitapların en son halkasıdır. Sayıları giderek artmaktadır. Örneğin 2018’de Clinton’ın dışişleri bakanı, büyük liberal ve büyük üfürükbilimci, Irak üzerindeki katliamcı ambargodan sorumlu Madeline Albright Fascism: A Warning [Faşizm: Bir Uyarı] adlı bir kitap yayınladı. Aynı teraneler anlatıldı bu kitapta da; otokratik popülizm faşizme giden yolu döşemekteymiş, dünyada yükselen bir faşizm tehlikesi varmış. Hadi canım, gerçekten mi? Wolf’un kitabı da aynı meşrepte.

Şimdi biraz detaylara bakalım. Aslında kitap çok uzun, Wolf da önce kapitalizm ve burjuva demokrasisine yönelik güzellemelerde bulunmuş ve uzun bir tarihçe vermiş. Güzellemeler ve tarihçe pek çok ciddi tarihsel hata içermektedir. Liberal üfürükbilmcilerin ortak özelliklerinden biri de savundukları sistemin tarihiyle ilgili derin, giderilemez cehaletleridir. Bir cehalet midir bilinmez ama en azından kapitalizmin karanlık tarihini bir mitolojik söylemin arkasına gizlemektedirler. Wolf da istisna değildir. Şimdi bu belirleme ve güzellemelere biraz bakalım.

Önce üfürükbilim bölümüne bakalım, yani aslında piyasa ekonomisiyle demokrasinin içiçeliğini ve zorunlu birlikteliğini anlatan birinci bölüme. Daha birinci bölümün ilk cümlesinde Wolf bilindik liberal safsatayı tekrarlıyor: Demokrasi ile piyasa arasında ortak bir temel varmış; o da statü eşitliği fikriymiş. Demokraside kamusal sorunlarda herkesin söz söyleme hakkı varmış, piyasada ise herkesin alma ve satma hakkı; pek tabi ki alacak gücü ve satacak bir şeyi var ise. Her ikisi de zırva. Yozlaşan burjuva demokrasisinde bütün eşitlik masallarına rağmen siyasal güç ekonomik güce tahvil edilmiştir. Herkesin fikri değil zenginlerin, plütokratların, oligarkların fikri önemlidir. Piyasa ekonomisinde ise satma ve alma konusundaki eşitlik mavalı tam aklı kıtlara yöneliktir. Örneğin emek gücünü satan işçi ile onu satın alan işveren aynı güç ve statüde midir? Üfürükbilim işte.

Uzun vadede piyasa ekonomisi demokrasi olmadan, demokrasi de piyasa ekonomisi olmadan yaşayamazmış. Wolf bilmelidir ki kapitalist gelişmenin erken örneklerinin çoğu süreci Wolf’un anladığı anlamda demokrasinin namevcut olduğu bir ortamda kotardılar. Hem İngiliz Sanayi Devrimi, hem de Alman, Japon ve hatta bir yere kadar Amerikan gelişmesi demokrasinin olmadığı ya da güdük kaldığı tarihsel bir çerçeve içinde gerçekleşti. Şimdi bunu Wolf’a nasıl anlatsak ki? Üfürmüş işte. Dahası özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde temel ilkelerine uyulması anlamında burjuva demokrasisinin en gelişkin olduğu dönem Keynesyen refah dönemidir, yani piyasa ekonomisinin kısıtlandığı, gemlendiği bir dönemdir. Bilmiyor ki; dahası bilmediğini de bilmiyor.

Saçmaladım mı acaba diye hiç sormamış, Dunning-Kruger sendromu bu işte. Bakın ne diyor: 2022 yılında piyasa ekonomisi 7,9 milyar insanı besler hale gelmiştir. Oysa endüstri devriminin şafağında bu sayı yaklaşık 1 milyarmış, ve hatta 10 bin yıl önce, yani neolitik devrimin şafağında sadece 4 milyon imiş adem nüfusu. Geldiğimiz noktada şempanzelerin nüfusu sadece 300 bin, gorillerin nüfusu 200 bin ve orangutanların nüfusu ise sadece 70 binde kalmış durumdaymış. Gördünüz mü piyasa ekonomisi nelere kadir. Aşk olsun şempanze, goril ve orangutan dostlarımıza; bir piyasa ekonomisini keşfedememişler.  Acaba nüfusları doğayı büyük bir iştahla araçsallaştıran ve işgal eden kapitalizmin yaşam alanlarını giderek daraltmasından mütevellit düşük kalmış olabilir mi? Boş verin şimdi, Wolf’a zor sorular sormayalım.

Detaylara takılmayalım diyoruz ama Wolf sürekli yumurtluyor. Bir yerde örneğin yine piyasa ekonomisinin ve kapitalizmin melekelerini vurgulamak için şöyle spekülatif bir soru soruyor. Eğer I. Dünya Savaşı çıkmasaydı, piyasa ekonomisini geliştiren Alman İmparatorluğu otokratik bir monarşiden demokratik bir yapıya doğru evrilir miydi? Kendi zekice sorusuna zeki bir şekilde evet cevabını veriyor. Oysa savaşın hemen ertesinde genç Weimar Cumhuriyeti ekonomiyi tam da Wolf’un takdir edeceği ilkeler üzerinden dünya kapitalizmine açmak zorunda kaldı, ama burjuva demokrasisinin gelişmesi bir yana, insanlık tarihindeki en kanlı faşizm doğdu. Neden acaba? Bir kere daha tekrar edelim, üfürükbilimci liberaller tarih bilmiyorlar, ve ne yazık ki bilmediklerini de bilmiyorlar.

Wolf’u tutabilene aşk olsun. Yukarıdaki belirlemenin peşine hemen ekliyor. Örneğin diyor Tayvan ve Güney Kore diktatörlükle yola çıktılar ancak piyasa ekonomisini öyle bir geliştirdiler ki şimdi geldikleri noktada oldukça gelişkin bir demokrasiye sahip oldular. Külliyen yalan, uyduruyor. Her ikisi de hala yoz yarı-askeri faşizan diktatörlüktür. Her ikisinde de işçilerin örgütlenme hakları yoktur, dahası burjuva muhalefetinin bile örgütlenme hakkı çok kısıtlıdır.

Hemen bunun peşi sıra yine ekliyor. Oysa diyor Çin’de komünist partinin tek parti diktatörlüğüne rağmen gelişen piyasa ekonomisi eninde sonunda yatırımcıları ve sermayedarları siyasi yapının dönüşümü yönünde baskı yapmaya itecektir. Öyle mi? Demokratizasyon yönünde baskı yapmaları beklenen kapitalistler tam da işçilere zorla yüksek sömürüyü dayatan siyasi ortam var diye gittiler Çin’e. Şimdi onların demokratikleşme yönünde baskı yapmalarını beklemek mamutların piyano çalmasını beklemek gibi bir şey değil mi? Wolf üfürüyor yine.

Bu arada Wolf’un kitabını en azından Fukuyama’nınkinden farklı kılan ağır bir Çin ve Rusya düşmanlığı. Ona göre Çin ve Rusya küresel sistemde ve demokraside geriye gidişin bayraktarlığını yapmaktalar. Hatta Trump gibi, Boris Johnson gibi, Orban gibileri de onlardan feyz almaktalar. Kısacası ABD ve İngiltere’de popülist demokrasi karşıtlığı yükseliyorsa esas sorumlular Rusya ve Çin. Peki Rusya ve Çin’deki kaba sermaye diktatörlüklerinin suçlusu kim? Artık Wolf da dahil herhangi bir üfürükbilimci liberale böyle zor sorular sormaktan vazgeçtim; cevaplama kapasiteleri yok.

Çin mi? Sonuna kadar kapitalisttir. Üstelik bol ve ucuz emek gücü, düşük üretim maliyetleri ve sosyalizmden kalma sağlam bir altyapı üzerinden sağladığı birikim ve üretim küresel reel ücretler üzerinde deflasyonist bir etki yaratmaktadır. Daha da açığı Çin ucuza üretip zengin kapitalistlere ve kapitalist aleme ucuza sattıkça reel ücretlerin artışlarının önüne geçilmesine yardım etmiş olmaktadır. Böylece gırla sömürülen Çinli emekçiler aslında küresel kapitalizmin genelinde emek gücünün değerinin yükselmesini ya da aşırı yükselmesini engellemiş olmaktadırlar. Bunu bazıları China Effect (Çin Etkisi) olarak adlandırmaktadır. Ancak Wolf sahip olduğu bakış açısıyla şu gerçeği idrak etmekten uzaktır.

Wolf’un bozulmayla ilgili tespitleri ve bu bozulmanın önlenmesine yönelik önerileri haftaya…

(Serdal Bahçe-soL)

  • 1.Fukuyama'nın hüznü, tarihin yönü: Üfürükbilimin sonu (birgun.net)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder