14 Aralık 2023 Perşembe

(soL) GÜNDEM - 14 ARALIK 2023 -

Meclis'te kalp krizi geçiren Saadet Partili Hasan Bitmez yaşamını yitirdi (soL)

Meclis'teki bütçe görüşmeleri sırasında kalp krizi geçiren Saadet Partili Hasan Bitmez, kaldırıldığı yoğun bakım ünitesinde kurtarılamadı.

Saadet Partisi Kocaeli Milletvekili Hasan Bitmez, bütçe görüşmelerinde konuşma yaparken fenalaşması ve hastaneye kaldırılması sonrası yoğun bakımda hayatını kaybetti.

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Bitmez'in ölüm saatini 11.50 olarak açıkladı.

Bilkent Şehir Hastanesi'ne kaldırılan Bitmez'e, Meclis Genel Kurul sağlık ekibi tarafından müdahale yapılmış ve hastaneye kaldırılana kadar kalp masajı yapılmıştı. Entübe edilerek Ankara Bilkent Şehir Hastanesi'ne getirilen Bitmez, anjiyoya alınmış ve kalp akciğer pompasına alınarak yoğun bakım ünitesine kaldırılmıştı.

                                                               /././

AKP’lilerin yeni gözdesi 'kırmızı Filistin sazanı'(Ege Galip-soL-Polemik)

Yetti artık bu mantık hatası, diğer deyişle safsata. Kim ne dese “peki Gazze için ne dedin” diye soruyorlar. Ne alakası var? Ayrıca, Filistin’e sahip çıkan biziz, satan sizsiniz.

Gündem, malum, Ankaragücü Başkanı Faruk Koca’nın sahaya inip hakeme attığı yumruk.

AKP’li Mehmet Metiner, Haber Global’de canlı yayında “çok iyi tanırım, çok beyefendi bir insan” dediği Koca’ya sahip çıktı. Metiner, “bir öfke anında” attığını iddia ettiği yumruk için, Koca’nın “fark ettiğinde özür dileyeceğini” söyledi. Sanki ağzından laf kaçırmış gibi… “O an fark edememiş”çesine…

Konumuz tek başına Metiner değil. Zaten Metiner’in şahsi saçmalamalarının bunca yılın ardından ne kadar haber değeri var, o da tartışmalı.

Fakat, söylevinin devamında Metiner, son dönemde tüm AKP’lilerin favorisi haline gelen bir mantık hatasına başvuruyor, bizi bu satırları kaleme almaya, “yetti gari” demeye iten de o.

“Şiddetin her türüne karşı çıkalım, eyvallah, sporda şiddet olmasın, eyvallah” diyor Metiner, ekliyor: “Peki Gazze’de, 67 günden beridir, bütün bir dünyanın gözü önünde insanlar hunharca katlediliyor. Bebekler katlediliyor. Çocuklar katlediliyor. Kadınlar katlediliyor. Bu Faruk Koca’nın atmış olduğu yumruktan dolayı şiddete karşı olduğunu söyleyenlerin bir tekinin, bu konuda bir tek laf ettiğini duydunuz mu ya?”

Yani, neresinden tutsanız elinizde kalır, öyle bir demagoji.

Diyelim “sporda şiddet olmasın” diyenler Gazze’deki şiddete dair görüş beyan etmediler, eee, “o zaman sporda şiddet olsun” sonucuna mı varacağız?

Bilindik bir mantık hatası, veya safsata, burada kullanılan. İngilizce’de “red herring” deniyor, Türkçesi “kırmızı sazan”.

“Babacım niye sabahın kör karanlığında okula gidiyoruz” diye soran çocuğa “Yaşıtların Afrika’da açlıktan ölüyor, seninki de dert mi” diyen babanın mantığı bu. Oysa, ne alaka?

Ama işte, çok sevdi AKP’liler son dönemde bu kırmızı Filistin sazanını kullanmayı. Biri hayvan haklarından bahseder, “Peki Gazze’deki çocuklar” derler. Başkası yoksulluğa işaret eder, sözde yanıt hazır, hemen Filistin’den dem vururlar.

Niye böyle yapıyorlar? Yalnızca yanıt veremedikleri sorudan kaçmak için değil… Daha derin bir dürtüden kaynaklanıyor bu safsataya meyil.

Sürekli “Filistin” diyorlar, çünkü içten içe biliyorlar, kendileri Filistin’i satıyorlar. İktidar İsrail’e tüm desteği sürdürüyor. Patronların İsrail’le ticareti tıkır tıkır sürüyor. Gemiler vızır vızır yük taşıyor.

Zeki Demirkubuz verdi yanıtı aslında, sonra içine sinmedi, sildi, biz de tekrar etmeyelim.

Böyle saçma mantık karşısında herkesin refleksi Demirkubuz’unki oluyor ama, tutalım kendimizi, soLTV’nin “İslamcının İsrail’le İmtihanı” dosyasını hatırlatmakla yetinelim. Size mi düştü Filistin halkının direnişi!

                                                                  /././

Heinrich Böll Vakfı, Gazze’yi Nazi işgali altındaki gettoya benzeten gazetecinin ödülünü geri çekti (soL)

Heinrich Böll Vakfı, Gazze’yi Nazi işgali altındaki bir Doğu Avrupa kasabasına benzeten Yahudi gazeteci Masha Gessen’e verilecek Hannah Arendt Ödülü’nden çekildiğini duyurdu.

Almanya’da Yeşiller Partisi bağlantılı Heinrich Böll Vakfı, Hannah Arendt Siyasi Düşünce Ödülü’nü Rus asıllı ABD’li yahudi gazeteci Masha Gessen’e vereceğini duyurmuştu. Ancak vakıf Gessen’in İsrail’in saldırıları altındaki Gazze’yi Nazi işgali altında bir Doğu Avrupa kasabasına benzettiği makalesi nedeniyle ödülden çekildiğini duyurdu.

Vakfın ödülden çekilmesine gerekçe olarak gösterdiği makale, 9 Aralık’ta New Yorker’da “Holokostun gölgesinde” başlığıyla yayımlandı.

Gessen makalesinde son 17 yıldır Gazze’nin yoksullaştırılmış, duvarlarla çevrilmiş ve aşırı nüfus yoğunluğunun olduğu, sakinlerinin yalnızca küçük bir bölümünün kısa süreli çıkmasına izin verilen bir gettoya dönüştürüldüğünü yazmıştı. 

Gazze’yi “Nazi Almanyası’nca işgal edilen bir Doğu Avrupa ülkesindeki Yahudi gettosu”na benzeten Gessen makalesinde, Gazze'de her on dakikada bir çocuğun öldürüldüğünü, İsrail’in hastaneleri, doğumhaneleri ve ambulansları bombaladığını, her 10 Gazzeliden 8’inin evinden edildiğini anlatıyordu.

Alman-İsrail Derneği Gessen’in bu yazısının ardından ödül töreninin askıya alınması çağrısı yapmıştı. Derneğin Bremen şubesinin yayımladığı açık mektupta Gessen’i ödüllendirmenin “antisemitizme karşı kararlı eylemlerle zıtlık oluşturacağı”belirtiliyordu.

Büyükbabası Naziler tarafından öldürülen bir Yahudi yazar olan Gessen, Moskova doğumlu ve 1980’lerden beri ABD’de yaşıyor. Gessen sözkonusu ödüle “totaliterlik karşıtı” görüşleri ve Rusya’ya yönelik eleştirileri nedeniyle değer bulunmuştu. 

Heinrich Böll Vakfı Bremen Senatosu’yla anlaşarak Hannah Arendt Siyasi Düşünce Ödülü’nden çekildiğini açıkladı.

Die Zeit’ın haberine göre gelecek Cuma günü Bremen’de yapılması planlanan ödül töreni gelecek Cumartesi gününe başka bir programla yapılmak üzere ertelendi. Habere göre Hannah Arendt Ödülü’nü 1994’te başlatan ve ödülün o yıldan beri her yıl sponsorluğunu yapan Heinrich Böll Vakfı bu törene katılmayacak.

İsrail’in Gazze’deki saldırılarına koşulsuz destek veren Alman hükümeti Filistin’le dayanışma ve destek gösterilerine karşı yasakçı politikasını sürdürürken kültür alanında da sergi, ödül iptalleri gibi eylemleriyle Filistinlilerin seslerini susturmaya yönelik adımlar atıyor.

                                                              /././

Almanya’da Filistin'le dayanışan İspanyol akademisyene Yeşiller tacizi (Can Seven-soL/Özel)

                          Berlin Frei Üniversitesi'nde görev yapan İspanyol akademisyen Jaime Martinez

Almanya'da Filistin'le dayanışma paylaşımlarının ardından yoğun bir karalama kampanyasının hedefi olan akademisyen Jaime Martinez'le yaşadıklarını ve Alman devletinin baskı ve sansürünü konuştuk.

Almanya’da yaşayan İspanyol akademisyen Jaime Martinez, sosyal medyada yaptığı Filistin'le dayanışma paylaşımları yüzünden Yeşiller Partili ve CDU’lu vekil ve yöneticilerin hedefi oldu. Bunun üzerine İspanyol Birleşik Sol Partisi (Izquierda Unida) üyesine sahip çıkarken, Yeşiller'i eleştirdi.

Geçen hafta tırmanan İsrail saldırıları ve İsrail ordusunun bir kez daha Filistinli sivilleri hedef alması üzerine Berlin Frei Üniversitesi'nde görev yapan İspanyol akademisyen Jaime Martinez, üyesi olduğu İspanyol sol partisi Izquierda Unida’nın (Birleşik Sol) yaptığı Twitter gönderilerini paylaştı. Bunun yanında Izquierda Unida’nın Avrupa Parlamentosu milletvekili ve Avrupa Parlamentosu’nun Filistin ile ilişkilerden sorumlu delegasyonunun başkanı olan Manu Pineda’nın bir açıklamasını Almancaya çevirip paylaşan Jaime Martinez, önce Yeşiller Partisi'nin yerel temsilcilerinin, daha sonra da Yeşiller Partisi ve CDU milletvekilleri ve yöneticilerinin başını çektiği yoğun bir karalama kampanyasının yanında antisemitizm ve terörizm destekçiliği suçlamalarıyla karşılaştı.

Aynı zamanda Alman Sol Partisi Die Linke’nin Steglitz-Zehlendorf sözcüsü olan Jaime Martinez’e ulaştık ve hem bu süreçte yaşadıklarını hem de Filistin meselesinde Alman devletinin uyguladığı sansür ve baskıyı kendisiyle konuştuk.

Filistin’in, BM kararlarını sürekli ihlal ederek topraklarını işgal eden İsrail’e karşı, ezilen bir halk olarak kendini savunma hakkı olduğunu söylediği için belli bir miktar tepkiyi beklediğini belirten Martinez özellikle terörizm apolojisi suçlamasını beklemediğini söyledi. 

Antisemitizm suçlamasını bekleyebilirdim. Çünkü burada İsrail’e karşı en ufak tepkinizde size antisemitizm suçlaması gelebiliyor. İsrail’i boykotu savunduğunuzda ya da İsrail'in kriminal bir hükümete sahip olduğunu söylediğinizde size hemen antisemitist yaftası yapıştırılıyor. Ancak terörizm savunucusu olarak adlandırılmak bana biraz sınırları aşmak gibi geliyor çünkü bu (ağır) bir suçlama. Eğer bunu gerçekten yaptığımı düşünüyorlarsa konu yargıya taşınmalı” diyen Martinez antisemitizm suçlaması üzerinden işini kaybeden çok sayıda insan olduğunu da hatırlattı. Martinez kendisi de bir kamu kuruluşunda çalıştığı için aslında, gazetecileri ve basını etiketleyerek yapılan bu suçlamalarla işinin de tehlikeye atıldığını sözlerine ekledi.

'Die Linke'den insanlar beni arayıp özür dilemem gerektiğini söylediler'

Kendi partisi Die Linke’den de özür dilemesi yönünde telkinler aldığını fakat bunu reddettiğini açıklayan İspanyol akademisyen, parti içinde yaşadıklarını şöyle anlattı:

Die Linke'den insanlar benimle temasa geçerek neler olup bittiğini sordular ve bana kamuoyuna bir açıklama yapmam ve özür dilemem gerektiğini söylediler. Ben de özür dilemeyeceğimi, isterlerse, bir çatışmada sivil kurbanların olmasının yanlış olduğunu düşündüğümü ve antisemit olmadığımı yazabileceğimi söyledim, ancak yanlış yaptığımı düşünmediğim bir şey için özür dilemeyeceğimi kendilerine ilettim. Die Linke'deki çalışma arkadaşlarıma bu konudaki ideolojik pozisyonumun tüm partiye zarar verdiğini düşünüyorlarsa istifa edebileceğimi ama bu konuda pozisyonumun değişmeyeceğini de belirttim. İstifa etmememe gerek olmadığını söylediler, ben de özür dilemeyeceğimi söyledim ve konu orada kapanmış oldu.”

Alman 'antifaşizm'indeki Siyonist damar

Avrupa’da Filistin dayanışmasının en güçlü olduğu toplumlardan biri olan İspanya’dan Almanya’ya giden birisi olarak Almanya antifaşist hareketinde siyonizmin ağırlığını nasıl karşıladığını sorduğumuz Martinez, bu durum karşısında yaşadığı şaşkınlığı ise şu sözlerle dile getirdi:

Gittiğim ilk Filistin’le dayanışma eylemini hatırlıyorum. Bireysel olarak gitmiştim, orada Alman Komünist Partisi'nin (DKP) bayrakları vardı. Bir grup, bu eyleme karşı bir eylem düzenlemişti ve karşımızda İsrail ve ABD bayraklarının yanında antifaşist bayraklarla yürüyen bir kitle vardı. Benim için akıllara durgunluk verecek bir şeydi”.

Martinez, Anti-Deutsch adı verilen ve ciddi anlamda siyonist olan bir akımın Alman antifaşist hareketinde ve solunda ciddi bir ağırlığı olduğunu ve giderek azalsa da partisi Die Linke içinde de belirli bir ağırlıkları olduğunu sözlerine ekledi.

İstifa etmesini istemeseler de Die Linke’den çalışma arkadaşlarının kendisini sadece kişisel düzeyde desteklediğini, açıktan destek görmediğini belirten Martinez, aynı zamanda partisi Die Linke’nin AFD, Yeşiller, CDU, SPD ve Liberaller ile birlikte FHKC ve Hamas’ın yanında Filistinli mahkumlarla dayanışma örgütü olan Samidoun’u yasaklayan ve İsrail’e kayıtsız şartsız destek veren yasayı mecliste onamasını "kabul edilemez" olarak değerlendirdi. 

Die Linke’nin, İsrail’e destek veren açıklamayı imzalamasını “Gazze’nin suyunun ve elektriğinin kesilmesinin insan haklarına aykırı olduğunu belirten bir açıklama yaptıktan sonra, mecliste hiçbir şerh dahi koymadan, hiç eleştirmeden İsrail’e kayıtsız şartsız destek veren bir açıklamayı imzalamak kabul edilemez” diyerek eleştiren Martinez, kendisine destek için mesaj atan partililerin bu desteği aleni şekilde vermekten çekindiklerini ve bu karalama kampanyasının amacının da tam olarak bu olduğunu söyledi.

Filistin'le ilgili her türlü gösteri ve desteğe yasak

"Almanya’da Filistin'e yönelik her türlü gösteri ve halk desteğine karşı uygulanan baskının düzeyi şok edici" diyen Martinez şu ifadeleri kullandı:

"Sokakta toplanma özgürlüğü gibi temel haklar bile askıya alınıyor. Uluslararası Af Örgütü dahi Alman devletini bu konuda eleştirdi. Sözde anti-semitizm tehlikesi nedeniyle mitingleri henüz yapılmadan ‘önlem olarak’ yasaklıyor olmaları ve bunu özellikle Filistinlilerin en yoğun olarak yaşadığı mahallelerde de yasaklıyor olmalarında ırkçı bir taraf da var. Dahası, böylelikle söz konusu mahalleleri birer barut fıçısına dönüştürüyorlar. Bu yasaklama ve baskıları son derece saldırgan bir şekilde uyguluyorlar. Bence Almanya’ya vurmamız gereken yer burası. Antisemitizm bahanesiyle temel hakları bastırıyorlar ve bunu son derece ırkçı bir şekilde yapıyorlar. Başka bir deyişle, Almanya otoriterliğe ve temel hakların askıya alınmasına geri dönüyor."

 Ağaçlandırılması bekleniyordu: İBB Kuşdili Çayırı'nı otoparka çevirdi (soL)

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, ''Yaşam Vadisi'' yapılacak dediği Kuşdili Çayırı'nı yeniden otopark olarak kullanmaya başladı.

İstanbul Kadıköy'deki Kuşdili Çayırı'nda İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından yapılmak istenen otopark projesi tepkiler üzerine iptal edilmişti.

Belediyenin otopark iştiraki İSPARK, 1,5 yıl önce tepkiler üzerine çekildiği Kuşdili Çayırı'na geri döndü. Son aylarda fiilen otopark olarak kullanılan araziye İSPARK tabelası yerleştirildi.

Tabelada isim ve çalışma saatleri bilgisine yer verilmesi dikkat çekti. Ayrıca otoparkın işletilmesi için bir de görevli atandığı görüldü.

Ne olmuştu?

Kadıköylülerin 2007 yılından bu yana verdiği mücadele sonucu yaklaşık 1,5 yıl önce bölgeye Kadıköy halkının öngördüğü şekilde çayır formatında bir ağaçlandırma projesi yapılacağı duyurulmuştu.

İBB, Kuşdili Çayırı’nın Kurbağalıdere kıyısındaki bölümü için ''Yaşam Vadisi'' projesi tasarladı ancak tartışmalı plan kapsamında bölge önce bir şantiye alanına çevrildi. Bölge daha sonra molozlardan temizlense de ne sözü edilen proje ne de Kadıköylülerin talepleri doğrultusunda bir adım atıldı.

Kadıköy’de 3. derece sit alanı olan tarihi Kuşdili Çayırı’nın üzerinde günümüzde itfaiye binası, açık otopark ve dere alanı bulunuyor. 1977 yılında doğal sit alanı ilan edilen 40 dönümlük parselin sahibi İstanbul Büyükşehir Belediyesi. Kuşdili Çayırı’nı imara açan tüm plan değişiklikleri daha önce mahkemelerce iptal edildi.

                                                            /././

Büyük talan: Bugün 1 milyon metrekarenin üzerinde arazi orman alanı dışına çıkarıldı (soL-Özel)

İstanbul, Antalya ve İzmir'in de aralarında bulunduğu 11 ilde toplam 1 milyon metrekarenin üzerinde alan bugün Erdoğan’ın kararıyla orman alanından çıkarılarak yağmaya açıldı.

AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bugün Resmi Gazete’de yayımlanan kararıyla 11 ilde 1 milyon metrekareden fazla alan orman sınırları dışına çıkarıldı.

Kentsel dönüşüm kapsamında rezerv alanlara ilişkin düzenlemenin ardından gelen bu kararla orman dışına çıkarılan alanların imara açılacağı ve kararın TOKİ için de arsa yaratmak anlamına geleceği belirtiliyor.

'Rezerv alandan sonra şimdi de ormanlarla ilgili karar'

İstanbul’da Kuzey Ormanları Savunması’ndan, aynı zamanda Uskumruköy Platform Sözcüsü olan Hasan Ali Sarıkaya “Doğa savunucuları olarak her sabah kamunun aleyhine yeni bir düzenleme”yle karşılaştıklarını belirtti ve karara tepki gösterdi.

Sarıkaya “Biz İstanbul’da yaşayan doğa savunucuları daha dün rezerv alanı belasını kamuya nasıl anlatıp bilince çıkaracağız derken ormanlarla ilgili bu karar önümüze düştü” dedi.

Kararın dayanak gösterildiği Orman Kanunu’nun ek 16. Maddesi'ne ilişkin Sarıkaya “Yeni Orman yasası uluslararası sermaye ile birlikte ekonomi politikalarını oluşturan bir rant yasasıdır. Bizler önümüzdeki günlerde bu örgütlü kötülüğe karşı, odalar, demokratik kitle örgütleri, çağdaş bilim insanları ve partilerle bilgilendirme, bilince çıkarmak için enerjimizi ortaya koyacağız. Çağrımız; İstanbul’da Doğa Savunucularını büyütmek bu yaşam alanlarımızı yok eden yasaları geri aldırmaktır” diye konuştu.

'TOKİ için arsa yaratmanın bir yolu'

Erdoğan’ın kararıyla İstanbul’da Sarıyer, Ümraniye, Maltepe ilçelerindeki değerli bazı orman arazileri ile Antalya, İzmir, Balıkesir, Kütahya, Manisa, Muğla, Mersin, Sivas, Trabzon ve Yozgat'ta bazı alanlar orman sınırları dışına çıkarılıyor.

Gazeteci Yusuf Yavuz bugünkü Resmi Gazete'de yayımlanan kararda, Antalya Akseki'ye bağlı Değirmenlik köyünde yaklaşık 17 bin metrekarelik arazinin orman dışına çıkarıldığını belirterek orman arazilerinin yapılaşmaya açılmasının amaçlandığını belirtti. Yavuz bunun TOKİ için arsa yaratmanın da bir yolu olduğunu dile getirdi.

Resmi Gazete’de 7 Ocak 2021’de yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararıyla 6831 Sayılı Orman Kanunu’nun Ek 16. Maddesi kapsamında ‘Orman Dışına Çıkarma İşlemlerine İlişkin Yönetmelik’ yürürlüğe girmişti.

Yavuz, kendi internet sitesinde yayımladığı yazısında kamuoyunun tepkisini çeken bu yönetmeliğin, sınırları Cumhurbaşkanı tarafından belirlenecek olan, bilim ve fen bakımından orman olarak muhafazasında hiçbir yarar görülmeyen ve tarım alanına dönüştürülmesi de mümkün olmayan yerler ile üzerinde yerleşim yeri bulunan yerler ve yerleşim yeri oluşturulması uygun arazilerin orman sınırları dışına çıkarılmasına olanak sağladığına dikkat çekmişti. Yazıda sözkonusu düzenlemeyle  “başta İstanbul, Antalya, İzmir, Çanakkale, Muğla, Mersin, Adana ve Hatay gibi ormanların yoğun olduğu iller ile Karadeniz Bölgesinde orman arazilerine bitişik ya da orman içindeki arazilerdeki işgallerin ödüllendirilmiş olacağı” vurgulanmıştı.

'Yönetmelik Anayasa'ya aykırı'

Öte yandan Yavuz aynı yazısında Anayasa’nın 169. Maddesi’nin “Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz” hükmüne dikkat çekmişti.

Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği de yönetmeliğin Anayasa’ya açıkça aykırılık taşıdığına dikkat çekmiş ve "Bu Yönetmelikle ormanlar; deyim yerindeyse Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın arsa ofisine dönüşmektedir” açıklamasında bulunmuştu.

İstanbul’da 80 bin metrekare alan orman dışına çıkarılıyor

Sözcü’den Erdoğan Süzer’in hesaplamasına göre bugünkü Resmi Gazete’de tam 161 sayfalık yer kaplayan kararla orman alanı dışına çıkarılan alanların toplam büyüklüğü 1 milyon 137 bin 248 metrekareye ulaştı.

Orman alanı dışına çıkarılan alanların başında ise İstanbul’un kıymetli alanları dikkat çekiyor.

Karara göre toplamda 80 bin metrekareden fazla alanın orman dışına çıkarılacağı İstanbul’da Sarıyer’in Ayazağa köyünde 22 bin 475 m2, Uskumruköy’de 3 bin 22 m2, Kilyos’ta 470 m2, Demirciköy’de 2 bin 642 m2, Ümraniye’nin Cemil Meriç mahallesinde 5 bin 408 m2, Ihlamurkuyu’da 4 bin 974 m2, Maltepe’de 32 bin 429 m2’lik alanlar dikkati çekti.

Ayrıca İzmir’in Seferihisar Sığacık, Kiraz, Bornava’nın Gürpınar köyleri ile Mersin, Muğla, Manisa, Kütahya, Sivas, Trabzon, Yozgat, Antalya ve Balıkesir’in bir çok yerindeki ormanlık alanlar da orman alanı dışına çıkarılarak imara açılıyor.

Haberde bu alanların bir bölümünün kentsel rezerv alanına dönüştürülebileceğine de dikkat çekildi.

                                                             /././

Havuz medyası yalana doymuyor: Çalışma saatleri kısalacakmış! (BURCU GÜNÜŞEN-soL/Özel)

Sabah’ın “Çalışma saatleri ne kadar kısalacak?” başlığını attığı haberden emekçilerin kazanılmış haklarına yapılacak “yeni bir saldırının işaret fişeği” çıktı. (https://www.sabah.com.tr/galeri/ekonomi/yuzyillik-calisma-saatine-ince-ayar-bakanliktan-devrim-niteliginde-uygulama-calisma-saatleri-ne-kadar-kisalacak)

Uzun mücadeleler sonucu kazanılan 8 saatlik işgünü bugün Türkiye'de ve dünyada ağır koşullar içinde çalışan milyonlarca emekçi için bir hayale dönüşmüş durumda. 

Sabah gazetesi ise bugün “Yüzyıllık çalışma saatine ince ayar! Bakanlıktan devrim niteliğinde uygulama: Çalışma saatleri ne kadar kısalacak?” başlığıyla bir haber yayımladı. 

Başlığa bakıp geçen okurun zihninde şekillenecek düşünce belli: “Demek ki AKP-MHP iktidarı çalışma saatlerini kısaltacak bir düzenleme hazırlığında.”

Ancak başlığa aldanıp merakla haberi okuyan okur, iş kanunundan yapılan alıntıların olduğu birçok paragraftan sonra, “devrim niteliğindeki uygulama”nın gerçekte "uzaktan, kısmi ve geçici süreli çalışmalarla" ilgili patronların ihtiyaçlarına yanıt verecek düzenleme hazırlığı olduğunu anlıyor.

Sabah’ın ağzındaki baklayı çıkardığı cümleler şöyle: “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı da sosyal güvenlik mevzuatını yeni nesil esnek çalışma şekillerine uyumlu hale getirmek için çalışma yapıyor. Çalışma saatlerini aşağı çekecek uzaktan, kısmi ve geçici süreli çalışmalarla iş dünyasının ihtiyaçları ve iş-özel yaşam dengesi gözetecek mevzuat düzenlemeleri hızlı ve etkili bir biçimde hayata geçirilecek. Bu kapsamda bazı ülkelerdeki çalışma saatlerinin kısaltılması, çalışma modelleriyle ilgili deneyimler de inceleniyor.”

Bu tartışma başlıkları açılıyor ki kazanılmış haklar tırpanlansın

Patronların Ensesindeyiz Ağı avukatı Furkan Anlar’a göre işçi sınıfının yasal kazanımlarının altının oyulmasına zemin hazırlamak için bu türden tartışma başlıkları özellikle açılıyor.

Anlar, özellikle pandemi döneminde karşılaştığımız “uzaktan çalışma, kısmi çalışma ve geçici süreli çalışma” gibi başlıkları temelde patronların esnek çalışma biçimini yaygınlaştırıp yasal bir meşruiyet katma çabasıyla birlikte değerlendirmek gerektiğine işaret ediyor:

“Zaten uzun saatler ve güvencesiz çalışmanın bir kural halini almaya başladığı Türkiye’deki çalışma ortamında bu tartışma başlıkları açılıyor ki, işçi sınıfının yasal zeminde kazanmış olduğu hakların da altı oyulabilsin.”

Son dönemlerde bu başlıklar sayesinde patronların emekçilerin yaşam koşullarını ağırlaştırabildiğine dikkati çeken Anlar “Zaten evdesin” denilerek uzaktan çalışmanın “hiç bitmeyen” bir çalışma yöntemine dönüştürüldüğünü vurguluyor.

Fiili çalışma saatleri 45 saatin çok üzerinde

Sabah’ın haberinde “çalışma süresi 45 saat, bunun düşürülmesi hedefleniyor “ dendiğini hatırlatan Anlar fiili durumda Türkiye’de çalışma saatlerinin 45 saatin çok üstünde olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Anlaşılan bu ülkenin emekçilerini daha da fazla çalıştırmanın yollarını arıyorlar.”

Yeni bir saldırının işaret fişeği

Uzaktan, kısmi, geçici çalışmaya dair yakın zamanlarda yapılan düzenlemelerde “son derece patron yanlısı” bir karakterin kendisini gösterdiğini ifade eden Anlar şunları dile getiriyor:

Örnek olsun 2021 yılında çıkarılan Uzaktan Çalışma Yönetmeliği son derece öğretici. Öyle bir yönetmelik çıkarılmış ki evden çalışan emekçi ile patronun arasındaki mesela ‘evin çalışma ortamına uygun hale getirilmesi konusunda masraflara’ dair maddelerde ‘işçi ve patron kimin ödeyeceğine birlikte karar versin”’ deniliyor. Örgütlü bir işçi sınıfının yokluğunda patronlar eğip bükebilecekleri yönetmelikleri çok rahat çıkarıyor. 

Kısacası bu tarz başlıklar emekçilerin çalışma saatlerini ya da koşullarını iyileştirmek bir yana, kazanılmış haklarına yapılacak yeni bir saldırının işaret fişeği olacak gibi gözüküyor.”

                                                      /././

Erdal Eren hâlâ 17 yaşında...(soL-Arşiv)

12 Eylül darbecilerinin yaşını büyüterek idam ettiği 17 yaşında bir devrimciydi Erdal Eren. İdam edilişinin 43. yılında Erdal Eren hâlâ 17 yaşında ve mücadelesini sürdürüyor…

12 Eylül faşist yönetiminin mahkemeleri tarafından yaşı büyütülerek 13 Aralık 1980'de idam edilen Erdal Eren, katledilişinin 43'üncü yıl dönümünde anılıyor. 

30 Ocak 1980’de ODTÜ öğrencisi Sinan Suner’in cenazesinde yaşanan olaylar sonrasında er Zekeriya Önge’yi vurduğu iddiasıyla tutuklanan Erdal Eren, Kenan Evren'in "Asmayalım da besleyelim mi" diyerek, tek kanıt sunmadan idam ettirdiği devrimci gençlerden biri olmuştu.

Erdal Eren kimdir?

25 Eylül 1964 Şebinkarahisar doğumlu olan Erdal Eren, 12 Eylül darbesi öncesinde bir askeri inzibat erini öldürdüğü iddiasıyla hüküm giyen ve 13 Aralık 1980'de asılarak idam edilen Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği üyesi ve Ankara Yapı Meslek Lisesi öğrencisidir.

Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği üyesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğrencisi Sinan Suner, 30 Ocak 1980 tarihinde Milliyetçi Hareket Parti'li bakan Cengiz Gökçek'in koruması Süleyman Ezendemir tarafından vurularak öldürüldü. Erdal Eren, Suner'in öldürülmesini protesto etmek için 2 Şubat 1980 tarihinde gerçekleştirilen gösteride gözaltına alınan 24 kişiden biriydi. Gösteri esnasında çıkan çatışmada ölen er Zekeriya Önge'yi öldürdüğü iddiasıyla tutuklandı ve yargılanarak 19 Mart 1980 tarihinde idama mahkum edildi. Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan karar, 13 Aralık 1980'de Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde infaz edildi.

Erdal Eren idam edilmeden 16 saat önce kendisini ziyaret eden gazeteciler Savaş Ay ve Emin Çölaşan'a, “Avukatıyla görüştürülmediğini, 18 yaşının altında olmasına rağmen idam edilmek istendiğini, yaşının 18'den küçük olduğunu tespit edecek olan kemik testi yapılması talebinin kabul edilmediğini, vurduğu söylenen jandarma erine çok uzaktan ateş açtığını ama otopside yakın atışla öldüğünün kanıtlandığını, kendisini ibret olsun diye asacaklarını ve ölümden korkmadığını" söyledi.

İdam kararı verilen Erdal Eren'in 17 olan yaşı bir gün içinde 18 olarak büyütüldü ve sonrasında hemen idam edildi.

Ağabeyi Erkan Eren, Erdal'ın Mamak Askeri Cezaevi'nde tutuklu kaldığı dönemde gördüğü ağır işkencenin izlerine tanık olduğunu dile getirdi. Erdal Eren'in idam edildiği tarihte yaşının 18'den küçük olduğunu belirten Erkan Eren, infazı radyodan öğrendiklerini ve Erdal Eren'in kimsesizler mezarına gömülmek istendiğini söyledi.

Ailesine mektubu

Ölümünün 43. yılında bir kez daha saygıyla andığımız Erdal Eren’in ailesine yazdığı mektubunu soL okurlarına sunuyoruz:

"Sevgili annem, babam ve kardeşlerim

Sizlere bugüne kadar pek sağlıklı mektup yazamadım. Ayrıca konuşma olanağımız ve görüşmemiz de olmadı. Zaten dışarıdayken de birbirimizi anlayacak şekilde konuşamadık. (Bu konuda sizlere karşı büyük oranda hatalı davrandım. Ancak bunu size karşı saygı duymadığım, bu nedenle böyle davrandığım şeklinde yorumlamamanızı dilerim) bu nedenle sizlere anlatacağım, konuşacağım çok şey var. Ancak olanak yok. Düşüncelerimi bu mektupla anlatmaya çalışacağım. Şu anda ne durumda olacağınızı tahmin ediyorum. Ama çok açıklıkla söylüyorum ki benim moralim çok iyi ve ölümden de korkum yok. Çok büyük bir ihtimalle bu işin ölümle sonuçlanacağını çok iyi biliyorum. Buna rağmen korkuya, yılgınlığa, karamsarlığa kapılmıyorum ve devrimci olduğum, mücadeleye katıldığım için onur duyuyorum. Böyle düşünmem, böyle davranmam, halka ve devrime olan inancımdan gelmektedir. Ölümden korkmadığımı söylemem, yaşamak istemediğim, yaşamaktan bıktığım şeklinde anlaşılmamalı. Elbette ki hayatta olmayı ve mücadele etmeyi arzularım. Ancak karşıma ölüm çıkmışsa, bundan korkmamam, cesaretle karşılamam gerekir. Biliyorsunuz ki bu ceza işlediğim iddia edilen suçtan verilmedi. Asıl amaçlanan böyle bir olayla gözdağı vermek ve mücadeleyi engellemek hedefine dayalıdır. Bu nedenle sizin de bildiğiniz gibi, kendi hukuk kurallarını çiğneyerek bu cezayı verdiler.

Cezaevinde yapılan (neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda ölüm korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşamına son vermesi işten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak, ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile. Sizlere bunları anlatmamın nedeni yaşamaktan bıktığım ya da meselenin önemini, ciddiyetini kavramadığım gibi yanlış bir düşünceye kapılmamanız içindir. Bütün bu yapılanlar, başımdan geçenler, kinimi binlerce kez daha arttırdı ve mücadele azmimi körükledi. Halka ve devrime olan inancımı yok edemedi. Mücadeleyi sonuna kadar, en iyi bir şekilde yürütmek ve yükseltmekten başka amacım yoktur. Mesele benim açımdan kısaca böyle. Ancak sizin açınızdan daha farklı, daha zor olduğunu biliyorum.

Anne, baba ve evlat arasındaki sevgi çok güçlüdür, kolay kolay kaybolmaz. Ve evlat acısının da sizin için ne derece etkili olacağını biliyorum. Ama ne kadar zor da olsa bu tür duygusal yönleri bir kenara bırakmanızı istiyorum. Şunu bilmenizi ve kabul etmenizi isterim ki, sizin binlerce evladınız var. Bunlardan daha niceleri katledilecek, yaşamlarını yitirecek, ama yok olmayacaklar. Mücadele devam edecek ve onlar mücadele alanlarında yaşayacaklar. Sizlerden istediğim bunu böyle bilmeniz, daha iyi kavramaya çaba göstermenizdir. Zavallı ve çaresiz biriymiş gibi ardımdan ağlamanız beni yaralar. Bu konuda ne kadar güçlü, ne kadar cesur olursanız, beni o kadar mutlu edersiniz. Hepinize özgür ve mutlu yaşam dilerim.

Devrimci selamlar, oğlunuz Erdal."

Dekor (Yiğit Günay-soL)

"Milliyetçilik ve liberalizm, iki kardeş akım, iki yandan solun en temel ilkelerine saldırıyor."

“Öyle olunca, Harry, sanki tüm ruhumu, ona ceketine iliştirecek bir çiçek, kendi beyhudeliğine albeni katacak bir dekor, bir yaz günü süsü muamelesi yapacak birine vermişim gibi hissediyorum.”

Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi

Görünürde, bir polemik yazısı bu, konusu da Filistin.

Esasında, son yirmi yılda Türkiye’nin düşünsel hayatında yaşanan bir dönüşüme işaret etme çabası.

                                                        * * *

                                                              Meriç Gök
Dün, Yeni Yaşam’da Meriç Gök imzalı, “Solun antisemitizmi” başlıklı bir yazı yayımlandı. Gök, “Bir siyasal hareket, sol-sosyalist olduğu için, per se (kendiliğinden/doğal olarak) antisemitizmden münezzeh ve muaf olmuyor” diyor, Filistin’i destekleyen solun, Yahudi düşmanlığı yaptığını söylüyor. Yalnız, tam olarak hangi sınır aşıldığında antisemitizme düşülüyor, onu belirtmiyor yazar, böylece Filistin yanlısı tüm sol töhmet altında bırakılıyor.

Önce, yazının “görünürdeki” polemik niteliğinin hakkını vermek üzere, Gök’ün argümanlarını biraz inceleyelim.

Bir defa, Gök, 7 Ekim’de Gazze’deki Filistin güçlerinin düzenlediği Aksa Tufanı’nı nasıl tanımlıyor, oradan başlamalı. Dünyanın en büyük açık hava hapishanesinde tutsak olan Gazze halkının “yeter artık” dediği gün, Gök’ün yazısında bir yerde “İsrail’e Hamas militanlarınca 7 Ekim’de düzenlenen ve 1945’ten bu yana gerçekleşen en büyük Yahudi katliamı” olarak, bir diğer yerde “Hamas’ın 7 Ekim pogromu” olarak niteleniyor.

Aslına bakılırsa, yazının ilk halinde 7 Ekim günü, “bir müzik festivalinin basılıp bin kişinin katledilmesi” olarak niteleniyordu. Anlaşılan, yazarlarının bir kısmı Filistin halkının mücadelesine destek veren Yeni Yaşam’ın yazı işleri, belki gün içinde gelen tepkilerden de etkilenerek, yayımlanmasından saatler sonra yazıya müdahale etmiş, ifadeyi bir nebze ehlileştirmişler. “En azından” diyebilir, iyi işaret sayabiliriz.

Peki, Gök’e göre niye solun Filistin’e desteği “antisemitizm” anlamına geliyor? Gök’ten aktaralım:

“Aralarında vaktiyle antisemitik yönü tartışılan BDS (İsrail’e karşı Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi, ve Yaptırımlar) hareketine verdiği destek nedeniyle Almanya’da da protesto edilen Judith Butler’in de olduğu bilim insanlarının imzaladıkları açık mektuplarda, İsrail’in Gazze halkına karşı ‘soykırım’ uyguladığı belirtilerek Yahudi soykırımı göreceleştirilebiliyor ve bu sırada Avrupa’da, Yahudilerin yaşadığı binaların kapıları yine Davut yıldızıyla işaretleniyor.”

Boykot hareketinin “bir vakitler antisemitik yönü tartışılmış” ama kim, ne zaman, ne demiş, sonuç neye bağlanmış öğrenemiyoruz. Dolayısıyla bu ifadeyi izi kalsın diye atılmış nesne sayabiliyoruz. 

Butler’ı Almanya’da kim protesto etmiş o da belirtilmemiş, biliyoruz, önemsemiyoruz.

Gazze halkına “soykırım” uygulandığını söyleyenin, “Yahudi soykırımını göreceleştirdiği” suçunu idrak etmeye çalışıyoruz. İki türlü anlıyoruz: Ya, demek istiyor ki Meriç Gök, Yahudi soykırımı bir ve tektir, başka hiçbir sistematik soy kırımı “soykırım” sayılıp da Yahudilerinkine halel getirilmemelidir, ya da, bir kez soykırıma uğramakla Yahudiler ilelebet muhafaza edecekleri bir dokunulmazlık kartı kazanmıştır, başka soykırımlar da söz konusu olabilir, ama Yahudilerin yaptığına soykırım katiyen denilememelidir.

Bu pek beter argümanı, daha da beter bir mantık hatasıyla pekiştiriyor Gök. Bilim insanları Filistin’e destek mektupları yayımlarken, “Avrupa’da Yahudilerin kapıları işaretleniyor”, demek ki bundan da onları sorumlu tutmak gerekiyor.

                                                       * * *

Meriç Gök, ardından, solun Yahudi düşmanlığının köküne işaret ediyor. “Marx bile” diyor:

“Solun antisemitizmine güç veren önemli bir başvuru kaynağı da genç Marx’ın ‘gerçek Yahudi’yi, Yahudilere dair ‘pratik gereksinim’, ‘kişisel çıkar’, ‘para’ ve ‘bezirgânlık’ gibi klasik stereotiplerle tanımlamış olduğu erken dönem (1843) çalışması olan ‘Yahudi Sorunu Üzerine’ başlıklı risalesidir.”

Marx’ın “Yahudi Sorunu Üzerine” makalesini uzun uzadıya tartışmak, bu yazının sınırlarını aşar. Fakat, birkaç noktaya dikkat çekebiliriz.

Meriç Gök makaleyi okudu mu, bilemiyoruz, fakat arama motorlarına sosyalizm ve antisemitizm yazdığınızda çıkan sayısız siyonist karalama metninde tam da Gök’ün yaptığı alıntıya işaret edildiğini söyleyebiliyoruz.

Marx, söz konusu yazıyı, esası başka olsa da, görünürde bir polemik olarak kaleme alır. Yanıt verilen, Moses Hess’tir. İlk siyonistlerden diyebiliriz, kimi bakımlardan soldadır, ama dindar bir Yahudi’dir, milliyetçidir. Marx’a kusur atfedilen “kişisel çıkar”, “bezirgânlık” gibi ifadeler Hess’ten alıntıdır. Hess, bizzat kendisi “Yahudi”yi böyle açıklamaktadır. 

“Yahudi” özellikle tırnak içinde, zira burada ele alınan belli bir Yossi, Binyamin, İshak değil, toplumsal algıdaki “Yahudi”dir.

Gök değinmemiş, beslendiği Siyonist yazılarda, Marx’ın antisemitizmini perçinlemek için, “Son tahlilde, Yahudilerin kurtuluşu, insanlığın Yahudilik’ten kurtuluşudur” sözü de sık sık yinelenir. “Gördünüz mü”, denir, “Marx, bütün Yahudilerin yok edilmesini istiyordu”.

Elbette, Marx’ın kastettiği, üstyapıdır, dindir, toplumsal algıdaki Yahudi ve bunun kökenidir. Ama bütün solu ve bu arada Marx’ı antisemitist olmakla suçlamanın gerek şartı, kavrayış kıtlığıdır. Biraz da cahilliktir.

Yoksa, okusalar, Marx’ın “İşçi sınıfı, kendisiyle birlikte tüm sınıfları ortadan kaldıracaktır” sözünü “Gördünüz mü, Marx intihar bombacılarını da destekliyor” diye alıntılamak kaçırılacak fırsat mıdır?

                                                        * * *

İntihar bombacıları demişken… Meriç Gök, yazısının girişinde, doğru yaklaşım örneği olarak, Jean-Paul Sartre’ın “Antisemitizm bir Yahudi sorunu değil, bizim bir sorunumuzdur” sözlerine atıfta bulunuyor. 1945’te, Nazilerin yenilmesinin ertesinde kaleme aldığı bir makaleden Sartre’ın antisemitizm tanımını aktarıyor.

Oysa, bilmiyor. 1967’den sonra Sartre, adım adım, İsrail karşıtı bir noktaya evriliyor. O kadar ki, intihar eylemlerini dahi destekliyor. “Kurumsallaşmış terör karşısında her zaman karşı-terörü destekledim. Ve kurumsallaşmış terörü hep işgal, topraklara el koyma, keyfi gözaltılar ve benzeri olarak niteledim” diyor.

Gök, bilse, bizzat kavramın tanımını aldığı Sartre’ı da antisemitist ilan edecek, ama “7 Ekim pogromu” demek işine geliyor.

                                                               * * *

Şimdi, polemik kısmından çıkıp, işin esasına doğru gelelim.

Böyle demek, niye Meriç Gök ve benzerlerinin işine geliyor?

Sorunun yanıtının izlerini, son otuz yılda dünyanın ve ülkemizin geçirdiği dönüşümde sürebiliriz.

Sosyalizmin geri çekildiği, emperyalizmin yaşamın her alanına fütursuzca müdahale ettiği bu dönemde, sol, ideolojik olarak mahkum edilmek istendi. Hâlâ bu deneniyor. Milliyetçilik ve liberalizm, iki kardeş akım, iki yandan solun en temel ilkelerine saldırıyor.

Milliyetçilik, bölgede ulusal çıkarlar adına sırtını ABD’ye dayamayı, İsrail’le yakın işbirliği kurmayı meşru göstermeye, liberalizm, İsrail karşıtlığını, antiemperyalizmi mahkum etmeye çalışıyor.

Böylece Meriç Gök ve niceleri, “İsrail, Gazze, Hamas: Türkiye, Rojava…”  başlıklı yazıda olduğu gibi, Filistin direnişini yalnızca “Rojava’ya destek” için bir dekor olarak anıp, ardından “yalnız İsrail düşmanlığı da yapmayın” diye ekleyerek, Filistinlilerin zinhar dekordan öte görünmemesini diliyor.

Son otuz yılda yaşandı bu dönüşüm. Vakit aldı. Biraz geriye gittiğinizde, Filistin direnişini desteklememenin, hele İsrail yandaşı olmanın herkes tarafından kınandığını görürdünüz. Ulusal çıkarlar ABD ve İsrail’le işbirliğini gerektirdiğinden Filistinliler’i pogromla suçlamazdı kimse. Gericilik ve gerici figürler gayrımeşruydu, aşiretlerle işbirliği hor görülürdü, seçim pazarlıkları, siyasi güç dengeleri, sermayeyle kol kola girmeyi haklı çıkarmazdı.

Şimdilerde milliyetçilerin ve liberallerin hep bir ağızdan solun en temel ilkelerine suç muamelesi yapmasına bakmayın.

Filistinliler de, sol da dekor olsun istiyorlar.

O iş zor.

Zira ne Filistinliler ne de sol, ruhlarını, kimse ona kendi beyhudeliklerine albeni katacak bir dekor muamelesi yapsın diye vermiyor.


(derleyen: mstfkrc)







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder