Savaş ekonomisi (Anıl Çınar)
Erkan, 2026’yı bekleyin diyor… Yani, emekçilere uzuun bir savaş açtık demek istiyor. Bu o kadar böyle ki Gaye hanım düşman kampta tanınmamak için tertibatını bile düzenliyor.
Nedir savaş ekonomisi?
Savaş ekonomisinin mantığı bütün kaynakların tek bir amaç için, düşmanla savaşabilmek için seferber edildiği bir ekonomi yaratmaktır.
Lakin, bunun için önce bir düşmanınız olmalı ve ona savaş ilan etmelisiniz.
Türkiye’nin böyle bir düşmanı bildiğimiz kadarıyla yok. Halbuki Türkiye açıkça ilan edilmemiş bir savaş ekonomisine adım atmış bulunuyor.
“Açıkça ilan edilmemiş”…
Aslında Merkez Bankası Başkanı’nın sözlerine bakacak olursak bu düşmanın kim olduğu bayağı ilan ediliyor.
Gaye Erkan enflasyonda yol alıyoruz diyor. Sonra, halk için asıl önemli başlıklarda yani ulaşım, yemek ve kiralarda gerilemenin yavaş olacağını araya sıkıştırıyor.
“Vatandaş zaten daha ne kadar kemer sıkacak ki?” diyor. Sonra usulca “vatandaşın kemerini yeterince sıkmıştık ve şimdi daha fazla sıkacağız”la devam ediyor.
Erkan, 2026’yı bekleyin diyor…
Yani, emekçilere uzuun bir savaş açtık demek istiyor.
Bu o kadar böyle ki Gaye hanım düşman kampta tanınmamak için tertibatını bile düzenliyor.
Sanki bir padişah, sanki bir müfettiş… Markete de pazara da sık gidiyorum diyor: “Ama beni tanıyamazlar. Saçımı topluyorum, at kuyruğu yapıyorum. Eşofmanlarımı da giyiyorum. Kimse tanımıyor.”
Hayır… Sınıfının insanı, sınıfının bir yüzü Gaye Erkan. O da sınıfı gibi sinsi, burnunun büyüklüğünden ettiği lafı bile göremeyecek kadar da akılsız…
Demek ki bu başka bir savaş ekonomisi. Bu savaşta saldıran taraf, enflasyonla, teşviklerle, özelleştirmelerle zenginleşmiş sermaye sınıfı.
Yani bu savaşı düşman sınıfımız, patronlarımız ilan ediyor. Size grev yaptırmayacağız, üç kuruş zamla oyalayacağız, seçimlerle reklamlarla aklınızı alacağız diyor.
Nitekim hakkını arayan Özak tekstil işçisine Urfa’da jandarmayla saldırılıyor. Patronların mülküne, AKP’nin ve MHP’nin oyun alanına dönüştürülmüş sendikalardan ayrılmak isteyene çıkış kapısı gösteriliyor.
Asgari ücret trajikomik bir pazarlığın konusu yapılıyor, insanın en temel hakkı olan barınma hakkı önce piyasanın insafına sonraysa Gaye Erkan’ın esprilerine terk ediliyor.
Bu düşman emekçinin, işçinin aklıyla alay etmeyi de ihmal etmiyor!
Elbette, ne Mehmet Şimşek ne de Gaye Erkan bu memleketin bir çocuğu. Gafları,“sakarlık”ları her şeyi ilan ediyor.
Ancak bu isimler Türkiye’de ne ilktiler ne de son olacaklar. Ayrıca, savaşta sıkılan merminin hesabı olmaz denirmiş. Mermiye değil, silahı verenin kim olduğuna bakmak gerekirmiş.
O halde tekrar etmeliyiz. Türkiye’nin ekonomisi bu düşman sınıfın çıkarları için, Türkiye’nin büyük holdingleri ve patronları için seferber edilmiştir.
Emekçinin geçim derdi, hayatta kalma çabası, kölelik şartlarında çalışmak zorunda oluşunun asıl kaynağı ne göçmenlerle ne cehaletle ne liyakatle ne de başka bir şeyle ilgilidir.
Türkiye’nin sorunlarının asıl kaynağı kendi servetine, kendi holdinglerinin kârına dokunulmasını istemeyen bu asalak sınıftır. Bu asalak sınıfın üyeleri TÜSİAD toplantılarında, futbol kulüplerinde, türlü hayır ve reklam işlerinde boy göstermektedir.
Bugünkü Türkiye’nin ekranları, gazeteleri, sosyal medyası işte bu sınıfın üyelerine, bu sınıfı zengin eden düzene laf söylemeden muhaliflik icra eden şovmenlerle dolmuş durumda.
Demek ki ekranlarda esip gürlemekle, hedef şaşırtmakla olmuyor bu işler. Ortada bir savaş varsa, ciddiye almak gerekiyor.
Bunun için de önce düşmanını iyi bellemek.
/././
Bazı tartışmaların çözümü (Aydemir Güler)
Asıl çözüm, farklı görüşlerin kapışmasından değil sosyalizmin yeniden oyun kuracak bir güce ulaşmasından elde edilebilir. Bu yönde sıçrama olduğunda bazı tartışmalar şaşırtıcı hızla önemsizleşecektir.
Güncel siyasal ayrımlar, nesnelse, yapıntı değil gerçek olduklarını sürekli hissettiriyorlarsa tarihsel derinliğe sahip oldukları düşünülmelidir. Ne kadar derine inilmesi gerektiği konusunda rivayet muhteliftir…
Örnek olsun; Alevi dinamiğinin 16.yüzyılda bir Yavuz Sultan Selim sorunuyla bağını kolayca kurabiliyoruz, ama kuşkusuz dahası da var. İslam’ın siyasal, ideolojik ve kurumsal hegemonyasının bir dizi reaksiyona neden olmasıyla konunun ilişkisi eskidir. Bölgenin kadim bir halkı olarak Kürt başlığının da kökleri tartışmalıdır. Milliyetçi ideolojiler ulusu ezelden beri var olan bir kategori sayarlar. Bunu bütün ulusal formasyonlar için geçebiliriz, ama bugünkü Kürt sorununu kavramak için, yine de hayli gerilere gitmekte yarar olacaktır. Velhasıl güncel akımların birbirlerinden ayrı hatta karşıt konumlanışlarının, kural olarak “tarihsel” kaynakları vardır.
Ancak çelişkiler, ilk günah gibi, doğdukları biçimde donup kalmazlar. Bir dizi faktörle biçimlenen bir “dönemsel bağlam” geçmişten gelen çelişkileri yeniden yapılandırır. Deyim yerindeyse, bu bir yeniden formatlama işlemidir. Toplumsal dinamikler söz konusu olduğunda eski büsbütün silmeyecektir. Yeni bir bağlam oluştuğunda bir süreliğine üstü örtülen, önemsizleşen unsurlar yeniden sivrilebilir.
Elbette bu değişimlerin sosyal ve ekonomik temelleri vardır. Yeniden yapılanmanın noktasını ise siyasal mücadele koyar. Haliyle siyasal mücadeleyi tarihin derinliklerinde değil güncelliğin içinde verebilirsiniz. Dolayısıyla muhtelif rivayetlerde ne denirse densin, bunlar ne kadar yerinde olursa olsun, tartışma bugüne dairdir.
Yine aynı örneklerden gidersek; Aleviliğin siyasal merkezle sorunlu ve gelgitli ilişkisi Cumhuriyetle birlikte özgün bir bağlama oturmuş, söz konusu kesim hukukta, kurumlarda, ideolojide karşılığı net olan laik yurttaşlığa tutunmuş, Atatürk sempatisi dokulara işlenmiştir. Kürt toplumuysa merkezi devletin güçlenmesiyle itildiği tali ve ezilmiş konumunun, bir de defalarca kana bulanması sonucu Cumhuriyetle ilişkisini kaçınılmaz biçimde “sorunlu” olarak hisseder olmuştur.
Bu örneklerde bağlamı belirleyen bir burjuva devrimi olarak Cumhuriyet ve onunla paralel modern ulus-devlettir. Burjuva devrimi devraldığı toplumsal dinamiklerin geçmişini önemsizleştirmiş, kendi tanım çerçevesini belirginleştirmiştir. Sonra; her şey gibi bu da evrilir…
Sol, 1960-80’e denk düşen yükseliş çağında bütün bu yapılara, ister istemez yeni bir bağlam sunmaya çalıştı. Aleviliğin komünal gelenekleri dağ köyündeki cemde gizlenmekten çıkıyor ve modern kentlerde formatlanmayı bekliyordu. Solun Alevi emekçilere kültürel ve politik olarak açtığı kanallar karşılık buldu. Siyasi mücadelenin koyduğu “dönemsel noktada” Nâzım Hikmet’in Bedrettin Destanı’nın, Ruhi Su’nun ses verdiği türkülerin, Birinci TİP’in sunduğu çıkış yolunun katkısı vardır. Solun cumhuriyetçi karakteri, komünal geleneklerin işçi sınıfı mücadelesinde yeniden doğmasını kolaylaştırdı. Köylü çocukları öncü işçi oldular, devrimci genç oldular. Sosyalizm kavgası verenlerse bu topraklarda tahmin ettiklerinden çok daha derin kökleri olduğunu kavradılar.
Kürt kimliği de 1960’lara, o güne kadarki durumdan farklı olarak, ağalarla değil eğitimli demokrat aydınlarla girdi. Şeyhlerden Meclise milletvekili, toprak ağalarından kapitaliste ortak devşirmenin ötesinde pek de bir açılımı olmayan egemen düzen hazırlıksızdı. Sonuç olarak “arkaik yerelin modern merkeze tepkisi” dönüşüm geçirdi. Yoksul ve aydın Kürtler ezilenlerin sömürü düzenine karşı mücadelesinin bir unsuru oluyordu. Cumhuriyetle “sorun” bitmiş değildi, ama sosyalist çözüm o sorunu başlı başına bir hesaplaşma nedeni olmaktan çıkarıyordu.
Evrim ve mücadele sürdü. Türkiye kapitalizminin yeni gözdesi İslamcılık örnek verdiğim akımlara yeni bir bağlam dayattı. Her etki, tepkisiyle birlikte varlık kazanır. Bu anlamda yukarıdaki “nokta koyma” deyimini mutlaklaştırmak yanlış olur. Solun kucakladığı Alevi ve Kürt dinamikleri de Alevici ve Kürtçü tepkiler üretmişti. Sosyalizmin çözümünün parçası olmak yerine kendi özerk çözümlerini aradılar… Bugün de İslamcı kuşatması da birçok tepki görüyor. Ancak verili durum ne olursa olsun, dinci gericilik 21.yüzyıl başında Türkiye’de çeşitli toplumsal, ideolojik, politik akımlara güncel bir bağlam sunmuş bulunmaktadır. Bugünkü mesafeler, ilişkiler, karşıtlıklar, tarihsel kökenlere sahip olsalar da, somut olarak bu bağlamın ürünüdür.
Yükseliş çağımız, Türkiye sosyalizminin kendisini toplumsal bir deneye tabi tutabildiği en önemli zaman aralığıydı aynı zamanda. O yıllarda sosyalizm bu yazıda bahsi geçen iki akımla yeni bir ilişki kurmuş, güçlü bir davette bulunmuştu. Sosyalizmin domine ettiği bu ilişki sayesinde, bütün bileşenlerin kimlik kartına yeni tanımlar işlendi. Dinci gericilik bu tanımları kazımak için büyük bir uğraş verdi. Ancak kısa sayılmayacak bir mesainin sonunda 2023 itibariyle sular durulmuş olmaktan uzaktır.
Sosyalizm, suların durulmasını değil devrimi arar. Oysa düzen içi akımlar istikrar yaratmak zorundadırlar ve bu görev açısından bakıldığında dinci gericilik başarılı olamamıştır. Konumuzla ilgili kısmi başarılarıysa bizim açımızdan ağır sorunlar anlamına gelmektedir.
Aleviliğin tarihsel derinliğe sahip komünal, eşitlikçi, aydınlanmayla barışık bir dinamik olmaktan İslamın bir mezhebi olmaya doğru gösterdiği kayma, gericiliğin kısmi başarısı sayılabilir. Kürt dinamiğinde Cumhuriyet karşıtlığının güçlenmesi de İslamcılığın memlekete attığı format çerçevesinde, kurduğu dönemsel bağlam içinde yaşanan bir olgudur.
Bunları neden mi yazdım? Söz konusu akımlardan, sosyalizmin geçmişte oluşturduğu bağlamın dışına hatta karşısına taşan örnekler çıkabiliyor. Buradan güncel polemiklerin ve tarih değerlendirmelerinin feyz almaması mümkün değildir. Elbette tartışılacak… Ama benim bu yazıyı bağlayacağım yer şu olacak: Asıl çözüm, farklı görüşlerin kapışmasından değil sosyalizmin yeniden oyun kuracak bir güce ulaşmasından elde edilebilir. Bu yönde bir sıçrama olduğunda bazı tartışmalar şaşırtıcı bir hızla önemsizleşecektir. Öte yandan sıçrama olmadığı sürece tartışmaların bir verim sağlama olasılığı pek düşüktür.
/././
Genişleme mi, genleşme mi? (Engin Solakoğlu)
Biz ne desek inanmayanlara, Komünistleri “aşırılıkla”, “çarpıtmayla”, “sabit fikirlilikle” suçlayan bu tayfaya en güzel yanıtı yine Avrupa Birliği verdi. Brüksel’e teşekkürler!
Fizik, Kimya gibi bilim dallarındaki bilgim ortaokul seviyesinde dahi sayılmaz. Vektörleri bilirim, biraz da elektrik konusunu. Genleşme teriminden hayal meyal anımsadığım ise ısı uygulanan maddenin hacmen büyümesi gibi bir şeyler. Tren raylarının soğukta büzüşüp sıcakta genleşmesi benzeri örnekler kalmış aklımda.
Benim gençliğim, daha doğrusu genç memurluğum Avrupa Birliği çılgınlığı içinde geçti. Salt siyasetçiler de değil, toplum önüne çıkan kim varsa söze “Avrupa Birliği’ne girmekte olduğumuz şu günlerde...’ diye başlardı. Örnek olsun, “Avrupa Birliği’ne girmekte olduğumuz şu günlerde, sırtımıza çok kaşırsak yara olur!”
Dönemin ruhu Avrupa Birliği’ne dair her ayrıntıyı bilmeyi, en azından öğrenmeye çalışmayı gerektiriyordu. Patron örgütü TÜSİAD’ın briyantin destekli sözcüleri “Avrupa’nın bir ilkeler, değerler ve kurallar bütünü olduğunu” tekrarlayıp dururlardı. Bunlar yerine getirildiğinde üyelik sadece bir zaman meselesiydi. Avrupa kucağını açmış bizleri bekliyordu. Maastricht kriterleri ve Kopenhag kriterleri bunlardan belki de en önemli ikisiydi. Şimdi dar akademik çevrelerden başka kimsenin aklına gelmeyen bu iki kavramı açıklamakla başlayalım. Bunlar çok basitleştirerek söylersek Avrupa Birliği denen kulübe girebilmek için yürütülecek müzakere sürecine başlayabilmek için aranan boy ve kilo ölçütleriydi.
Daha teknik bir açıklama isterseniz, Maastricht kriterleri şöyle tanımlanıyor: İlgili ülkenin enflasyon oranı Birlik içinde en düşük enflasyona sahip üç ülkenin yıllık enflasyon oranı ortalamasının 1,5 puandan fazla geçmemelidir. Devlet borçlarının GSYİH’ya oranı %60’ı geçmemelidir. Bütçe açığının GSYİH’ya oranı %3’ü geçmemelidir. Uzun vadeli faiz oranları, bu alanda en iyi performans gösteren 3 üye ülkenin ortalama faiz oranını 2 puandan fazla aşmamalıdır. Son olarak da ilgili ülkenin parası son iki yılda diğer üye ülkelerin paraları karşısında devalüe edilmemiş olmalıdır.
Kopenhag kriterleri ise demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, azınlık haklarına saygı ve işleyen piyasa ekonomisi olarak sıralanan 5 temel şartı barındırır.
Türkiye’nin Avrupa sevdası devam ederken önce Maastricht kriterleri (büyük ölçüde) tutturulmuş, Kopenhag kriterleri ise uzun pazarlık ve değerlendirmelerden sonra 2004 yılının aralık ayında düzenlenen AB Zirvesi’nde “yeterince” yerine getirilmiş sayılmıştı. Hani şu, Erdoğan heyetinin Ankara’ya dönüşünde gündüz vakti havai fişek patlatılan 17 Aralık 2004 Zirvesi’nden söz ediyorum.
O günler geride kaldı. AB zirveleri artık ülke gündeminde yer almıyor ve kısa haberlerle geçiştiriliyor. Geçen hafta düzenlenen zirvenin ise kısmen bir istisna oluşturduğu söylenebilir. Bu zirvenin önemli özelliği AB’nin bir süredir uzak durduğu genişleme konusuna yeniden dönmüş olmasıydı.
Birliğe uzun zamandır “genişlemeyelim de derinleşelim” kaygısı hakimdi. Bunun önemli nedenlerinden biri AB içindeki halkların genişleme meselesine doğrudan refah kaybı ve ilave göçmen yükü gözlüğüyle bakmalarıydı. Avrupalı siyasetçiler de aşırı sağın yükseldiği, Avrupa Federalizmi düşüncesinin kan kaybettiği bir siyasi atmosferde bu topa girmek istemiyorlardı.
15 Aralık 2023 Zirvesi’nde alınan kararlar bu denklemin değiştiğini gösteriyor. Takip etme ihtiyacı duymayanlar için hatırlatalım. AB, Ukrayna ve Moldova’yla üyelik müzakerelerini başlatma, Gürcistan’a ise adaylık statüsü verme kararı aldı. Üstelik de Ukrayna’ya dair kararı alırken bizim hiç de yabancısı olmadığımız türden mükemmel bir şark kurnazlığına imza attı.
Bırakalım sıradan mevzuatı, Anayasası dahi seçmece usulü uygulanan bir ülkede yaşadığımız için sızlanıyoruz durmadan. Bu sızlanmalarımıza kimi zaman “Efendim, medeni bir ülkede, bir AB ülkesinde böyle bir şey olabilir mi?” türünden retorik sorular eşlik ediyor. Avrupa Birliği üyeliğinin medeniyette bir eşik atlama, kurallı, kaideli yaşama geçme anlamına geldiğine inananları, bunu savunan briyantinlileri, briyantinsizleri çok dinledik. Biz ne desek inanmayanlara, Komünistleri “aşırılıkla”, “çarpıtmayla”, “sabit fikirlilikle” suçlayan bu tayfaya en güzel yanıtı yine Avrupa Birliği verdi. Brüksel’e teşekkürler!
Öncelikle anımsatalım. Bir ülkeyle müzakere açma kararı oybirliğiyle alınıyor. Öyle herhangi bir parlamento tüzüğünde filan olabileceği gibi “katılanların oybirliğiyle” değil, üyelerin oybirliğiyle. Avrupa Birliği’nin patronları, Atlantik ötesindeki büyük patronunun talimatını yerine getirebilmek için gayet Akepevari bir manevra yaptılar. Ukrayna’yla ilgili karar alınırken, müzakerelerin başlamasına karşı olan ve Kopenhag kriterlerinin tekinin bile uygulanmadığı Macaristan’a “al sana üçbeş milyar Avro cep harçlığı, git Konsey bahçesinde bir sigara (Sigara sağlığa zararlıdır. İçmeyin, içirmeyin!) iç, çağırınca gelirsin” dediler. Her ne kadar AB yetkilileri bunun AB hukukuna uygun olduğunu iddia etseler de, TÜSİAD sözcüsü bile olsanız böyle bir palavrayı sindirebilmenizin mümkün olmaması gerekir. Bunun bırakın AB hukukunu Monopoly oyununda bile geçerli kabul edebilecek tarafı yok.
Bu işin usul tarafı. Bir de içerik yönü var. Ukrayna ve Moldova Maastricht ve Kopenhag kriterlerini yerine getirdiler mi? Burada tek tek verileri sıralayarak kimseyi yormayacağım ama kesinlikle hayır. Bu arada Kıbrıs örneğinde bir kez çiğnenen sınır bütünlüğü olmayan bir ülkenin üyeliğe alınmayacağı, herhangi bir savaş ya da çatışmanın AB’ye ithal edilmeyeceği prensibi ikinci kez görmezden gelindi. Ne de olsa emir büyük yerdendi.
Ukrayna savaşta. Bırakın kutsal inek mertebesindeki piyasa ekonomisini, enjeksiyon olmadan işleyen herhangi bir ekonomisi dahi yok. Muhalif siyasi partilerin çoğu kapatıldı. Öldürülmeyen muhalif liderler zindanda çürüyor. Bunlar yargı değil, olgu bu arada. Rusçayı ana dil olarak konuşanlar bırakın korunmayı sokaklarda işkence bile görüyorlar. Hukuk devleti yerine düşman hukuku devrede. Buyurun size Kopenhag kriterleri!
Bu köşenin müdavimleri için tekrar olacak ama yineleyelim: AB bu genişleme kararıyla ABD emperyalizminin uzantısı olma işlevini layıkıyla yerine getirmiş oldu. Yıllardır iddia edildiği gibi insan hakları, demokrasi gibi kavramların sermaye çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir anlam taşımadığını, Maastricht’in Hollanda’da geniş meydana sahip bir şehir, Kopenhag’ın ise Galatasaray’ın geçenlerde oynadığı bir futbol takımından ibaret olduğunu gösterdi. Bir zamanlar ABD hegemonyasına insancıl alternatif diye yutturulan AB’nin gerçekte ne olduğunu anlamamız için daha ne gerekir bilemem. Sonuçta AB genişliyor mu, genleşiyor mu belli değil.
O “insancıl” AB bu zirvede bir şey daha yaptı. Daha doğrusu yapmadı. 2 ayı aşkın süredir her gün yüzlerce insanın barbarca katledildiği, yakın dönemin gördüğü en büyük soykırım girişimi hakkında ortak bir bildiri dahi yayınlayamadı. İspanya, İrlanda, Malta gibi birkaç ülkenin bu yöndeki girişimi sonuçsuz kaldı. İsrail’in Filistin halkına karşı işlediği suçlar “insan hakları ihlali” kapsamında dahi değerlendirmedi. Ne diyelim? Çok yakıştı.
Aman şimdi birileri çıkıp “AB bize haksızlık etti, haçlı hilali şey etti, üyelik önce bizim hakkımızdı” filan diye saçmalamasın! Çelik ve Kömür Birliği olarak yola çıkan AB, ABD’nin ve sermayenin çıkarlarını koruma, kollama ve genişletme örgütü olarak yoluna devam ediyor. Türkiye’nin emekçi halkının Avrupa’dan elde edeceği hiçbir kazanç yok.
Küsmece, darılmaca yok! Yüzyıl önce nasıl belirlediysek kendi kaderimizi, bu kez daha da iyisini yapar, gericiliği ve sömürüyü tarihin çöp sepetine yine yollarız. İşbirlikçileri marifetiyle Türkiye’yi ucuz üretim üssü, zahmetsiz sömürü merkezi ve göçmenler için çalışma kampı haline getiren AB bizden ırak olsun, başka ihsan istemez!
/././
AKP İsrail karşıtlığında samimi olabilir mi? (Erhan Nalçacı)
Kendisini emperyalist devletler liginde görürken kendisi emperyalizm tarafından teslim alınmış bir ülke İsrail’in katliamlarını ancak seyreder.
Gazze’de İsrail katliamı sürüyor, enkaz altında kalan kayıplar henüz dâhil değil ama yarısı çocuk 20 bin kişi İsrail bombaları ile can verdi. Dünyada İsrail’in dışında hiçbir devletin böylesine bir cinayet işleme özgürlüğü bulunmuyor.
Gazze halkının %85’i evden yoksun kaldı. İsrail’in Gazze halkını sürmek istediği hastaneleri, okulları bombalamalarından belli oluyor, Gazze’de bir yaşam alanı bırakmıyorlar.
AKP 7 Ekimden beri İsrail’e sert çıktı, katliamı lanetledi, ateşkes ve sürecin yönetilmesi için garantör devlet olmayı önerdi. Henüz ulaşmasa da Mısır üzerinden Gazze’ye insani yardım gönderdi. Birleşmiş Milletler oylamalarından ateşkesten yana oy kullandı.
Bu karşıtlığın samimiyetini yakın tarih içinde test edelim:
1-İsrail karşıtı tek Arap devleti olan Suriye’ye karşı komploya Türkiye de katıldı
Hemen bütün Arap devletleri ABD emperyalizminin etkisinde İsrail karşıtlığından vazgeçerlerken Suriye yalnız kalmıştı. 2011 yılında ABD yönetiminde Suriye’ye karşı başlayan komplo jeo-stratejik amaçlar güdüyordu ve muhtemelen İsrail ile birlikte planlanmıştı. Suriye petrolü, doğalgazı olan zengin bir ülke değildi ama bir direnç odağıydı.
ABD Suriye’de bir iç savaş örgütlemek için sadece kullanışlı hale getirdiği cihatçı örgütleri kullanmadı, bölgedeki müttefikleri olan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ı da devreye soktu.
Suriye topraklarının bir kısmı zaten İsrail işgali altındaydı. Şimdi Türkiye, ABD ve Cihatçı çetelerin işgali altında. İsrail istediği haydutlukta bombalayabiliyor Suriye’yi.
Ve Suriye ABD ve diğer Batı emperyalizminin üyeleri tarafından haksız ve utanç verici bir ekonomik abluka altında tutuluyor.
Suriye komplosuna katılan İsrail karşıtlığında samimi olamaz. Bu başa yazılmalı.
2-ABD emperyalizmine karşı çıkmadan İsrail’e karşı çıkılamaz
Dünyanın hemen her yerindeki tekelci sermaye iktidarları dünyayı görülmemiş bir ahlaksızlığa sürükledi.
Her yıl Birleşmiş Milletler’de ABD’nin Küba’ya 60 yıldır uygulandığı insanlık ve hukuk dışı ablukası oylanır ve çoğunlukla ABD ve İsrail dışındaki bütün devletler ablukanın kaldırılması yönünde oy kullanırlar.
Böylece ellerini ve vicdanlarını temizlediklerini düşünürler. Ancak dönüp ABD ve İsrail’e karşı bir yaptırım öngörmezler, ilişkilerini bozmazlar, müttefiklik, mali ilişkiler ve ticaret devam eder gider.
Şimdi de Birleşmiş Milletler’de ateşkes oylamasında ABD ve İsrail’in yanı sıra hayır oyu ve durumu kurtarmak için çekimser oy veren ülkeler oldu. Türkiye de dâhil çoğunluk olumlu oy kullandı.
Ama Türkiye hala ABD’nin müttefiki. Hala ABD ve NATO üsleri, radarları, nükleer silahları Türkiye’de konuşlu. Hala dünyanın bu en haydut, en kalleş, en ırkçı, en kanlı devleti ile müttefik olmanın düzen siyasilerinin ahlakını lekelemediği düşünülür.
Türkiye hala ABD’den F-16 alma peşindedir, hala NATO’nun en büyük ordularından biri olmakla övünür, NATO’ya fiili olarak İsrail’in bulunmasına ses çıkarmaz.
3-Kategorik olarak emperyalizme karşı olmadan da İsrail karşıtı olunamaz
Öte yandan ABD bugün tek emperyalist odak değil. ABD hegemonya kaybettikçe irili ufaklı bütün sermaye iktidarları kendi için emperyalist bir tutum geliştirmeye başladı.
İsrail’e dönük kuvvetli bir yaptırım çıkmamasının bir nedeni de bu. Hemen hiçbir devlet halkların özgürlüğünden ve eşitlik içinde gelişiminden yana değil.
Türkiye ve İsrail’de egemen sınıf kendi tekelci sermayeleri. Her ikisi de yayılmacı bir siyaset güdüyorlar. Bazen rekabet oluyor ama öte yandan sınıf kardeşliği var aralarında.
Örneğin, Türkiye’nin Filistin sorununda garantörlük önermesi bölgedeki hegemonyasını artırmayı amaçlamasıyla ilişkilendiriliyor.
Emperyalizme karşı çıkmak bugün düzene karşı bir isyandır, bunu yapamayanlar, sadece lafla protesto ediyorlar.
4-İsrail ile ekonomik ilişkileri sürdürürken inandırıcı bir karşıtlığı yükseltemezsiniz
AKP yönetime geldiğinde İsrail ve Türkiye arasındaki ticaret hacmi 1,4 milyar dolar kadarmış. Yirmi yıl içinde %500’den fazla artarak 9 milyar dolara kadar yükselmiş. İsrail demir-çelik ithalatının %65’ini Türkiyeli şirketlerden yapıyor örneğin. İsrail Türkiye’nin ihracatında 10. sırada bulunuyor.
Bu yükseliş ne “One Munite”den ne Mavi Marmara baskınından etkilenmemiş ve yükselmiş AKP yönetimi boyunca. Şimdi de Gazze katliamı ticareti etkilemiyor gözüküyor.
Gazze olayından önce Erdoğan ile Netanyahu’nun yurt dışında buluştuğu ve Erdoğan’ın İsrail petrol ve doğal gazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıma projesini ısıttığı söyleniyor.
Oysa İsrail devletinin ırkçı, baskıcı ve işgalci özelliği Gazze katliamı ile ortaya çıkmadı ki. Kurulduğundan beri Filistin halkını işgal ettikleri topraklarda yok etmek istiyorlar.
Diğer yandan bütün yukarıda saydıklarımızı bir kenara koyup Erdoğan’ın öfkesinin özellikle Müslüman Kardeşler ve Hamas hamiliği üzerinden gerçek olduğunu düşünelim.
Burası ele aldığımız konuyu ve günümüz Türkiye’sini anlamak için çok önemli. Erdoğan’ın Türkiye’yi yönetecek gücü yok. Çok güçlüymüş gibi gözükmesinin nedeni tekelci sermayenin mutlak diktatörlüğünden kaynaklanıyor.
İnönü, Menderes, Demirel, Ecevit, her neyse Türkiye’nin daha önceki bütün yöneticileri Erdoğan’dan güçlüydüler. Çünkü elleri altında yönetebilecekleri ve karar alabilecekleri bir kamu mülkü vardı, şimdi devlete ait neredeyse hiçbir şey kalmadı, neyi yöneteceksiniz.
Bakın, Erdoğan yüksek faize karşıydı. Şimdi Türkiye Batı emperyalizminin mali sermayesi tarafından yönetiliyor, yüksek faiz denilen uluslararası bankaların memesi Türkiye’yi esir aldı. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek mali sermayenin bir ajanı olarak bulunuyor. Son kamu mülklerini de peşkeş çekmek, birilerinin alıp yediği borcu emekçi halka ödetmek için görev başında.
Bu koşullarda yönetim ne İsrail karşıtlığı yapabilir ne de ABD karşıtlığı. Kendisini emperyalist devletler liginde görürken kendisi emperyalizm tarafından teslim alınmış bir ülke İsrail’in katliamlarını ancak seyreder.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder