Saray’ın Murat Kurum formülü (Berkant Gültekin)
Cumhur İttifakı, İstanbul adayını sonunda ilan etti. Saray, 31 Mart yerel seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’nun karşısına eski Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’u çıkardı.
Murat Kurum adaylığının kesinleşmesi sonrası sosyal medya hesabından, Ulaştırma Bakanı Abdulkadir Uraloğlu ile MacBook ekranına bakarken çektirdikleri “çalışıyoruz” temalı bir fotoğraf paylaştı. “İlk günden işe koyulduk” diyen çiçeği burnunda İBB adayı, kampanyasını hangi sütunlar üzerine oturtacağı ve nasıl bir çalışma tarzı benimseyeceğine ilişkin bir ipucu sundu.
Kurum, kentin kronikleşen trafik, ulaşım ve depreme hazırlık gibi temel problemlerini çözme iddiasını kampanyasının odağına yerleştirecek. Tüm bunların üstesinden bu sorunları 20 yıldır gideremeyen devletin gücüyle geleceğini vadedecek ve sürekli arkasında merkezi yönetimin desteği olduğunu hissettirecek. Fakat bu elbette Kurum’un tek başına belirlediği, kişisel bir yol haritası olmaktan çok Saray’ın İstanbul’u yeniden ele geçirme stratejisinin uzantısı.
Söz konusu strateji bazı ön kabullere dayanıyor. Bunlardan en önde geleni, 2017’deki Anayasa değişikliği referandumundan bu yana İstanbul’un genel ideolojik kamplaşmada muhalefetin baskın olduğu bir kent haline gelmesi. İktidarın “vatan-millet-Sakarya” söylemi, ülkenin diğer bölgelerinde olduğu kadar büyükşehirlerde etkili olamıyor. Bunu son cumhurbaşkanlığı seçimi de gösterdi. Erdoğan hem İstanbul’da hem de Ankara’da Kılıçdaroğlu’ndan az oy aldı.
İktidarın en zirve adayı bile muhalefetin en zayıf adayını yenemezken, iktidarın herhangi bir adayı, aynı şehirde muhalefetin en popüler adayını nasıl yenebilir? Hele hele şartlar hemen hemen aynıyken ve son seçimlerin üzerinden bir yıldan az bir süre geçmişken… Erdoğan metropollerde ideolojik düzlemde mağlup olduğunun farkında ve bilhassa İstanbul özelinde buna uygun davranıyor.
Saray, isimleri ya da profilleri yarıştırmanın baştan yarışı kaybetmek anlamına geleceğini biliyor. O nedenle iktidar cephesi, yurttaşın algısını genel politik kutuplaşmadan uzaklaştırıp “hizmet becerisi”ne çekmeye çalışıyor. Murat Kurum da genç yaşı ve “icracı” özgeçmişi üzerinden parlatılıyor. Sanki şehri 1994’ten 2019’a AKP geleneği yönetmemiş, 1999’dan bu yana deprem gerçeği yokmuş ve Kurum da bakanlığı süresince çok iyi bir sınav vermiş gibi iktidar, İstanbul’a bir “kurtuluş reçetesi” sunmaya çalışıyor. Üstelik bunu, Kanal İstanbul gibi İstanbul’un tabutuna son çiviyi çakacak projeyi savunurken yapıyor.
Yine bununla bağlantılı olarak Kurum’un muhalefet blokunu kenetleyecek bir imaja sahip olmama gibi bir özelliği mevcut. Onun aday olarak seçilmesinde bu çok önemli bir faktör. Örneğin, AKP İstanbul il teşkilatının aday olmasını istediği Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu, Kurum’un aksine ismine dönük antipati sebebiyle daha en baştan muhalefet seçmenini konsolide edebilir ve İmamoğlu’nun avantajını büyütebilirdi. Ancak Kurum, daha önce siyasi polemiklere fazla girmemiş olması nedeniyle henüz o kadar yıpranmış ve negatif algıya bulanmış bir figür değil. Seçimlere doğru gerilim yükseldikçe bu durum değişebilir elbette.
Son olarak Kurum, AKP’nin MHP’ye kabul ettirmekte zorlanmayacağı bir aday. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya için aynı şeyi söylemek zor olurdu. Yerlikaya göreve geldikten sonra, MHP’nin açıkça desteklediği eski bakan Süleyman Soylu’nun kadrolarına tırpan atmış ve odaklandığı konular nedeniyle partinin tepkisini çekmişti. Yılın son günlerinde Meclis’te MHP yönetimine yaptığı ziyaret buzları bir nebze eritse de adaylığının ittifakta bir kaynamaya yol açma ihtimali bulunuyordu.
31 Mart 2024 yerel seçimleri, sadece iktidarın İstanbul’u geri alma hedefiyle sınırlı görülmemeli. Bu aynı zamanda Saray için İmamoğlu’nu durdurma seçimi. Toplum İmamoğlu’nu, Erdoğan’ı sandıkta yenebilecek olan sayılı aktörler arasında görüyor. 2028’e giderken de bu imajı koruyabilmesi hayli belirleyici bir unsur olacak.
Eğer İmamoğlu, Kurum ismiyle alt edilebilirse, 5 yıl sonraki seçimlere daha zayıf bir rüzgârla gidecek. Fakat İstanbul, yine İmamoğlu ile muhalefet tarafından kazanılırsa, Saray 2028’i tedirgin bir ruh haliyle bekleyecek. İşte bu yüzden karşımızda bir yerel seçimden fazlası var. Ekrem İmamoğlu da bunun farkında olacak ki dün Murat Kurum’un adaylığıyla ilgili soruya “Ben rakibimi biliyorum” şeklinde yanıt verdi.
AKP’nin en büyük hedefi İstanbul’u yeniden almak ve bunun için Mayıs 2023 seçimlerindeki taktiğinin aksine ideolojik pozisyonlardan, genel siyasi tavırlardan soyutlanmış bir “hizmet belediyeciliğini” kutsuyor. Fakat hiçbir hizmet, ideolojilerden ve politik değer yargılarından bağımsız değil.
Bir şehrin nasıl yönetileceği, kaynakların nasıl ve kimler için kullanılacağı, halka sunulacak hizmetler ve bu hizmetlerin niteliği, trafik ve altyapı sorunlarının hangi yaklaşımla çözüleceği gibi meselelerin tümü benimsenen ideolojiyle ilgili. Trafik problemini yolları paralı hale getirerek ya da daha fazla yol yaparak mı çözeceksiniz yoksa metro hatlarının sayısını artırıp toplu taşımayı ekonomik ve işlevsel açıdan daha cazip kılarak mı? Bu soruya vereceğiniz cevap, ideolojik bakışınızın yansımasıdır. İktidar ideolojik kamplaşma minderinden kaçsa da muhalefet, kimliksel bölünmeyi aşarak halka hangi politik seçeneklerle karşı karşıya olduğunu doğru anlatabilmeli.
Hem İstanbul’un hem de memleketin diğer kentlerinin yıllardır rantçı politikalarla nasıl harap edildiğini 31 Mart’a kadar her fırsatta deşifre etmek ama bununla da yetinmeyip insan odaklı, yurttaşı temel alan bir belediyeciliğin bu topraklarda mümkün olabileceğine toplumu ikna edebilmek gerek. Aynı zamanda bunun gerektirdiklerini yapabilmek de...
/././
Faktoring yoluyla milyonlara çöktüler (Nurcan Gökdemir)
Ülke, 31 Mart’ta yerel yöneticilerini seçecek. Belediye başkanları, meclis üyeleri, muhtarlar belirlenecek. Ama herkes şu konuda hemfikir: Bu ülkede hiçbir yerel seçim, yerel yönetici belirlemekle sınırlı kalmaz, etkileri genel seçim gibi olur. 31 Mart için de söylenenler aynısı: 2028’e gidecek yolu belirleyecek, bazılarının önünü kapatacak, bazılarının önünü açacak, hem siyasi partiler hem de adaylar bu sonuçlara bakarak pozisyon alacak…
31 Mart’tan sonra daha antidemokratik, daha yoksul, daha umutsuz, gelir dağılımı bozuk bir ülkede mi yaşayacağız yoksa kötülüğün hızını biraz da olsa kesmek mümkün olacak m? Bunun yanıtını seçimden, iktidarın mı yoksa iktidara karşıtlarının mı başarı ile çıkıp çıkmayacağı verecek.
O zaman yerel seçime giderken kuralsızlık, yandaşı kollama, kamu kaynaklarının hoyratça harcanması, iktidara yakın çevrelerin fonlanması örneklerini konuşmak, yerel seçimin salt yerel yöneticileri belirlemek anlamına gelmediğini hatırlamakta yarar var.
FAKTORİNGLE VURGUN
AKP iktidarlarının sıradanlaşan hemen hemen her kamu kurumunda sayısız örneğine tanıklık edilen olaylarından biri sözünü edeceğimiz…
Kamu bankalarından birinin faktöring şirketinin mahalle bakkalının bile borçla mal verirken dikkat ettiği kurallara uyulmadan kamu kaynaklarının kötüye kullanmasının yeni bir örneği.
Bu olayda kamu bankasının faktöring şirketinin istihbarat bölümünün mali ve borç ödeme yönünden olumsuzlukları bulunduğu tespitine karşın bazı müteahhitlerle kurulan faktöring ilişkisini anlatacağız.
HAKEDİŞ VE FATURA OLMADAN
Faktoring, “Tahakkuk etmiş ama vadesi gelmemiş gelirlerin işi ya da satışı yapmış olan şirketlerin paralarını vadesinden önce ödeme, vadesi geldiğinde de borçlusundan tahsil etme işi”… Yani ödeme zorluğu çeken şirketlerin bilançolarını da düzenlemesine yardımcı olması için oluşturulan bir istemden bahsediyor. Hem özel şirketler hem kamu şirketleri tarafından yaygın şekilde başvurulan bir yöntem.
Sayıştay raporlarına konu olan kısmın aktörleri her tür kayırma haberlerinde sıklıkla karşımıza çıkan kamu bankaları ve inşaat şirketleri oldu. Ama bu ilişkiyi haber yapan diğer başlık ise adı geçen şirketlerle ilgili olumsuz istihbarat raporları bulunmasına karşın kamu bankalarınca faktöring finansmanı sağlanması…
Gelelim yaşananlara…
İlk örnek Mersin’de gerçekleştirilen bir üst yapım işinin yüklenicisi bünyesindeki iş ortaklığına “doğacak alacaklarına” karşılık 126 milyon liralık faktöring finansmanı sağlanıyor. Bunlardan 5.5 milyon lirası ortada hiçbir hak ediş ya da fatura bulunmamasına karşın yapılıyor. Üstelik de istihbarat çalışmalarında firmalardan birinin ticari kredisinin ödemesinin geciktiği, yapılandırılmış kredisi bulunduğu ve hakkında iki adet haciz işleminin yürütüldüğü tespit ediliyor. Ayrıca bir kamu bankasının ticari şubesi grubun nakit sıkışıklığı içinde olduğunu da iletiyor.
Grubun bir başka firmasının ise açıkta bekleyen çekleri, çok sayıda protestolu senedi, ticari kredilerinde gecikme ve dört haciz ihbarnamesi ile iki icra kaydı bulunduğu da belirleniyor.
Grubun ana firmasının 19 icra kaydı, yapılandırılmış kredileri bulunduğu da istihbarat raporlarına yazılıyor.
OTOYOL MÜTEAHHİDİ
Balıkesir’deki Körfez Otoyolu’nun üst yapım işinin yüklenicisine de 60.3 milyon liralık faktöring finansmanı sağlanıyor. Aynı durum bu şirket için de söz konusu: “hak ediş ve fatura yok.”
Şirket hakkında üç haciz ihbarnamesi, 47 icra kaydı bulunuyor, geciken kredi ödemeleri var.
99 MİLYON TL’YE KARŞI 2 MİLYONLUK TAHSİLAT
Manisa’daki bir müteahhitlik şirketine de 33.6 milyon liralık faktöring finansmanı sağlanıyor. Bunun da hakediş ve faturaları, “karlı ihaleler” alamadığı için sıkışıklık yaşıyor, kamu bankaları ile kredi ilişkisinden kaynaklanan sorunları var, 99.6 milyon liralık faktöring kullanımına karşın yapılan tahsilatın tutarı 2.2 milyon lira. 2022 yılı sonunda risk bakiyesi 148 milyon liraya çıkıyor.
31 Mart’ta yurttaşın ihtiyaç kredisi talebini kılı kırk yararak geri çeviren kamu bankalarının bazı çevrelere karşı cömertliğinin sürüp sürmeyeceği de oylanacak, son söz olsun…
/././
Tıklım tıklım AVM’ler nasıl teker teker batıyor? (Ozan Gündoğdu)
Türkiye ekonomisini gözlemek için ülkeye gelen bir araştırmacı, AVM’leri gezse, Türkiye’de geçim sıkıntısı olmadığını düşünecektir. Zira AVM’ler tıklım tıklımdır. Meseleye uzaktan bakıldığında haksız da sayılmaz. Fakat aynı araştırmacı tıklım tıklım AVM’ler neden teker teker icralık olmaktadır sorusunu cevaplayamayacaktır.
Alışveriş Merkezleri ve Yatırımcıları Derneği Başkanı Nuri Şapkacı’ya göre, an itibariyle 447 AVM’nin 60 – 70 kadarı bankaların eline geçmiş durumda. Her 6 AVM’den biri icralık durumda. Sektörden gelen haberlere göre oran giderek artıyor.
Son olarak 9 adet AVM’si bulunan Hollanda Merkezli Multi Development adlı şirketin konkordato talep ettiğini ve mahkeme tarafından şirkete 3 ay mühlet verildiğini ekonomim.com yazarı Yener Karadeniz’den öğrendik. Peki neden? Çarklar nerede tıkanıyor da tıklım tıklım görünen AVM’ler borçlarını ödeyemiyor? Bunun için, Türkiye’de AVM çarkının nasıl döndüğünü anlamakta fayda var.
BİR AVM NASIL AÇILIR?
Konuya yabancı olanlar, kentin orta yerindeki bir AVM’nin nasıl dikildiğini bilmiyor olabilir. Bu süreci 3 adımda özetleyelim.
1. ADIM: Öncelikle, kentin yerel yönetiminin imar komisyonundan izin alınır. Yerel yönetim izin vermezse aynı izin Şehircilik Bakanlığı’ndan da alınabilir. Biri olmadı diğeri… Bu esnada aracılara komisyon verilir, avantalar dağıtılır. Böylece izni aldınız ve birinci adımı hallettiniz, sıra geldi inşaat için para bulmaya…
2. ADIM: AVM için kolları sıvadınız, izni aldınız, sıra geldi finansman sorununu çözmeye. Türkiye’deki AVM’lerin hemen hepsi aynı finansman yöntemiyle yapılır. AVM yatırımı için bankadan kredi çekilir. Çekilen kredi bir taşeron müteahhite verilir. Müteahhit AVM’yi inşa eder. Kentin orta yerindeki lüks binaya dükkanlar açılmaya başlar.
3. ADIM: İzni aldınız, krediyi çektiniz ve bir taşerona binayı diktirdiniz. Peki bankadan çekilen kredi nasıl ödenecek? Çok basit, dükkan kiraları kredilere tahsis edilerek… Bu kredilerin teminatı, AVM’nin kira geliri olur. AVM’lerin dükkan kiraları, kullanılan krediye tahsis edilir. 8-10 yılın sonunda kiralar krediyi öder.
SONUÇ: Ve AVM yatırımcısı, kentin göbeğinde mülk sahibi olur. Bu haliyle, yatırımcının yaptığı imar komisyonuna avanta dağıtmak, ardından bankadan kredi bulmak ve belki bu süreçte de avanta dağıtmak, ardından bir taşeron bulup inşaata girişmek ve sadece beklemekten ibarettir. Dükkan kiraları krediyi öder ve 8 – 10 yıllık vadenin sonunda borcunuz biter, milyon dolarlık mülk artık sizindir.
Böylece Türkiye’nin kalburüstü sanayicileri bile lüks AVM işine girerler. Gayrimenkul Yatırımcıları Derneği (GYODER) verilerine göre 2002’de 14 olan AVM sayısının, 2012’de 264’e yükselmesinin nedeni de işte bu finansman fırsatıdır.
KREDİ DÖVİZ, KİRALAR TL
Böylece Türkiye’nin 4 bir yanına AVM’ler açılmaya başlar. Kredilerin yüzde 80’i döviz cinsinden olduğu için, AVM’lerdeki dükkanların da kiraları dövize endekslidir. Döviz kuru istikrarlı olduğu için 2000’li ve 2010’lu yıllar, AVM yatırımcıları için harika geçmektedir. Türkiye zaten bir ithalat cennetine dönüştüğünden, küresel markalar için AVM’ler Türkiye’ye giriş bileti olur. Bundan 10 küsur yıl önceki şartlar AVM yatırımcısı için gerçek olamayacak kadar güzeldir. Ancak işler Türk Lirası’nın istikrarını kaybetmesiyle bozulacaktır.
2014’ten itibaren döviz kurlarının yukarı yönlü hareketleri, dövize endeksli kiraların sert şekilde artmasına neden olur. Devir “liralaşma” devri olduğu için 2018’de AVM dükkanlarındaki kira kontratlarının dövize endeksli olması yasaklanır. Böylece AVM sahipleri, TL cinsinden kira gelirleriyle, döviz cinsinden kredilerini ödemeye başlar ve elbette zorlanırlar.
CAN SUYU DÜŞÜK FAİZ
TL gelirine karşın döviz gideri, AVM yatırımcılarının nakit dengesini alt üst eder. Fakat neyse ki, bu döviz kredileri, 2019-2023 arasında son derece düşük faizle TL’ye çevrilebilmektedir. Pandemi boyunca, AVM yatırımcılarının izlediği yol da bu olur. Yıllık yüzde 80’e dayanan enflasyon ortamında, yüzde 13-14 faiz oranıyla, nakit dengesi bozulan işletmeler yüzdürülmeye başlar. İşlerin yolunda gitmediği açıktır, pandemiyle birlikte e-ticaret revaçtadır. Üstelik halkın alım gücü de düşmekte, metrekare başına verim reel olarak azalmaktadır. AVM’lerin geleceği pek parlak görünmese de, hiç değilse ucuz finansmana erişilebilmektedir. Bu sayede yaşama tutunur AVM’ler. Fakat deniz, Haziran 2023’ten itibaren faizlerin yükselmesiyle kurumaya başlar. Hem tüketiciler bireysel kredi kartlarını daha dikkatli kullanır hem de düşük faizli krediler yüksek faizle yapılandırılınca, finansman maliyeti nakit dengesini yeniden bozar. Kuru kalabalık içinde Arap turistlere hizmet veren dükkanlar kiralarını ödemekte zorlanınca, AVM sahipleri de kredilerini ödeyemez hale gelir. Sonuç, tıklım tıklım AVM’ler teker teker bankaların eline geçer.
/././
Bireysel silahlanmanın sosyolojik yansımaları (Şükrü Aslan)
Şimdilerde neredeyse olağan hale gelmiş cinayet haberleri bana, ilk kez 1970’li yılların ikinci yarısında geldiğim İstanbul’daki Topkapı Otogarını hatırlatır. Otogar o yıllarda otobüslerle kente gelenlerin ilk durağıydı ve İstanbul’da gündelik hayata dair tanıklıkların ilk mekanıydı. Topkapı Otogarı, Haydarpaşa ve Sirkeci tren garlarına göre çok daha hareketli bir yerdi.
Daha lise öğrencisi olarak geldiğim o otogarda, boynunda asılı ve sesi sonuna kadar açılmış teyplerden, adına da nedense ‘destan’ denilen ‘tüyler ürpertici cinayet’ vak’alarını anlatan kişileri görmüştüm. Ellerinde sözkonusu vak’anın yazılı olduğu birer sayfalık metinler vardı ve teypten, cinayete konu öyküler anlatılıyordu. Satıcıların da arada eşlik ettikleri bu dramatik anlatılar ilgiyle dinleniyor ve ‘bildiriler’i satın alınıyordu. Şehrin ticari hayatında bu deneyimi ‘makul’ kılan şey, herhalde bu nevi cinayetlerin istisnai bir durum olmasıydı.
∗∗∗
Yıllar geçti, teknolojiyle gündelik hayat değişti ve bu istisnai durum biçim değiştirerek olağan hale geldi. O kadar ki bugün artık neredeyse sadece öldürme ve şiddet haberlerini veren TV programları var. Şehir neredeyse bu ‘olağan tuhaf’ haberlerle uyanır oldu. Herhangi bir sokakta, meydanda, evde ya da eğlence yerlerinde birilerini vurmak, parçalamak, çöpe atmak sıradan bir haber haline geldi. Gündelik münakaşaların bir kısmı bile hazır taşınan silahlar sayesinde ‘cinayetlerle’ bitti. İstisna bu şekilde rutine dönüştü.
Ateşli silahlara erişimin kolaylaşması ise elbette bu tuhaf olağanlığın tetikleyici gücü oldu. Türkiye’de silahlarla hayatını kaybedenlerin sayıları, ilk kez binlerle ifade edilmeye başlandı. Mesela Adli Tıp ölü muayenesi verilerine göre, 2012-2019 yılları arasında 15.893 kişi ateşli silahlar nedeniyle yaşamını kaybetti. Aynı şekilde yaralananların sayısı da 2012’de 5.485 kişi iken, 2019’da 10.488 kişiye; neredeyse iki misline ulaştı.
Resmi verilerin yanı sıra Umut Vakfı’nın Türkiye Silahlı Şiddet Raporu’na göre sadece 2022 yılında medyaya 3.984 silahlı şiddet olayı yansıdı. Bu olaylarda 2.278 kişi öldürüldü, 4.231 kişi yaralandı. Silahlı şiddet olaylarının 616’sında (% 15.46) kesici aletler, 3.368’inde ise (% 84.54) ateşli silahlar kullanıldı. Ateşli silahların 143’ü beylik silah (askerlerin ve polislerin kullandığı resmi silahlar), 2.528’i tabanca, 840’ı ise kaleşnikoflar dahil çeşitli tüfeklerdi.
∗∗∗
Bu tedirgin edici sürecin bir başka özelliği, çocukların da birer kullanıcıya dönüşmüş olmasıydı. Adalet Bakanlığı verilerine göre yine sadece 2022 yılında “Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanun” kapsamında 3.352 çocuk yargılandı. Dava konusu olan bu çocuklardan 455’i 12-14 yaş, 2.897’si de 15-17 yaş aralığındaydı. Bütün bu verilerin gösterdiği gibi ülkenin çocukları da artık bu şiddet ve silah sarmalının bir parçası haline geldi.
Türkiye bütün bu süreçte silahlanma konusunda 178 ülke arasında hızla 14. sıraya yükseldi. Üstelik bu eğilim ruhsatlı silahlarda da gözlendi. Yine resmi bir rapora göre, silah bulundurma ruhsatı için 2019'da 13.206 başvuru yapılırken, 2020'de bu sayı % 34 artarak 17.751 oldu. Dahası ruhsatlı silahlar da aynı şekilde suç işleme aracı olarak kullanıldı. Mesela Emniyet Genel Müdürlüğünün 2008-2018 arasındaki on yılı kapsayan bir raporuna göre, ruhsatlı ateşli silahlarla işlenen suç sayısı 25.547 olarak gerçekleşti. Aynı dönemde ruhsatsız ateşli silahlarla işlenen suç sayısı da 159.123 idi.
Özetle bireysel silahlanma ve buna eşlik eden şiddet uzun zamandır Türkiye sosyolojisinin en önemli meselelerinden biri haline geldi. Bu şiddetin kurbanı olan insanların sayısı ürkütücü seviyelere yükseldi. En basit münakaşalar bile bireysel silahlar marifetiyle cinayetlere dönüştü ve bu dehşet verici eğilim devam ediyor. Ne var ki Türkiye’yi yöneten kurumlar ve siyaset, bu sosyolojiden habersiz görünüyor. Sistem bu sosyolojiye o kadar yabancı ki, bu son derece ciddi toplumsal mesele, iktidarların gündemine bile girmedi. Sanırım asıl büyük sosyolojik sorun da bu. Ülkede yönetici siyasetin bu meseleye yabancı, bihaber ve ilgisiz olması.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder