Fotoğraf: AA
Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) işçisinin 600 bin lira, TTK Genel Müdürünün ise 6 milyon lira aldığı 1990 yılında, ücretleri asgari ücretin altında kalan işçilerin canına tak etmişti. Bir yandan ’80 darbesi sonrası hayata geçirilen neoliberal politikaların diğer yandan umutsuzluğun büyüdüğü memlekette ’89 Bahar Eylemleri’nden sonra işçi sınıfının umudunu yükseltecek bir grevin ayak sesleri duyuluyordu. 30 Kasım 1990’da Zonguldak’ta greve başlayan maden işçileri, 4 Ocak’ta Ankara’ya doğru yöneldi. Bakanlar Kurulu ‘kanunsuz’ diyerek yürüyüşü engellemek istese de binlerce işçi 4 Ocak günü sabaha karşı ellerinde yiyecek torbalarıyla sendika önüne yığıldı.
33 yıl önce bugün; kilometrelerce uzunluktaki bu işçi yığını, Amasra, Ulus, Devrek ve Çaycuma’dan gelenlerle yüz bini aştı. Bütün bir kent ayakta, bütün ülkenin gözü buradaydı. Birçok ilden gelen ilaç, yiyecek, battaniye ile müthiş bir dayanışma da cabası. Kolluk kuvvetleri dördüncü gün Mengen’den işçilerin geçirilmeyeceğini söyledi. 186 işçi barikatı zorladıkları gerekçesiyle gözaltına alındı.
Kazanımları ve kaybettirdikleri ile Türkiye işçi hareketi açısından bir mihenk taşı olan yürüyüş, ’89 Bahar Eylemleri’nden sonra işçi sınıfına büyük bir cesaret ve umut vermişti. 33 yıl sonra asgari ücret genel ücret haline gelirken, toplu iş sözleşmesi imzalanan iş yerlerinde bile açlık oranlarına imza atılırken yürüyüşün Öncü İşçileri Ahmet Öztürk ve Sevda Akçura önemli bir uyarı yapıyor: “Her ekonomik talep anı zamanda politiktir. Mücadele etmeden alınan kazanımlar geçicidir.”
"GREV KOMİTELERİ OLUŞTURDUK"
Ahmet Öztürk, o dönem yer üstü işçisi. Öztürk, grevi oluşturan koşulları şöyle anlatıyor: “Büyük bir ekonomik yoksunluk süreci içindeydik. Türkiye’de neoliberal politikaların önü açıldı ve tüm kamusal alanlara azgınca saldırmaya başlandı. 12 Eylül darbesiyle birlikte sadece bizlerin değil, ülkedeki tüm çalışanların toplu iş sözleşmesi ve serbest pazarlık hakkı elinden alındı. Sendikalar kapatıldı. Tüm hak arama mücadeleleri yasaklandı. Yüksek Hakem Kurulunun belirlediği sefalet ücretiyle çalıştık. 24 Ocak kararlarıyla uygulanan politikaların havzada en çok mağdur ettiği kesim olarak bizler için bir mücadele alanı oluşuyordu. ’”86-88’lerde iş yerlerinde komiteler oluşturup özellikle toplu iş sözleşmesi süreçlerinde tabanın söz ve karar sahibi olabilmesi için yürüttüğümüz çalışmalar; politikleşmeye de evriliyordu. Bir şubede başlayan iş yeri komitelerini tüm havzaya yaymaya çalıştık. Grev sürecine girdiğimizde artık hemen hemen neredeyse havzadaki tüm iş yerleriyle organize olabilecek, haberleşebilecek bir aşamaya getirmiştik komiteleri.”
Kendisinin de o dönem grev komiteleri başkan yardımcısı olduğunu söyleyen Öztürk, “80-90 kişi daracık salonlarda toplantılar yapıp ertesi günkü eylemleri planlıyorduk. Grev komiteleri grevin bu derece görkemli olmasına katkı sağladı. Atılacak slogandan yürüyüş güzergahına kadar her konuda kararlar alan bir kurulduk ve ertesi gün bunları harfiyen yerine getiriyorduk. Bazen sendika yöneticilerimize de tartışmak zorunda kaldığımız zamanlar oluyordu” diyor.
TEZER İSTİFA ETTİ, DENİZER BAŞKAN OLDU
İşçilerde biriken öfkeyle birlikte sendikanın yönetiminin de değişmesiyle büyük grevin başladığını aktarıyor Öztürk: “Sarı sendikacılığın artık temsilcisi diye anılan Mehmet Tezer istifa etti, Şemsi Denizer başkanlığında bir yönetim oluştu. O dönem son derece büyük hak kayıpları vardı. Maden işçisi ürettiği kömürden belli bir oranda kömür bile alamıyordu artık. İşçilerin öfkesi birikerek artarken Dönemin Cumhurbaşkanı Özal, havzadaki ocakların tümüyle bir kamu zararı yarattığını ve kapatılması gerektiğini söylüyor, işçilere ise hiçbir gelecek programı sunmuyordu. Bu büyük öfke ve gelecek kaygısı, büyük bir mücadele motivasyonunu da oluşturdu ve maden işçisi büyük bir coşku ve kararlılıkla maden greve başladı.”
"4 OCAK’TA YÜRÜRÜZ, HAKLI KİMMİŞ GÖRÜRÜZ"
Zonguldak meydanlarında binlerce insanın yürüdüğünü, bu yürüyüşlere işçi ailelerinin de katıldığını hatırlatan Öztürk, Ankara’ya yürüme sürecinin gelişimine ilişkin ise şunları söylüyor: “Ulusal ve uluslararası düzeyde dayanışma örnekleri gördük. Bunlar bizim kararlılığımızı, inancımızı daha da artıran, motivasyonumuzu yükselten unsurlar haline geldi. Aralık ayının ortasından itibaren Başkan Şemsi Denizer’in de yönlendirmesiyle ‘Eğer biz toplu iş sözleşmesi masasında hakkımızı alamazsak Ankara’ya gider alırız’ şeklinde bir hedef ortaya çıktı. Grevin getirdiği yoksulluk da var, madenciler maaş alamıyor. 1 Ocak’ta asgari ücret yükselmişti, bizim maaşlarımız asgari ücretin altında kalmıştı. Tüm bu motivasyon ve içten içe gelişen Ankara söylemi yavaş yavaş bizi Ankara yürüyüşüne doğru zorladı. ‘4 Ocak’ta yürürüz, haklı kimmiş görürüz’ diye sloganlar atmaya başladık. Herkes eğer bu iş toplu iş sözleşmesi masasında çözülmezse Ankara’ya gidip orada hakkımızı alacağımız konusunda büyük bir kararlılık ve direnç ortaya koydu.”
VE YÜRÜYÜŞ BAŞLADI
4 Ocak sabahı herkesin sabahın erken saatlerinde sendikanın önünde toplandığını anlatan Öztürk şöyle devam ediyor: “İlk gün 45 kilometre ötedeki Devrek’e kadar yüründü. Devrek’te muhteşem bir dayanışma örneği sergilendi. O zaman sanırım SHP Belediye Başkanı Devrek’te anonslarla, ‘Bu gece bütün madencileri ilçemizde misafir edeceğiz. Herkes evini, gönlünü, iş yerini madencilere açsın’ çağrısı yaptı. İnsanlar kendi evlerine beşer onar işçi alıyordu misafir etmek için. Sadece akşam yemeklerini, sabah kahvaltısını vermekle kalmadılar, giderken işçilere azık da verdiler. Böyle göz yaşartıcı, sahnelerin olduğu bir gece geçirildi Devrek’te.”
KADINLAR: BİZİM DE MÜCADELEMİZDİR
Öztürk sonraki süreci şöyle anlatıyor: “Devrek’ten yola çıktık. Bir iki noktada asker aracılığıyla yolumuz kesilmek istendi. Bunlar boşa çıkarıldı, İkinci günün akşamı Mengen yakınlarına ulaştık. Orada biraz daha zor koşullarda konakladık. Ancak ülkenin dört bir tarafından kamyonlar dolusu yiyecek ve battaniye geliyordu. Kamyonlar dolusu çeşitli yardım malzemeleri geliyordu. Başta Aziz Nesin olmak üzere Türkiye’nin aydınları oradaydılar. Üçüncü sabahı Mengen’den yola çıktık, 10 kilometre ötedeki Dereler Köprüsü denen mevkide inanılmaz bir asker ve polis barikatı ile karşılaştık. Ucu bucağı görünmeyen asker polis ordusunun yanı sıra dağlara da konuşlanmışlar, neredeyse her ağacın arkasına mevzilenmişler. Kar yağıyordu, çok soğuktu ve geçişimiz engellendi. O zaman Şemsi Denizer müzakereler yürüttü. Bir sonuç alınamadı. Orada beklenirken ertesi sabah dördüncü güne girdiğimizde bazı arkadaşlarımız gözaltına alındı. Özal, işçilerin oradan geçişine izin verilemeyeceğini söyledi. Sendika yönetimi ilk kadınları göndermek istedi. Kadınlar bunu reddetti. ‘Biz eşlerimizin yanında olacağız. Bu mücadele bizim de mücadelemizdir’ diyerek karşı çıktılar. O dağ başında zor koşullar olmasına rağmen işçinin motivasyonunda en küçük bir düşme olmadı. Hiç kimse ‘Biz bu mücadeleden vazgeçmeliyiz’ duygusuna kapılmadı.
İLK KARAR TEPKİYLE KARŞILANDI
Öztürk, sendika yöneticilerinin devlet yetkilileriyle yaptığı görüşme sonrası geri dönme kararı alındığını söylüyor: “Orada sendika yönetimine ciddi tepkiler gösterildi. Arkadaşlarımızla beraber sendika yönetimini ikna etmeye çalıştık ama onlar da bir çatışma durumunda insanların zarar görmesi halinde kendilerinin böyle bir sorumluluk altına asla giremeyeceklerini ifade ettiler. Denizer ‘Bundan sonra bizi hiç kimse yok sayamaz’ diye bir konuşma yaparak kararı açıkladı. Denizer işçi üzerindeki karizmasını ve hitabetini koruyarak neden dönülmesi gerektiğini anlattı. ‘Bu yürüyüş kararını biz verdik, dönüş kararını da biz veriyoruz’ dedi ve alandan ‘Başkan sözünü dinleyeceğiz’ sözleri yükseldi. Ardından da getirtilmiş olan otobüslere binerek hepimiz Zonguldak’a döndük.”
Yürüyüş bitmişti, ama grev sürdü. 16 Ocak’ı 17 Ocak’a bağlayan gece, ABD’nin Irak’a saldırısını fırsat bilen Bakanlar Kurulu, 27 Ocak’ta Resmi Gazete’de yayımlanan kararıyla tüm grevleri yasakladı. Madencilerle birlikte 115 bin işçinin grevi sona erdi. Ankara’da yapılan görüşmeler sonucu işçilerin ücretleri 1.5 milyon lira civarına yükseldi.
GREVİN ÖĞRETTİĞİ VE GÖSTERDİĞİ...
Öztürk, Büyük Madenci Grevi’nin sadece dünya işçi sınıfının en görkemli hareketlerinden biri olduğunu söylüyor. Aradan 33 sene geçmiş olmasına karşın bugün hâlâ kapatılacak denilen maden ocaklarının çalıştığını belirten Öztürk, “Şayet bugün maden işçileri asgari ücretin üstünde ücret alıyorsa, bu o verilen büyük mücadelenin sayesindedir. Tarihimiz gösteriyor ki, ‘Hak verilmez alınır’. Dolayısıyla Türk-İş ve diğer sendikalar başta olmak üzere uzlaşmacı tavırlarla hükümetlere yaranarak elde ettikleri tüm kazanımlar geçicidir, bir gece yarısı cumhurbaşkanı tarafından ellerinden alınacak kazanımlardır. Dolayısıyla uzlaşmacı bir mücadele pratiğinin, sınıfsal bir kazanım haline dönüşümünün mümkün olmadığını o günkü mücadele anlayışımızla ortaya koyduk. Bizim Zonguldak sokaklarında attığımız sloganlar Zonguldak’ı aşmasa, ülkede, dünyada yankılanmasa, o göz yaşartıcı dayanışma örneğine dönüşmüş olmasaydı bizim o kazanımlarımız olmayacaktı. Verilen bir mücadeleyi sınıfın diğer unsurları da desteklemediği sürece o mücadele boğulmak zorunda.”
Büyük Madenci Yürüyüşü’ne katılan madencilerin eşleri -1991 | Fotoğraf: Hikmet Saatçi/AAEKONOMİK OLDUĞU KADAR SİYASİ TALEPLER
Yürüyüşte madenci eşlerinin yanı sıra TTK’de çalışan kadın işçiler de direnişin öncülerindendi. O dönem yerüstünde çalışan Sevda Akçura şunları anlatıyor: “Hak verilmez alınır demenin feryada geçtiği yerlerden biriydi bu yürüyüş. Çok büyük bir mücadele verdi işçiler. Orada dayanışmayı öğrendik, gerçekten hak arama mücadelesinin ne kadar önemli olduğunu gördük. Sadece Zonguldak değil Türkiye’deki bütün işçi sınıfına bir güç verdi, demek ki ‘Hak da aranabiliyormuş’ dedirtti. Zonguldak’taki greve akademisyenler, aydınlar, işçiler, herkes omuz verdi. Örgütlü güç olmanın ne demek olduğunu gördük. Önce siyasi bir şey yokmuş gibi görünse de ekonomik taleplerin aslında ne kadar siyasi olduğunu da öğrendik burada, hükümetin tutumuyla. ‘Demokrasi mücadelesi veriyoruz’ demiştik, oysa bugün bir korku politikası görüyorum. Bence işçilerden çok işçilere dayanışma vermesi gereken kesimler korkuyor. Herkesin sanki kaybedecek bir şeyi varmış gibi bir korku politikası yaratmış devlet. Herkes sus pus. Düşünebiliyor musunuz eskiden böyle şeyler olduğu zaman demokratik kitle örgütleri çok büyük yürüyüşler düzenlerlerdi. Ben işçilerde hâlâ bir potansiyel görüyorum hareket için, ama sendikaların durumuna bakın... Yine sadece işçilerin örgütlenmesi değiştirebilir bunu. Sarı sendikan varsa sendikaya karşı mücadele edeceksin. Bir kıvılcım bile bütün bir havayı tersine çevirebilir. Her şey örgütlenmekten ve kararlılıktan geçiyor.”
Hilal TOK / EVRENSEL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder