İhanetin bedeli (Barış Pehlivan)
84.678.372.715 ABD doları ya da 1.486.900.741.243 Türk Lirası. 21 sayfalık raporun son sayfalarında okuyorum bunu. Rakamlar yan yana geldikçe bir kötülük de büyüyor.
73 gün kaldı seçimlere. En çok konuştuğumuz da en büyükşehir İstanbul oluyor. “Ekrem İmamoğlu mu Murat Kurum mu kazanacak” sorusunun altında ise başka bir kaderin seçimi yatıyor. Hayır, bu seçimlerin sonucunun 2028’i de etkileyeceğini hatırlatmayacağım.
İmamoğlu cephesinin kampanya döneminde “Murat Kurum” ve “ihanet” sözcüklerini sık sık yan yana kullanacağını öğreniyorum. Keza, Sözcü’den İpek Özbey’e yaptığı açıklamalarda İmamoğlu bunun sinyallerini vermeye başladı. Peki, Kurum ne yaptı da ihanetle suçlanıyordu?
Biliyorsunuz, Cumhurbaşkanı Erdoğan 2017’de çıktı ve “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz” dedi. Erdoğan’ın o itirafı hiç unutulmadı. İki yıl geçtikten sonra da İstanbul’un yönetimi değişti.
Şimdi, koca kent İstanbul’un kaderi yeniden oylanacak. Metafor yapmıyorum, “Gerçekten neyi oyladığımızı biliyor muyuz” sorusu üzerine düşünüyorum. Yanıt ararken de bilinen ama yeniden hatırlanması gereken bir rapora göz atıyorum.
İBB muhalefet tarafından kazanılınca kurum içinde birçok muhasebe yapıldı. “Nasıl devraldık” diye özetlenebilecek bu çalışmalardan biri de İstanbul’daki büyük proje alanlarına dairdi. İBB İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı, AKP’nin 20 yıllık iktidarı boyunca İstanbul karnesini masaya yatırdı ve şu sorulara yanıt aradı:
1- Proje üretilen alanlarda imar planı değişiklikleri ile fonksiyon değişimleri olmuş mu? Donatı alanlarında ve imara açılan alanlarda üretilen inşaat alanı ne kadar?
2- Mevzuata ve mimari projeye aykırı olarak üretilen inşaat alanı ne kadar?
3- Bu değişimler ve aykırılıklar ile bu alanlarda ne kadar maddi kazanç sağlanmış?
130 PROJEDE RANT
İşte bu sorulara yanıt için toplam 227 adet büyük ölçekli proje ve kentsel alanın geçmişten günümüze kontrolleri yapıldı. İnceleme sonunda önemli usulsüzlüklerin ve değişimlerin olduğu 130 projeye de mercek tutuldu. Peki, sonuç ne mi çıktı?
Basitleştirerek yazayım.
İstanbul’daki 78 arazi donatı alanıyken imara açılmış. Yani o arazilerde sağlık kurumlarından kültürel tesislere kadar birçok kamu hizmeti verilmesi gerekirken yerine konut, AVM veya otel yapılmış. Toplam 16 milyon 112 bin 518 metrekare inşaattan bahsediyorum. AKP’nin İstanbul’da bu yolla imara açtığı yerlerin 8’inin daha önce askeri alan olduğunu da öğreniyorum.
Bitmiyor. AKP döneminde 2 milyon 846 bin 621 metrekarelik 7 orman alanı da yapılaşmaya yani imara açılıyor. Ormana dikilen betonların sahiplerinden biri de damat Berat Albayrak’ın kurucusu olduğu NUN Vakfı’na ait okullar.
Yine aynı rapordan öğreniyorum ki incelenen 130 proje içindeki 44 araziye yapılabilecek inşaat alanı 3 milyon metrekareyken 10 milyon 500 bin metrekare inşaata izin verilmiş.
Sonuç ne mi?
İstanbul’a yapılan bu ihanetin parasal değeri 1 trilyon 486 milyar Türk Lirası. Raporun hazırlandığı sıradaki kura göre ise 85 milyar dolar. Bu da İstanbul’un 2020 yılındaki gayrisafi yurtiçi hasılasına değer bir para.
Murat Kurum, AKP’nin belediye başkan adayı seçilince “İstanbul’daki beş yıllık duraklama dönemini hep birlikte bitireceğiz” dedi. Duraklamadan ne anladıklarının farkında mısınız?
/././
Siyasal alalama (Öztin Akgüç)
Gerçek niyet ve amaçların aldatıcı söylemler arkasına gizlenerek propaganda yapılması en hafif tanımlamasıyla siyasal alalamadır.
Son günlerde “Filistin’e Destek İsrail’e Lanet” söylemleri ardına sığınarak şeriat propagandası yapılıyor. “Hilafet” isteniyor, tevhit bayrakları açılıyor, iktidar övülürken muhalefete sövülüyor. Türkiye’de hilafet, şeriat isteklerinin, slogan atmanın, bağırmanın nasıl Filistin’e destek verildiğini ve İsrail’e lanet yağdırıldığını anlamak, aradaki ilişkiyi, bağlantının nasıl sağlandığını anlamak güç. Gerçekten Filistin’e destek olunacaksa her türlü lojistik destek sağlansın, yardım yapılsın. Hatta gönüllü birlikleri oluşturulsun, Gazze’de savaşıma katılınsın. Slogan atıp, pankart açıp, bayrak sallandıkça ve İsrail şiddetle kınandıkça Tel Aviv’in de bombardımanı şiddetleniyor. Filistin’in kayıpları artıyor.
Kilometrelerce uzakta, yürüyüş yapmakla, pankart açmakla, lanet okumakla ateşkes sağlanamayacağı gibi Filistin kayıplarının artması da ateşkes sağlamaz. Emperyalistlerin “insani facia yaşanıyor” yaklaşımının fiili etkisi olmaz. Emperyal güçler hümanist gözükür, takiye yaparak ödüller verir fakat insanca davranışta bulunmazlar. Barışı ve güvenliği korumak, uluslararasında ekonomik, toplumsal, kültürel işbirliğini sağlamak amacıyla kurulmuş Birleşmiş Milletler’den ateşkes kararının çıkmasını da engellerler. Ateşkes, ancak İsrail’in kayıplarının artmasıyla kamuoyundan gelecek baskılarla, emperyal güçlerin savaşı sürdürmenin çıkar yol olmadığını görmeleriyle sağlanabilir.
Söylem, eylem tutarsızlığı, gerçek kimliklerin, kimin hangi rengi ne zaman boyayacağının, bayrağı açacağının belirsizliği Ziya Paşa tarafından veciz şekilde, “Ümmîd-i vefâ eyleme her şahs-ı dagalde/ Çok hacıların çıktı haçı zir-i bagalde” olarak ifade edilmiştir. Kendilerini miliyetçi olarak yaftalayanların da hangi rengi boyayacakları, gerçek niyetlerini gösteren bayrakları ne zaman açacakları belli olmuyor. Türk bayrağı önünde “tevhit bayrağı” açılması gibi.
Tevhit, Tanrı’nın ululuğuna, tekliğine, eşsizliğine, tüm kudretin Tanrı’ya ait olduğuna, başka güç bulunmadığına inançtır. Günlük politika malzemesi yapılmamalı, kutsallık politikaya karıştırılmamalıdır.
Bu tür davranışları “siyasal alalama” olarak tanımlama hafif kalır. Takiye sözcüğü de tam betimleyemez; çıkar sağlamaya yönelik, gizli niyetleri farklı söylemler ardına saklayarak, dürüst davranmamayı “dalavere” diye tanımlamak yerinde olur.
Türkiye Süper Kupası’nın Riyad’da oynanması kararı federasyon başkanını, TFF’yi aşar. Emir, büyük yerden gelmiştir.
Mısır’da Müslüman Kardeşler olayına ilişkin Erdoğan’ın tutumu, ifadeleri Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerini gerdi. Gerginliği hafifletmek, ilişkiyi düzeltmek için Erdoğan’dan yüce gönüllü bir dizi davranış başladı. Riyad’ı ziyaret, kralın ölümünde ulusal yas ilanı, Kaşıkçı dosyasını uluslararası hukuka aykırı olarak suçlananın ülkesine göndermek gibi Süper Kupa’nın Riyad’da oynanması da jest dizisinin bir halkasıydı. Dursun Özbek’le Ali Koç’a, yalnız GS-FB’nin değil Türkiye’nin de itibarını korudukları için teşekkür borçluyuz.
Şeyh Sait İsyanı’nda da etnik temelli bir direnme alalamasıyla gündeme getirilmesi de bir açıdan yararlı olmuştur. Bağımsızlık savaşı yalnız emperyal güçlere karşı değil dini görüntü vererek emperyal güçlerle işbirliği yapanlara karşı da kazanılmıştır. Bu mücadele hâlâ savunulmaktadır.
Türkiye’nin Kudüs değil ama Musul sorunu vardır. Misakı Milli sınırlarına dahil olan Musul, I. Dünya Savaşı’nın ateşkes antlaşmasına aykırı olarak 3 Kasım 1918’de İngilizler tarafından işgal edilmiş, Lozan Konferansı’nda sert tartışmalara neden olmuş, bir anlaşmaya varılamamıştır. Şeyh Sait Ayaklanması’nın ardında İngiltere desteği olduğu yadsınamaz.
Toplum, olayların ardındaki gerçek neden ve niyetleri görmeli, aldatıcı gösterilere, siyasal alalamalara, dalaverelere kapılmamalıdır.
/././
ATATÜRK, HALİFELİĞİ ANLATIYOR (Sinan Meydan)
“Şöyle bir hayal vardır ki hilafet sıfatını takındığımız zaman bütün İslam âlemi (bize) yardımcı olacaktır. Nedir yani? En felaketli anları geçirdiğimiz zaman ne yaptılar? Bizim aleyhimize gelip savaştılar.” (Mustafa Kemal Atatürk, 16 Ocak 1923, İzmit)
Bu yıl, halifeliğin kaldırılmasının 100. yılı… Devlet başkanına (sultana/padişaha) dinsel dokunulmazlık kazandıran halifeliğin kaldırılmasıyla hem “ulusal egemenliğin” önündeki en büyük engellerden birine (diğeri saltanat) son verildi. Böylece cumhuriyetin istediği biçimde egemenlik “kayıtsız şartsız” ulusun oldu. Hem de cumhuriyetin laikleşmesi yolunda çok güçlü bir adım atıldı.
ATATÜRK HALKA GİTTİ
Atatürk, önemli devrimlerini yapmadan önce halkın nabzını tutmaya özen gösterdi. Bu amaçla yurt gezilerine çıktı. Yapacağı devrimleri halka anlattı, sorulara yanıt verdi ve kamuoyunu aydınlattı.
Atatürk, halifeliği kaldırmadan yaklaşık 1.5 ay önce de bir yurt gezisine çıktı. 14 Ocak 1923’ten 20 Şubat 1923’e kadar tam 35 gün süren Batı Anadolu gezisinde Eskişehir, Arifiye, İzmit, Bursa, Alaşehir, Salihli, Turgutlu, Manisa, Akhisar, Balıkesir ve İzmir’de gazetecilerle, yöneticilerle, komutanlarla ve halkla bir araya gelip görüş alışverişinde bulundu.
Atatürk, Nutuk’ta, 35 gün süren bu Batı Anadolu gezisinin amacını şöyle açıklıyor:
“Padişahlığın kaldırılması, halifelik makamının yetkisiz kalışı üzerine, halk ile yakından görüşmek, düşüncesini ve eğilimini bir daha incelemek önemliydi... Halkı uygun yerlerde toplayarak uzun görüş alışverişinde bulundum. Halkın bana diledikleri gibi serbest sorular sormalarını istedim. Sorulan sorulara 6-7 saat süren konuşmalarla cevap verdim.”
Atatürk, 15 Ocak 1923’te gittiği Eskişehir’de bazı yöneticilerle ve Eskişehir milletvekili ile 16-17 Ocak 1923 günlerinde de İzmit Kasrı’nda İstanbul’dan gelen gazetecilerle yaptığı İzmit Basın Toplantısı’nda ve İzmit’te halkla konuşmasında halifelik konusunda da ayrıntılı açıklamalar yaptı.
ŞÜKRÜ HOCA’YA YANIT
İzmit’e gittiğinde, Afyonkarahisar milletvekili Hoca İsmail Şükrü Efendi’nin Ankara’da “İslam Halifeliği ve Büyük Millet Meclisi” başlıklı bir risale (kitapçık) yayımladığını haber alan Atatürk, hocanın halifelik konusundaki tezlerine İzmit’te yanıt verdi. (Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir İzmit Konuşmaları, Ankara, 1982, s. 61)
Atatürk, Nutuk’ta bu konuda şunları anlatıyor:
“Gerçekten gerici bir grup, Afyonkarahisar milletvekili Hoca Şükrü’nün imzasıyla ‘İslam Halifeliği ve Büyük Millet Meclisi’ adıyla bir kitapçık yayımladı. Bu kitapçığın Ankara’da 15 Ocak 1923’te yayımlandığı ve bütün Meclis üyelerine dağıtıldığı bana İzmit’te bildirildi. Kitapçığın üzerine sadece 1339 (1923) yılı yazılmıştı. Ama kitapçığın, daha ben Ankara’da iken hazırlanıp basıldığı ve benim Ankara’dan ayrıldığım 14 Ocak 1923 gününün ertesinde ortaya çıkarıldığı anlaşılmıştır. Şükrü Efendi Hoca ve arkadaşları, ‘Halife Meclis’in, Meclis halifenindir’ gibi bir uydurma sözle Millet Meclisi’ni halifenin danışma kurulu ve halifeyi Meclis’in ve dolayısıyla devletin başkanı gibi göstermek ve kabul ettirmek istemişlerdir…”
“Arz etmeliyim ki Şükrü Efendi Hoca ve onun imzasını ileri süren politikacılar, sultan veya padişah unvanını taşıyan bir hükümdar yerine, unvanı halife olan bir hükümdar koyarak konuşmalar ve iddialar ortaya atmışlardı… Bütün Müslümanları kapsayacak bu muazzam hükümdarın eline kuvvet olarak 300 milyon Müslüman ümmetinden yalnız 10-15 milyon Türk halkını lütfetmişlerdi…”
“Muhterem efendiler. Bu kadar bilgisiz, dünya durum ve gerçekleriyle bu denli ilgisiz olan Şükrü Hoca ve benzerlerinin milletimizi iğfal için ‘Müslümanlık Kuralları’ diye yayımladıkları safsataların esasen yeniden anlatılacak bir değeri yoktur. Fakat bunca asırlarda olduğu gibi bugün dahi kavimlerin cehaletinden ve bağnazlığından yararlanarak bin bir türlü siyasi ve şahsi amaç ve çıkar sağlamak için dini alet ve araç olarak kullanmaya kalkışanların içeride ve dışarıda bulunuşu bizi bu konuda söz söylemekten ne yazık ki şimdilik alıkoyuyor. İnsanlıkta, din duygu ve bilgisi, her türlü boş inançlardan ayrılarak gerçek bilim ve teknik ışığıyla arınıp olgunlaşıncaya kadar din oyunu aktörlerine her yerde rastlanacaktır.” (Gazi Mustafa Kemal, Nutuk/Söylev, C.II, Ankara, 1989, s. 938-939, 942-944)
1923’te halifeliği savunan Şükrü hocalara yanıt veren Atatürk, 300 milyonluk İslam dünyasını bir halifenin yönetmesinin akıl ve mantıkdışı bir hayal olduğunu belirtiyor. Halifeliği savunan Şükrü hocaların, halkın “cehalet” ve “bağnazlığından” yararlanan “din oyunu aktörleri” olduğunu söylüyor. Ne acıdır ki halifeliğin kaldırılmasından 100 yıl sonra bugün, Şükrü hocalar gibi “din oyunu aktörleri” Türkiye’de hâlâ sahne alabiliyorlar.
HİÇ GERÇEKLEŞMEMİŞ BİR HAYAL
Atatürk, halifeliğin neden “anlamsız”, “mantıksız” ve “hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir hayal” olduğunu Nutuk’ta şöyle açıklıyor:
“Onların ileri sürdükleri gerekçe ve hükümlere göre halife adında hükümdar; Çin, Hint, Afgan, İran, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Asir, Mısır, Trablus, Cezayir, Fas, Sudan, kısacası dünyanın her tarafındaki Müslümanların ve Müslüman memleketlerin işlerinde söz sahibi olacaktı. Bu hayalin hiçbir vakit gerçekleşmemiş olduğu bilinmektedir. İslam cemaatlerinin birbirinden tamamen başka amaçlarla ayrıldıkları, Emevilerin Endülüs’te, Alevilerin Mağrip’te, Fatimilerin Mısır’da, Abbasilerin Bağdat’ta birer halifelik, yani saltanat kurdukları ve hatta Endülüs’te de her bin kişilik bir cemaatin ‘bir halifesi’ ile ‘bir minberi’ olduğu Hoca Şükrü imzalı kitapçıkta da yazılıdır.”
Atatürk, şöyle devam ediyor:
“Bu tarihsel gerçeği bilmezlikten gelerek hemen hepsi yabancı devletlerin uyruğu olan ya da bağımsız olan Müslüman milletlere ve devletlere halife adıyla bir hükümdar atamak akıl ve gerçekle bağdaşabilir miydi? Özellikle böyle bir hükümdarın makamını korumak için bir avuç Türkiye halkını bu işe adayarak bağlamak, onu yok etme yönünde uygulanagelen önlemlerin en etkilisi olmaz mıydı? (…) ‘Halifeliğin devlet, halifenin devlet başkanı olduğunu’ söyleyenlerin amaçlarının halife unvanlı bir kişiyi Türkiye devletinin başkanlığına geçirmek olduğu kolaylıkla anlaşılabilirdi.” (Nutuk/Söylev, C.II, s. 944-945)
YENİ TÜRK DEVLETİNDE HALİFELİK YOKTUR
Atatürk, Eskişehir’deki konuşmasında “Bağımsız bir Türkiye devleti varken ve egemenlik kayıtsız şartsız milletinken” Türkiye’de halifeliğe yer olmadığını söyledi. (İnan, s. 33)
Eskişehir’de ve İzmit’te, halifeliğin tarihsel sürecini anlattı. “Bütün İslam dünyasının bir noktadan sevk ve idaresi, halife adında bir adam tarafından sevk ve idaresi görülmemiştir” dedi. İslam tarihide aynı anda birden fazla halifenin “Müminlerin emiri” olarak hükümet ettiklerini belirtti. Dünya Müslümanlarını “Ümmet” adı altında bir noktada birleştirmenin imkânsız olduğunu söyledi. “Dinen, hilafet denilen şey yoktur” dedi. Örneğin, Hz. Ömer’in halife değil, “Müminlerin Emiri” olduğunu belirtti. “Hilafet demek hükümet demektir.” Bizim bir hükümetimiz vardır. “Buna nazaran başkaca halife söz konusu olamaz” dedi. “Bu devletin halife ile ilgisi yoktur” diye de ekledi. Daha sonra da Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun, Türkiye’de halifeliğe yer vermediğini açıkladı. “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. ‘Kayıtsız şartsız’ ifadesini buradan kaldırmadıkça Türkiye devleti herhangi bir kişiye veya herhangi bir makama, hâkimiyetini kapsayan hiçbir yetki veremez” dedi. (İnan, s. 33-34, 63-65, 67, 69)
Atatürk, İzmit Basın Toplantısı’nda, halifeliği kaldırma gerekçelerini de şöyle açıkladı:
“Dünya yüzünde bağımsız yeni bir Türkiye devleti vardır. Bu devleti kuran milletin bir TBMM’si vardır. Milletin, memleketin tek temsilcisi bu Meclis’tir. Türkiye devletinin başkanı da vardır. Bu şekil, dinidir, bilimseldir. Özellikle devletin bağımsızlığını en iyi koruyacak bir şekildir. Ve özellikle milli egemenliği gerçekleştirecek bir şekildir. Türkiye devleti başka bir makam tanımaz ve gerçekte başka bir makam yoktur. Yani halifelik makamının resmi bir niteliği yoktur.” (İnan, s. 63).
HALİFE TÜRK MİLLETİNİN SEMBOLÜ DEĞİLDİR
Atatürk, halifenin “tarihi bir sembol” olduğu iddiasına da yanıt verdi: “Bizim sembolümüz değildir… Kimse böyle sembol tanımıyor ki. Zannediyor musunuz ki Hintliler, Mısırlılar, Afganlılar vesaireler dini bir ilgi ile bize bağlıdırlar… Bunların bizden rica ettikleri şey, siz çalışın biz kurtulalım ve biz size hilafetten dolayı bağlıyız. Efendim, hilafetten dolayı bana bağlı olma! 70 milyonu kurtarmak için de 8 milyonu mahva teşebbüs etme. Mısır 14 milyon nüfusa sahiptir. Bizden daha fazla nüfusludur. Kendilerini kurtarmaya çalışsınlar. Efendiler, hilafet milletimize baş belasıdır. Osmanlı padişahlığı, hilafeti almadan önce Osmanlı döneminin en parlak aşamasını yapmıştır. Fakat bu hilafeti aldıktan birkaç yıl sonra düşüşe başlamıştır… Yani hilafet hiçbir şey kazandırmamıştır. Birçok musibetler getirmiştir.” (İnan, s. 70-71)
Atatürk, Türkiye’nin artık bütün İslam dünyasının sorumluluğunu üzerine alamayacağını belirtti. “Millete anlattım ki bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak göreviyle yükümlüymüş gibi düşünülen bir halifenin görevini yapabilmesi için Türkiye devleti ve onun bir avuç insanı halifenin buyruğuna verilemez. Millet bunu kabul edemez. Türkiye halkı bu denli büyük bir sorumluluğu, bu denli mantıksız bir görevi üstüne alamaz. Milletimiz yüzyıllarca bu boş görüşle hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup mahvolan Anadolu evlatlarının miktarını biliyor musunuz? Suriye’yi, Irak’ı korumak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için kaç insan yok oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuç ne oldu görüyor musunuz?”
Atatürk şöyle devam etti:
“Halifeye dünyaya meydan okutmak ve onun bütün Müslümanların işlerini elinde tutmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz, on katı nüfusa sahip büyük İslam kütlelerinden istemelidir. Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının, artık kendi hayat ve saadetinden başka düşünecek bir şeyi yoktur. Başkalarına verecek bir zerresi kalmamıştır.”
Atatürk, Nutuk’ta, hilafetçilerin “Boş bir istek için, bir ‘vehmü hayal’ için Türkiye halkını mahvetmek” istediklerini, “Hilafet ve halifeye görev ve yetki vermek düşüncesinin bundan ibaret olduğunu” söylüyor. “Bir Müslüman devleti olan İran veya Afganistan, halifenin herhangi bir yetkisini tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü bu, devletin bağımsızlığını, milletin egemenliğini ortadan kaldırır” diyor. (Nutuk/Söylev, C.II, s. 946-949).
Atatürk, 1923’teki o yurt gezisinde gittiği yerlerde halka şöyle seslenmişti: “Kesin olarak dedim ki ‘Milletimizin kurduğu yeni devletin alın yazısına, işlerine, bağımsızlığına, unvanı ne olursa olsun, hiç kimseyi müdahale ettiremeyiz. Milletin kendisi kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuza dek koruyacaktır.” (Nutuk/Söylev, C.II, s. 946-947)
HALİFELİK İSTEĞİNİN ANLAMI
Atatürk, 100 yıl önce, son derece gerçekçi ve bilimsel bir şekilde halifeliğe karşı çıktı: Halifeliğin İslam dünyasını birleştirmediğini, Türklerin halifelik hayaliyle İslam dünyasının sorumluluğunu üzerlerine almayacaklarını, halkın cehaletinden ve bağnazlığından yararlanan “din oyunu aktörlerinin” halifeliğe sahip çıktığını, halifeliğin Türk ulusunun tarihi sembolü olmadığını, halifelik isteğinin boş bir hayal için Türkiye’yi mahvetmek anlamına geldiğini, halifeliğin Türkiye’nin bağımsızlığına ve Türk ulusunun egemenliğine; cumhuriyete ve anayasaya aykırı olduğunu herkesin anlayacağı biçimde açıkladı.
100 yıl önce TBMM halifeliği kaldırarak “ulusal bağımsızlığı” ve “ulusal egemenliği” güvenceye aldı. Türkiye’de ümmetin ulusa, tebaanın yurttaşa, kulun bireye dönüşüm süreci hızlandı. Cumhuriyet laik nitelik kazandı. 100 yıl sonra bugün Türkiye’de hilafet istemek, Türkiye’nin bağımsızlığını, Türk ulusunun egemenliğini; kısacası Laik Cumhuriyet’i tehdit etmektir. Bugün hilafet istemek, Meclis yönetiminin dinsel dokunulmazlık kazandırılmış tek adam diktasına, ulusun ümmete, yurttaşın tebaaya, bireyin kula, Laik Cumhuriyet’in bir tür dinsel monarşiye dönüştürülmesini istemektir. Böyle bir istek, tarihsel akışa terstir, çağa aykırıdır, Türk ulusuna kötülüktür ve anayasal bir suçtur.
Atatürk’ün, kulaklara küpe olması gereken şu cümlesiyle bitirelim: “Halifeliğin durumuna gelince, bunun bilim ve tekniğin ışığa boğduğu gerçek medeniyet dünyasında gülünç sayılmaktan başka bir durumu kalmış mıydı?” (Nutuk/Söylev, C.I, s. 20-21).
/././
7 Ocak’ta Ankara’da önemli bir toplantı vardı. Benim de kurucuları arasında yer aldığım Halkın Teşkilatı, Türkiye çapındaki ilk toplantısını yaptı.
Halkın Teşkilatı derken laikliğin, kamuculuğun, Aydınlanmanın, antiemperyalizmin savunucusu olan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’ni (THTM) kastediyorum. Bu Meclis’in içinde Türkiye’nin kuruluşunu sağlayan en ilerici devrim olan Cumhuriyeti sahiplenen ve onu daha ileriye taşımak isteyen sosyalistler, komünistler, cumhuriyetçiler, Kemalistler var. Cumhuriyetçi birikimi sosyalist ilkelerle buluşturup Aydınlanmayı Anadolu’nun her köşesine yaymak için tutuşan yurtseverler var!
Ülkemizin dört bir yanındaki seçimlerle belirlenen 232 temsilciden 170’inin bir araya geldiği ilk Türkiye toplantısında heyecan ve kararlılık vardı.
NE İÇİN KARARLIYIZ?
Bağımsız ve egemen bir ülke için,
Laikliğin ayağa kaldırılması için,
Devletçi-planlı bir ekonomi için ve
Tüm yurttaşların eşit ve refah içerisinde yaşadığı bir toplumsal düzen için kararlıyız!
KARARLILIĞI ORTAYA KOYAN ÜÇ ÖNERGE
THTM’nin toplantıda kabul ettiği “ABD ve NATO üsleri derhal kapatılmalıdır” başlığını taşıyan birinci önergede, Türkiye’nin Soğuk Savaş yıllarından itibaren emperyalizmin bölgemizde yürüttüğü politikaların örtülü ya da açıktan parçası olduğu vurgulandı. THTM’nin “Türkiye’nin bağımsızlığının önünde engel teşkil eden hiçbir emperyalist vesayet kurumunun varlığının tartışmadan muaf tutulamayacağı” görüşünde olduğu, çünkü bu Meclis’in gündemini sermaye sınıfının hayal ve özlemlerinin değil, halkımızın huzuru ve güvenliğinin belirlediği açıklandı.
Bunun gereği olarak da THTM, “başta İncirlik olmak üzere ülkemizin sınırları içerisinde 16 farklı noktada konuşlanmış ABD üslerinin; ABD’ye ait olup çeşitli bölgelere dağılmış bulunan beş adet füze ve nükleer bomba kontrol merkezinin; ABD’ye ait olup yedi kritik şehirde faaliyet yürüten nükleer silah depolarının; Türkiye’de bulunan 15 NATO radarının varlığına bir an önce son verilmesi ve ülkemizde bulunan tüm ABD ve NATO askeri personelinin sınır dışı edilmesi gerektiğini” karar altına aldı.
Kabul edilen ikinci önerge, “Emeğe Yönelik Vahşi Saldırıya Karşı Direniş ve Örgütlenme Çağrısı”ydı. İktidarın uyguladığı emek karşıtı ekonomik politikaların, ana akım muhalefetin iddia ettiği gibi, hükümetlerin beceriksizliğinden ya da cumhurbaşkanının iş bilmezliğinden değil; sermaye sınıfını destekleyen kâr odaklı politikalardan yani sınıfsal özünden kaynaklandığının altı çizilerek şu karar alındı:
“THTM, bugün uygulanmakta olan ekonomi politikalarının gerçek yüzünü sergilemek, Mehmet Şimşek ve ekibi lehine bazı ‘muhalif’ kesimlerin de yardımıyla söylenen yalanları deşifre etmek, TÜSİAD başta olmak üzere sermaye örgütlerinin emekçilerin daha da yoksullaşmasına yol açan talep ve isteklerine karşı kamuoyunu oluşturmak, ekonomi yönetiminin halka hesap vermesini sağlamak ve işçi sınıfı başta olmak üzere halkın hayat pahalılığı, işsizlik ve eşitsizliğe karşı direncinin güçlenmesi için görev üstlenir.”
DEVRİMCİ YURTSEVERLERE SORUM VAR!
THTM, elbette Türkiye’nin en önemli sorunlarının başında gelen gericileşme konusunda da net bir duruş sergiledi ve “Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin görevden alınmalı ve laikliğe karşı faaliyetinden dolayı yargılanmalıdır” diyen üçüncü önerge de kabul edildi.
Bu doğrultuda tüm cumhuriyetçilere, Kemalistlere, ilericilere, solculara soruyorum: Halk neoliberal politikaların vahşi saldırısı altında ezilirken, toplum siyasal İslam’ın güdümünde gericiliğin karanlığına çekilirken, ülke emperyalist politikaların ağına çekilirken siz ne yapacaksınız?
Tarihin bu aşamasında, THTM gibi Türkiye’nin asıl ihtiyacı olan, devrimci yurtseverliğin gereklerini daha ilk toplantısında kayda geçiren bir oluşuma destek vermek hayatidir!
Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder