17 Ocak 2024 Çarşamba

Birgün KÖŞEBAŞI + (Mehmet Eymür: Bir ailenin uzun gölgesi-Hüseyin Aygün) - 17 OCAK 2024 -

İhtilaflı ittifak: Yeniden Refah baş ağrıtıyor (Berkant Gültekin)

Yaklaşan yerel seçimler öncesi AKP ile Yeniden Refah Partisi arasındaki anlaşmazlık giderilebilmiş değil. Mayıs seçimlerinde “müstakil” olarak seçime girme tavrından son anda vazgeçerek Cumhur İttifakı’na dahil olan YRP, hem ikna edilmeye dünden razı olmadığı yönünde bir izlenim yaratmış hem de seçimde aldığı oy oranıyla bu mesafeli tutumunun bir taban potansiyeline dayandığını göstermişti.

Kendini AKP’ye teslim etmeyen, “muhalif” karakterini yeri geldiğinde gösteren parti, CHP dolayımındaki işbirliklerine de dahil olmayarak DEVA, Gelecek ve Saadet’in yapamadığını yaptı ve kendine özel bir pozisyon yarattı. Bu özel pozisyonu sayesinde Saray’ın kara propagandasından ve sivri dilinden sıyrılan YRP, radikal sağ söylemin taşıyıcısı sıfatıyla muhafazakâr seçmen nezdinde gidilebilecek ikinci/üçüncü adres konumuna yükseldi.

Mayıs seçimlerinde AKP’den uzaklaşan ancak muhalif ittifaka da kendini ait hissetmeyen kitlelerin, “Refah” ve “Erbakan” isimlerinin de cazibesiyle YRP’ye yönelmesi ve partinin 5 vekil çıkarması, bu gerçekliğin yansıması. Ülke genelinde yüzde 2,9 oy oranına ulaşan YRP, İstanbul’da oyunu yüzde 3’ün üstüne çıkardı, Kocaeli, Rize ve Konya’da yüzde 5’i aştı, Karabük’te yüzde 8’i gördü, Bingöl’de ise yüzde 10’a dayandı. Henüz 2018’de kurulan partinin bu sıçramayı yoğun bir medya görünürlüğü olmadan yaptığı da gözden kaçmamalı.

“BİZ MUHALEFETİZ” VURGUSU

YRP, iktidarla dirsek temasını sürdürmekle birlikte yerel seçim sürecinde de kendi “parıltısını” korumaya çalışıyor. Gerek siyasi gündemlerde gerekse de seçim ittifakları konusunda Cumhur İttifakı’nın diğer ortaklarından farklı bir tutum takınıyor. Aralık ayında AKP-MHP oylarıyla kabul edilen 2024 bütçesini sert şekilde eleştiren YRP lideri Fatih Erbakan’ın faizden enflasyona, vergilerden sosyal yardımlara, asgari ücretten memur maaşlarına hükümetin ekonomi politikasını yerden yere vurması, seçim pazarlıkları öncesi Saray’a verilen önemli mesajlardan biriydi. Buna, önceden duyurulduğunun aksine Fatih Erbakan’ın Ekim sonunda İstanbul’da düzenlenen Filistin mitingine katılmadığını, YRP Genel Başkan Yardımcısı Suat Kılıç’ın bu kararı “Artık söylem zamanı bitti, eyleme geçmenin zamanıdır” sözleriyle açıkladığını ve “Biz muhalefetiz” vurgusu yaptığını da ekleyelim.

Geçen hafta Halk TV canlı yayınında konuşan YRP Genel Başkanvekili Prof. Dr. Doğan Aydal’ın AKP’ye yönelik eleştirileri de kriz zincirine kocaman bir halka ekledi. Aydal, AKP’nin yerel seçimlerde aday bulmakta zorlandığını, Erdoğan’ın İstanbul, Ankara, İzmir dışında hiçbir yeri önemsemediğini söyledi. Daha da önemlisi Aydal, Murat Kurum’a değil Ekrem İmamoğlu’na yeşil ışık yaktı. İmamoğlu için “Karşı tarafın savunduğu gibi gavur biri değil” değerlendirmesinde bulunan YRP yöneticisi, Kanal İstanbul’u kentin “beka sorunu” olarak ilan etti ve “Bu sebep bile Murat Kurum'un İBB başkanı olmaması için yeterlidir” şeklinde net bir tavır ortaya koydu. Aydal, Kurum’un bakan olduğu dönemde akılda poşetten başka bir şeyin kalmadığını dile getirdi.

Hafta sonunda İstanbul’daki YRP İl Divanı da iki parti arasındaki gerginliğin duraklarından biriydi. Sosyal medyaya yansıyan görüntülerde, AKP’li Bahçelievler Belediye Başkanı Hakan Bahadır’ın, konuşması sırasında, YRP’liler tarafından yuhalandığı görüldü. YRP’lilere “Boş boş bağırmayın. Burası Bahçelievler Belediyesi’nin yeri. Ben buradan çıkmam, çıkacaksanız siz çıkın” diyen Bahadır salondan ayrılırken, partililer “Refah gelecek yüzler gülecek” şeklinde slogan attı.

YRP TOK SATICIYI OYNUYOR

Bu gelişmeler AKP-YRP arasındaki iplerin ne denli gerildiğini gösterirken dün bir basın toplantısı düzenleyen YRP Genel Başkan Yardımcısı Suat Kılıç, “AK Parti ile Yeniden Refah Partisi heyetleri arasındaki görüşmeler kesildi. En son geçen hafta pazar günü olacak görüşmeyi ertelemek istediklerini bildirmişlerdi. Onun dışında herhangi bir randevulaşma söz konusu olmadı” dedi. Ancak bunun bir son olmadığını da daha sonraki ifadeleriyle belli etti: “Bizim herhangi bir talep ya da girişimimiz bu anlamda olmayacak. Ama AK Parti'den görüşmelere yeniden başlamak ya da bir liderler zirvesi gerçekleştirmek gibi bir talep gelirse, elbette bu talebe olumlu bakarız.”

Yeniden Refah, tabiri caizse tok satıcıyı oynuyor. AKP’ye, “İstanbul’u, Ankara’yı almak mı istiyorsun, o zaman gelip benimle anlaşacaksın, ben senin peşinde koşmayacağım” diyor. Açıkçası eli de rahat. Gelen son kulis bilgilerine göre, İstanbul’da 2004’ten beri AKP tarafından yönetilen Gaziosmanpaşa’da aday çıkarmak konusunda oldukça istekliler. Mayıs’ta bu ilçeden yüzde 5’e yakın bir oy çıkarmışlardı. Aynı şekilde Konya’da da ısrar ediyorlar. Erdoğan bir şekilde YRP’yi ikna etmek zorunda olduğunun farkında. Hele ki İstanbul’da, İmamoğlu karşısında Kurum’un şansını bir nebze daha artırmak için YRP’nin yüzde 4-5’leri bulan oy potansiyeli oldukça kritik.

MUHALEFET DÜŞÜNMELİ: NASIL?

Bakalım Erdoğan, 90’lı yıllarda hız tutkusuyla magazin haberlerinde boy gösteren Fatih Erbakan’la ortak bir noktada buluşarak en azından yerel seçim takviminde baş ağrısını dindirebilecek mi.

Ancak şu bir gerçek ki YRP ne MHP’ye ne BBP’ye benziyor ne de diğer sağ popülist partiler gibi dalgalı, saman alevi misali parlayıp sönen bir çizgiye hapsoluyor. CHP ile yollarını ayıran İYİ Parti gibi de her geçen gün erimiyor; bilakis AKP tabanındaki erozyonu daha sağ radikal bir söylemle kendi havuzunda biriktiriyor. Erdoğan’ın baş ağrısının temel kaynağı da bu.

Muhalefetin düşünmesi gereken ise en büyük gücü babasının mirası olan ve güncel sorunlara dair neredeyse yeni hiçbir şey söyleyemeyen Fatih Erbakan’ın, yoksul emekçi kesimlere nasıl “umut” olarak kendisini kabul ettirebildiği ve Türkiye’nin sağ siyasetin cenderesine nasıl saplanıp kaldığı olmalı.

                                                           /././

Mehmet Eymür: Bir ailenin uzun gölgesi (Hüseyin Aygün)

Mazhar Eymür 25 Eylül 1900 tarihinde Yunanistan Serfice’de doğar, babası Orduyu Hümayun Serfice 11. Alay 1. Tabur Kolağası Sıtkı Efendi’nin 1903 yılında vefat ederek Selanik’te Honaç camii civarında defnedilmesi üzerine annesi ile İstanbul’a yerleşir. Sonra Kuleli Askeri Lisesi’ne girer.

1919’da asteğmen, 1920’de de teğmen olmuştur. Çocuklarına, “ilk subay çıktığında, tüfeğin süngü takılmış boyunun kendisini geçtiğini” anlatır. Zor ve sıkıntılı bir gençlik çağı geçirir, ailesinin geçimini yüklenir. 24 Eylül 1921 ile 23 Ağustos 1923 yılları arasında İstiklal Harbi’ne iştirak eden Eymür, kırmızı şeritli “İstiklal Madalyası” alır.

1936’da Önyüzbaşı olan Mazhar Eymür, Dersim Harekâtı için İstanbul Haydarpaşa Garı’ndan ayrılırken arkadaşları ile toplu bir şekilde çekilen fotoğrafın arkasında “tarih 25 Mayıs 1938” yazar.

Yine “fotoğraf arkalarına göre”, “27 Mayıs 1938’de Elazığ’da Fırat Lokantası’nda”, “30 Mayıs 1938’de Elazığ’da Çadırlı Ordugâhta” ve “15 Temmuz 1938’de Pülür’de” yazmaktadır.

Bu bölgede çekilen diğer fotoğrafların arkasında: “Kodi Deresi", “Kodi Deresinden Pülür’ün görünüşü", “Hozat Mezarlığı", “Ovacık Mezarlığı", “Pülür çocukları", “Yüzleri hep kapalı gezen Kürt kadın tipleri", “dehalet eden bir kafile", “Seyit Rıza’nın evi", “Pülür"ün eski ağalarından Budala", “Şam uşağı başlarından birkaç tip", “Munzur suyundan geçerken" ve “meşhur Dajık Baba’" gibi notlar düşmüştür.

∗∗

Servis hayatı 1940 yılında Kırklareli’nde başlar. Daha sonra İstanbul Merkez Şefliği’nde görevlendirilir. 1943-1946 yılları arasında Erzurum’da görev yapar. 1946 yılında tekrar İstanbul’a döner. İstanbul Merkez Şefliğinin Teknik Bürosu’ndaki görevi iki sene sürer.

“Sert mizaçlı” ve “duygularını belli etmeyen” bir karakter olarak Mazhar Eymür’ün babasının nasıl öldüğü konusunda bir bilgiye ulaşamadım. Ancak bu tarihte Balkanlar kaynamaktadır. Tabur Kolağası olan Sıtkı Efendi’nin Balkanlar’da Rum, Sırp veya Bulgar çetelerince öldürülmüş olma ihtimali de var.

Mehmet Eymür, 12 Eylül’den sonra, MİT’in yasal olarak sorgu yetkisi olmadığı halde, bizzat onun girişimleriyle insanlar hapishanelerden alınmış, Gölbaşı’na götürülmüş, burada aylarca bizzat onun işkenceli sorgularından geçirilmiştir. İşkence kurbanları, Dündar Kılıç’tan Behçet Cantürk’e ve diğer ünlü kişilere uzanmaktadır.

∗∗

Torun Eymür, Arnavutköy’den Kızıldere’ye, Ziverbey Köşkü’nden 12 Eylül’e, sola ve sosyalistlere kan kusturan bir figür olmakla kalmamış; bu yakınlarda yargısız infazları ve işkenceleri gururla savunmaktan da geri durmamıştır. (T24 röportajı, Gökçer Tahincioğlu, 5.11.2021).

Peki, Eymür “babasının Dersim faaliyetleri” hakkında neden herhangi bir şey yazmamıştır? Babasının Ankara, İstanbul, SSCB ve “Demirperde ülkeleri” faaliyetleri, 27 Mayıs ve emeklilik dönemi hakkında -ondan dinledikleri dahil olmak üzere- önemli değerlendirmeler yapan, bilgiler veren Eymür’ün Dersim bahsinde hiçbir şey söylememesi nasıl yorumlanabilir?

Babasının, “devlete 50 yıl 10 ay hizmet ettiğini” söyleyen Mehmet Eymür, Dersim 1938 sayfasında neden susmuştur? Dersim’in Hozat ve Ovacık kasabalarında geçen 4 aylık mesai, neden Eymür’ün “hatıraları”nda yer almamaktadır?

Ankara’da Kavaklıdere’deki evlerinde yaşayan ve Dersim’den getirilmiş bir “kayıp kız” olan Emine’yi neden hiç anlatmamıştır? Muhtemelen bu kız, Mehmet Eymür’e -büyük bir mutlulukla anlattığı- o çocukluk yıllarında arkadaşlık etmiştir. Peki Emine’ye ne olmuştur?

Yoksa bu “sessizlik”, Dersim 1938’in, geçen yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı sayfası olmasından mıdır?

                                                          /././

Takanik (Kaan Sezyum)

Aynı takadayız. Takanın adı da yıllar içinde “Takanik” oldu. Kaptan bu adın aslında “havalı” bir isim olduğunu düşünmekte. “Dünyanın en büyük ve heybetli yolcu gemisidir bu!” diye kendi kendine hava atmakta. Oysa ki az tarih bilse, -tarihi de geçtim- bir fincan dolusu genel kültüre sahip olsa, Titanik’in ilk seferinin nasıl sonlandığını, geminin ortadan ikiye yarılarak denizin buz gibi sularında battığını ve yolcularına mezar olduğunu da bilebilirdi ama işte bizimkisi bilmiyor. Bizimkisi zaten üzerinize afiyet bir değişik. Yani herkes değişiktir tabii de bizimki zamanla iyice değişti, değiştikçe değişti, bambaşka bir şey haline geldi. Gündüzleri ve geceleri hayaller görüyor. Halüsinasyon diyebilse, diyebilecek ama onu da bilmiyor. Gördüğü her şeyi gerçek, görmediği şeyleri ise yok sayıyor. Yıllar içinde değişe değişe Carpenter’ın The Thing filminin sonundaki şeye benzedi ruh hali iyice. Bir dediği bir dediğini tutmuyor, cümlesi bitene kadar fikri değişiyor neredeyse…

Ama neyse ki iyi alıştık. Hani bazen çok kötü kullanan bir sarı öfkeye binersiniz de -hoş artık taksiye binebilmek için bile 90 liranız olması gerekiyor- yol boyunca, şoförün saçma hareketlerine alışır, yeri gelir siz de direksiyon başındaki yoldaşınızla birlikte yolda yolunuza çıkan araçlara küfür edersiniz ya. İşte bizimkisi de onun gibi oldu. Takanın inşasında yer alan vatandaşlar şu anda çok mutlu. Kaptan ne derse kabul edip, onaylıyorlar, hatta “777, okudum onayladım” diyorlar içlerinden. Teknenin yarısı kaptanına aşık. Kaptan da aşık olunmayacak gibi değildi ama eskiden. Eser gürlerdi. Teknenin yelkenleri pırıl pırıl, motorları şıkır şıkır, dümeni tıkır tıkır işlerdi. Sonra kaptanın iş arkadaşlarıyla arası bozuldu. Bir şeyleri paylaşamadılar. Takada isyan çıktı. Kaptan da herkesi tekneden döktü. Yıllarca kaptana “Kaptan bu ekip sağlam pabuç değil” diyenleri de ambarlara kapattı…

Takanik’in denize indirilişine dair de rivayetler var ama ben size en çok bilineninden ve gerçeğe en yakın olanından bahsedeceğim. Malum bu taka Karadeniz’in sert sularına dayanabilen ve hepimizi taşıyabilen bir tekne olarak planlanmadı zaten. Amacı hiçbir zaman herkesi taşımak değildi ama güzel ve planlı bir şekilde taşıdığı herkesi de iyi taşımak üzere planlanıyordu. Her efsane gibi bu deniz aracının da inşaatı bir garip başlamıştı. Kaptan nedense kimseye güvenmeyip tekneyi evinin alt katında birleştirmişti. Tabii gün gelip de takayı denize indirmeye gelince, maalesef evini de yıkmak zorunda kaldı. Evinden elinde kalan bir tek yüzüğü vardı. O zamanlar parayla pulla işi yoktu zaten kaptanın. Yüzük de çok para etmezdi ama bir hayali vardı. Takasıyla, Takanik’le insanları sellerden, taşan nehirlerden, ummanlardaki dev dalgalardan korumak istiyordu. Yola da böyle çıktı ama hep bir yerde bir yanlışlar yapıyor, ne olursa olsun yine de işleri rayında gidiyordu…

Gel zaman git zaman, denizde olmanın insan ruhundaki başkalaştırıcı etkileri kaptanı vurmaya başladı sanki. Zaten kaptan onca yıldır deniz kıyısında yaşamasına rağmen, nedendir bilinmez, yüzme bilmiyordu. Bırakın denize girmeyi, yakınlarının aktardığına göre duşta bile tedirgin olur “Birisi beni boğduracak, çıkartın beni bu kabinden!” diye naralar atarak kabir azabı kadar olmasa da, yaşarken bile kabin azabı çekermiş. Dediklerine göre zaten her şeyin başı ve ayın karanlık yüzünün kendisini göstermesinin sebebi de bu kaygılarıymış… Tabii böyle bir ruh haline girince, günden güne akli melekeleri de aklını tutamadı kafasında… İngilizlere ünlü, bizim ise sadece entellerimizin bilebileceği şair Samuel Taylor Coleridge’in “Yaşlı Gemici” şiirindeki gibi günden güne bir hallere girer, takaya zorlu günlerde yol gösteren yelkovan kuşlarına da saldırmaya başlar. Doğanın ortasında, doğaya düşman olur kaptan. Zaten o günden sonra ne kimseyle konuşur, ne kimseyle görüşür. Yanında, sadece zamanı geldiğinde yerine geçmek isteyenler ya da güce yakın olmakla güç sahibi olacağını düşünenler kalır. Kaptan kendisini odasına kapatır, Takanik’i de yıllarca, denize, rüzgara, dalgaya bakmadan idare eder.

Takanik’in sonundan bir süre önce kaptan kendini cankurtaran ilan eder. Yüzme bilmeyen ilk cankurtaran olur törenlerle ama kimse bu konudan bahsetmez. “Evet” derler, onaylarlar, sahteden alkışlar ve gülümserler yağlı bıyıklarının arkasından.

İlginçtir ki Takanik, bir gün limana bağlanmışken, üç tarafı denizlerle çeviriliyken, onca yıldır bakımsız kalmanın verdiği yetkiye dayanarak çürümüştür. Sonunda bir gün gelir çürüyen tahtalar birbirlerini daha fazla tutamaz ve Takanik, Titanik gibi ortadan ikiye ayrılır.

                                                      /././

“Sempatizan” (Şükrü Aslan)

1970’li yılların sol/sosyalist literatürüne aşina olanların, sempatizan sözcüğünü duyduklarında heyecanlandıklarını tahmin ederim. Çünkü bu sözcük, o literatürün neredeyse anahtar kelimesi gibiydi. Sadece yazılı literatürün değil, gündelik konuşmaların da muhtemelen en sık kullanılan sözcüklerinden biriydi.

Sempatizan, en başta örgütlü sosyalist gelenekler içindeki hiyerarşiyi hatırlatırdı. Sol-sosyalist örgütlerin henüz örgütlü olma aşamasına gelememiş ama çevresinde bulunan ve örgütlenmeye de aday olan kesimini vurgulamak için kullanılırdı. Hiyerarşinin en altında olmakla birlikte, bir örgütün çoğunluğu demekti. Bu nedenle de örgütlü siyaseti inşa eden, sürükleyen ve belirleyen dinamiklerden birisiydi. 78 kuşağının ürettiği yazılı literatüre göre, ülkenin her yanında süren toplumsal mücadelelerin hem temel gücü hem de haber vericisiydi. O yıllarda tüm sosyalist gazetelerde, memleketin ücra köylerinden ve kasabalarından haber gönderen ‘sempatizan mektuplarına’ yer verilirdi. Hatta bunu yapmayan bir sosyalist gazete düşünülemezdi. Değişik sosyalist geleneklerden gelen sempatizan mektupları, ilgili gazetelerin müstesna köşelerinden birini oluştururdu.

Sempatizanlar, sokağa taşınan siyasal muhalefetin asıl dinamiğiydi. İzinli gösterilerde kalabalık kortejlerin belirleyici gücü onlardı. Sadece izinli olanlarda değil, dönemin politik literatüründe ‘korsan gösteri’ olarak yer alan izinsiz gösterilerin de asıl taşıyıcı gücü sempatizanlardı. Şehrin kalabalık bir yerinde bir anda ortaya çıkar, slogan atar, türlü biçimlerde mesajını verir ve aynı hızla dağılırlardı. Bir kısmı lisansüstü tezlere konu olabilecek kadar iz bırakan bu eylemler uzun süre şehirlerin gündeminde kalırdı.

1970’li yıllarda herhangi bir sosyalist geleneğin gücü, sempatizanlarının sayısıyla ölçülürdü. Çünkü geleneği kamusal alanda etkili kılan şey muhalefet hallerinde ne kadar kitleyle görünür olduğuydu. Başka bir deyişle kitlesel gösteri alanına taşınmış sempatizanların sayısı, geleneğin meşruiyet sağlayıcı gücüydü. Bu yüzden sempatizan yoksa, aslında örgüt de yok demekti.

Sempatizanlar aynı zamanda siyasal geleneklerin duvar yazıcısı, afiş asıcısı veya bildiri dağıtıcı gücü olarak da işlev görmüşlerdi. Hemen her zaman kolluk kuvvetlerinin çok sert şiddetine açık türden meşakkatli işler genelde sempatizanlara düşerdi. Sempatizanlar bu anlamda hem siyasal geleneğin çeperinde yer almışlardı, hem de ona çeper olmuşlardı.

Aynı şekilde siyasal gelenekler arasında süren sert politik tartışmaların sonucunu belirleyen de genellikle sempatizanların tutumu olurdu. Onlar hararetli politik tartışmaların dinleyicileriydi ama edilgen değil, aktif ve gerektiğinde tartışmaya ortadan katılan, sözünü söyleyen ve hatta tartışmaların akışını belirleyen kesimdi. Derneklerde, kahvehanelerde, köy meydanlarında saatlerce süren bu politik polemiklerin belki de asıl konuşulanı da yine sempatizanlar olurdu.

Bir sosyalist geleneğe sempatizan olmak genellikle yakın çevrenin etkisiyle başlardı. Bu çevre bazen akraba, okuldan ve işyerinden arkadaşlar olurdu. Hangi siyasal geleneğin sempatizanları içine girileceğini bu ilişkilenmeler belirlerdi. Ama sempatizanlığın kamusallaşmasında asıl işlevi en iyi yerine getiren güç, bir siyasal gazete ya da dergi idi. Bu yüzden hemen her siyasal gelenek, bir yasal dergi çıkarmayı öncelikli iş olarak belirlerdi ve siyasal gelenekler bu dergilerle ve sempatizanlar ise giderek bu dergilerin kitlesi olarak anılmaya başlanırdı.

Özetle sempatizanlar Türkiye’de toplumsal muhalefetinin asıl dinamiği, sosyalist geleneklerin sürükleyici motoru olan bir sosyolojik kategoriydi. Örgütlü siyasal hareketlerin stratejilerine onlar karar vermiyordu ama bu stratejilerin hayata geçirilmesinde asıl görevi onlar üstleniyordu. Bunu üstlenmek, ağır bedeller ödemek demekti. Bundan dolayı afiş asarken, duvarlara yazı yazarken ya da sessizce okuluna, işine, mahallesine ve/veya evine giderken hayatından olan; toplumsal hafızanın kaydetmekte zorlandığı kadar çok sempatizan vardı. Ne var ki tarih, onları hakkettiği gibi ve hakkettiği ölçüde yazmadı, yazamadı.

BİRGÜN


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder