Soylu’ya gol atan karar (Barış Terkoğlu)
Yendim sanıyorsun. Ama zorbalıkla kazanılan zaferden hayır gelmiyor.
Boğazda balık sezonu gibi... Terör sezonu başladı. Her seçim döneminde olduğu gibi, ortalık “sensin terörist” nidalarından geçilmiyor.
Kuşkusuz işin mucidi Süleyman Soylu’ydu. İçişleri Bakanlığı’nın resmi sayfasını açtım. “505 kişi İmamoğlu döneminde alınmış ve bunların bizatihi işe girmelerinde engel durum söz konusu, bu kadar açık ve net” sözleri halen bakanlık sayfasında duruyordu. Soylu, “Dağda terörist olarak bulunanları, devlete ve kamuya girmesi mümkün olmayan kişileri...” diye bildiğiniz sözleriyle devam ediyordu.
Elbette Soylu rüyasını anlatmıyordu. Kastettiği, İBB’de çalışan binlerce kişi içinde, sabıka kaydı temiz olsa dahi, geçmişte yargılaması olanlar ya da hakkında istihbari iddialar bulunanlardı.
Çok değil, iki ay sonra seçim olurken ne yapıyor acaba o “teröristler” dedim. Soylu’dan sonra bir şeyler değişmiş mi diye merak ettim.
ARŞİV ARAŞTIRMASI MAHKEMELİK
Biz dün ne yediğimizi unuturken önümdeki mahkeme kararı soruma yanıt vermiş.
Şöyle anlatayım.
Ş.B. isimli vatandaş İBB iştiraki olan İsper AŞ’ye iş başvurusunda bulunmuş. Hani “Su saatlerini teröristler okuyacak” deniyordu ya, öyle değil. Sosyal tesislerdeki garsonluk ilanına başvurmuş.
Her şey de iyi gitmiş. 1 Kasım 2022’de girdiği mülakatı da geçmiş. 29 Kasım’da kendisinden istenen evrakları da teslim etmiş. İş sözleşmesi imzalanmış. Hekim muayenesine bile girip, sağlam raporu almış. Kendisine 24 Aralık’ta işe başlayacağı söylenmiş. İşsizlikten kurtuldum diye seviniyormuş.
Derken...
İçişleri Bakanlığı kaynaklı “güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması” olumsuz sonuçlanmış. Soylu ile daha önce yaşananlar nedeniyle yoğurdu üfleyerek yiyen İBB bürokratları, 9 Aralık 2022’de Ş.B’ye, “Güvenlikten geçemedin” diyerek işe alınmadığını bildirmiş.
Herkes arkasını dönüp gider ya...
Ş.B. öyle yapmamış. Hakkını aramaya karar vermiş. Bunun için mahkemeye gitmiş. “İşe giriyordum ama güvenlik soruşturmam olumsuz çıktı, işe alınmamam açıkça hukuka aykırı” iddiasında bulunmuş. Mahkemeye, “Herhangi bir terör örgütü ile ilişkim ve ilgim yoktur, bu anlamda aldığım hiçbir ceza da bulunmamaktadır” demiş.
‘İŞE AL’ DEDİ
Sonuçta...
İstanbul 11. İdare Mahkemesi Ş.B’nin dosyasını incelemiş. Gerçekten de “arşiv araştırması”nda bir kayıt çıkmış. Ş.B., 20 Kasım 2005’te İstanbul’da gerçekleşen bir olay nedeniyle “terör örgütü propagandası” ile suçlanarak yargı önüne çıkarılmış. O dönem yargılandığı İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi, “kovuşturmanın ertelenmesi” kararı vermiş. Üç yıl içinde yeni bir dava açılmadığı için hakkındaki terör davası da düşmüş. Kısacası Ş.B’nin geçmişinde bir terör yargılaması varmış ama herhangi bir ceza almamış. Dosyası da kapanmış.
Sonuç olarak idare mahkemesi şu karara varmış: “Davacının arşiv araştırmasının olumsuz sonuçlandırılmasını gerektirecek bir durumun olmadığı değerlendirildiğinden dava konusu istihdam edilmeme işleminde hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır.”
Güvenlik soruşturması nedir, arşiv araştırması nedir tane tane anlatan mahkeme, “İşe giremezsin” kararını iptal etmiş. İBB’ye de özetle “Ş.B’yi işe al” demiş. 12 Ocak’ta da kararını İBB’ye tebliğ etmiş. Usule göre, İBB en geç 30 gün içinde mahkeme kararını yerine getirmek zorunda. Elbette itiraz edip süreci uzatabilir de.
SOYLU’YA DERS VERDİ
Projeleri anlatmayı bir kenara bırakıyoruz. Dün terörist ilan ettiğimiz Suudilerle, BAE ile, İsveç’le, Finlandiya’yla sarmaş dolaş olurken bir seçim kazanmak için ülkenin yarısını terörist ilan ediyoruz. “Sana belediye restoranında garsonluk bile yok” diyoruz. 20 yıl önce ceza almadığı bir olayı bile önüne çıkarıyoruz. Eski FETÖ övücüleri, Hizbullah, İBDA-C ve PKK hükümlüleri “Değiştim” dedikten sonra cumhurbaşkanının uçağına binerken, iş muhalife gelince “Açlıktan ölsün” diyoruz. Sonunda bir mahkeme çıkıp buna “Dur” diyor.
Dava Ş.B. davası gibi görünse de aslında Süleyman Soylu davası. Yerel seçime aylar kala, mahkeme, Soylu usulü devlet yönetme sistemine adeta ders vermiş. Seçim meydanlarının hikâyesi değişir mi bilmem ama aylarca tartıştığımız “İBB’deki teröristler” meselesi için emsal bir karar alınmış.
Hukukun zorluğu, haklı olanı güçlü olana karşı savunmaktan geliyor. Belki gücünün kaynağı da budur.
/././
İsrail’de faşizm - Gazze’de soykırım (Ergin Yıldızoğlu)
İsrail’de “süreç olarak faşizm” yaklaşık bir yıl içinde ülkeyi, bir soykırım noktasına taşıdı.
FAŞİZM VE PROVOKASYON
İsrail, 2022’de genel seçimlere giderken, Likud lideri Binyamin Netanyahu yolsuzluk iddialarıyla yargılanıyordu; eğer yeniden başbakan olamazsa hapse düşecekti. Likud 2022 seçimlerinde, 120 iskemleli Knesset’te (meclis) 32 iskemle kazanabildi. Netanyahu yeni hükümeti, ancak, dinci faşist, yerleşimci hareketin Smotrich, Ben-Gvir gibi liderleriyle, onların tüm taleplerini kabul ederek kurabildi.
İsrail, Yahudiler açısından, geniş hak ve özgürlüklere sahip liberal demokratik rejimle yönetiliyordu. Ancak bu, Filistin halkı açısından ırk ayrımına dayalı bir “apartheid” rejimiydi. Yeni hükümet, hemen “süreç olarak faşizmin” önündeki engelleri kaldırmaya girişti; yasama, yürütme, yargı arasındaki dengeleri yürütmeden yana bozmaya, dengeleme-denetleme kurumlarını etkisizleştirmeye başladı. Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te yerleşimcilerin Filistinlileri hedef alan saldırıları, konut ve arazi gaspları hızlandı.
Faşist politikacıların elinde “tutsak” Netanyahu savunma bakanlığının mali merkezini Smotrich’e; iç güvenlik örgütünün, polisin yönetimini, geçmişte terörizmden yargılanmış bir faşist olan Ben-Gvir’e verdi. Dinci tarikatlar, ırkçı faşist akımlar da eğitim sistemini yeniden şekillendirmeye giriştiler.
“Süreç olarak faşizm” hızlanırken İsrail halkının direnişi de artıyordu. 9.8 milyon nüfuslu İsrail’de, yüz binler sokakları, meydanları dolduruyordu. Polis göstericilere karşı giderek daha sert davranırken Tel Aviv’de bir milyondan fazla insanın katıldığı bir miting gerçekleşti. Netanyahu rejiminin üzerindeki basınç giderek artıyordu. Rejimin içindeki güç rekabeti devlette yeni çatlaklar oluşturuyordu. Ordu ve istihbarat örgütleri Netanyahu rejiminin devlette başlattığı değişikliklerden hoşnut değildi.
Hamas’ın, 7 Ekim saldırısını, bu koşulları değerlendirerek, İsrail ile Arap ülkeleri arasında başlayan yakınlaşmayı sabote etmek, Filistin sorununu yeniden gündemin merkezine sokmak için planladığı söylenebilir. Ancak büyük bir Hamas saldırısına ilişkin istihbarat olduğu halde önlem almayan, Nova müzik festivalini iptal ederek alanı boşaltmayan İsrail devletinin (Yaniv Kubovich, Haaretz, 05/12/2023), bu saldırının adeta bir “pogrom”a, dolayısıyla süreç olarak faşizme hizmet etmesi beklenen büyük bir provokasyona dönüşmesindeki rolünü de görmek gerekir.
FAŞİZM VE SOYKIRIM
Gerçekten de 7 Ekim provokasyonu İsrail’de siyasetin gündemini radikal biçimde değiştirdi. Rejim hızla Gazze’yi bombalamaya, zırhlı araçlarla işgal etmeye başladı. 23 Ocak gününe kadar 10 bini, çocuk en az 26 bin Filistinli öldü, yaklaşık 70 bin Filistinli yaralandı. Yaşam alanları, hastaneler, camiler, kiliseler bombaların altında yok oldu. Bu yıkım İsrail’i, Uluslararası Adalet Divanı’na taşıyacak bir soykırım girişimine dönüştü. Ancak bu sırada, hükümet karşıtı muhalefet dalgası, faşizme karşı “isyan ateşi”, “pogrom”un yarattığı derin korkunun, öfkenin, acıların yanı sıra, yükselen milliyetçi ırkçı propagandanın etkisi altında büyük ölçüde söndü. Dinci faşist liderler hükümet içinde yeni bir inisiyatif kazanarak Gazze’yi işgal edip, yıkıp yakıp boşaltıp yerleşimlere açmaya projelerini uygulamaya soktular. İsrail’de Yahudi halk üzerinde de denetim, sansür, hareketleri kısıtlama, muhalif entelektüellere saldırılar gibi baskılar artmaya başladı. Artık Gazze’deki savaşı eleştirenler vatan haini muamelesi görüyordu. Böylece, Martinikli antiemperyalist filozof, şair, siyasetçi Aimé Césaire’ın “Faşizm sömürgelerde uygulanan rejimin ana vatana taşınmasıdır” tespitini bir kez daha doğruluyordu.
İsrail deneyimi de faşist hareket bir kez devlete ulaştıktan sonra, parlamentarizmin, genel seçimlerin rejime meşruiyet kazandırmaktan, süreci ilerletmekten başka bir işe yaramadığını; faşizmin, savaşlarla, provokasyonlarla artan baskıyla, şiddetle muhalefeti yıldırarak yoluna devam edeceğini gösteriyor. Geçenlerde, İsrail’in saygın gazetelerinden Haaretz’de bir yorumcu sürecin ilerleme hızına bakarak uyarıyordu: “İsrailli demokratlar bir iç savaşa hazır olmalıdır!”
TBMM’deki NATO cephesi (Mehmet Ali Güller)
Son seçim öncesi bu köşede birkaç kez yazdım: Türk siyaseti, “başkanlık modeli” ile iki ittifaklı sisteme sıkıştırıldı. Ancak iki ittifak da en temel konularda aynılar; ekonomide neoliberaller, dış politikada Atlantikçiler.
İsveç’in NATO üyeliğinin TBMM’de onaylanması, bunu bir kez daha ortaya koydu: İsveç’in katılım protokolü, AKP-MHP ve CHP-DEVA oylarıyla kabul edildi.
Böylece iktidar açısından “eyyy İsveç” diye başlayan süreç, yine “tamam ABD, tamam NATO” denerek tamamlanmış oldu. 23 Ocak 2024’te İsveç’in NATO üyeliğine onay veren CHP’liler ise bir gün sonra 24 Ocak 2024’te Uğur Mumcu’yu anma mesajlarında “kahrolsun ABD, kahrolsun NATO, kahrolsun Gladyo” sloganları atıyorlardı!
Yani AKP “eyyy” ile alt sınıfları kandırırken CHP de “kahrolsun” diyerek orta sınıfları oyalıyor. Siyasetin asıl çıkmazı işte buradadır.
ATLANTİK SÜRECİ VE TÜRK-İSLAM SENTEZİ
12 Eylül’ün Türk-İslam sentezi ideolojisinin siyasetteki cisimleşmiş hali olan AKP-MHP ittifakı açısından elbette şaşırtıcı bir durum yok.
Siyasal İslamcıların büyük bölümü hiç antiemperyalist olmadı zaten. Çünkü siyasal İslamcılar, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı Kuvayı Milliye saflarında dövüşen Müslümanların ideolojik devamı değil, o Müslümanlara karşı emperyalizmin yedeğindeki hilafet ordusunda şeyhülislam fetvasıyla harekete geçenlerin devamıydı. Ve Atlantik sürecinde, emperyalizmin “yeşil kuşak” programı içinde “komünizmle mücadele” hedefinde değerlendirildiler.
Diğer yandan Atlantik süreci, Türk milliyetçilerinin bir bölümünün de değişiminin zeminiydi. Kurtuluş Savaşı’nın ideolojisi “antiemperyalist Türk milliyetçiliği” idi; Atlantik süreci Türk milliyetçiliğini NATO stratejisinde biçimlendirdi, “komünizmle mücadelede” kullandı ve Türk milliyetçilerinin bir bölümü emperyalizmle işbirliği halinde “ülkücü milliyetçi” oldu. İşte ülkücü milliyetçilerin “milliyetçilik sınırı” bu nedenle hep NATO’dur; NATO’ya kadar milliyetçidirler.
SIRADA MONTRÖ BASKISI VAR
İsveç’in NATO üyeliği bir İsveç siyaseti değil, ABD siyasetidir; ABD’nin NATO’yu genişletme programının gereğidir. ABD, NATO’yu İsveç ve Finlandiya’ya genişleterek hem Rusya’yı “çevreleme sınırını” uzatmış oluyor ama hem de geleceğin en stratejik mücadele alanı olan Arktik Okyanus’ta kendisine NATO üzerinden alan kazandırıyor.
Önemine işaret ettik: Arktik bölge, buzulların erimesiyle 1) yeni petrol ve doğalgaz rezervleri, 2) zengin maden rezervleri ve 3) yüzde 40 daha kısa Kuzey Rota demek. ABD bu nedenle Arktik’ten Doğu Akdeniz’e inen bir “yeni demir perde” inşa ediyor. Arasında Baltık, Doğu Avrupa ve Karadeniz var.
Hiç sürpriz değil işte... AKP, MHP, CHP ve DEVA’nın elbirliğiyle ABD’nin genişleme stratejisine onay verdiği gün, ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) Müsteşarı Celeste Wallander, “Ukrayna’daki durumu göz önüne alarak Washington yönetiminin Montrö Sözleşmesi’nin aşamalı olarak yürürlükten kaldırılması ve boğazların yeniden açılması konusunda Türkiye ile birlikte çalışmaya istekli olduğunu” açıklıyordu. (Harici, 24.1.2024)
ÇÖZÜLMESİ GEREKEN ÇELİŞKİ
ABD, Türkiye’yi komşularıyla karşı karşıya getirecek “NATO genişleme programı” uyguluyor, terör örgütlerine (PKK/PYD ve FETÖ) destek veriyor, İncirlik’ten İsrail’e Gazze’yi daha iyi vursun diye C-130’la Güney Kıbrıs üzerinden bomba taşıyor, İsrail’e Kürecik radarından istihbarat desteği sağlıyor, Karadeniz’i Türkiye’nin çıkarına aykırı olarak uluslararası deniz yapmaya ve bunun için de Montrö’yü yürürlükten kaldırmaya uğraşıyor, Türkiye’ye askeri ve ekonomik yaptırım uyguluyor...
TBMM’deki siyasal İslamcı, ülkücü milliyetçi ve Atlantik cumhuriyetçisi partiler ise ABD’nin programına tam destek veriyor. Türk milleti ile milletin Meclis’indeki partilerin ABD/NATO tutumları arasında büyük çelişki var ve çözülmesi gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder