25 Ocak 2024 Perşembe

KÜBA GERÇEĞİ (I+II+III+IV)

 Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, artık soL'da paylaşılacak.

Yanlış Bilinç (25/01/2024)

Yoksulun, sefaletini kalıcılaştırmak isteyen zenginin hakkını savunmasından daha acınası başka bir gösteri yoktur.

İngiltere’de This Morning isimli bir televizyon programı, yaptığı bir yarışmada ödül olarak kazanan kişinin elektrik faturasını dört ay boyunca ödeme kararı almış. Mesele şuydu ki, Avrupa’da yaşanan çekişmelerden dolayı ekonomik krizin derinleşmesi elektrik faturalarında astronomik bir artışa sebep olmuştu.

Bir İngiliz, programın aldığı bu kararı Black Mirror dizisine layık bir distopya olarak tanımlamış.

Toplumsal sorunların sıradanlaştırılması This Morning programı tarafından icat edilmedi; bu on yıllardır süregelen medyatik bir olay. Topluma kuvvetli bir şekilde dayatılan algıyla beraber, toplumsal meselelere çözüm aranışı kolektif bir aranış olmaktan çıktı. Tersine, piyangoyu kazanan birini, gerçek ya da metaforik olarak günümüzün kahramanı ilan ederek bu aranışı birey düzeyine indirgediler.

Temelde bu duruma hizmet eden ideolojik çerçeveye göre, bencillik insanın savunulmaya değer temel özelliklerinden biridir. Bunun aynı zamanda şeylerin doğasında olduğu da öne sürülür.

Şeylerin doğası meselesi biraz ilginç bir mesele. Aydınlanma çağı düşünürleri, gerçekleştirilmesi gereken toplumsal bir hedef olarak gördükleri doğal insanın üstünlüğü düşüncesine dayanarak, kralların ve soylu sınıfın kutsal nedenlerle toplumsal düzenin zaruri unsuru sayılması gerektiği fikrine saldırdılar.

Burjuva sömürüsünün varlığından doğal ve insan toplumuna içkin bir olgu gibi söz edenler şu gerçeği bir kenara not etmeliler: Bir gün geldi ve kralların kafaları devrimci burjuvazi tarafından kesildi. Üstelik bunu, soyluluk kurumu insanlık bronz çağa girdiğinden beri, yani toplumun tarihsel yolculuğunun büyük bir bölümü boyunca ayakta kalmış olmasına rağmen yaptılar. 

O zamanlar devrimci olan burjuvazi sömürüyü kolaylaştırmak için yüzyıllar içinde inşa edilmiş olan egemenlik düzenini alaşağı etmeyi ve bunu, ekonominin gerçek yüzünü tüm çıplaklığıyla afişe ederek yapmayı önerdi.

Soyluluğa ait ideolojik yapıların, tutkularının önünde bir duvar gibi dikilmesine katiyetle izin vermediler. Fethedilecek yeninin düşünürleri, asalak soyluların toplum düzeni ve refahı için vazgeçilmez oldukları fikrini rasyonel bir şekilde yerle bir ettiler. Krallık kurumsal olarak en eski ve köklü siyasi yapı olmasına rağmen bunu başardılar. 

Tüm toplumsal sistemler iktidarda bulunan sınıfı ayakta tutmak için kendi hâkim ideolojilerini yaratırlar. Bu doğrultuda egemen sınıf gerekli ve vazgeçilmez olduğunu, o olmadan toplumsal refahın mümkün olmayacağını ve dünyada kaosun hüküm süreceğini iddia ederek kendini meşrulaştırır.

Yine kendini meşrulaştırmak için, bir zamanlar yenilikçi, yani devrimci güç olarak oynadığı tarihsel rolü ebedileştirir. Bir yandan görkemli geçmişini unutulmayacak bir gösteri gibi sunarken, diğer yandan yarattığı ve artık düzeltemeyeceği evrensel distopyanın bakışlarını başka yöne çekmeye çalışır.

Fikirler arsasına dikilmiş bu totaliter bina, bir zamanlar yarattığı ve devrimciliği şüphe götürmez kavramlardan faydalanır ve onları kendi sisteminin değişmez doğruları olarak pazarlar. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik düşünceleri bir deprem gibi feodal sistemin egemen fikirlerini alt üst etmiş olsa da, her ideolojik sistemde olduğu gibi, bu düşüncelerin içeriği sınıfsaldı. 

Zafer kazanmış burjuvalar pratikte proleterlerin savunduğu özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramlarından bahsetmiyordu. Güçlülerin yarattığı belirsizlik sadece zorunluluk halinde kendi düşüncelerine herkesi eşit bir düzlemde dahil eder gibi görünür, ama aslında büyük çoğunluğu dışlar. Sözleri kapsayıcıdır ama dayatılan gerçek öyle değildir. 

Bu aldatmacanın işe yarayabilmesi için çeşitli unsurlara ihtiyaç duyarlar. Kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları gibi gösterirler ve dolayısıyla kendi çıkarlarının ihlal edilmesi durumunda herkesin çıkarlarının ihlal edileceği algısını yaratırlar. Burjuvazi, toplumun devasa kitleleri kendi sömürülerinin farkına varmadan sömürü hakkını savunsunlar diye yanlış bir bilinç yaratır. Yoksulun, sefaletini kalıcılaştırmak isteyen zenginin hakkını savunmasından daha acınası başka bir gösteri yoktur.

Kabullenmiş bir şekilde, zenginlerin hep var olageldiğini söylerler bize. Ama bununla yetinmezler. Çoğunluğa boyun eğdirme yöntemlerine burjuvazinin yeni bir katkısı varsa – ki bu keşfettiği en şeytani şey olabilir – o da yoksula bir gün sömürülmekten kurtulup sömürenlerin tarafına geçebileceği aldatmacasını alttan alta işlemesidir. Burjuvazi boyun eğenlerden kendi uğradıkları sömürüye ortak olacak yardakçılar yaratır. 

Bu iki fikirden, yani, toplumun işleyebilmesi için zenginin var olması zorunluluğu ile bireyin sömüren tarafa geçip sömürülmekten kurtulabileceği ihtimalinden, sınıf uzlaşmacılığı fikrini savunan ve destekleyen çok kullanışlı bir ideolojik ajan doğar. Genellikle bu iki fikrin bileşiminden çıkan ve şimdilerde adına orta sınıf dedikleri, aşağı tabakadan yukarıya yükselmek için önemli bir yol kat ettiğini düşünen -ama daha da önemlisi bencil arzularına ulaşmak için ayrıcalıklı bir konumda olduğuna ikna olmuş- bu kesim, zengin olma hayallerini gerçekleştirmeye ramak kalmışken neden içinde yaşadığı sistemi ortadan kaldırsın ki?

Bu ideolojik yapının ne kadar etkili olduğu konusunda herhangi bir şüphesi olan varsa, en bariz örneklerden biri olan, geçtiğimiz günlerde yapılan Şili anayasası referandumuna bakabilir.   

Eğer bu hikâyenin bize uzak olduğunu düşünenler varsa, hiç aldanmasınlar. Bazı sinsi ideologların kapitalizme dönüş (acaba?) söylemlerinin arkasında, bu dönüşüm tamamlandıktan sonra ya bir burjuva ya da yukarıya gözünü dikmiş bir orta sınıf olacaklarına dair itiraf etmedikleri arzuları gizlidir.

Onlar Devrimin gerekenleri kendilerine çoktan verdiğini düşünenler adına konuşur ve onların ideologlarıdır: sağlık, güvenli bir çevre, üniversite kademesine kadar eğitim ve ardından kendi alanlarında toplumsal olarak mümkün olan kademeye yükselme… Ama bugün daha fazlasını istiyorlar. Hem de bu bencilliğin ancak varlıklarını mümkün kılan toplumsal düzeni yıkmakla mümkün olabileceğini umursamadan.

Devrimin totaliter yapısını, tüm sosyoekonomik sistemlerin totaliter olduğu gerçeğini yok sayarak bir kusur gibi sunmak isteyenler, aşırılık yanlılığıyla suçladıkları siyasetçileri eleştiren yazılarıyla, Marti’nin çağdaşı Jose Ignacio Rodriguez’i hatırlatıyorlar bana fazlasıyla.

Retamar’ın bir okumasında Rodriguez, Apostol’ü1 “savunduğu fikirlerden farklı bir fikir sunanları isyankar ilan ediyor (…) ve herkese, ve her durumda, kendilerine ulaşabildiği ölçüde, İspanya’dan nefret etmeleri, özerklik yanlısı Kübalılardan nefret etmeleri (…), zengin, görgülü ve muhafazakar insandan nefret etmeleri, (…) ve bencillikle suçladığı ve Amerika kıtasında yer alan diğer ülkelere kim hakimse onunla durmadan savaşacak, saygısız bir ırk olarak gördüğü Amerika Birleşik Devletlerinden nefret etmeleri konusunda öğütler veriyordu” şeklinde eleştiriyor.

İlhak politikasını savunan Rodriguez, yorulmak bilmeyen karşıdevrimci ideologların Marti ve programı hakkındaki görüşlerini önümüze serer: kararlı, boyun eğmeyen, totaliter, radikal, antiemperyalist. Özerlik savunucularıyla mücadeleye dair yapılan göndermede ise, Marti’nin radikal olduğunu, vatanın mutlak bağımsızlığının ve sıradan insanın gerçekleştireceği adaletin sağlanması için herhangi bir arabulucuyla uzlaşmayacağını vurgular.

Kabul etmedikleri için ya da cesaret edemedikleri için bazı şeyleri yüksek sesle söylemeyi reddedenler, toplumun eseri olan bireysel varlıklarını, tam da düzeltilmesi gereken bir deformasyon olarak göstermeye çalıştıkları bu tarihsel radikalliğe borçlular.

Devrimin, kurtuluşla gelen yeni gerçekliklerin anası olduğunu reddediyorlar. Kendileri onlardan bir kez faydalandılar ya, onlardan sonrası tufan. 

Yani herkes ılımlı politika savunucusu ya da sözüm ona uzlaşma yanlısı cumhuriyetin kurtarıcısı olarak sahneye çıkıyor. Sanki eğer bu seçenekler hayata geçirilseydi, kendilerinin hayata gelmek için en ufak bir şansları olacakmış gibi. 

Düzenbazlığı bırakın. Küba herkesin, sıradan insanların Kübası’dır, sıradan insanların Kübası ise Devrimde sosyalizmi kuran Küba’dır.

Ernesto Estévez Rams

24 Ekim 2022

Granma

(1)Küba’nın ulusal kurtuluş kahramanı Jose Marti’nin “Önder” anlamına gelen unvanıdır.

                                                                        /././

Küba kültürü kendini her an aşar (21/01/2024)

"Meşale daima yaratıda oldu, o meşaleyi izlemeliyiz; bedel ödesek de pahalı ve para eden şeylerin manalı, insani ve adil olandan üstün görüldüğü bir dünyada modası geçmiş görünsek de bunu yapmalıyız."

Küba kültürü aynı zamanda yoksullara, dışlananlara, daha önce baleden anlamazken, bugün eleştirmen hatta dansçı olabilen insanlara duyulan o inanç eylemidir.

Yaratma eylemini gerçekleştiren bizler için Küba kültürü her zaman susuzluğumuzu giderdiğimiz bir vaha olacaktır. Kimilerinin çizdiği kasvetli manzaranın tersine, toprakları her yetenekli insanın kendini geliştirebilmesi için elverişlidir. Çünkü yasalar ve kurumlar kültürün artık seçkinlere değil, kamuya ait bir varlık olması gerektiği düşünülerek oluşturulmuştur. Bu durum, sanatın artık talepkâr olmadığı, bize meydan okumadığı, eleştirmeyi ve sorgulamayı bıraktığı anlamına mı geliyor? Hayır, Küba’nın sanat dünyası, anın çok ötesine geçen ve entelektüel derinlikleri sayesinde sınırları aşan önermeler bakımından hep üretken olmuştur. Kendisini kuranlara yetişmek gibi zorlu bir görevi olan ehil öncülere güvenmesi boşuna değildir. Bu anlamda 20 Ekim sadece bir anma günü değil, her yıl yaratıcıların ellerinden çıkan ve ulusun mirasını zenginleştiren eserlerde, yapıtlarda somutlaşan bir tarihtir.

Küba, eserlerini yeni doğmakta olan bir vatanla beraber üretme cesareti gösteren bu yaratıcılarla ilerlemektedir. Her 20 Ekim'de tarihi olayları hatırlamak bir alışkanlığa dönüşüyor; fakat aslında tarih gündeliktir, her an üretilir ve gösterişli olmak zorunda değildir. Lezama'nın şiirlerinden oluşan bir dinletiyle, okuma yazmayı yeni öğrenen bir ilkokul çocuğunun elinden çıkan bir resim aynı şey midir? Her ikisi de bir yaratım olayıdır ve içinde yöntemlerin, stillerin, amaçların tanımlandığı yetenek sürecinin panoramasını oluşturur. Küba, tepeden aşağı, en sıradan insandan en gelişkin entelektüele kadar nasıl sesleneceğini hep bildi. Toplumumuzun bu kapsayıcı doğası bizi büyük ustaların projelerini bile kendimize aitmiş gibi hissettiğimiz bir sevgi topluluğuna dönüştürüyor. Bu nedenle sanat kamusal bir varlık, ortak bir alandır; hayal ile gerçeklik, ütopya ile başardıklarımız arasındaki sıkı mücadeledir. 

Küba kültürünün karanlık tarafları da var, elbette var; bunlar bir dönem belli sanatçılarla yaşanan yanlış anlaşılmalardan kaynaklandı. Tarihte biriken gerçekler bugün çıkardığımız derslerin çerçevesini oluşturuyor. Sert ama esnek olmak gerek, yaratıcı olmak gerek, yeniliklere ve ezber bozan dillere daima açık olmak gerek. Öncülük tam da bu nedenle, mirasın katılaşıp dinamizmini kaybetmesine izin vermemek için gerekli. 1920’lerde kendilerine “Azınlık Grubu” adını veren aydın çevresini oluşturan isimlerden biri olan Alejandro García Caturla, bu yüzden “güve yeniği olmuş ruhları uyandırmak” gerektiğini söylemişti, bestelediği en ilginç parçalardan birine de bu adı verdi. Bu çatlak ses, yenilikten ve kural tanımazlıktan duyulan bu keyif Küba kültüründe bir şekilde hep var olacak, çünkü bizim özümüz tam da bu. At üzerinde bir yurtseverlik şiiri yazmak, Paradiso gibi bir roman yazmak, Caturla'nınki gibi besteler yapmak üretimlerimizin kilometre taşlarından bazılarını oluşturur; bizi insanlaştıran ve ayağa kaldıran kıvılcımlardır bunlar. Ama sadelikte de bir güzellik vardır; nehirleri aşıp bir ormanın kuytusunda onu bekleyen öğrencileriyle buluşan sanat öğretmeninde, Martí'nin şiirlerinden bestelenen şarkıları seslendiren bir çocuk korosunda, hepimizin savunmak istediği gökyüzünün maviliğiyle süslenmiş sabahlarda… Ulusal kültür asla acılara gark olan bir ruh değildir, tersine bize en iyi çehreleri gösteren mutlu ve doygun bir ruhtur.

Kültür en ufak jestlerdedir; ama aynı zamanda büyük ve muazzam çaplı kitleleri kapsama uğraşında kendini gösterir. Bu nedenle her zaman devlet tarafından desteklenmeli, asla piyasaya kendini pazarlamak zorunda bırakılmamalıdır. Neyin değerli olduğunu satış rakamları değil, eserin kendisi, estetik ölçütler ve adil eleştiri belirler. Her şeyi kâr hesabına bırakmak, önceliği olanların zarar görmesine ve bizi en çok temsil eden, kural tanımazlıklarıyla bizi manevi ölümden kurtaran yaratıcıların sesinin kısılmasına neden olabilir. Kıtanın en iyi romanlarından birini yazan Carpentier bir asiydi; Soler Puig de öyle, Antonia Eiris de zamanında öyleydi; bir dönemin kapanıp yenisinin açılmasını sağlayan tüm o söylemler, ortak bir doku oluşturana kadar yavaş yavaş kaynaştılar. Bugün bunu konuşmak kolay gibi görünse de süreçler işlerken her şey zor, gerçekleştirilemez, geleceği yok gibi görünür. Küba kültürü aynı zamanda yoksullara, dışlananlara, daha önce baleden anlamazken, bugün eleştirmen hatta dansçı olabilen insanlara duyulan o inanç eylemidir. Bunu kaybetmek bizi daha az insan ve daha az Kübalı yapar. Kültürümüzü gözümüz gibi korumalıyız çünkü onun sayesinde daha uzağı görürüz, keşmekeşin ortasında kaybolmayız; biz biziz ve başka söylemlerin bizi boğmasına izin vermeyiz. 

Ve o kültür bir inanç eylemi olarak bizi besler, soframıza ekmek getirir; çünkü köylülerin hayatlarında, söylemlerinde ve yaşantısında da mevcuttur. Onelio Jorge Cardoso'nun eserlerinde ele aldığı gibi, Küba’nın varoluşu, ruhlara inanılan, ezgilerin söylendiği, mısraların okunduğu ve tohumların ekildiği kırsaldaki o sade anlarla bağlantılıdır. Hiçbir şey bize yabancı değildir, hiçbir şey dışarıda kalmaz, tersine içimizde yaşar, içimize işler ve besleyici bir yaşam kaynağı olur.

Biz farklılıklarla ve çatışmalarla, çarpışmalarla ve yurtseverlikle örgütlenmiş tek bir ulusuz. Bize Avrupalı şamdanlardan yayılan ışığın ötesinde bir ışık, bir aydınlanma, bir gelecek hak ettiğimizi söyleyen görkemli bağımsızlığımızı, kültürel dokumuza borçluyuz. 

Meşale daima yaratıda oldu, o meşaleyi izlemeliyiz; bedel ödesek de, pahalı ve para eden şeylerin manalı, insani ve adil olandan üstün görüldüğü bir dünyada modası geçmiş görünsek de bunu yapmalıyız.

Bu kültür 1940'ta katledilen Caturla’dır, ama aynı zamanda doğduğu Remedios kasabasında kasaba halkı ve Maria Antonieta Henríquez tarafından 1970’lerde açılan müzeyle yaşatılmasıdır; Machado rejimi tarafından hapse atılan Carpentier’in daha sonra Cervantes Ödülü'ne layık görülerek tüm dünyada tanınmasıdır. Bizi biz yapan yenilgilerimiz ve başarılarımız, karanlık ve aydınlık anlarımız, yaptıklarımız ve yapamadıklarımızdır.

Küba Kültür Günü hem bir anma hem bir efsanenin hayata geçmesidir; bizi sanatın fırça darbeleriyle tanımlayan ve hiçbir şeyin boşa olmadığının bir göstergesi olarak bize en iyi yorumcuları taşıyan bir hayaldir. O yol, o maneviyat bize tanıdıktır; onu yılda sadece bir günlüğüne değil gündelik yaşamda her an hissederiz.

Kültür bizi aşar, ama burada ve şimdi yaşar.

MAURİCİO ESCUELA OROZCO 20 Ekim 2022
Cubahor

                                                         /././


Raul Castro: Bu zorluklardan da hep yaptığımız gibi çıkacağız, savaşarak!

"Tarih bize teslimiyet ve bozgunculuğun nerelere götürdüğünü defalarca gösterdi. Kendimizi direnişle sınırlamayalım. Bu zorluklardan da hep yaptığımız gibi çıkacağız; savaşarak!"

Küba Devrimi’nin 65. yıldönümünde Raul Castro tarafından yapılan konuşma Küba Gerçeği tarafından Türkçe çevirisiyle yayımlandı.

Raul Castro'nun Santiago de Cuba şehrinde Céspedes Meydanı'nda yaptığı konuşmanın metnini soL okurları için paylaşıyoruz:

"Yurttaşlar,

Sosyalist devrimimizin zaferinin 65. yıldönümüne ulaşmış bulunuyoruz. Bu noktaya ulaşmak için pek çok zorlukla yüzleşmek zorunda kaldık; ancak buna değdi, zorlukların ortasında bile Devrimin çalışmaları ve sosyal fetihleri bunu doğruluyor.

Bu tarihi anma töreninde Kübalıların ilk aklına gelen Fidel olmuştur; özellikle de burada, onun ölümsüz naaşına değer veren kahraman Santiago de Cuba şehrinde. Ve aynı zamanda anavatanın bağımsızlığını elde etmek ve korumak gibi asil bir amaç uğruna şehit düşenler…

Fidel'in 1 Ocak 1959’da devrimin zaferini ilan ettiği yerde toplanmış bulunuyoruz; o devrim ki 10 Ekim 1868’de Anavatanın Babası Carlos Manuel de Céspedes tarafından başlatıldı ve o zamandan bugüne dek Küba’da gerçekleşen yegâne devrim oldu.

Tarihin cilvesine bakın ki, o zamanlar yeni doğmakta olan Yankee imparatorluğu Küba’nın askeri işgalini 1 Ocak 1899’da tamamladı ve bu sayede adamız üzerinde 60 yıl boyunca tam hakimiyet sürdü.

İşgalcinin o günlerdeki en utanç verici ve çirkin eylemlerinden biri, Tümgeneral Calixto García komutasındaki Kurtuluş Ordusu birliklerinin şehre girişini engellemekti; bu eylemleri olmasaydı İspanyolların bu kibirli ama hayli beceriksiz işgalcileri her bakımdan yenilgiye uğratacaklarına hiç şüphe yoktu. Bu nedenle Fidel, Santiago kapılarındayken Radio Rebelde’de yaptığı konuşmada "Bu kez mambiler Santiago de Cuba'ya girecek [...] 1895’te olanlar tekrarlanmayacak" dedi.

O unutulmaz 1 Ocak 1959 gecesini hatırlıyorum. Pek çok kişinin bildiği gibi, Başkumandan’ın kararıyla, bu şehirdeki yaklaşık 5.000 askerden oluşan Moncada Kışlası garnizonunun ve Donanma kuvvetlerinin teslim olma sürecini takviye etme göreviyle saatler önce Santiago’ya gelmiştim ve bu meydanı dolduran kalabalığın içindekilerden biriydim.

Fidel beni görünce kürsüye çıkmamı ve orada bulunanlara hitaben konuşmamı emretti; ben de kayıtlara geçmemiş kısa birkaç kelam etmekle yetindim; ama bunun bir önemi yok. Ama o gün bizi uyaran Fidel'in sözleri büyük önem taşıyor: “Devrim şimdi başlıyor; Devrim kolay bir iş olmayacak, Devrim zor ve tehlikelerle dolu bir girişim olacak”. Sekiz gün sonra, başkente muzaffer girişi esnasında söylediği şu sözlerle ısrarını sürdürdü: “Sevincimiz muazzam. Ama daha yapılacak çok şey var. Gelecekte her şeyin kolay olacağını zannederek kendimizi kandırmayalım; belki de gelecekte her şey daha zor olacak” dedi.

Başarıları gözümüzde büyütmememiz ve en zor seçenekle yüzleşmeye hazırlanmamız için yaptığı erken bir uyarıydı bu ve hayat onun ne kadar haklı olduğunu gösterdi. Kat ettiğimiz yol kolay olmadı; Devrimimizi yok etmek ve herkese eşit fırsatlar sunan adil ve insancıl bir toplum inşa etmenin mümkün olduğuna dair diğer halklara ilham veren bu örneği ortadan kaldırmak için gerçekleştirdiği başarısız girişimler boyunca askeri istilaya, terörizme ve dünya uluslarının ezici çoğunluğu tarafından kınanan acımasız ve zalim bir ablukaya bile başvuran düşmanın sürekli ve sapkın saldırganlığını göğüslemek zorunda kaldık.

Birleşik Devletler Hükümeti'nin daimî düşmanlık ve abluka politikası, ekonomimizin içinde bulunduğu zorlukların başlıca nedenidir. Düşman bunu gizlemek için milyonlarca dolar dökse de, çok büyük çabalar sarf etse de bu gerçeklikten şüpheniz olmasın. Çıkarları için ya da sadece hizmetkâr ruhuyla kendi vatanlarına karşı hareket eden bazı kişiler düşmanı destekliyorlar. Bazıları ise onun yalanlarla bezenmiş yanlış yönlendirilmelerine teslim oluyor ve günlük zorluklardan bunalmış olmanın da etkisiyle bir ölçüde bilinçsizce oyuna katılıyorlar. Bu sonunculara karşı sabrımızı yitirmemeli, onları dinlemeli, bizden yana olan gerçeğin güçlü silahıyla onları ikna edene kadar açıklama yapmalıyız.

Bu söylediklerim hiçbir şekilde eksiklik ve hatalarımızın farkında olmadığımız anlamına gelmiyor, ki bu eksiklik ve hatalar hiçbir zaman ilkesel düzeyde olmamıştır. Bu 65 yıl boyunca devrimci liderliğin temel niteliği, eksiklikleri ancak birlikte ortadan kaldırabileceğimiz bilinciyle halkla tartışırken sergilediği şeffaflık ve özeleştiri ruhu olmuştur.

Yoksul ve sürekli saldırıya maruz kalan bir ülkede sosyalizmi inşa etmenin bilinmezliklerle dolu yolunda yürürken kendi yapıp eyleme yöntemlerimizi yaratmak zorunda kaldık; bu, Küba’daki devrim sürecinin her zaman muazzam bir yaratıcı kapasiteye sahip olduğunun da kanıtıdır.

Bugün sağlıklı bir gururla söyleyebiliriz ki ne dış saldırılar ne doğanın vurduğu darbeler ne de kendi hatalarımız devrimin bugünkü 65. yıldönümüne ulaşmamızı engelleyemedi. İşte buradayız ve burada olacağız! 

Bu her şeyden önce kahraman halkımızın artık kanıtlanmış direnci ve özgüveni sayesinde; Küba Devrimi'nin Başkumandanı Fidel Castro Ruz’un bilge liderliği sayesinde; halkın liderlerine duyduğu güvene layık bir mirasçı haline gelen partinin varlığı sayesinde ve ulusun birliği sayesinde mümkün oldu.

Yoldaş Díaz-Canel birkaç dakika önce yaptığı konuşmada Kübalıların bu 65 yıl boyunca yaşadığı, Moncada’nın, Granma’nın, Sierra’da ve ovalarda verilen mücadelenin zorlu ve unutulmaz anlarından gerçek zaferin elde edilmesine uzanan o destanı ele alırken işte bu özelliğimize atıfta bulunuyordu.

Zorluklar ve tehlikeler ne kadar büyükse, çaba, disiplin ve birlik o kadar gereklidir. O ya da bu şekilde elde edilen bir birlik değil, Fidel’in 22 Ocak 2008 tarihli yazısında çok yerinde bir şekilde tanımladığı ilkelere dayanan bir birlik: “Birlik mücadeleyi, riskleri, fedakarlıkları, tartışma ve analiz yoluyla ulaşılan hedefleri, fikirleri, kavramları ve stratejileri paylaşmak demektir. Birlik, devrimci bir militanla hiçbir alakası olmayan ilhakçılara, satılmışlara ve yozlaşmışlara karşı ortak mücadele anlamına gelir”. Ve bunlara bir başka temel fikri daha ekledi: “Devasa taktik düşünceler denizinde stratejik çizgileri sulandırmaktan ve var olmayan durumları hayal etmekten kaçınmalıyız”.

İşte bizim birliğimiz böyle bir şey. Bu birlik sihirle ortaya çıkmadı; onu sabırla, tuğla tuğla örerek birlikte inşa ettik. Küba Devrimi'nde her samimi yurtsevere yer oldu; tek koşul, adaletsizlik ve baskıya karşı koymaya, halkın iyiliği için çalışmaya ve onun kazanımlarını savunmaya hazır durumda olmaktı.

Partimiz bu düşünce ve eylem ocağında şekillendi; otoriterlikten ve dayatmalardan uzak durarak, farklı fikirleri dinleyip tartışarak ve ortak çabanın parçası olmak isteyen herkese katılım hakkı tanıyarak. Alçakgönüllülük, dürüstlük, gerçeğe bağlılık, sadakat ve adanmışlık kilit önemde oldu. Direnme ve kazanma yeteneğimiz sosyalizme ve onun eserlerine, birliğe ve devrimci ideolojiye dayanıyor.

Birlik bizim ana stratejik silahımız; bu küçük adanın her zorluktan zaferle çıkmasını sağlayan o oldu; Marti’nin “vatan insanlıktır” düsturunu sahiplenen halkımızın enternasyonalist duruşunun ve dünyanın başka topraklarında gösterdiği hünerlerin arkasında o var. Birliğimizi gözümüzden bile çok sakınalım! Bunun böyle olacağından hiç şüphem yok. Mücadeleci gençliğimiz Pinos Nuevos’un bunu güvence altına alacağına inancım tam.

Parti, hükümet, kitle örgütleri ve tüm halkımızın oluşturduğu birlik ve bunun bir parçası olan Devrimci Silahlı Kuvvetler’in ve İçişleri Bakanlığı’nın savaşçıları, düşmanın sistematik yalan üretiminden terörizme uzanan tüm yıkıcı planlarını bir kez daha çökertecek olan kalkandır.

Bugün memnuniyetle söyleyebilirim ki, Küba Devrimi 65 yıl sonra zayıflamak bir yana, daha da güçleniyor; üstelik on yıl önce yine böyle bir günde ve tam da bu yerde söylediğim gibi, halktan başka hiç kimseye verecek hiçbir hesabı olmadan… 

Yoldaşlar,

Bugün partimizde, hükümetimizde ve en üst düzey görevlerde bulunanlardan tabanda mücadelenin ön saflarında yer alan on binlerce öncüye kadar toplumumuzun diğer örgüt ve kurumlarında liderlik sorumluluğunu üstlenenlere duyduğum güveni ifade ederken devrimi gerçekleştiren tarihsel neslin duygularını ifade ettiğimi biliyorum. Onların çok büyük çoğunluğu en zor koşullarda eylemleriyle mevcut zorlukların üstesinden gelmek ve halkımızla birlikte ilerlemek için gereken devrimci kararlılığı ve iradeyi gösteriyor.

Kapasite yetersizliği, donanımsızlık ya da sadece yorgunluk nedeniyle bile olsa o anın gerektirdiği görevi yerine getiremeyecek olanlar, yerlerini görevi üstlenmeye istekli başka yoldaşlarımıza bırakmalıdır.

Tüm kadrolarımızı, bunca ihtiyacın ortasında bile yurttaşlarımızın güvenini ve örnek gösterilecek desteğini haklı çıkarmak için daha fazla ne yapılabileceği konusunda her gün düşünmeye, ne naiflik ne de zafer sarhoşluğu göstermemeye, bürokratik yanıtlar vermekten, rutine teslim olma ve duyarsızlığın her türlü tezahüründen kaçınmaya, gökten bir şey yağacağını hayal etmeden elimizdekilerle gerçekçi çözümler bulmaya çağırıyorum. Aynı şekilde, onca görevin ve günlük zorlukların arasında kendinizi geliştirmek için zaman bulun; bilgi her zaman önemli bir silah olmuştur, günümüzde daha da fazla öyle.

Mevcut zorluk ve güçlükler büyük olabilir; ama devrimin ortaya çıkardığı eserler daha da büyük. Düşmanın rezilliklerine karşı en iyi ve en kesin savunmayı onlar oluşturuyor; bu eserler Küba'nın her köşesinde hem maddi hem de manevi olarak kendini hissettiriyor.

Devrim Küba’ya ve Kübalılara onur kazandırdı. Siyaset elit bir kesimin tımarhanesi olmaktan çıkıp bütün bir halk kendi kaderinin öznesi haline geldiğinde iktidar kavramı da yeni bir boyut kazandı. İşte bu nedenle yoksulların devrimini, yoksullar tarafından ve yoksullar için yapılan bu devrimi savunmak ve ileriye taşımak zorundayız.

Tarih bize teslimiyet ve bozgunculuğun nerelere götürdüğünü defalarca gösterdi. Kendimizi direnişle sınırlamayalım. Bu zorluklardan da hep yaptığımız gibi çıkacağız; savaşarak! Baraguá'nın, Moncada'nın, Granma'nın, Girón'un kararlılığıyla ve Başkumandan tarafından bize aşılanan sarsılmaz inançlarla…

Bugün bu daha çok çalışmak ve en önemlisi de işimizi iyi yapmak anlamına geliyor. Anavatanın şanlı tarihine olan bağlılığımızı, şehitlere olan hürmetimizi göstermenin en iyi yolu budur.

Başbakan yoldaş Manuel Marrero'nun birkaç gün önce Halk İktidarı Ulusal Meclisi’nde çok net bir şekilde açıkladığı gibi, içinde bulunduğumuz karmaşık ve ertelenmesi mümkün olmayan ekonomik savaşta mevcut durumdan çıkmamızı ve gelişmemizi sağlayacak koşulları yaratabilmemiz için bazı fedakarlıklar gerektirse bile üretkenlik, düzen ve verimlilikte ilerlememiz zorunlu.

Bu zorluklara bir yanıt bulmak tüm Kübalı devrimcilerin kaçınılmaz görevi. Böylesi önemli bir günde tüm halkımıza, anavatanın ihtiyaç duyduğu bu ortak çabaya hep alışkın olduğumuz üzere bilinç ve sorumlulukla katılması çağrısında bulunuyorum.

Emin olduğum ve 1 Ağustos 2010 tarihinde Küba Parlamentosu’nda dile getirdiğim bir şeyi burada tekrarlamak istiyorum: “Zorluklar biz Kübalı devrimcilerin geceleri uykusunu kaçırmaz; bizim bildiğimiz tek yol iyimserlikle ve zafere olan sarsılmaz inancımızla mücadeleye devam etmektir”.

Devrimin sadık ve emin koruyucuları olan Devrimci Silahlı Kuvvetler ve İçişleri Bakanlığı bu yüce çabaya kararlılıkla katılacaktır. Şunu kesinkes teyit edebilirim ki, dün eğer İsyancı Ordu’nun muzaffer kollarından özgür, güzel, güçlü ve yenilmez yeni vatan doğduysa, bugün [Devrimci Silahlı Kuvvetler’in ve İçişleri Bakanlığı’nın] savaşçıları da herhangi bir tehdit ya da zayıflık karşısında parti ile birlikte devrimin can damarı olmaya devam etmekten imtina etmeyecektir. 

Değerli yurttaşlar,

Başkumandanın otuz yıl önce Küba Devrim Savaşçıları Derneği’nin kuruluşunda yayınladığı mesajda belirttiği gibi: “... Devrimde kuşaklar arası çelişkilerin olmamasının basit bir nedeni var: Çünkü devrimin evlatları arasında iktidar kıskançlığı veya iktidar hırsı olmaz.”

“Biz eski savaşçıların hiçbiri mevkilere yapışıp kalmıyor, ona hizmet ettiğimiz için kendimizi vatanın alacaklısı olarak görmüyoruz; biz gücümüz yettiği sürece, ne kadar mütevazı olursa olsun, bize verilen görevde olacağız”. 

Fidel'in sözleri böyle; bugün söylenmiş gibi gibiler.

Böylesine önemli bir günde şunu teyit edebilirim: Bizim en büyük gurur ve mutluluk kaynağımız her türlü sevinç, öfke ya da üzüntü anında Fidel'in yanında yer almış olmak; ondan birliğin tayin edici önemini, düşmanlarımızın önümüze koyduğu engeller ne kadar aşılmaz, karşımıza çıkan tehlikeler ne kadar büyük görünürse görünsün sağduyumuzu ve zafere olan inancımızı kaybetmemeyi, her türlü olumsuzluktan ders çıkararak onu zafere dönüştürecek gücü ortaya koymayı öğrenmiş olmak.

Onun öğretilerine ve yarattığı örneğe sadakatle, işte buradayız! Kahraman Santiago de Cuba'dan tekrar ilan ediyoruz: Bir sıra neferi olarak halkla birlikte, düşmana ve kendi hatalarımıza karşı ayağımız üzengide, palalarımızı kuşanmaya hazırız. Bu topraklarda şu mambi haykırışları daima yankılanacak:

Yaşasın Özgür Küba!

1 Ocak 2024, Santiago de Cuba"

                                                               /././

Küba: Devrimin sporunu neden savunmalı? (12/10/2023)

Mesele sporun politikleştirilmesi değil; mesele Küba’da sporun, doğal yetenek ve kalıtımın ötesinde, 1959’dan itibaren geliştirilen politikaların ürünü olduğunun anlaşılmasıdır.

“Bir Kübalının ringde neden ‘vatan yahut ölüm’ dediğini, madalyaların neden Fidel’e adandığını veyahut da mütevazı bir köyden gelen bir babanın evladının madalyalarını neden müteşekkir bir şekilde Kumandanın fotoğrafının yanına astığını merak ettiğinizde…”

Pandeminin olanca koşuşturmacası ve uykusuz geçen gecelerinin ortasında Olimpiyat Oyunları gelip çattı ve hem Küba’ya hem de dünyaya biraz da olsa ışık saçtı. Yine de birçokları sporcularımızın devrimden bahsetmesini veya mutlulukları esnasında madalyalarını Fidel’e adamalarını anlamıyor, hatta kınıyor. Bazıları “ödlekler” diyor sporcularımıza, başkaları daha beter şeyler, ama en çok da spor alanında siyasetten bahsedilmesini eleştiriyorlar (elbette kendileri arada bir ringlerde ‘Vatan yahut Yaşam’1 diye bağırarak politikaya başvurmaktan çekinmiyorlar).

“Ancak dürüst olmak gerekirse, bunca şeyin arasında, Mijaín Lópes’in babasının neden oğlunun madalyalarını asmak için Fidel’in resmini seçtiğini anlamak için en azından birazcık çaba harcamamız gerekiyor. Kübalı olmaktan gururluyuz elbette ama bu arada Latin Amerikalı da olduğumuzu, Küba’da sporun devrimden önceki tarihinin -özellikle de 20’inci yüzyıldan itibaren- sıradan bir Latin Amerika ülkesinin tarihi olduğunu çoğunlukla unutuyoruz.”

Küba devrimin başarıya ulaşmasından evvel yedi tane olimpiyata katıldı (1960 Oyunları dahil) ve bu olimpiyatlarda toplam yalnızda 12 madalya kazandı. Bunlardan beşi altındı ve tümü de eskrim dalındaydı (eskrim gibi bir sporu yapma imkanına kimlerin sahip olduğunu söylemeye sanıyorum gerek yok). Küba bu yedi olimpiyatın yalnızca üçünde madalya kazandı (1900, 1904 ve 1948). 1900’de Ramón Fonst’un adaya ve Latin Amerika’ya ilk iki madalyayı kazandırmasıyla Küba iyi bir açılış yaptı. Sonraki oyunda Küba dokuz madalya kazandı, ki bu sayı mevzubahis yedi oyunda elde edilen en yüksek madalya sayısıydı.

Bu ödüller de aynı şekilde tamamen eskrimden geldi (dört atlet kazandı bunları; ancak ilginç bilgidir, bu dördünün yalnızca ikisi Kübalı, diğer ikisi ABD’liydi). 1948’e kadar Küba bir daha olimpiyat podyumuna çıkmayı başaramadı; bu yıl, yelken dalında yarışan bir baba-oğul, pek de elitist olmayan yıldız kategorisinde getirdiler madalyayı (oyunlara kendi yatlarını ve her şeylerini kendileri kiralayarak gitmişlerdi).

Sonuçta 60 yılda Küba yalnızca iki spor dalında madalya kazandı; ikisi de gördüğünüz gibi pek “halka ait” dallardı: eskrim ve yelken. 1960’a kadar Küba’yı olimpiyatlarda yalnızca 124 atlet temsil etmişti. Madalya kazananların tümü beyaz sporculardı ve hiçbiri başkent dışından değildi (dört Havanalı ve Küba adına yarışan iki ABD’li). Yani 1960 yılına kadar, Küba sporunu temsil eden ABD’lilerin sayısı, ülkenin orta ve doğusundan gelenlerden fazlaydı.

1964 Tokyo Oyunları’ndan 2020 Tokyo Oyunları’na kadar Küba toplam 13 olimpiyata katıldı ve sonuncusu henüz tamamlanmamış olduğu halde 82’si altın, 225 madalya kazandı. Bu sürede Küba’yı 1820 atlet temsil etti (hesaplayalım, 1820-124=?); bu sporcular atletizm, basketbol, beyzbol, boks, bisiklet, eskrim, halter, güreş, yüzme, kano, atıcılık, tekvando, yelken, voleybol ve judo dallarında podyuma çıktılar. Küba, 1904’ten sonraki ilk altın madalyasını 1972 yılında devrimin yetiştirdiği sporcu kuşağıyla kazandı.

“Evet, Küba’nın yeniden zirveye ulaşabilmesi için 68 yıl geçmesi gerekti; o günden bu yana tüm olimpiyat oyunlarında en az üç altın madalya kazanıldı. Kadın sporcuların ilk madalyası için de devrimi beklemek gerekti; 1968’de dört Kübalı kadın 4x100 metre bayrak yarışında gümüş madalyayı kazandı.”

Küba, bahsi geçen 13 oyunun hepsinde madalya kazandı; 1976’dan beri gerçekleşen olimpiyat oyunlarının her birinde en az on madalya kazandı. Bunu daha önceki olimpiyatların hiçbirinde başaramamıştı. Dahası, 1992 Barcelona Oyunları’nda Küba rekor kırarak 14’ü altın olmak üzere toplam 31 madalya elde etti. Bu sonuçla tüm ülkeler arasında beşinci oldu; yalnızca eski Sovyetler Birliği’nin birleşik ekibi, ABD, Almanya ve Çin gibi güçlü ekiplerin gerisinde kaldı.

Bu sonuçlar sayesinde Küba, İspanyolca konuşulan ülkeler arasında en fazla madalya kazanan ülke konumunda (evet, İspanya dahil). Yalnızca altın madalyalar düşünülürse, ada bu açıdan da birinciliğini koruyor; Küba kendisinden sonra gelen sekiz Latin Amerika ülkesinin toplamından daha fazla altın madalyaya sahip (Brezilya, Arjantin, Meksika ve diğer beş Latin Amerika ülkesinin altın madalyalarının TOPLAMINDAN söz ediyoruz). Aslına bakılırsa, bu listede üçüncü sırada bulunan Arjantin’in toplam madalya sayısı (75) Küba’nın altın madalya sayısından (82) daha az. Bugün Küba, olimpiyat tarihinin en başarılı on altıncı ülkesi konumunda.

Bu soğuk rakamların yanına Juantorena, Ana Fidelia, Iván Pedroso, Sotomayor, Savón, Stevenson, Karayip Esmerleri (ki aralarından Regla Torres, 20’nci asrın en iyi voleybolcusu), ve elbette Latin Amerika’nın aynı dalda dört altın madalya kazanmış tek sporcusu olan, 2004’ten beri namağlup olimpiyat şampiyonu Mijaín López’in isimlerini eklemek gerek.

“Sadece bu son oyunlarda Küba, devrimden önce kazandığı toplam madalyadan daha fazlasını kazandı. Dahası, Tokyo 2020’deki Küba delegasyonundaki madalya sahipleri sekiz farklı ilden, altın madalya sahipleri beş farklı ilden geliyor. Devrimden önceki tablonun tam aksine bu gençlerin yalnızca biri Havana’dan, o da mütevazı mahalle Güinera’dan.”

Bu yazıyı devrim öncesi olimpiyat hikayeleri arasında halkın hafızasına en fazla kazınmış olanı anmadan bitirmek olmaz. Félix “Andarín” Carvajal, eskrimci ve yelkenci hemşehrilerinin aksine olimpiyatlara beş parasız gitmişti. Çok yoksul bir ailenin oğlu olarak 14 yaşından itibaren maratona ilgi duymuştu. Okuma yazmayı yetişkinlikte öğrendi; 29 yaşında hayalleriyle birlikte San Luis’e geldi. INDER2 gibi bir kurum vasıtasıyla değil, Küba’da para toplayarak gerçekleştirdi yolculuğunu.

Finansman konusunda önce Estrada Palma’dan3 yardım istedi ama reddedildi. Bu yüzden köy köy gezip gösteriler yaparak para topladı ve bu paralarla New Orleans’a varmayı başardı. Oradan San Luis’e yürüyerek gitmek zorunda kaldı; yürüyüşü on günden uzun sürdü. San Luis’e yarıştan kısa süre önce varmasına rağmen yarışta uzun süre liderliği korudu (ki, ayağında botlar ve yarıştan hemen önce pantolondan kestiği bir şortla koşuyordu).

Ancak olimpiyat arzusundan daha güçlü bir şey vardı: açlık. Yol üstünde birkaç elma ağacı gördü; elmaların açlıktan bayılmasını engelleyeceğini düşünmüştü ama elmalar midesini bozdu. Bu yüzden Andarín birkaç kez yarışa ara verip tuvalete gitmek zorunda kaldı; bu yüzden ancak dördüncü olabildi. Bu makalenin yazarı olarak, yelkencilerin ve eskrimcilerin benzer zorluklardan geçmediklerine kalıbımı basarım.

“Bir Kübalının ringde neden ‘vatan yahut ölüm’ dediğini, madalyaların neden Fidel’e adandığını veyahut da mütevazı bir köyden gelen bir babanın evladının madalyalarını neden müteşekkir bir şekilde Kumandanın fotoğrafının yanına astığını merak ettiğinizde bu verileri getirin aklınıza. Mesele sporun politikleştirilmesi değil; mesele Küba’da sporun, doğal yetenek ve kalıtımın ötesinde, 1959’dan itibaren geliştirilen politikaların ürünü olduğunun anlaşılmasıdır. Tarihini bilmeyenler onu tekrarlamaya mahkûm olurlar; Küba’yı temsil eden Amerikalılar olma arzusundakilerin sonlarının bazen Andarín’inki gibi olduğu unutulmamalıdır.

Ivette González Salanueva
7 Ağustos 2021, Lo Que Somos


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder