13 Ocak 2024 Cumartesi

Mehmet Eymür de hesap vermeden gitti: Bir işkenceci öldü diyeler… + Bir kitabın hikayesi: Kimdir bu Mehmet Eymür?

Mehmet Eymür de hesap vermeden gitti: Bir işkenceci öldü diyeler…(Orhan Gökdemir) 

12 Mart’tan bu yana devletin özeti iki Mehmet’ten ibarettir. MİT’te Mehmet Eymür, poliste Mehmet Ağar. Mafyayı koruyup kollayanlar onlardır. Bugün ölen de o devletin temsillerinden biridir.

Ergenekon operasyonu Mehmet Eymür’ün yurtdışından yayın yapan “Atin” adlı sitesinde “Ergenekon lobi” adlı bir belgenin yayınlanması ile başlamıştı. Belge birkaç yıl fantastik bir metin olarak ortalıkta dolaştı durdu. Neden sonra gözaltılar, davalar başlayınca anlaşıldı belgenin önemi.

Mehmet Eymür ismi rast gele bir isim değil. Ülkenin son kırk yılına damgasını vurmuş iki örgütten birinin en bilinen ismi. Üstadı Hiram Abas vurulup sahneden çekilince ona kaldı MİT Meydanı.

Emniyetteki rakibi Mehmet Ağar da Şükrü Balcı’nın varisiydi. Ergenekon’un başlama vuruşu yapılana kadar didişip durdular. Ergenekon başlayınca Eymür Fethullahçıların, Ağar AKP’nin yanında saf tuttu. Bu sayede ikisi de Ergenekon’a sanık olarak dâhil olmaktan kurtuldu. Ergenekon’u “derin devlet” veya “kontrgerilla” sananlara hatırlatalım, bu iki Mehmet olmadan öyle bir dava mümkün değildir. 

Bizde, kontrgerilla türü örgütlenmeler Amerikan yardımı ile birlikte geldi. Polis, ordu ve elbette istihbarat teşkilatı bizzat Amerikalılar tarafından eğitildi, yönlendirildi. Böylece Komünizmle mücadele için kışkırtılmış ve aşırı motive olmuş bir yeni devlet aygıtı oluşturuldu.

Burada örgütlenmenin temel esprisi ne pahasına olursa olsun Komünist yayılmanın durdurulması ve eğer başarısız olunursa, bir Komünist işgale karşı yeraltında bir direniş hareketi oluşturulmasıydı. Örgütü oluşturmak için harekete geçenler, bu mücadele için en hazır güç olarak sağ ve radikal sağ örgütlenmeleri buldular. Mafya ise kendisine göz yumulması karşılığında her türlü hizmete hazırdı. ABD, mafyanın buradaki rolünün ne kadar önemli olduğunu İtalya’ya asker çıkarırken iş birliği yaptığı İtalyan mafyasından öğrendi. Bu silahlı, gözü kara ve devletimsi güç, kolay ikna ediliyor, hızlı bir şekilde mobilize oluyor ve komünizmle mücadelenin gerektirdiği şiddeti profesyonelce kullanıyordu. Öte yandan mafyanın kontrolünde olan uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile oluşan muazzam kara para, “örtülü operasyonlar”ın finansmanı için gereken paranın bulunmasında, yerel meclislerin çıkaracağı muhtemel sorunlardan kurtulma şansı sağlıyordu.

Bu yolla uluşturulan kayıtsız güç, kaydı olmayan yasaları oluşturmakta da gecikmedi. Terör, Dünya tarihinde ilk defa, devletin gücünü kullanan odakların kontrolünde uygulanıyordu. İtalya’da Gladio ve P-2 örgütlenmeleri açığa çıkarıldığında, Süper NATO’nun süper işlerinin büyük kısmının terör eylemlerine girişmek ve bu eylemleri solcular yapıyormuş gibi göstermek olduğu anlaşıldı. Öte yandan, Vatikan’ın da boylu boyunca içinde olduğu, bankaların, uluslararası tekellerin, popüler politikacıların, CIA’in, ABD ordusunun kontrolünde yerel askeri güç odaklarının, iş adamlarının, gazetecilerin içinde olduğu karanlık ve kuşkusuz sağ bir güç odağının izleri seziliyordu. İtalya’nın en güçlü adamı Aldo Moro’ya kadar uzanan siyasal cinayetler işlenmiş, paravan sol örgütlerle eylemlere girişilmiş (Kızıl Tugaylar’ın sonradan Gladio’ya bağlı olduğu anlaşıldı), yaratılan dehşet havasında sağın iktidarı garanti altına alınmıştı.

P-2 ve Gladio, bütün Avrupa’yı ve yakın çevre ülkelerini sarmış olan yepyeni bir örgütlenmenin laboratuvarıydı. Türkiye, bu savaşın sıcaklığını ancak 1960’lı yılların sonunda hissetti. 12 Mart muhtırası ile oluşan sıcak havada polis, istihbarat örgütü ve asker ile mafya arasında karmaşık bağlar kuruldu. Mafya bu ilişkiyi kendi çıkarı için kullanmak istedi, devlet memurları için ise bu kaçamaklar o kadar önemli değildi. Önemli olan mafyanın sağladığı yeni olanaklardı. Faik Türün, Fuat Doğu, Şükrü Balcı, Hiram Abas; ikinci kuşakta Mehmet Eymür, Mehmet Ağar, Nuri Gündeş gibi resmi kişilikler bu yeni memur tipinin en önde gelen örnekleri oldular. 1970’li yıllar devletle iş tutmayanın mafya olamayacağının anlaşıldığı yıllardı. Hemen hemen önde gelen bütün mafya babaları ceplerinde devletin kimliklerini taşıyorlardı. İçlerinden bir kısmı, Süper NATO’ya paralel uluslararası ilişkiler de geliştirmişlerdi. Saint Pierre meydanında gerçekleşen suikast, sert bir hiyerarşi içerisinde Süper NATO’dan Süper NATO’ya ve mafyadan mafyaya yeni bir ağ kurulduğunu gösteriyordu.

12 Eylül’ün ardından oluşturulan yeni hukuk sistemi de işte bu ilişkileri korumak ve sürdürmek üzere şekillendirilmişti. Devleti kutsayan bu yeni anlayış içinde, siyasal cinayetler doruğa çıktı, “faili meçhul cinayet” “devlet tarafından işlenen cinayet” anlamına geliyordu artık. Zamanın Başbakanı Tansu Çiller’in bütün bu ilişkileri ortaya çıkaran Susurluk kazasının ardından söylediği “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözü, ülkenin içinden geçtiği 40 yılın birikimini özetliyordu. 

“Şerefli kurşun atanlar”, aynı zamanda uyuşturucu kaçakçısı, mafyöz ve yasadışı kişilerdi. Türkiye’nin son 40 yılında “şeref”in politikacı, polis müdürü, istihbaratçı vb. için bir şifre kelime haline gelmesinin sırrı budur. Şeref devlet güçlerinin hızla mafyalaştığını, mafyanın da hızla devletleştiğini gösteriyordu. 

Eymür kayda geçiyor

Bu karşıdevrim operasyonunun içinde oluşan tiplerden birinin, Eymür’ün sicilini kayda geçirmek biz “nasip” oldu. Talat Turhan’la ortak işlerimizdendir. 

Talat Turhan ile 1990’lı yıllarda tanıştım. 12 Eylül’ün halesindeki Türkiye, ikinci on yılda adeta bir sıcak savaş yaşamaktaydı. Faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, gün ortasında sokak ortasında işlenen cinayetler, muhalif gazetelerde patlayan bombalar, gözaltılar, işkenceler… Kürt Sorunu en sert zamanlarındaydı. Kürt diyenin içeri tıkıldığı, gazetelerin dergilerin kapatıldığı, sansür sürgün kararnamelerinin çıkarıldığı dönemlerdi. Talat Turhan 1970’li yıllarda yüz yüze geldiği devletin o karanlık yüzünün peşindeydi. Israr ediyor, her gün yeni bilgi ve belgelerle ortaya çıkıyor, anlatıyor, bu nedenle hakkında açılan davalarla boğuşuyordu.

Sanırım ilk görüşmemiz gazetecilik faaliyeti nedeniyleydi. Yazı istedim veya röportaj yaptım. Sonra görüşmelerimiz devam etti. Evine konuk oldum, uzun sohbetlerine katıldım. 1990’lı yıllar kapanmak üzereydi, ortalık biraz durulmuş görünüyordu ama dönemin aktörleri hala etkin görevlerdeydi. Ortak bir tanıdığımızın cenazesinde karşılaştık, “Orhan birlikte kitap yazalım” dedi. “Onur duyarım Ağabey” dedim. “Ben Kemalist’im senin için sakınca olur mu?” dedi. “Ağabey ben de Marksist’im senin için sakıncası yoksa benim için hiç yok” dedim.

Mehmet Eymür üzerine çalışmaya bu konuşmadan sonra başladık. Arşivlerini açtı. İnanılmaz bir titizlikle oluşturulmuştu o arşivler; kupürler tarih sırasına göre dizilmiş, arkalarına önlerine notlar alınmış, dosyalanmıştı. Doğrusu, geriye pek az şey bırakıyordu o dosyalar. 1999’da “Eymür” kitabı öyle ortaya çıktı.* Arkasından Mehmet Ağar’ı yazmayı planlamıştık. Ancak araya uzun mesafeler ve benim ekmek kavgalarım girdi. “Orhan sen yaz” dedi, arşivinin bir bölümünü evime taşımama izin verdi. Mehmet Ağar’ın sicilini kayda geçiren “Pike” de böyle ortaya çıktı. Bu iki kitap uzun yıllar boyunca davalarla boğuşmama neden oldu. Talat Turhan’la birlikte mahkeme kapılarında uzun zamanlar geçirdik. Talat Ağabey için bunlar adeta yaşamının doğal bir parçası gibiydi, sonra ben de alıştım.

O davalardan ikisi “Eymür” kitabıyla ilgiliydi. İlki “MİT Raporu’nun ekleri”nde adı geçen mafyozlardan birinin şikâyeti ile açılmıştı. Yani dava konusu olan belge polis raporuydu, devletin resmî belgesiydi. Ünlü MİT Raporu’ndan dolayı ceza alma onuru bizimdir. İkincisini Eymür bizzat açtı. Kendisine “CIA ajanı” dediğimizi iddia ediyordu. Oysa bir gazeteye verdiği demeçte “CIA için çalışırım” anlamına gelen laflar etmişti, oradan alıntı yapmıştık. Hem CIA ile çalışsa ne çalışmasa ne? CIA zaten MİT’in içindeydi. Teşkilatın merkezinde ofis açmıştı, para yardımı yapıyor, alet edevat sağlıyor, yönlendiriyordu. Tabii bu da mahkûm edilmemize engel olmadı. Devletin yargısı, “Eymür söylemiş olsa bile siz alıntı yapamazsınız” diyordu bize. Talat Turhan onda da ısrar etti, davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdı, kazandı. 

Talat Ağabey 12 Mart’ta, Ziverbey İşkence hanesinde o karanlıkla yüzleşmişti. İşkence merkezinde, karanlıkta saklananlardan biri de Mehmet Eymür’dü. Uzun yıllar inkâr etti işkence yaptığını. Sonra dayanamadı, bir gazeteciye döküldü, “yaptım, devletin çıkarınaysa yine yaparım” dedi. Bizim “Eymür”de yazdıklarımız böylece birinci ağızdan doğrulanmış oldu. Devletin ve elemanlarının işkence yaptığı, işkencenin bir devlet politikası olduğu delilleriyle ortadadır artık.

Kızıldere Katliamı'ndan beri solun peşinde

Ne demişlerdi 12 Mart’ta; Burada anayasa yok, yasa yok! Tek yasa vardır biliyoruz; devlet sebeb-i hikmeti olan egemenlerin çıkarını korumak. O nedenle 12 Mart’ın tezgâhlarında yarım bırakılan iş, 12 Eylül’de tamamına erdirildi. Halkın çocukları bir kez daha işkencelerden geçirildi, kaybedildi, öldürüldü. Tarikatlar el altından desteklendi, topluma din enjekte edildi. TİB (Toplumla İlişkiler Başkanlığı) devreye sokuldu, ölüm timleri oluşturuldu, yargısız infazlar yapıldı, Hizbullah gibi ne idiğü belirsiz örgütler peyda oldu. Sonra bir de baktılar ki kontrol ellerinden kayıp gitmiş! 12 Eylül’ün kucağında büyüttüğü gayrı meşru çocuklar onları tasfiye edip yerine yenilerini koymaya başladığında cumhuriyet de son nefesini vermişti. Kontrgerilla, kendi halkına karşı örgütlenmiş cumhuriyetin intiharıydı.

İki Mehmetler, Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar bu çürümenin birer temsilcisi. Önde giden birer devlet elemanı olarak bu tarihi temsil etme kabiliyetleri var. Devleti birlikte çürüttüler, bütün gövdesiyle yasa dışına itilmesine yardımcı oldular, tetikçiliğini yaptılar. İkisi de devletin kendi halkına karşı yaptığı operasyonların bilgisine sahiptir. Devlet kimi neden öldürmeye karar vermişse, hangi kirli işin arkasında kim varsa bilirler. Mehmet Ağar poliste, Mehmet Eymür MİT'te halka karşı örtülü bir iç savaş yürüttüler. Bütün kariyerlerini bu iç savaş sırasında önce sola, ardından da Kürtlere karşı yaptılar. Ziverbey’de, Ankara DAL’da onlar vardır. Kızıldere’de solculara kurşun sıkan onlardır. Ulaş Bardakçı’yı vuran mermi onların tabancasından çıkmıştır. Mafyayı, uyuşturucu tacirlerini, silah kaçakçılarını koruyup kollayanlar onlardır. Solla mücadele ederken aynı zamanda birbiriyle mücadele ederler. Sebebi devletin yönetim biçimi üzerindeki görüş ayrılığı değil, karanlıkta oluşan pastanın paylaşılması mücadelesidir. Talat Turhan’ın deyişiyle işkenceciler aynı zamanda işkembecidir!

Eymür, 1996'da MİT'ten atıldı. Ardından “Kontrterör Dairesi” lağvedildi. MİT'ten ayrıldıktan sonra ABD'ye yerleşip, internet sitesi üzerinden yayın yapmaya başladı. Orada sanıyorum, kendine yaslanacak yeni güç odakları aradı. Fethullahçı çetenin yayını Zaman Gazetesi'nin eski özel haber müdürü Faruk Mercan’ın Eymür'ün sekreterliğini yapmaya başlaması o tarihlerdedir. Faruk Mercan, patronu Eymür hakkında sınırsız övgülerden ibaret bir iki kitap hazırlayıp yayımladı hatta. 

Son numarası kendini var eden rejimi yok etmek oldu. Yozlaşmış cumhuriyetten arda kalanları Fethullahçı çeteyle birlikte çökerttiler. Firari Fethullahçı Savcı Zekariya Öz'le pek sıkı fıkıydı, ihtiyaç oldukça kapısını aşındırıyor, dava hakkında bilgilerini aktarıyordu. Her şeyi biliyordu, bir tek devlet içindeki çeteleri bilmiyordu; sustuğu, sakladığı tek konu budur. 

Dedi ki giderayak, "Kızıldere'de roketatar ve havan mermileriyle katliam yaptık ama yargısız infaz sayılmaz. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını Ordu yaptı, haberimiz vardı. İşkence yaptım, pişmanlık duymuyorum. Ulaş Bardakçı’yı, Mahir Çayan’ı biz öldürdük. Ziverbey’de işkence yaptık çünkü inatçı tipler vardı. İnsanları alıp kaybettik, hepsi istihbarat operasyonuydu. Mafyayı kullandık, yine kullanırız..." Konuşan Eymür değil devlettir. Bugün ölen de o devletin temsillerinden biridir. Hesap vermeden gitmeyi başaranlar listesine ekliyoruz adını. 

                                                      /././                             

Bir kitabın hikayesi: Kimdir bu Mehmet Eymür? (soL)

'Bu, bir sınıfın ve düzeninin bütün gövdesiyle çürümesi meselesi. Devletin işkenceye ve cinayete ihtiyacı ondan var. Demek ki devrimin nesnelliğindeyiz. Hic Rhodus, hic salta!'

           *Talat Turhan ve Orhan Gökdemir'n birlikte kaleme aldığı "İç Savaşın MİT'çisi Eymür" kitabı

Yazarımız Orhan Gökdemir, bugün köşesinden son dönemdeki 'itiraflarıyla' gündem olan MİT'çi Mehmet Eymür'ü yazdı.

Eymür hakkında Talat Turhan'la birlikte yazdıkları kitabı anımsatan ve o kitap nedeniyle yargılandıklarını hatırlatan Gökdemir, "Mehmet Ağar poliste, Mehmet Eymür MİT'te halka karşı örtülü bir iç savaş yürüttüler. Bütün kariyerlerini bu iç savaş sırasında önce sola, ardından da Kürtlere karşı yaptılar. Ziverbey’de, DAL’da onlar vardır. Kızıldere’de solculara kurşun sıkan onlardır, Ulaş Bardakçı’yı vuran mermi onların tabancasından çıkmıştır. Mafyayı, uyuşturucu tacirlerini, silah kaçakçılarını koruyup kollayanlar onlardır" dedi.

Gökdemir'in "Eleman'ın anlattığı" başlıklı yazısının bir bölümü şöyle:

...Devlet kimi neden öldürmeye karar vermişse, hangi kirli işin arkasında kim varsa bilirler. Mehmet Ağar poliste, Mehmet Eymür MİT'te halka karşı örtülü bir iç savaş yürüttüler. Bütün kariyerlerini bu iç savaş sırasında önce sola, ardından da Kürtlere karşı yaptılar. Ziverbey’de, DAL’da onlar vardır. Kızıldere’de solculara kurşun sıkan onlardır, Ulaş Bardakçı’yı vuran mermi onların tabancasından çıkmıştır. Mafyayı, uyuşturucu tacirlerini, silah kaçakçılarını koruyup kollayanlar onlardır. Malumunuz, aynı zamanda birbiriyle mücadele ederler. Sebebi devletin yönetim biçimi üzerindeki görüş ayrılığı değil, karanlıkta oluşan pastanın paylaşılması mücadelesidir. Talat Turhan’ın deyişiyle işkenceciler aynı zamanda işkembecidir!

Eymür, 1996'da MİT'ten atıldı. Ardından “Kontrterör Dairesi” lağvedildi. MİT'ten ayrıldıktan sonra ABD'ye yerleşip, internet sitesi üzerinden yayın yapmaya başladı. Orada sanıyorum, kendine yaslanacak yeni güç odakları aradı. Fethullahçı çetenin yayını Zaman Gazetesi'nin eski özel haber müdürü Faruk Mercan’ın Eymür'ün sekreterliğini yapmaya başlaması o tarihlerdedir. Faruk Mercan, patronu Eymür hakkında sınırsız övgülerden ibaret bir iki kitap hazırlayıp yayımladı hatta. Bir ara kanal kanal dolaşıp ahkam kesiyordu, 15 Temmuz şeyinden bu yana kaçaktır. 

Doğu Perinçek’in üzerine atıp kurtulmaya çalışıyor ama Ergenekon soruşturmasına dayanak yapılan “Ergenekon lobi” belgesi de ilk kez 2002 yılında Eymür’ün “atin.org” adlı sitesinde yayımlandı. Firari Fethullahçı Savcı Zekariya Öz'le pek sıkı fıkıydı, ihtiyaç oldukça kapısını aşındırıyor, dava hakkında bilgilerini aktarıyordu. Her şeyi bilirler, bir tek devlet içindeki çeteleri bilmezler, gelenekleridir.

                                                                     ***

Diyor ki şimdi; Kızıldere'de roketatar ve havan mermileriyle katliam yaptık ama yargısız infaz sayılmaz. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını Ordu yaptı, haberimiz vardı. İşkence yaptım, pişmanlık duymuyorum. Ulaş Bardakçı’yı, Mahir Çayan’ı biz öldürdük. Ziverbey’de işkence yaptık çünkü inatçı tipler vardı. İnsanları alıp kaybettik, hepsi istihbarat operasyonuydu. Mafyayı kullandık, yine kullanırız... “Eymür”de not edilenler de zaten bunlardan ibarettir.  

Anlattıklarında fazlası ve yeni olan şu; “Yaptığınız işkencelerden pişmanlık duyuyor musunuz?” diye soruyor gazeteci. “Duymam, çünkü aşırı bir şey yapmadık. Daha çok taktikleri kullanmak istedim. Bizim hanım arkadaşları bağırtırdık. ‘Kızını aldık’ derdik sonra suçluya. Bağıran bizim arkadaşımız. ‘Konuşacaksan konuş sıkıntıya girecekler yoksa’ derdik mesela. Tiyatro yapardık biraz.” Cevabı budur. Biliyoruz, “sıkıntıya girecek” lafı mizansendir, aslı “kızın elimizde, konuşmazsan tecavüz edeceğiz”dir, tanıkların anlatımlarından biliyoruz. 

                                                                       ***

Bu karanlığın ortasında gazetecilik yapmaya, halka karşı işlenen suçları takip etmeye, tarihe not düşmeye çalışıyorduk. Kendi adıma bu not düşme işini daha çok önemsiyordum. Kitaplar yayımlanınca “Neden Eymür’le konuşmadın, Ağar’ı neden aramadın” diyen gazeteci dostlarım oldu. “Benim hakkımda rapor hazırlarken beni aramadıkları için” diye geçiştirdim. “Nesnellik” bu tür durumlarda bir gazeteci hastalığıdır, insan işkenceciye karşı nesnel olur mu?

Yazının tamamını okumak için: Eleman’ın anlattığı (Orhan Gökdemir)- 6/11/2011

'Yalnız Ahmet-Mehmet meselesi değil bu, bir sınıfın ve düzeninin bütün gövdesiyle çürümesi meselesi. Devletin işkenceye ve cinayete ihtiyacı ondan var. Demek ki devrimin nesnelliğindeyiz.'

Talat Turhan ile 1990’lı yıllarda tanıştım. 12 Eylül’ün halesindeki Türkiye, ikinci on yılda adeta bir sıcak savaş yaşamaktaydı. Faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, gün ortasında sokak ortasında işlenen cinayetler, muhalif gazetelerde patlayan bombalar, gözaltılar, işkenceler… Kürt Sorunu en sert zamanlarındaydı. Kürt diyenin içeri tıkıldığı, gazetelerin dergilerin kapatıldığı, sansür sürgün kararnamelerinin çıkarıldığı dönemlerdi. Talat Turhan 1970’li yıllarda yüz yüze geldiği devletin o karanlık yüzünün peşindeydi. Israr ediyor, her gün yeni bilgi ve belgelerle ortaya çıkıyor, anlatıyor, bu nedenle hakkında açılan davalarla boğuşuyordu.

Sanırım ilk görüşmemiz Toplumsal Kurtuluş dergisi için oldu. Yazı istedim veya röportaj yaptım. Sonra görüşmelerimiz devam etti. Evine konuk oldum, uzun sohbetlerine katıldım. 1990’lı yıllar kapanmak üzereydi, ortalık biraz durulmuş görünüyordu ama dönemin aktörleri hala etkin görevlerdeydi. Ortak bir tanıdığımızın cenazesinde karşılaştık, “Orhan birlikte kitap yazalım” dedi. “Onur duyarım Ağabey” dedim. “Ben Kemalist’im senin için sakınca olur mu?” dedi. “Ağabey ben de Marksist’im senin için sakıncası yoksa benim için hiç yok” dedim.

Mehmet Eymür üzerine çalışmaya bu konuşmadan sonra başladık. Arşivlerini açtı. İnanılmaz bir titizlikle oluşturulmuştu o arşivler; kupürler tarih sırasına göre dizilmiş, arkalarına önlerine notlar alınmış, dosyalanmıştı. Doğrusu, geriye pek az şey bırakıyordu o dosyalar. 1999’da “Eymür” kitabı öyle ortaya çıktı. Arkasından Mehmet Ağar’ı yazmayı planlamıştık. Ancak araya uzun mesafeler ve benim ekmek kavgalarım girdi. “Orhan sen yaz” dedi, arşivinin bir bölümünü evime taşımama izin verdi. “Pike” de böyle ortaya çıktı. Bu iki kitap uzun yıllar boyunca davalarla boğuşmama neden oldu. Talat Turhan’la birlikte mahkeme kapılarında uzun zamanlar geçirdik. Talat Ağabey için bunlar adeta yaşamının doğal bir parçası gibiydi, sonra ben de alıştım.

O davalardan ikisi “Eymür” kitabıyla ilgiliydi. İlki “MİT Raporu’nun ekleri”nde adı geçen mafyozlardan birinin şikâyeti ile açılmıştı. Yani dava konusu olan belge polis raporuydu, devletin resmî belgesiydi. Ünlü MİT Raporu’ndan dolayı ceza alma onuru bizimdir. İkincisini Eymür bizzat açtı. Kendisine “CIA ajanı” dediğimizi iddia ediyordu. Oysa bir gazeteye verdiği demeçte “CIA için çalışırım” anlamına gelen laflar etmişti, oradan alıntı yapmıştık. Hem CIA ile çalışsa ne çalışmasa ne? CIA zaten MİT’in içindeydi. Teşkilatın merkezinde ofis açmıştı, para yardımı yapıyor, alet edevat sağlıyor, yönlendiriyordu. Tabii bu da mahkûm edilmemize engel olmadı. Devletin yargısı, “Eymür söylemiş olsa bile siz alıntı yapamazsınız” diyordu bize. Talat Turhan onda da ısrar etti, davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdı, kazandı. 

Talat Ağabey 12 Mart’ta, Ziverbey İşkencehanesinde o karanlıkla yüzleşmişti. İşkence merkezinde, karanlıkta saklananlardan biri de Mehmet Eymür’dü. Uzun yıllar inkâr etti işkence yaptığını. Birkaç gün önce bir gazeteciye döküldü, “yaptım, devletin çıkarınaysa yine yaparım” dedi. Bizim “Eymür”de yazdıklarımız böylece birinci ağızdan doğrulanmış oldu. Devletin ve elemanlarının işkence yaptığı, işkencenin bir devlet politikası olduğu delilleriyle ortadadır artık.

                                                          ***

Ne demişlerdi 12 Mart’ta; Burada anayasa yok, yasa yok! Tek yasa vardır biliyoruz; devlet sebeb-i hikmeti olan egemenlerin çıkarını korumak. O nedenle 12 Mart’ın tezgâhlarında yarım bırakılan iş, 12 Eylül’de tamamına erdirildi. Halkın çocukları bir kez daha işkencelerden geçirildi, kaybedildi, öldürüldü. Tarikatlar el altından desteklendi, topluma din enjekte edildi. TİB (Toplumla İlişkiler Başkanlığı) devreye sokuldu, ölüm timleri oluşturuldu, yargısız infazlar yapıldı, Hizbullah gibi ne idiğü belirsiz örgütler peyda oldu. Sonra bir de baktılar ki kontrol ellerinden kayıp gitmiş! 12 Eylül’ün kucağında büyüttüğü gayrı meşru çocuklar onları tasfiye edip yerine yenilerini koymaya başladığında cumhuriyet de son nefesini vermişti. Kontrgerilla, kendi halkına karşı örgütlenmiş cumhuriyetin intiharıydı, o kitaplarda dediğimiz budur.

İmamlar geldi, karanlığı devraldı. Güya “derin devlet”i de ortadan kaldıracaklardı. Oysa devletin çürümesine neden olan bütün ilişkiler yerli yerinde. Devlet halkına düşman, ordu halkın ordusu değil, kolluk kuvvetleri Ortaçağ bakiyesi yapılanmaların elinde. Yani kontrgerilla artık devletin ta kendisidir.

                                                          ***

İki Mehmetler, Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar bu çürümenin birer temsilcisi. Önde giden birer devlet elemanı olarak bu tarihi temsil etme kabiliyetleri var. Devleti birlikte çürüttüler, bütün gövdesiyle yasa dışına itilmesine yardımcı oldular, tetikçiliğini yaptılar. İkisi de devletin kendi halkına karşı yaptığı operasyonların bilgisine sahiptir. Devlet kimi neden öldürmeye karar vermişse, hangi kirli işin arkasında kim varsa bilirler. Mehmet Ağar poliste, Mehmet Eymür MİT'te halka karşı örtülü bir iç savaş yürüttüler. Bütün kariyerlerini bu iç savaş sırasında önce sola, ardından da Kürtlere karşı yaptılar. Ziverbey’de, DAL’da onlar vardır. Kızıldere’de solculara kurşun sıkan onlardır, Ulaş Bardakçı’yı vuran mermi onların tabancasından çıkmıştır. Mafyayı, uyuşturucu tacirlerini, silah kaçakçılarını koruyup kollayanlar onlardır. Malumunuz, aynı zamanda birbiriyle mücadele ederler. Sebebi devletin yönetim biçimi üzerindeki görüş ayrılığı değil, karanlıkta oluşan pastanın paylaşılması mücadelesidir. Talat Turhan’ın deyişiyle işkenceciler aynı zamanda işkembecidir!

Eymür, 1996'da MİT'ten atıldı. Ardından “Kontrterör Dairesi” lağvedildi. MİT'ten ayrıldıktan sonra ABD'ye yerleşip, internet sitesi üzerinden yayın yapmaya başladı. Orada sanıyorum, kendine yaslanacak yeni güç odakları aradı. Fethullahçı çetenin yayını Zaman Gazetesi'nin eski özel haber müdürü Faruk Mercan’ın Eymür'ün sekreterliğini yapmaya başlaması o tarihlerdedir. Faruk Mercan, patronu Eymür hakkında sınırsız övgülerden ibaret bir iki kitap hazırlayıp yayımladı hatta. Bir ara kanal kanal dolaşıp ahkam kesiyordu, 15 Temmuz şeyinden bu yana kaçaktır. 

Doğu Perinçek’in üzerine atıp kurtulmaya çalışıyor ama Ergenekon soruşturmasına dayanak yapılan “Ergenekon lobi” belgesi de ilk kez 2002 yılında Eymür’ün “atin.org” adlı sitesinde yayımlandı. Firari Fethullahçı Savcı Zekariya Öz'le pek sıkı fıkıydı, ihtiyaç oldukça kapısını aşındırıyor, dava hakkında bilgilerini aktarıyordu. Her şeyi bilirler, bir tek devlet içindeki çeteleri bilmezler, gelenekleridir.

                                                        ***

Diyor ki şimdi; Kızıldere'de roketatar ve havan mermileriyle katliam yaptık ama yargısız infaz sayılmaz. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını Ordu yaptı, haberimiz vardı. İşkence yaptım, pişmanlık duymuyorum. Ulaş Bardakçı’yı, Mahir Çayan’ı biz öldürdük. Ziverbey’de işkence yaptık çünkü inatçı tipler vardı. İnsanları alıp kaybettik, hepsi istihbarat operasyonuydu. Mafyayı kullandık, yine kullanırız... “Eymür”de not edilenler de zaten bunlardan ibarettir.  

Anlattıklarında fazlası ve yeni olan şu; “Yaptığınız işkencelerden pişmanlık duyuyor musunuz?” diye soruyor gazeteci. “Duymam, çünkü aşırı bir şey yapmadık. Daha çok taktikleri kullanmak istedim. Bizim hanım arkadaşları bağırtırdık. ‘Kızını aldık’ derdik sonra suçluya. Bağıran bizim arkadaşımız. ‘Konuşacaksan konuş sıkıntıya girecekler yoksa’ derdik mesela. Tiyatro yapardık biraz.” Cevabı budur. Biliyoruz, “sıkıntıya girecek” lafı mizansendir, aslı “kızın elimizde, konuşmazsan tecavüz edeceğiz”dir, tanıkların anlatımlarından biliyoruz. 

                                                        ***

Bu karanlığın ortasında gazetecilik yapmaya, halka karşı işlenen suçları takip etmeye, tarihe not düşmeye çalışıyorduk. Kendi adıma bu not düşme işini daha çok önemsiyordum. Kitaplar yayımlanınca “Neden Eymür’le konuşmadın, Ağar’ı neden aramadın” diyen gazeteci dostlarım oldu. “Benim hakkımda rapor hazırlarken beni aramadıkları için” diye geçiştirdim. “Nesnellik” bu tür durumlarda bir gazeteci hastalığıdır, insan işkenceciye karşı nesnel olur mu?

Paranoyak olduğumuz sanılmasın diye not ediyorum, delilleri var. “Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından 2008-2009 tarihleri arasında, Genelkurmay Başkanlığı santralı ve TBMM ile iş adamları, gazeteciler ve polislerin de arasında bulunduğu 1000 kişinin sahte isimlerle dinlendiği ortaya çıktı.” Bu “VIP Dinleme Skandalı” haberinin girişidir. Adı geçen tarihlerde işsiz bir gazeteciydim, devletimiz sağ olsun buna rağmen “VIP muamele”yi esirgememişti bizdin. Dinlerler, not düşerler, açılan davalarda dosyanın arasına koyarlar, hakimleri ve savcıları böyle yönlendirirler.  

Bizim de buna karşı kitaplarımız vardır, araştırırız, buluruz, halkımız için not ederiz. Çoğu hakkımızda rapor tutanlar hakkında tutulmuş uzun raporlardır, nesnel değillerdir, sınırsız bir öfkeyle yazılmışlardır. Başlangıçta hepsi uydurma sanılsa da zamanla doğrulanırlar. Çünkü bizde halka yalan söylemek en büyük suçtur. 

İşte “Eleman” anlatıyor bir bir, ne yazdıysak doğruluyor. Vurmuşlar arkadaşlarımızı, öldürmüşler, işkence yapmışlar yoldaşlarımıza. Yalnız Ahmet-Mehmet meselesi değil bu, bir sınıfın ve düzeninin bütün gövdesiyle çürümesi meselesi. Devletin işkenceye ve cinayete ihtiyacı ondan var. Demek ki devrimin nesnelliğindeyiz. Hic Rhodus, hic salta!

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder