Aday derdi (Aydemir Güler)
Türkiye seçim bittiğinde, her şeyden önce daha örgütlü hale gelmelidir. Bu olmadan en büyük kazanım bile çöptür.
Memleketin, oldum olası, adaydan yana derdi olmuştur. 2024 yerel seçimlerine doğru bir kez daha burjuva siyasetinin karşısına çıkan sorun, henüz partilerin ne yapacağı tam olarak şekillenmemişse de, bayağı ağır görünüyor.
CHP’nin iki büyük şehirdeki netliğine bile gölge düştü ve arka plandaki yangın dışarıdan da hissedilir hale geldi. Ama biz burada yalnızca uç örneğe değinelim: Hatay’da MHP-AKP “kökenli” belediye başkanının (kökenli dediysek, ideolojik kökenini değiştirdiğine dair bir işaret alınmış değildir…) deprem suçunun görmezden gelinip yeniden aday gösterilmesi tabloyu aydınlatıyor: Demek ki, parti örgütünün bir önemi bulunmuyor. Demek ki, deprem geçirmiş ve kaderine terk edilmiş bir toplumun tepkisi önemsenmiyor. Demek ki, mevcut şahıs bir biçimde halkın onayını alarak görev üstlenen bir belediye başkanından ziyade feodal beye benziyor; “orası ondan soruluyor.”
Aslında bu berraklık CHP’de, hakkında konuşulmak istenmeyen gerçeği aydınlatıyor: CHP’de sadece iktidarı elinde tutanlar ve adaylar kazanmak ister! Zira bunların dışında kalanların önü kaybetme halinde açılacaktır. Hizipler birbirini çelmeler. Bu, ideolojik ve siyasal farklılığın bulunmadığı yerde olağan sayılır. Kadrolaşma dünya görüşü merkezli olsa, ilkelerden söz edilebilirdi. Kimse İmamoğlu’nun aslında profil olarak ANAP’lı, Yavaş’ınsa ülkücü olduğuyla ilgilenmediğine, “kazanacak aday” arayışı ve alttan alta örgüt içi çelmeleme taktikleri baskın olduğuna göre, soru daha da köklü olmalıdır: Bu bir siyasi parti midir, yoksa memleketin durumunu ve geleceğini asla umursamayan bir çıkar ilişkileri ağı mıdır?
CHP’ye haksızlık olmasın; bu soru burjuva siyasetinin bütününe yöneltilebilir. Kuşkusuz yeni bir olgu değildir, ancak giderek berraklaşmakta, berraklaşırken kriz üretmektedir.
AKP’ye gelince, onun da aday derdini aşacağı adres en büyüklerden başlayarak büyükşehir başkan adaylıkları olmalıydı. İmamoğlu’na İstanbul’u kazandıran o eski ve ilan edilmemiş koalisyon dağılmış durumdayken, AKP’nin onun karşısına çıkartacağı, sağ taban tarafından gücü takdir edilecek biri hayatı 2019’un öncesine pekâlâ döndürürdü. Ama en azından şimdilik, Murat Kurum’un rakibiyle aynı siklette olmadığını herkes kabul etmektedir. AKP’nin başkenti geri alması, CHP’nin hediye etmesi seçeneği dışında mümkün olmayacaktır.
İyi de, erki bu denli merkezileştirmiş, bir ulufe dağıtım sistemi kurmuş, dağılan muhalefet karşısında çok daha derli toplu görünen iktidar partisi neden doğru dürüst aday bulamaz? Yüksek profilli kabul edilen isimler hiç yok değildir. Ama Ali Yerlikaya örneğinde olduğu gibi, bunlar partileri adına toplumsal bir misyonla değil, partinin içinde bir taraf olarak hareket etmektedir. Aslında ortada misyon falan yoktur.
MHP’nin koyduğu çıtayı aşamayan İyi Parti ise çökmektedir. Birkaç yıl önce modern kadın imajıyla siyasetin merkezine çok yaklaşan Akşener, ne faşist günlerine dönebilmekte, ne hayli verim vaat eden seküler-sağ inşasına öncülük edebilmektedir. Böyle giderse -ki gitmemesi için bir neden yok- İyi Parti seçim sonrasında dağılır. Oysa bu parti bütün özellikleriyle bir devlet partisi olarak kurulmuştu! Artık bu da yetmiyor. En az onun kadar devletli bir kimliği olan Zafer Partisi sırasını bekliyor…
Devam edersek, DEM parti neden geleneksel belediyelerini yeniden almak istediğini anlatmak gibi temel hatta ilkel bir soruyla başa çıkamamaktadır. Kayyum atamasının gayrimeşru sayılacağı bir politik ortam tesis edilmeden, kolay kolay başa da çıkamayacaktır.
MHP ve başka sağ partilerse AKP’nin patinaj çekmesiyle boşalacak alanlara gözlerini dikmiş bulunuyorlar. AKP emekçilere, emeklilere yönelik politikalarının bir bedelini ödeyecektir. Buradan kazançlı çıkanın, halkın çıkarlarını gerçekten savunan düzen dışı güçler olması yerine, iktidar blokunun içinde kalması, Erdoğan’ın da işine gelir. Sadece emek başlığı da değil, AKP çok şeriatçı olduğu ve yeterince şeriatçı olamadığı için, kimine göre Filistin konusunu fazla uzattığı veya Filistin’de samimi davranmadığı, gerekeni yapmadığı için, Türkiye’yi tarikatlara boğduğu için, ama aynı zamanda tarikatlara gösterilen direnci kıramadığı için, belki aya yumuşak iniş yapamadığı için, göçmen sorununda kulağının üstüne yattığı için vb. vb. gibi birçok gerekçeyle de kısmi bedeller ödeyebilir. Bunlar diğer sağcıların beslenme alanıdır. Bu partiler herhangi bir dünya görüşünden hareket ettikleri için değil, hangi kırıntılara göz diktiklerine göre pozisyon alıyorlar. İyi de, bunlara parti diyebilir miyiz?
* * *
Parti dünyanın ve ülkenin meselelerinde bir taraf olmaktır. Ne dediği bilinmelidir. Elbette burjuva siyaseti esastan demagojiktir, ama bunun bir sınırı olmalıdır.
Parti bir toplumsal örgütlenme olmalıdır. Çıkar ilişkilerinin mekânı, bu ağlara girmek isteyenlerin adresi olmamalıdır. Elbette sömürü toplumunda sömürüyü arttırmak isteyenler de, bir nefes alma kanalı arayanlar da siyasal yapılara yönelirler. Ama parti denen kurumun, halkı kapsamak, topluma seslenmek yerine, açıkça dar faydacılık, istismar üstünden tanımlanması başka bir şeydir.
Parti kendisine bağlananların, üyelerinin katkıda bulunduğu, parçası oldukları bir kolektif olmalıdır. Elbette demokratik mekanizmalar bu düzende temelden yalandır. Ama yalan söylemekten bile vazgeçilmesi, feodal beylikler çağına dönülmesi acayip değil midir?
Bu tablo, burjuva siyasetinin halktan kaçırılmasının, toplumun örgütsüzleştirilmesinin bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Lakin sadece toplum değil partiler de örgütsüzleşiyor. Toplum partilere yabancılaşıyor.
Önümüzde, çoktan yaşanmaya başlayan umutsuz bir kaçış seçeneği var. Ancak Türkiye ölçeğinde büyük, yüksek düzeyde politize olmuş bir ülkede, ne kadar çok insan bireysel çıkış kovalarsa kovalasın, geriye kalanlar toplumsal bir çözüme ihtiyaç duyacaktır. Sorunlar ne kadar ağırsa bu arayış da o denli güçlenecek.
Seçim sürecinin sol için açığa çıkardığı en temel mesele aslında toplumun örgütsüzlüğüne ilaç bulmaktır. Bu ilacı sol geliştiremezse, düzen yukarıdaki gibi kalmayacak, politize kitlelerin çare arayışına karşıdevrimciler, sağcılar yanıt verecektir.
Sol, seçim derken önce bu noktaya konsantre olmalıdır. Türkiye seçim bittiğinde, her şeyden önce daha örgütlü hale gelmelidir. Bu olmadan en büyük kazanım bile çöptür.
/././
Türkiye, Bulgaristan ve Romanya arasındaki Karadeniz anlaşması ne anlama geliyor? (Erhan Nalçacı)
Türkiye işçi sınıfı kesinlikle bu koşullarda Montrö Anlaşmasının uygulanmasından yanadır. Eğer Türkiye burjuvazisi bu konuda bir hata yaparsa bunun bedelini ödemeye hazır olsun.
İki gün önce Türkiye, Bulgaristan ve Romanya arasında “Karadeniz Mayın Karşıtı Tedbirler Görev Grubu Mutabakatı” imzalandı. Karadeniz’deki Ukrayna-Rusya savaşı esnasında serbest kalan deniz mayınlarını önlemeye, etkisiz hale getirmeye dayanıyor. Toplam dört donanma gemisi bu işle görevlendiriliyor.
Haritada Karadeniz’de kıyısı olan devletler görülüyor. Bunlardan Türkiye, Bulgaristan ve Romanya NATO üyesi. Ukrayna NATO’nun resmi üyesi değil ancak daha beter, NATO’nun emrinde bir vekâlet savaşı sürdürüyor. Gürcistan ise NATO üyesi olmamasına karşın üyelik için sırada bekleyen bir ABD müttefiki. Rusya ise Karadeniz’de Batı emperyalizmi ile rekabet içinde olan başlıca bir güç olarak bulunuyor. Bu tabloyu farklılaştıran unsur aralarındaki gaz boru hatları gibi ekonomik ilişkiler bulunan Türkiye ve Rusya arasındaki örtülü dayanışma. Mayınlara gelince Ukrayna tarafından Odesa civarında yerleştirildiler ve belki sorumsuzluk nedeniyle serbest kaldılar belki provokasyon için serbest bırakıldılar.Bir yandan bu anlaşma makul gözüküyor, sonuçta serbest gezen mayınlar var Karadeniz’de ve Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin önlem alması doğal karşılanabilir. Montrö Anlaşmasına dayanarak Karadeniz’de bir savaş sürdüğü için Türkiye Çanakkale ve İstanbul Boğazlarından Karadeniz’de kıyısı olmayan devletlere, pratik olarak NATO donanmasına Karadeniz’e giriş izni vermiyor. Bu üç ülke arasındaki anlaşma ise bu kuralı ihlal etmiyor gözüküyor.
Öte yandan kuşkulanmak ve ne olduğunu kurcalamak için birçok nedenimiz var.
2022’de Rusya ve Ukrayna arasında savaş çıkınca Türkiye’nin Karadeniz’e NATO gemilerinin girişini engellediğini söylemiştik. ABD, NATO, topluca Batı emperyalizmi bundan çok rahatsız oldu.
Çünkü zaten Karadeniz’e yerleşmek, NATO üyesi ülkelerde büyük donanma üsleri inşa etmek, radarlar konuşlandırmak, kısacası Rusya’yı güneyden kuşatmak ve tehdit etmek istiyorlardı. Bu hedefi resmen ilan etmediklerini ancak yan kuruluşlara söylettiklerini yazmıştık.
Şimdi ise durum daha farklı, Ukrayna Batı’dan aldığı bütün askeri yardıma rağmen Rusya karşısında varlık gösteremedi ve yeniliyor. Şimdi bunu açıkça söylüyorlar, Karadeniz’e girerek Ukrayna’nın yardımına koşmayı amaçlıyorlar.
Yüz yıl kadar önce 1. Dünya Savaşı esnasında zorlanan Rus Çarlığına Boğazları geçerek destek vermek istiyorlardı, şimdi yine bir paylaşım savaşı var ve bu sefer Ukrayna’ya destek için Boğazlardan geçmeye çalışıyorlar.
Batı emperyalizmi bütün emperyalist ittifaklar gibi kirli ve sinsidir. İyi niyetli olan hiçbir şey yoktur gündemlerinde.
Geçen yılın sonlarında İngiltere, Norveç ve Ukrayna arasında Karadeniz için bir güvenlik anlaşması imzalandı. Neye dayanarak imzalandı, savaş esnasında Montrö Anlaşmasını delmeden Karadeniz’e giremeyeceklerini biliyorlar. İngiltere iki mayın avlama gemisini Ukrayna’ya hibe etti. Türkiye tarafı bunların savaş sürdüğü sürece Boğazlardan geçemeyeceğini bildirdi.
Bir kez mayın avlama gemileri Boğazları geçse Montrö delinmiş olacak çünkü, o delik genişler nasılsa.
İkincisi, mayınlar meselesi. Ukrayna tarafından kıyılara döşenen mayınların serbest kalması bir savaş suçu olarak kabul ediliyor. Ukrayna’nın NATO tarafından yönetildiği düşünülürse bunun bir provokasyon olmadığını nereden bileceğiz?
Sonuçta mayınları NATO döşüyor, üç NATO ülkesi önlem almak için mayın güvenliği anlaşması yapıyor.
Hadi Türkiye kendi için emperyalist olma hedefi ile Batı emperyalizminden görece bağımsız karar alabiliyor. Ama Bulgaristan ve Romanya öyle değiller, her iki ülkenin yağmayla oluşan burjuvazisi ülke topraklarını ABD’ye açtı, iki ülke de bir ABD üssüne dönüştüler. Romanya’nın Köstence Limanı muhtemel bir NATO donanma üssü olarak planlanıyor.
Şimdi gerçekten nasıl güveneceğiz bu anlaşmanın bir tuzağa dönüşmeyeceğine?
2023 Aralık ayında yayınlanan raporda NATO yan kuruluşu olan Atlantik Konseyi bu tuzağı ballandıra ballandıra anlatıyor. Türkiye’yi içine çekmek için pazarlık masasına neler konulabileceğini tartışan bir rapor varken herkesin diken üstünde olması gerekiyor.
AKP yapısal iktisadi sorunlara bakmaksızın 21. Yüzyılı “Türkiye Yüzyılı” ilan etti ya ama hala Türkiye savaş uçağı üretemiyor. Eninde sonunda üretebilirler ancak bunun için daha yıllar var ve Türkiye’nin savaş uçağı filoları ABD ambargosu yüzünden eskidi. Şimdi Rusya’dan alsalar blok değiştirmiş olacaklar, Avrupa Birliği ülkelerinden alsalar ABD buna da izin vermiyor.
Ve bu uçak meselesi dış borçların döndürülmesinin yanına bir şantaj unsuru olarak ekleniyor.
1936 Montrö Anlaşması Türkiye’nin egemenliği için olağanüstü önemliydi. Sovyetler Birliği’nin verdiği desteği de anmalıyız bu hakkın kazanılmasında. Öte yandan emperyalizm dünyasında savaşa sürüklenmek için büyük bir risk oluşturuyor. Sekiz sene önce bu köşede “Boğazlar sorunu boğazlarına kaçacak” demişiz.
Türkiye işçi sınıfı kesinlikle bu koşullarda Montrö Anlaşmasının uygulanmasından yanadır. Eğer Türkiye burjuvazisi bu konuda bir hata yaparsa bunun bedelini ödemeye hazır olsun.
/././
İslam medeniyeti (Orhan Gökdemir)
Benim “Din ve Devrim” kitabının temel tezidir; dinde devrim bulamazsınız. Tabii sadece İslam tarihinin değil bütün dinler tarihinin özetidir bu.
Şeytan Ayetleri, yazar Salman Rüşdi'nin romanının adı. İlk baskısı 1988'de İngiltere'de yapıldı. Kitabın bir bölümünde, Muhammed'in içinde yaşadığı pagan topluluğun desteğini almak üzere pagan tanrıçaları onaylayan sözler ettiği, bu desteğe ihtiyaç kalmayınca bu ayetin şeytan tarafından yazdırıldığını iddia ettiği anlatılmaktaydı.
“Lât ve Uzza’yı ve diğer üçüncüsü Menat’ı gördünüz mü?” (Necm; 53/19-20) Kuran’da adı geçen ve ululanan bu üç tanrıça gerçekten de “cahiliye” dönemi Arap politeizminin önde gelen simgelerindendi.
Aslında bu alımlama girişiminin, senkretizm, dinler tarihi açısından şaşırtıcı bir yanı yok. Senkretizm, bütün dinlerde olağan hallerden biri. Böylece eski inanç yeni inanca sızıyor, yaşamını yeni biçim altında uzatıyor. Yeni inanç da bu yolla bir meşruiyet sağlıyor kendine. Dinde geçiş döneminin tezahürlerindendir.
Paganizme gelince; “cahiliye dönemi” Arapları arasında şekil verilmiş taşlara tapınma çok yaygındı. Tanrısal varlıklar adına yapılmış kutsal mekânlara (beyt) da sık rastlanıyordu. Örneğin Mekke’de bulunan Kâbe, Hicaz bölgesinin beytlerinden biriydi. Burası İslamiyet’ten önce Hicaz paganizminin bir merkezi haline gelmişti. O dönemden miras kalan ritüel, çıplak halde taşın etrafında dönme, küçük değişikliklerle günümüzde de devam ediyor.
Elbette gök cisimleri de tanrılaştırılmıştı. Lat, Uzza, Menat aynı zamanda gök cisimlerinin birer yansımasıydı ve bu cisimler Allah’ın, El-lah-El-İlah, kızları olarak kabul edilmekteydi. Örneğin “Uzza” Venüs gezegeniyle özdeşleştirilmişti, Afrodit veya İştar’ın Bedevi versiyonuydu.
Özetle Salman Rüşdi romanını dinler tarihinin olağan vakalarından biri üzerine kurgulamıştı. Zaman zaman gündeme gelmiş, çok tartışılmıştı. Tartışmanın Kuran’da izleri vardı. Gerçekten de “Hacc Suresi”nde, şeytanın, Tanrı'nın gönderdiği her peygambere türlü şekillerde musallat olduğu, onları yanılttığı ve nihayetinde Tanrı'nın bu peygamberleri yanılgıdan ve şeytanın yalanlarından koruduğu, böylece tebliğ görevinin kusursuz bir şekilde yapılmasını sağladığı anlatılıyordu. Bu ayet Muhammed'in şeytan tarafından kandırılmasıyla ilgili olarak indirilmişti. Şeytan, Muhammed'i, “müşriklerce” (paganlarca) kutsal bilinen ve adları Lat, Uzza ve Menat olan üç tanrıçayı övücü sözler söylemesi için kandırmış ve bu sözleri onun diline ayet olarak sokmuştu. Muhammed, “Lat'ı, Uzza'yı ve... üçüncü olan Menat'ı gördünüz mü?” demiş, Şeytan araya girip “İşte bunlar, yüce turnalardır... Şefaatleri de elbette ki umulur” sözlerini ilave etmişti.
Biliyoruz, fazlalıklar sonradan silinmiştir. Lat, Uzza ve Menat dahil bütün putlar yıkılmış, beytin 360 adet olduğu söylenen dikili taşları kaldırılıp atılmıştır. Ancak her nasılsa onlardan biri olan “karataş” kültü, Hacer-ü'l Esved, Kâbe’de hâlâ hükmünü sürdürmektedir.
***
Buna karşın incinmeye çok eğilimli ve kendi inanç tarihi hakkında ümmi “Müslümanlar” Rüşdi'nin kutsal değerlere saldırdığı kanısındaydı. Ayaklandılar, Rüşdi’nin kitaplarını yaktılar. Pakistan'da büyük olaylar çıktı. İran dini lideri Humeyni, Rüşdi ve kitabın yayınlanmasında görev alan kişilerin öldürülmesine yol veren bir fetva yayımladı. Kitabın Japon çevirmeni Hitoshi Igarashi 1991’de bıçaklanarak öldürüldü. İtalyan çevirmeni Ettore Capriolo aynı ay içinde bıçaklandı. Eseri yayınlamaya teşebbüs eden yazar Aziz Nesin hedef gösterildi ve bu kışkırtmalar 2 Temmuz 1993’te ikisi eylemci 37 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan bir yobaz ayaklanmasına dönüştü. Ve en sonunda Salman Rüşdi’ye de bıçakla hücum ettiler, tek gözünü almayı başardılar.
Dinler tarihinin cilveli hallerinden biridir; küçük, kara bir meteor parçasına el sürmek için birbirini ezenler üç pagan tanrıça ile ilgili tartışmada inançlarına bir saldırı algısına kapıldı. Bunu konu edinen bir kurgu için 37 kişinin ölmesi gerekmişti. Hâlbuki Halife Ömer’in bu taş için, “Biliyorum ki sen faydası ve zararı olmayan basit bir taşsın. Allah Resul’ünün seni öptüğünü görmeseydim seni öpmezdim” demişti. İnançlar da zamanla taşlaşır, kararır, kutsallığı artar, anlamı silinip gider.
***
Tabii, iç itirazlar da var. IŞİD, “Kabe’yi yıkmak”tan söz edip, hacıları “taşa tapmak”la suçlamıştı Suriye’yi işgal girişiminin en hararetli zamanlarında. Türbelere ve yatırlara da şiddetle karşıydı örgüt. Vahabiliğin kurallarındadır, türbe, mezar, yatır, beyt yıkılması gereken putlardandır. Süleyman Şah türbesini onlar yıkmasınlar diye söküp Türkiye sınırlarına taşıdık malum. IŞİD’in bu tepkisinde, eski inançların yeni inanca sızmasının ve yeniye galebe çalmasının payı var. Senkretizm İslam’ı yer yer bambaşka bir inanca çevirdi, IŞİD inancı saflaştırmak istiyor. İmkânı var mı, tartışmalıdır.
“Medeniyet” kısmına gelince, son 20-30 yılda sadece Irak ve Suriye’de 2 milyona yakın Müslüman, işgalcilerin yarattığı çatışma ortamda birbirini boğazladı. O arada yakıp yıkılan tapınakların haddi hesabı yok. Bu coğrafyada bütün Müslümanlar ağır bir şekilde aşağılanıyor, itilip kakılıyor, hırpalanıyor. Bütün bunlar bir yana birkaç milyon Siyonist, bütün Arapları rehin almış durumda. Gazze’de sıkıştırdıklarının başına bombalar yağdırıyor ve diğer Müslümanlar sadece seyrediyor. İslam’dan feyz alan silahlı cihatçı örgütlerin tek başarısı kendi dindaşlarını öldürmekten ibaret. Bu öyle bir karanlık ki yıkıldığı iddia edilen cahiliye dönemi bütün ağırlığıyla üstümüze çökmüş durumda. Tarikatlarda 6. yüzyılda bile sakil bulunacak işler oluyor. “İslam medeniyetinden” yükselen kadın ve çocuk çığlıkları yürek paralayıcı. Cehalet örgütlendi, sadece İslam coğrafyasını değil insanlığı tehdit eder hale geldi. Demem o ki bunda bir “medeniyet” bulmak zor iştir.
***
Peki ne var? Emevi-Abbasi Medeniyeti. İslam kuşkusuz içindedir ve bununla birlikte İslam hiçbir döneminde “medeniyet” sayılabilecek bir bütünlük yaratamamıştır. Medeniyet Emevi ve Abbasidir. Emeviler temelini attı, Abbasiler yükselmesini sağladı. Ancak sonra gelen öncekine düşmandı, yıkarak ilerledi. Abbasiler, Emevileri yıkmak için “mevalilerin”, Arap olmayan müslümanlar, desteğine muhtaçtı. Abbasi devrimi bir mevali devrimidir. Devrimde Perslerin, Türklerin ve kölelerin etkisi Araplarınkinden büyüktür. Abbasi devriminin zafere ulaşmasında başlıca etken olan ordu Horasanlıydı. Zamanla yerlerini köle Türkler doldurdu. Mevaliler ve köleler medeniyete kendi renklerini verdi. Böylece hilafet iddiası çöktü, İslam’ın merkezinde bedevilerin yerini mevaliler aldı. Özetle, “İslam medeniyeti” bir Arap-Pers-Türk sentezidir.
Demek ki “İslam medeniyeti” bir zorlamadan ibarettir. Haliyle bir “İslam felsefesi” de yoktur, imkansızdır. İslam ile medeniyet, İslam ile felsefe asla yan yana gelmez. Din silicidir, yeşerdiği her yerde medeniyetten ve felsefeden kalan bütün izleri siler, alanı cehalet için düzler.
***
Bir soru daha: İslam’a dayanan bir “sentez” mümkün mü?
Mustafa Kemal 1930’lu yılların ilk yarısında, Meksiko Büyükelçisi Tahsin Mayatepek’e “Güneş Kültü” hakkında bir rapor hazırlamasını emretmişti. “İslam medeniyeti” ile devrimi arasında bir bağ kurmak istiyordu. “Mayatepek”, emir üzerine, Meksiko’da bir Güneş ayinine tanıklık etti ve izlenimlerini Mustafa Kemal’e ulaştırmak üzere rapor haline getirdi. Rapordan aktarıyorum: “Bu ayini gördükten sonra derhal Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi hatırlayarak… Güneş Kültünde nay ve kudüm refaketi ile güneş mabud veya mabudun timsali sıfatı ile yapılan deveranları, müslümanlığın tanıdığı Allah’a karşı yapılan bir ibadet şeklinde ifrag ederek kurduğu mevlevi tarikatına idhal etmiş olduğu netice ve kanaatine vardım.” Mayatepek, Kabe’nin yapısı ile diğer güneş tapınaklarını karşılaştırdığı ve Kabe’nin de Güneş tapınağı olarak yapıldığı sonucuna vardığı raporunda, Mevlevi ayininin, manası Müslümanlığa uyarlanmış güneş ayininden başka bir şey olmadığını iddia etmektedir ki kesinlikle haklıdır.
Ancak Mustafa Kemal “İslam medeniyetine” açılacak bir yol bulamamıştı. Haliyle “Türk Tarih Tezi” İslamiyetsiz şekillenmiştir.
Dini inkâr edemeyiz, inanlar varsa din de vardır. Mustafa Kemal’in de inkarla yola çıktığını sanmıyorum, biliyoruz Mevleviliğe sempatisi vardı. Ancak devrimlerin şekillenmesinde sempatilerin yeri yoktur. Yol yoksa kapıyı kapatırsınız, başka bir yol açarsınız. Devrim dediğimiz budur.
Yanlış veya doğru, tarihsel bağlamına yerleştirdiğimizde “Türk Tarih Tezi” ilericidir, “Türk İslam Sentezi” gerici. Çünkü bunları birleştirecek bir yol bulunamamıştır. Ayrıca ilki bir halk yaratma arayışıdır, ikincisi halkı silme girişimi.
Yakın zamanda Mustafa Kemal’in bulamadığı yolu bulduğunu iddia edenler ortaya çıktığı için ekliyorum, “Kürt Tarih Tezi”nde ilerici yan bulabiliriz ama “Kürt İslam Sentezi” tartışmasız gericidir. Bu yoldan yürüyerek anca Şeyh Said’e veya Said-i Kürdi’ye varabilirsiniz.
***
Benim “Din ve Devrim” kitabının temel tezidir; dinde devrim bulamazsınız. Tabii sadece İslam tarihinin değil bütün dinler tarihinin özetidir bu. Sosyalistiz, Komünistiz, bilineceği bilme sorumluluğumuz var. Arıyoruz, öğreniyoruz, dinler tarihi de buna dahildir.
Ama biz İslam medeniyetinin değil, insanlık medeniyetinin çocuklarıyız. Büyük insanlık ailesinin aydınlık geleceğine inanıyoruz haliyle. İnsana yakışır bir dünyaya olan inancımız tam, düşeriz kalkarız, bir gün mutlaka kurarız.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder