6 Ocak 2024 Cumartesi

soL GÜNDEM - 6 OCAK 2024 -

Türkiye'ye açıktan 'Montrö'nün hükümlerini değiştirin' mesajı (CAN KUYUMCUOĞLU)

Türkiye, iki İngiliz mayın gemisini Karadeniz'e sokmadı. Eski NATO Komutanı, "Türkiye Montrö'yü böyle kullanmamalı" dedi. Hayati anlaşma, bir kez daha hedefte.

Türkiye'nin İngiltere'nin Ukrayna'ya gemi göndermesini engellemesinin ardından Montrö Boğazlar Sözleşmesi bir kez daha emperyalizmin hedefi haline geldi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ingilterenin-ukraynaya-gondermek-istedigi-iki-mayin-avlama-gemisine-turkiye-engeli-388645)

Türkiye, İngiltere'nin Ukrayna'ya iki mayın avlama gemisinin gönderilmesi için Boğazlar'ın kullanılmasına yönelik talebini Montrö Sözleşmesi nedeniyle iki gün önce reddetmişti.


Türkiye'nin bu kararının ardından NATO'nun eski Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı olan ABD'li emekli amiral James George Stavridis, bunun "Montrö Sözleşmesi'nin istismar edilmesi" olduğunu öne sürerek, Türkiye'nin kararından vazgeçmesi gerektiğini savundu.

Sosyal medya hesabından açıklama yapan Stavridis, "Türkiye'nin Kraliyet Donanması'na ait mayın avlama gemilerini durdurması Montrö Sözleşmesi'nin istismar edilmesidir. Mayın avlama gemileri tamamen savunma amaçlıdır. Kullanımları Ukrayna'nın ekonomisini canlı tutma amaçlıdır. Türkiye, bir NATO müttefiki olarak rotasını değiştirmeli ve bu gemilerin geçişine izin vermeli" ifadelerini kullandı.

Sözleşmeye göre savunma amaçlı gemiler de geçemiyor

Stavridis'in iddia ettiğinin aksine, Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ne göre, savaş dönemlerinde Boğazlar'dan geçiş izni için savunma amaçlı-saldırma amaçlı gemi ayrımı yapılmıyor. Sözleşmenin savaş zamanı başlığındaki bir maddeye göre, savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlar'dan geçmesi yasak. İngiltere'nin Ukrayna'ya hibe etmeyi planladığı 2 gemi bu kapsama giriyor.

Montrö'yü bilecek kadar Türkiye'yi iyi tanıyor

2009 yılından 2013 yılına kadar NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı görevini yürüten Stavridis, Türkiye'yi ve Ege-Karadeniz bölgelerini çok iyi bilen bir isim.

Batı Anadolulu bir Rum olan büyükbaba tarafının Milli Mücadele'nin ardından ABD'ye yerleştiği Stavridis, NATO'nun Ege Denizi'nde yaptığı bir deniz tatbikatı için bir destroyer gemiyle İzmir'e gelmesine ilişkin "Hayal edebileceğim en olağanüstü tarihsel ironi" demişti. 

2010 yılında dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ'un ev sahipliğinde Çanakkale'de düzenlenen İpek Yolu-2010 General/Amiral Semineri'ne katılan Stavridis, Başbuğ'u "yakın arkadaşı" olarak tanımlamıştı.

NATO bünyesinde Avrupa'da görev yaptığı süre boyunca bölgeyle birçok kez yakın temasta olan Stavridis'in, esasında Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ne gayet hakim olduğu, derdininse sözleşmenin değişmesi olduğu açık.

Karadeniz yıllardır emperyalizmin hedefinde

ABD ve NATO, genişleme hedefiyle uzun yıllardır Karadeniz'e el atmaya çalışırken, Ukrayna'daki savaşla birlikte bu girişimler daha da yoğunlaşmaya başladı.

ABD yönetimi, Avrupa Birliği'yle birlikte NATO üzerinden Rusya’yı sıkıştırmaya çabalarken Montrö Sözleşmesi, Türkiye'nin denetimi altında Karadeniz’de toplam silah gücünü sınırlamasıyla Batı emperyalizminin hamlelerini engelleyen bir nitelik taşıyor.

Bu açıdan Karadeniz, ABD’nin istediği zaman giremediği nadir yerlerden birisi olma özelliği taşırken, ABD Montrö Sözleşmesi'ni sık sık sorgulayan çıkışlar yapıyor.

                                                               /././

Türkiye’de zengin çocukları İsviçre, yoksul çocukları Moldova seviyesinde (YELİZ DÜŞKÜN*)

PISA sonuçlarında herkes “puanlara” odaklandı. Oysa ayrıntılara bakıldığında sonuçlar, Türkiye’de eğitim sistemindeki derin eşitsizliğe işaret ediyor.

Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı’nın kısaltması olan PISA, Türkiye de dahil pek çok ülkenin katıldığı, 15 yaşındaki öğrencilerin okuma, matematik ve fen becerilerini ölçen, ülkeler arasında karşılaştırma yapma imkânı sunan, 3 yılda bir uygulanan bir ölçme sistemi. 

Uygulayıcısı OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü). OECD’nin 2000’den bu yana böyle bir değerlendirme yapmasının ardında ülkelerin beşerî sermayesini daha iyi anlama, dolayısıyla ekonomik geleceği hakkında yorum yapma niyeti yatıyor. 

15 yaşındaki çocukların PISA’da en iyi performansı gösterdikleri Uzak Doğu ülkelerinin ekonomik büyümeleriyle bu durum arasındaki ilişki sık sık çeşitli analizlere yansıtılıyor. Eleştirilen pek çok yönü bulunmakla birlikte PISA, 15 yaşındaki öğrencilerin eğitim sisteminden nasıl bir çıktı elde ettiklerini yansıtması bakımından kullanışlı bir veri kaynağı. 

Türkiye, PISA’da geçmişten bu yana daima OECD ortalamasının altında sonuçlar alıyor. Bu sonuçlar, Türkiye’deki öğrencilerin temel becerilerden yoksun olduklarını, sistemin onları özellikle akıl yürütme ve eleştirel düşünme konusunda yeterince desteklemediğini gösteriyor. PISA sonuçlarını öğrencilerin başarısızlığı olarak görmek yerine sistemin başarısızlığı olarak görmek gerekiyor.

Son açıklanan PISA 2022 verilerine göre, Türkiye’de 15 yaşındaki öğrencilerin ortalama matematik puanı 453. Bu puanla Türkiye 81 ülke ve bölge içinde 39’uncu sırada. En başarılı ülkelerse Singapur, Japonya, Güney Kore, Estonya, İsviçre, Kanada. 

Ortalama 453 puanın anlamı, Türkiye’deki öğrencilerin ortalamada ancak temel düzeyde matematik becerisi olduğudur. Bu puan, toplam 6 basamak içinden alttan ikinci basamağa karşılık geliyor. Bu da öğrencilerin ortalamada ancak basit matematiksel işlemleri yapabildiklerini, biraz karmaşık yüzde hesapları, ondalık sayılar vb. ile matematiksel akıl yürüterek problem çözemediklerini gösteriyor.

Ancak Türkiye gibi her alanda eşitsizliğin olduğu, eğitime erişimde ve erişilen eğitimin niteliğinde de sosyoekonomik duruma bağlı olarak uçurumların olduğu bir ülkede ortalamalarla konuşmak yanıltıcı. Sosyoekonomik olarak en dezavantajlı durumda bulunan çocukların akademik çıktıları da PISA dahil tüm değerlendirme sistemlerine yansıdığı üzere daha varlıklı ailelerden gelen çocuklardan belirgin biçimde düşük. 

Zengin çocukları İsviçre, yoksul çocukları Moldova seviyesinde

PISA 2022 verilerine göre, öğrencilerin matematik başarısındaki farkın %13’ünü sosyoekonomik durum açıklıyor. Bu oldukça güçlü bir etki demektir. Türkiye’de sosyoekonomik olarak en üst çeyrekte bulunan öğrencilerin ortalama matematik puanı 502 iken en alt çeyrektekilerin 420’dir. Bu epey büyük bir uçurum. Aradaki farkı örneklemek gerekirse, en varlıklı ailelerden gelen çocukların ortalama puanı İsviçre ortalaması civarında (İsviçre ilk 10 ülke içinde), en yoksul ailelerden gelen çocukların ortalama puanıysa Moldova ortalaması civarından (Moldova sıralamada 48. Ülke). 

Mesleki ve teknik liselerde temel beceriler dahi kazandırılmıyor

Eşitsizliklerin sonuçlara yansıması okul türleri üzerinden de gözlemlenebiliyor. Fen liselerinde öğrenim gören çocukların ortalama matematik puanı 598 iken (en iyi ülkelerin ortalamasına denk, oldukça iyi bir matematik becerisi düzeyi), mesleki ve teknik anadolu liselerinde öğrenim görenlerin ortalaması 395. Bu, temel becerilerin bile gözlemlenemediği bir puan düzeyi. Mesleki ve teknik anadolu liselerine halihazırda akademik başarısı daha düşük olan çocuklar gidiyor ve daha liselere ayrışmada sosyoekonomik duruma bağlı bir dağılım söz konusu. 

Türkiye’nin ortalama PISA skorunun düşük olması, eğitim sisteminin çocuklara yalnızca temel bilgileri kazandırmadığını değil, daha önemlisi eleştirel düşünme ve akıl yürütme becerilerini de kazandırmadığını gösteriyor. 

Ortalamalardan uzaklaşıp sosyoekonomik kırılımlara bakıldığında ise olanaklardaki eşitsizliğin sonuçlara da yansıdığı görülüyor. PISA 2022 sonuçları bunun ne ilk ne de tek göstergesi. Türkiye’deki eğitim sistemi eğitimde en kritik aşama olan okulöncesi eğitimden itibaren çocuklara eşit imkanlar sunamıyor. Okul öncesi eğitim, son yıllarda erişimde iyileşme olmasına rağmen, hala zorunlu ve ücretsiz değil, yoksul ailelerin çocukları için erişilebilir değil. İlkokullar arasında sınıf mevcudundan öğretmenlerin statüsüne kadar uçurumlar var. 

Türkiye’de her beş çocuktan biri açlık çekiyor

Yine PISA çerçevesinde uygulanan anketlere göre Türkiye’de her 5 çocuktan 1’i açlık çekiyor (yoksulluk nedeniyle haftada en az 1 kez yemek yiyemiyor). Başka uluslararası veriler de (örneğin TIMSS 2019) Türkiye’de yüzde 40 gibi yüksek bir oranda çocuğun okula aç gittiğini gösteriyor. PISA’ya katılan çocukların tipik olarak devam ettiği lise seviyesine gelindiğinde eşitsizlikler çoktan katlanarak çocukların öğrenme çıktılarına yansımış durumda. Dolayısıyla PISA sonuçlarını öğrenci başarısına dair bir sonuç olarak değil, eğitim sisteminin bir değerlendirmesi olarak okuma gerekiyor.

* Eğitim Politikası Uzmanı

                                                               /././

İşte tıp profesörü: MS 'Allah'ın ödülü', Yoğun bakım 'İsa'nın dirilmesi', Tacize çözüm 'Başörtüsü' (EMRE ALIM)

Tıp Profesörü Hüseyin Çaksen, hastalıkların "Allah'ın bir ödülü" olduğunu savundu, çocukları istismardan korumak için türban önerdi. Bu tezlerin hepsi tartışmalı dergilerde yer buldu.

Bilim dışı yaklaşımlar sağlık alanında da kendine yer buldu. Alternatif tıp, homeopati, hacamat, sülük, hipnoz gibi uygulamaların ardından bu defa din tedavilerin konusu oldu.

Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Hüseyin Çaksen, tıp ve bilim yayıncısı Thieme bünyesindeki Journal of Pediatric Neurology'de (Pediatrik Nöroloji Dergisi) yayımlanan makalesinde, hastaların multipl skleroz (MS) hastalığının nedenlerine ilişkin doğaüstü inançları inceledi.

'MS hastalığı Allah'tan gelen bir ödül'

Çocuk hastalıkları uzmanı Çaksen, makalesinde "Her ne kadar bilimsel olarak kanıtlanamasa da bazı MS hastalarındaki hastalığın temel sebebinin Allah’tan gelen bir ödül, sınav ya da ceza gibi doğaüstü sebepler olduğuna güçlü bir şekilde inanıyoruz" görüşünü savundu.

Hekimlerin ve akademisyenlerin tepkisini çeken çalışmada hastaların "kader" gibi doğaüstü güçlere inanarak huzur bulduğu ancak bunu sağlık profesyonelleriyle "rahat konuşamadığı" öne sürüldü. Çözüm olarak sağlık profesyonellerine "dini bağlamlı doğaüstü sebepler konusunda eğitim" verilmesi istendi.

Hekimlere din eğitimi istedi

Makalenin ilgili bölümü şöyle:

"Sonuç olarak, pek çok MS hastasının hastalıklarının sebebini, dünyadaki pek çok kültürdeki dini bağlamla doğaüstü nedenlere bağladığını vurgulamak isteriz. Tepkilerinden korktukları için bu inancı sağlık profesyonelleriyle paylaşmadılar. İkinci olarak, bu her ne kadar bilimsel olarak kanıtlanamasa da bazı MS hastalarındaki hastalığın temel sebebinin Allah’tan gelen bir ödül, sınav ya da ceza gibi doğaüstü sebepler olduğuna güçlü bir şekilde inanıyoruz. Üçüncü olarak, kader, Allah’ın isteği ve Allah’tan gelen bir ödül ya da test gibi doğaüstü sebeplere inanan pek çok MS hastası psikososyal, zihinsel ve manevi olarak huzur ve rahatlık buldu. Dolayısıyla, sağlık profesyonellerinin dini bağlamlı doğaüstü sebepler konusunda eğitilmesi ve MS hastalarının doğaüstü inançlarını sağlık hizmetleri profesyonelleriyle konuşma konusunda cesaretlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz."

İstismara çözüm: 'Çocuklar türban taksın'

Hüseyin Çaksen'in bilimsel yaklaşımdan uzak çalışmaları bununla sınırlı değil. 2023 yılının Nisan ayında aynı dergide psikolog Feyza Çaksen ile birlikte kaleme aldığı "Başörtüsü Ergen Kız Çocuklarını ve Kadınları Cinsel Tacizden Koruyor" başlıklı makalede de dinleri farklı da olsa kız çocuklarını cinsel saldırılardan korumak için okullarda türbanın serbest olması savunuluyor.

Türbanın İslam'da farz olduğunu hatırlatan "bilimsel" makalede şu ifadelere yer veriliyor: 

"Dünyanın birçok yerinde ergen kızlara yönelik cinsel tacizin önlenmesi için okul temelli çeşitli programlar yürütülmektedir; ancak genellikle kanıta dayalı bir yaklaşımdan veya test edilebilir hipotezlerden yoksundurlar. İslam'da her dönem ve çağda kadınların tesettür ve iffetlerini korumaları için tesettür farzdır. Başörtüsü kadınlara koruma sağlar ve İslami öğretilere göre zorunludur. Tesettür, kadını cinsel arzu objesi olarak görmekten, aklı ve zekasından ziyade görünüşüne veya vücut şekline göre değerlendirilmekten kurtarır. (...) Bu nedenle, öğrencilerin dini inançları, kültürleri ve sosyal konumları ne olursa olsun, ergen kızlara yönelik cinsel tacizin önlenmesi için başörtüsü uygulamasını da içeren okul temelli programların geliştirilmesini öneriyoruz."

Hüseyin Çaksen'in başta Journal of Pediatric Neurology olmak üzere birçok dergi için yazdığı dini referanslı makalesi bulunuyor. Çaksen'in 2023 yılında yayımlanan makalelerinden bazılarının başlıkları şöyle:

  • Epilepsi ve Meditasyon Olarak Kuran Tilaveti
  • İsa Aleyhisselam'ın "Ölüyü Diriltme" Mucizesi: Yoğun Bakım Uzmanlarına Mesaj
  • Babası İbrahim Aleyhisselam'ın İsmail'i Kurban Edişi: Günümüz Çocukları ve Anne Babaları İçin Bir Teslimiyet Örneği
  • Multipl Skleroz ve Manevi Sıkıntı Arasındaki İlişki
  • İbrahim Aleyhisselam'ın “Yanmayan Ateş” Mucizesi: Günümüz Sağlık Çalışanlarına Dersler
  • Ebeveynler Arası İlişkilerde Evlilik ve Evlilikte Sadakat: Dini Perspektiften Bir Bakış
  • Genetik Bozukluğu Olan Bir Çocuğun Ölümünden Sonra Yaslı Ebeveynlerde Din Vasıtasıyla Başa Çıkmanın Önemi
  • Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Din Vasıtasıyla Başa Çıkmanın Rolü
                                                                 /././
Yargıtay Başsavcısı kadın cinayetleri için 'İdam cezası gelsin' dedi, KDK'dan yanıt geldi (BURCU GÜNÜŞEN)
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Şahin, kadın cinayetleri için "Cezası idam olmalı” dedi. KDK, "Ortaçağdan kalma yöntemleri savunacağına, kolluk ve adli mekanizma etkin hale getirsin" yanıtını verdi.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Bekir Şahin, dün CNN Türk’e yaptığı konuşmada, yargıyla ilgili gündemde olan konularla ilgili soruları yanıtladı.

Kadın cinayetlerine ilişkin de konuşan Şahin, "Kadın cinayetlerinde verilen ceza en ağır ceza ağırlaştırılmış müebbet. Eskiden bunun karşılığı idamdı. Bana göre suçu ispat edilenin cezası idam olmalı" diye konuştu.

Kadın cinayetlerine verilen cezalar hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna Şahin, şu yanıtı verdi:

Verilen ceza en ağır ceza ağırlaştırılmış müebbet. Eskiden bunun karşılığı idamdı. Suç işlerken kimse ağırlaştırılmış müebbet var diye işlemiyor. İstanbul sözleşmesi ile cinayetlerin ilgisi yok. Sözleşme varken de işleniyor, yokken de işleniyor. Yeteri kadar cezası var.

Hatta bana göre suçu ispat edilenin idam cezası olmalı diye düşünüyorum. Bazı suçlarda idam olmalı. Hamile kadını sayısız bıçak darbesi ile katleden bir insana ağırlaştırılmış hapis yerine, idam olmalı. Ağırlaştırılmış müebbet caydırıcı olmuyor.

'İslamcı ve milliyetçi siyaset kendi  ajandası için kadınları kullanıyor'

Şahin'in bu sözlerine Kadın Dayanışma Komiteleri'nden (KDK) yanıt geldi.

Şahin'in açıklamalarını soL'a değerlendiren Kadın Dayanışma Komiteleri Sözcüsü Serap Emir, İslamcı ve milliyetçi siyasetin kendi siyasi ajandasını hayata geçirmek için kadınları kullandığına, araçsallaştırıldığına işaret ederken, "Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ortaçağdan kalma yöntemleri savunacağına, suçun önlenmesi için kolluk ve adli mekanizmaları etkin hale getirmeyi denesin ve yargılama süreçlerinin hakkaniyetli olmasını sağlasın" ifadelerini kullandı.

Emir, konuyu şöyle değerlendirdi:

"İdam cezasının geri gelmesi tartışması sağ siyaset tarafından ara ara alevlendirilen, ve genellikle de toplumsal adalet duygusunun en çok yara aldığı kadın cinayetleri üzerinden yapılan bir tartışma. Hatta yalnızca tartışma değil, aynı zamanda seçim dönemlerinde yine sağcıların seçim vaadi. Son seçimlerde bunun örneğini mecliste 4 eşli vekili olan Yeniden Refah Partisi’nde gördük. Muhalefette ise destekçileri Saadet Partisi ile sınırlı değil, Akşener’in de 2019’da işlenen Emine Bulut cinayeti sonrası “AKP idam teklifini hazırlasın, biz imzalayalım” dediğini not düşelim. 

Sağ siyasetin tüm bu idam desteği, ve bunu kadın cinayetleri üzerinden meşrulaştırma çabaları bize bir şeyler anlatıyor. İlk olarak, yine İslamcı ve milliyetçi siyasetin kendi siyasi ajandasını hayata geçirmek için kadınları kullandığını, araçsallaştırıldığını görüyoruz. Toplumsal vicdanın en çok sızladığı gündem kullanılarak idam meşrulaştırılmaya çalışıyor. Bu kapı bir kez açıldığında bunun sadece kadın katilleriyle sınırlı kalmayacağı, AKP’nin düşman ceza hukuku elinde yeni bir silaha dönüşeceği şüphe götürmez. Şimdi bu tartışmanın bir kez daha, üstelik de ülkedeki suçları soruşturmakta en yetkili makam tarafından açılmasının son günlerdeki şeriat tartışmalarıyla, açılan hilafet bayraklarıyla ilgisi olduğu akla geliyor. Çünkü tam da modern devlet öncesi, Ortaçağ ve Şer’i hukuka ait bir uygulama idam cezası. Suçun önleyiciliğine bir etkisi olmadığı gibi, caydırıcılığının da düşük olduğu hakkında sayısız bilimsel araştırma var. 

'Şiddetten koruyacak mekanizmalar etkin bir şekilde işletilse bu kadınlar hayatta olabilirdi'

Kadın cinayeti davalarının toplum vicdanını en çok yaralamasının sebebi, koruma kararlarının korumaya yetmediği kadınlar, iyi hal ve haksız tahrik indirimleri, alt sınırdan verilen cezalardır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun geçtiğimiz günlerde açıkladığı verilere göre, 2023 yılında katledilen 315 kadının 28’ini haklarında koruma kararı olduğu halde öldürülüyor, 30’u boşanma aşamasında olduğu eşleri tarafından öldürülüyor. Suçun gerçekleşmesinden önce kadınları şiddetten koruyacak mekanizmalar etkin bir şekilde işletilse, bunu sağlayacak bir toplumsal sistem olsa bu kadınlar hayatta olabilirdi. Ancak buradaki eksiklikler tartışılmıyor, idam tartışılıyor. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ortaçağdan kalma yöntemleri savunacağına, suçun önlenmesi için kolluk ve adli mekanizmaları etkin hale getirmeyi denesin ve yargılama süreçlerinin hakkaniyetli olmasını sağlasın. 

'En başta eşitlikçi ve laik bir toplumsal sistem gerekli'

Son olarak gerek sağ siyasetin gerekse de devletin yargı makamının başındaki isimlerden birinin kadın cinayetlerini önlemek gerekçesiyle idamı savunması, bizlere kadına yönelik şiddeti önleme konusunda ellerinin ne kadar zayıf olduğunu gösteriyor. O kadar ki cezalandırma politikası dışında önerebilecekleri bir politika yok. Kadına yönelik şiddetin son bulması için en başta eşitlikçi ve laik bir toplumsal sistem, ve eşitliği garanti altına alacak politikalar gerekli. Oysa kadına yönelik şiddeti önlemeye dönük tüm politikalar, sağ siyasetin dünyasına ve bu dünyada kadının yerine uymuyor."

                                                                /././

Üniversitenin hasarlı binaları tehlike saçarken rektör villa yaptırıyor

Rektör Turgay Uzun’un, Osmaniye Üniversitesi yerleşkesi içinde, Amanos dağlarının eteklerine 7,2 milyon TL’ye villa inşa ettirdiği ortaya çıktı.

Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi’nin Rektörü Prof. Dr. Turgay Uzun’un, üniversite yerleşkesi içinde kendisi için bir villa inşa ettirdiği ortaya çıktı. Kamu İhale Bülteni’nde yer alan bilgilere göre, üniversite yönetimi 23 Ağustos 2023 tarihinde, “OKÜ Rektörlük Özel Hizmet Binası İnşaatı” adı altında bir ihale düzenledi. Ardından ihalenin 7 milyon 200 bin TL bedelle “2RA Mühendislik Mimarlık Şirketi’ne” verildiği ve 12 Eylül 2023 tarihinde de sözleşme imzalandığı açıklandı.

BirGün'den İsmail Arı'nın haberine göre, kısa bir süre sonra ihaleyi alan şirket, üniversite içerisinde, Amanos dağlarının eteklerinde inşaata başladı. İnşaat, “Rektörlük Özel Hizmet Binası” adı altında devam etse de aslında Rektör Turgay Uzun için villa inşa edildiği anlaşıldı.

Hatta ihale dosyasında da inşaatın hizmet binası değil konut olduğu açıkça ifade ediliyor. İhale dosyasında, villanın giriş katında “salon ve mutfağın” yer alacağı, üst katında ise iki çocuk odası, ebeveyn yatak odası, giyinme odası ile iki ebeveyn banyosunun bulanacağı ifade edildi. Ayrıca projede binanın kapısının “villa kapısı” olacağı, binanın önünde de bir güvenlik kulübesi bulanacağı belirtildi.

Öğrenciler hâlâ uzaktan eğitime devam ediyor

MHP’ye yakınlığıyla bilinen Rektör Uzun kendisine 7,2 milyon TL’ye villa inşa ettirirken üniversite yerleşkesindeki birçok binanın depremde ağır hasar görmesi nedeniyle öğrencilerin hâlâ uzaktan eğitime devam ettiği öğrenildi. Üniversitenin ağır hasarlı binaları tehlike saçarken yeni binaların ne zaman inşa edileceği ve öğrencilerin ne zamana kadar uzaktan eğitim göreceği ise bilinmiyor.

Bahçeli'yi ziyaret etmiş

Üniversitenin resmi internet sitesinde MHP’ye yakınlığıyla bilinen Rektör Uzun’un 2023’ün Ağustos ayında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi ziyaret ettiği belirtiliyor. Üniversitenin internet sitesinde ziyarete ilişkin şu açıklama yer alıyor: “Üniversitemiz Rektörü Prof. Dr. Turgay Uzun, Osmaniye Milletvekili ve MHP Genel Başkanı Sayın Dr. Devlet Bahçeli’yi MHP Genel Merkezi’nde ziyaret etti. Rektörümüz Prof. Dr. Turgay Uzun, ziyarette yeni yasama yılının hayırlı olmasını dileyerek, üniversitemizin mevcut durumu ve gelecekteki projeleri hakkında Sayın Dr. Devlet Bahçeli’ye bilgi verdi. Ziyaretten duyduğu memnuniyeti ifade eden Sayın Dr. Devlet Bahçeli Rektörümüz Prof. Dr. Turgay Uzun’a çalışmalarında başarılar diledi. Ziyaret, Rektörümüz Prof. Dr. Turgay Uzun’un hediye takdimi ile sona erdi.”

                                                              /././

Mahkeme soL’un haberini engelledi, ‘Kimin engellettiğini söylemem’ dedi!

Samandağ Sulh Ceza Hakimi Mehmet Atıcı, soL’un haberine erişim engeli getirdi. Fakat engeli talep edenin kim olduğunu karara yazmadı!

Türkiye’deki tüm basın kurumları, artık rutin hale gelen “ESB mailleri” gerçeğine aşina. ESB, Erişim Sağlayıcıları Birliği. Bu kurum, mahkemelerin verdiği erişim engelleme kararlarını ilgili yayın kuruluşlarına iletiyor ve içeriğin dört saat içerisinde kaldırılmasını söylüyor.

Erişim engelleri o kadar saçma bir hal aldı ki, soL, yakın zamanda tamamen bu konuya odaklanan bir Youtube programı yayınlamaya başladı: soL’a Sansür

Bugün soL’a ulaşan bir karar, durumun vahametini katmerledi. Samandağ Sulh Ceza Hakimliği tarafından alınan kararda, soL’da yayımlanan “Acun Ilıcalı’nın takımının sponsoru kripto para borsası Tomya’nın sahibi tutuklandı” başlıklı habere erişim engeli getirildi.

Ancak her gün çok sayıda erişim engeli okuyan soL editörleri, kararda bir tuhaflık fark etti. Hakim Mehmet Atıcı, karara, “talep eden” bilgisini yazmamıştı. Yani soL hakkında bir karar alınmıştı, ancak muhatap kim, söylenmiyordu.

Katip: ‘Yazmak zorunda değiliz’

Bilgi almak için telefonla görüştüğümüz Samandağ Sulh Ceza Hakimliği Katibi Melek Bekar, “kendilerinin ceza mahkemesi olduğunu, talep edenin kim olduğunu karara yazma zorunlulukları bulunmadığını, mahkemeye gidip dilekçe verilmesi ve hakimin izin vermesi durumunda dosyanın görülebileceğini” söyledi.

soL’un hukuk danışmanları ve görüştüğümüz iki emekli hakim, uygulamanın tamamen absürt olduğunu belirttiler.

Haberde ismi geçenlerden hangisinin erişim engeli talep ettiğini bilemiyoruz: Tomya firması sahibi Yavuz Usta, ekonomist Ece Pulaş, dolandırılınca şikayet eden Musa Ekmekçioğlu, Tomya çalışanı Muammer Uslu, İdol FX çalışanı Halil Demir, Kemal Tutuman, Hacı Yusuf Alagöz, Yusuf Almaz, Abdulkadir Çakır, Gözdenur Kulaber, Hüseyin Kayra, İbrahim Bayrak, Gözdenur Kulaber, avukat Osman Özdoğan, Acun Ilıcalı ve futbolcu Ozan Tufan.

Ancak, bu isimlerden biri, daha önce de soL’da kendisiyle ilgili çıkan haberlere erişim engeli kararı aldırmıştı: Tomya kripto para borsası sahibi Yavuz Usta. 

Üç hafta önce, soL’dan Burcu Günüşen konuya dair bir haber yapmış ve Yavuz Usta’nın erişim engeli istediği davaların hepsinin Anadolu’nun farklı yerlerindeki ilçe mahkemelerinde alındığına işaret etmişti

O haberde Free Web Turkey Proje Koordinatörü Ali Safa Korkut, bu yaklaşımın sebebini, “İstanbul Anadolu Adalet Sarayı’ndaki rüşvet iddialarından kaynaklandığını düşünüyorum” diye yorumlamıştı.

Bu defaki davanın Samandağ’da açılmış olmasının, Samandağ Sulh Ceza Hakimliği’nin “Karara talep edenin ismini yazmayız, soran olursa ‘Samandağ’a gelin bakın’ deriz” tavrı olup olmadığını bilmiyoruz.

                                                                /././

Yargıtay başlattığı siyasal kavgayı Pakistan örneğiyle belgelemeye kalkışıyor (Ali Rıza Aydın)

Yargıtay anayasal, yasal tüm evrensel hukuk ilkelerini yok sayarak bir meydan okuma çabasına girmiştir. Siyasal bir kavga başlatmış, bunu Pakistan göndermesiyle yaparak da belgelemeye kalkışmıştır.

Can Atalay olayının hukuksallığı/hukuksuzluğu üzerine Haziran Direnişi davasından milletvekili adaylığına, YSK adaylık kabulünden milletvekili seçilmesine, TBMM’nin kayıtsızlığından hak Anayasa Mahkemesinin ihlal kararlarına ve kararlara uymayan derece mahkemelerine kadar o kadar çok keyfilik, belirsizlik, öngörülemezlik ve yetki gaspı var ki, son Yargıtay kararı bunların tavana vuran şekli olarak ortaya çıkıyor.

Bireysel başvuruda yorum farkından, derin ayrılıklardan söz eden Yargıtay Başkanı da Yargıtay 3. Dairesi kararını haklı çıkarayım derken hukuksal gafleti onaylayanlar arasına giriyor.

Eğer yargı yetkisinden söz ediliyorsa, hukuk devletinden, onun ilkelerinden, bağlayıcı ve üstün olan Anayasadan, yasalardan ve bağlantılı olarak usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası sözleşmelerden ayrı kaynak ve dayanaklar esas alınamaz. Dinsel, soya dayalı, etnik, keyfi, polisiye, belli kişi ya da grupların çıkarına dayalı davranışlar, ilgisiz örneklemeler hukuk devleti ilkesini sağlamaz, tersine zedeler.

Türkiye’de, Cumhuriyetle başlayan, anayasal gelişme tezleriyle olgunlaşan, laik hukuk devleti ilkeleri benimsenmiştir. Bu ilkelerin başında Anayasaya ve hukuka bağlılıkla birlikte, temel insan hak ve özgürlüklerinin herkes için güvence altına alınması yer alır.

Nitekim, “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalar”ın aynı konuda yasalarla farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda uluslararası anlaşma hükümlerinin esas alınması Anayasa hükmü yapılırken hukuk devletinin evrensel ilkeleri de güvence altına alınmıştır. 2004’deki bu güvenceden sonra 2010’da bireysel başvuru kurumu getirilmiştir.

Derece mahkemesi 'AYM kararı hukuksuzdur' diyemez

Bireysel başvuruda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine açık gönderme yapılarak, Sözleşme kapsamında olup Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden herhangi birinin kamu gücü tarafından (bu güce yargı da dahildir) ihlal edildiği iddiasının yetkili makamı Anayasa Mahkemesidir. Yargıtay Başkanının “bireysel başvuruda yorum farkı, derin ayrılıklar” dediği tartışma konusunu Anayasa hukuken çözmüştür. Bu hükümlerle bireysel başvuruda son makam bellidir, tartışmalı değildir. AYM bireysel başvuru incelemesini, olağan kanun yollarının tüketilmesi koşuluyla yapmaktadır ki bunun anlamı, içinde Yargıtayın da olduğu derece mahkemelerinin kararlarıyla hak ihlali yapılıp yapılmadığının içerde son inceleme yerinin ve yetkisinin AYM olmasıdır. Derece mahkemesi “bana göre hak ihlali yok, AYM kararı hukuksuzdur” diyemez, Anayasaya göre deme yetkisi yoktur. 

Tartışmanın siyaset yönü varsa, bu yön de yargının konusuna girmez. Siyaset ve ideoloji üretim ilişkilerine, toplumsal ilişkilere göre hak ve özgürlüklerle ilgili sınırlama, denetleme konularını pozitif hukuka geçirebilir -ki burjuva devletlerinde bu yönteme sıkça başvurulmaktadır-, o zaman yargı tavrını bu değişikliklere göre belirleyebilir. 

Pakistan göndermesiyle belgelenen siyasal kavga

Yargıtay anayasal, yasal tüm evrensel hukuk ilkelerini yok sayarak bir meydan okuma çabasına girmiştir. Yargıtay, Anayasada olmayan yetkisini kullanarak, usulüne göre kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini de yok sayarak siyasal bir kavga başlatmıştır. Bunu Pakistan göndermesiyle yaparak da belgelemeye kalkışmıştır. Bir kere Pakistan insan hakları konusunda Sözleşmenin tarafı bile değildir. İkincisi böyle bir gönderme siyasal ya da akademik çalışmalarda örneklenebilir ama Türkiye’de yargı yetkisi sonucu ortaya çıkan yargı kararında dayanak olarak gösterilemez. Üçüncüsü, Pakistan “İslam Cumhuriyeti” olarak laiklik tartışmalarının içinde boğuşup duran bir ülkedir. 

Bir mahkemenin cumhuriyet niteliklerini ihlali ortaya çıkar

Bu tür keyfi göndermeler hukuka ve yargıya liberal etkiyi artırır ki yargı, yargı olmaktan çıkar. Bir yargı kararına “büyük tehlike” yorumu yapan karar, Pakistan örneğine sığınıyorsa, o örnekte “meclis çoğunluğu” dayanağı gösteriliyorsa laik hukuk devletinin ihlalinin yanına demokratik hukuk devletinin ihlali de girer. Burada yargı yetkisini aşan bir mahkemenin “cumhuriyet” niteliklerini ihlali de ortaya çıkar. 

Siyasi faaliyet, seçme ve seçilme hakkını engelleyenlerin, anayasa tanımayanların nerelere dayanacağının sınırı olmadığını gösteren örnekler bağımsızlık, yurtseverlik, laiklik ve eşitlik uğruna verilen savaşımın haklılığını gösteriyor.

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder