Yine mi 'son seçime' gideceğiz? (Aydemir Güler)
Seçimi önemsiyoruz. Toplumun seçimi bu kadar önemsediği bir ülkede seçim düzenin hakiki alternatifinin ortaya konması için bulunmaz fırsattır. Şimdi tam da solun zamanıdır.
Geçen yılki seçim için “Türkiye’nin son seçimi olabilir” dendi; “uçurumdan önce son çıkış” dendi… Öyle olmadığı seçimin ertesi günü görülmüştü bile. Ne kazananlar kendilerini daha güçlü hissedebildiler, ne bizim, ortaya çıkan gericilik abidesinin önünde diz çökecek halimiz var!
Ama bu sözün ısrarla tekrar edilmesinin ve kitlelerde bir karşılık uyandırmasının da temeli var. Seçim için birinin kalkıp “önemsiz canım” demesi, bizim ülkemizde neredeyse imkânsızdır. Şu veya bu nedenle bir gelenek oluşmuş durumda; öyle ki, Türkiye, oy vermeyi bizden çok daha önce icat etmiş toplumlara katılım oranında fark atıyor! Düzen muhalefeti de her defasında bu toplumsal durumu istismar ederek avantaj elde etmeyi deniyor.
Amaçlanan avantaj şu güne kadar iktidar karşısında bir işe yaramadı. Tam tersine...
“Son çıkış”, düzenin karşısına hakiki bir alternatif çıkmasını önlemeye hizmet etti. Hakiki alternatif düzenin kökten eleştirisine dayanabilir ancak. Yani emeğin uğradığı saldırının karşısına dikilecek, laikliğin ayağa kalkmasını sağlayacak, ülkenin bağımsızlığını, egemenliğini savunacak bir alternatif… Nerede bu doğrultuda bir “kıpırdanma olsa, neredeyse AKP iktidarından önce düzen muhalefeti ortaya atılıyor: “Zamanı mı şimdi” deniyor! Hele son çıkışı yakalayalım, bunları sonra konuşuruz…
Düzen muhalefeti, acil durum anonsuyla kendi solunun gerçekçi olmadığına toplumun sola yönelebilecek kesimlerini ikna ediyor. Ama içi boş sloganlar, temelsiz böbürlenmeler, güven vermeyen taahhütler toplumun çoğunluğunu ikna etmeye yetmiyor! Sorunları ağır ve acil olan büyük çoğunluk, erki elinde tuttuğunu her vesileyle belli eden iktidardan kopamıyor.
Bu kopuşu sağlamak için yukarıda kısaca tarif edilen türden bir hakiki alternatifin önünün açılmasına ihtiyaç var.
2024 seçiminde aynı film yeniden vizyona sokulacak. CHP soluna “aman, diyecek, şimdi zamanı değil.” Büyük şehirleri AKP’ye kaptırırsak Türkiye’de bir daha seçim olmaz, mahvoluruz!
CHP’nin müttefikleri vardı geçen yıl. Şimdi, en azından, belirsiz…
Bu durumda felaketten önce son çıkış anonsunun çok daha yüksek sesle yapılacağı kesindir. Ama yalnızca daha önce yapılanların şiddetinin arttırılmasıyla sonuç elde edilmesi de mümkün olmayacaktır. Oysa yerel yönetimler büyük bir rant mekanizması ve düzen partileri samimiyetle bu pastaya ortak olmak isterler. Öyleyse bir şeylerin de değişmesi, yani değişimin lafından öte görüntüsünün de oluşması gerekir. Muhalefet bunu beceremeyecektir.
Sadece CHP’den de ibaret olmayan geniş anlamıyla düzen muhalefeti o denli sağcılaştı ki, değişimin toplumda karşılık uyandırması, ancak yönünü sola dönmesiyle mümkün olabilir. Sol bugün emekçilere, laikliğe ve bağımsızlığa sahip çıkmaktır. CHP’den ibaret olmayan bir biçimde düzen muhalefeti bunları terk etmiş ve daha acayibi unutmuştur!
Akıllarına gelmeyecek, kulakları duymayacak…
Elbette “yurttaş müşteri değildir” denecektir ve denmeye başlanmıştır; ama belediyeciliğin kamu hizmeti olduğu hatırlanmayacaktır. Yoksullar denecektir ve denmeye başlanmıştır; ama belediyelerin kâr amaçlı holdingler olarak örgütlenmesine son vermek akla gelmeyecektir. Adaletsizlikten dem vurulacaktır, ama sadece rantı adil paylaşmak türünden laflar edilecek, rantı ortadan kaldırma seçeneğine gözler kapatılacaktır. Deprem tehlikesi çoktandır söylenmektedir, daha da dillendirilecektir; sonra inşaat tekellerini, kredi kurumlarını merkeze koyan cazibeli projelerin peşine düşülecektir. Spor, kültür denecek, ama memleketi saran uyuşturucu şebekeleri belediyelerin kapısının önüne kadar ağlarını kurduğunda başlar öte tarafa çevrilecektir.
Bu koşullarda dönüp bize “zamanı mı” diyeceklerdir, sosyalizmi sonra konuşuruz… Ya bu son seçim olursa…
Seçimi önemsiyoruz. Toplumun seçimi bu kadar önemsediği bir ülkede seçim düzenin hakiki alternatifinin ortaya konması için bulunmaz fırsattır. Şimdi tam da solun zamanıdır.
/././
Devrimimizi nerede arayacağız: Hindistan örneği (Erhan Nalçacı)
Öte yandan ABD hegemonyasındaki coğrafyada genel olarak “orta sınıf” erozyonu izleniyor. Tabi ki doğrusal bir ilişki değil ama devrime ulaşmak için gerekli eşik düşme eğilimi taşıyor.
Savaşlar, katliamlar, iklim krizi, yoksullaşma, gericileşme, nitelikli iş kaybı, göç ve umutsuzluk…
İnsanlık bütün bunları üzerimize yığan düzene karşı devrimini arıyor.
Bugünkü karanlığa bakmayın, 21. Yüzyıl bir devrim çağı olarak anılacak.
Ancak kapitalizm ve bunalımı her ülkede farklı yaşanıyor. Her ülkede devrime ulaşmak için gerekli sınıfsal enerjinin eşiği farklı. Sabit de değil, sürekli salınım yapıyor.
Bugün Hindistan örneği üzerinden eşik meselesini bir kez daha tartışalım.
Dünya üretimine yapılan katkı son 30 yıl içinde batıdan doğuya kaydı.
20. yüzyılın başında sömürge veya yarı-sömürge köylü ülkelerinden oluşan doğu büyük bir değişim geçirdi. Doğu sömürgecilikten geçen yüzyılın sosyalizmli çağında kurtuldu, bağımsız ülkeler haline geldi. Sonrasında ucuz emeğe yönelen sermaye akışını ulusal devletlerin yönetmesi ile kapitalizmin yükselişine tanıklık ettik.
Şimdi Çin, Hindistan, Endonezya, Vietnam’da bir milyara yakın modern proleter deviniyor. Bu çok büyük bir dönüşüm.
Marx’ın kapitalizmin “mezar kazıcısı” olarak tanımladığı işçi sınıfı, mülksüzleşerek, sanayi kentlerine yığılarak, emek gücünden başka pazara sürecek şeyi olmadan ve sürekli büyüyerek tarihteki rolünü oynamak için birikiyor. Bütün sınıflar nüfus olarak küçülürken işçi sınıfı temel sınıf haline geliyor.
Ancak her şey karşıtı ile var.
Modern proletaryayı yaratan tekelci sermaye diğer sermaye sınıfı bileşenlerini temsil ederek bütün iktidar araçlarını kullanıyor.
İktidar araçları içinde iki faktör önemli:
İşçi sınıfını düzen içinde tutacak “orta sınıf” inşası ve bu zeminde milliyetçi-dinci bir ideoloji ile sınıfın beynini burjuvalaştırma becerisi.
Bu köşede defalarca yazdık, orta sınıflar mülkiyet ilişkilerine göre değil, tüketim standartlarına göre belirlenir ve işçi sınıfını düzen içinde tutmaya yarar diye. Aynı zamanda bir iç pazar yaratarak kapitalizmin payandası haline gelir.
Orta sınıf inşası –yanlış anlaşılmasın- yüksek bir sömürü oranıyla gider, ama işçi sınıfının yüksek tabakalarına bırakılan pay kendilerinin sınıf olduğu bilincini törpüler.
Bu düzen içine çekilme hali ideolojik girdi için çok uygundur: “21. Yüzyıl o ülkenin olacaktır.” Kulağınıza yabancı gelmiyor değil mi?
Şimdi Hindistan’a bakabiliriz. Hindistan’ı bu köşede defalarca kez değişik yanlarıyla işledik. Kimi zaman bir meydanda 1.200.000 komünistin toplanmasıyla, kimi zaman 200 milyonluk işçi greviyle, kimi zaman köylü ayaklanmasıyla, bazen de emperyalist hegemonya mücadelesindeki yeriyle andık.
Bağımsızlığını kazanan ve Sovyetler Birliği’nin müttefiki olan Hindistan kamucu, planlamacı bir ülkeydi. 1990 sonrası dünyanın hemen tamamında olduğu gibi sermaye sınıfı bütün kamu mallarına el koyarak, yağmalayarak hacimli bir sermaye birikimi sağladı.
Yaratılan ucuz emek ve sermaye dostu politikalarla son 30 yılda büyük bir dış sermaye yatırımını çekti ve uzun bir süredir yüksek bir büyüme oranını tutturdu. Dünya üretimine katkıda henüz Çin ile arasında epeyce fark olmasına rağmen üçüncü ülke haline geldi.
Doğal seyir Hindistanlı tekellerin yurtdışına sermaye ihraç etmeye başlaması oldu. Bu sermaye ihracatının ihraç edilen ülkelerde zamanla nasıl bir siyasi hegemonyaya dönüşeceğini göreceğiz, yeni yeni bu aşamaya geliniyor.
2014’ten bu yana dinci ve milliyetçi bir ideoloji ile tekellere ait siyaseti yürüten Modi hükümetinin otoriter yönetimi altında yaşıyorlar.
Çok katı kastlara bölünmüş Hindistan’da emperyalistleşmek için zorunlu olan “orta sınıf” inşasına bakabiliriz şimdi.
Aşağıdaki grafik bize Hindistan’da 1985’ten tahmini olarak 2030’a kadar gelirine göre toplumsal tabakaların değişimini veriyor.
Grafik bize Hindistan’da gelire göre toplumsal tabakalaşmanın 1985’ten tahmini olarak 2030’a kadar değişimini gösteriyor. Bütün bu tip grafiklerde olduğu gibi sınıflar arasındaki sömürü ilişkileri gizleniyor. Ancak grafik bize hızla tekelci sermayenin iktidarında işçi sınıfını düzen içinde tutmak için “orta sınıf” inşasının gerçekleştirildiğini söylüyor.Grafik çok açık bir şekilde sömürü ilişkilerini gizlemekle birlikte tekelci sermaye iktidarının nasıl “orta sınıf” inşasını başardığını söylüyor. Bu aynı zamanda 2014’ten bu yana dinci/milliyetçi Modi’nin otoriter yönetimini de açıklıyor. 2024’te yapılacak seçimlerde Hindistan’ın irili ufaklı burjuva partilerinin Modi’yi iktidardan uzaklaştırmak için bir araya gelmelerini de. Bu da kulağa hiç yabancı gelmiyor.
Görüldüğü gibi “orta sınıf” inşası devrim eşiğini yükseltiyor Hindistan’da.
Ama devrime ulaşmak için “orta sınıfların durumu” tek kriter değil kuşkusuz. Bunun krizi, savaşı, meşruiyet krizleri var. Bir de işçi sınıfı siyasetinin iradesi ve becerikliliği. Bu da eşitsiz dağılıyor.
Öte yandan ABD hegemonyasındaki coğrafyada genel olarak “orta sınıf” erozyonu izleniyor. Tabi ki doğrusal bir ilişki değil ama devrime ulaşmak için gerekli eşik düşme eğilimi taşıyor.
Sınıf ideolojik olarak kendine geliyor, sınıf olduğunu fark ediyor.
Türkiye’deki süreç de bazı açılardan Doğudaki sermaye birikimini andırıyor, genellenebilir oluyor.
Ancak Türkiye’de borç para ile “orta sınıf” inşasının sonuna gelmiş gözüküyoruz.
Türkiye kapitalizminin tıkanmasının yaratacağı olanaklara ve risklere gözümüzü çevireceğiz.
/././
Hırsız kapanı (Orhan Gökdemir)
Peki seçimi gericilerle iş birliği halindeki sermaye sınıfına karşı bir gerilla mücadelesine dönüştürebilir miyiz? Bu, her şeye rağmen mümkündür.
1839’da yola çıkmıştık. O yıl okunan ferman bir anayasanın ilanı ile sonuçlandı, Tanzimat diyoruz. Devletin düzenlenmesi ve hukuka dayanması, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve tabii sekülerleşme 1839-1876 arasının yönelimleridir. Cumhuriyete giden yolun başlangıcı sayabiliriz.
Bu bir yakıştırma yollu tarif girişimi değildir. Tanzimat’ın mimarı Reşit Paşa, gericiler tarafından, “cumhuriyetçi” olmakla suçlanmıştı. Birinci Meşrutiyet’in lideri Mithat Paşa’nın da cumhuriyetçi olduğundan şüpheleniyordu. Demek ki cumhuriyetin, cumhuriyetten önceye dayanan bir tarihi var.
Ancak tabii bu yolda “aşamalar” var. Cumhuriyet yürüyüşünün ikinci aşaması birinci Meşrutiyettir. Bu, 23 Aralık 1876'da II. Abdülhamid tarafından ilan edilen anayasal monarşi rejiminin ilk dönemidir. Bu dönemin anayasası Kanun-ı Esasi, yürütme organı padişah Hamid, yasama organı ise Meclis-i Umumi'dir. Meclisi, anayasayı ve kuvvetler ayrılığını öyle öğrendik. Yaratıcısı Yeni Osmanlılar, bir siyasi yapıdan çok ortak noktalarla hareket eden aydın grubudur.
Birinci Meşrutiyet, II. Abdülhamid'in 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'ndaki yenilgiyi gerekçe göstererek “Meclis-i Mebusan”ı kapatmasıyla 1878'de son buldu. Tabii böylece Anayasa da rafa kaldırılmıştı. Artık biliyoruz, anayasa raftaysa ve meclisin kapısına kilit vurulmuşsa istibdat dönemi açılmıştır.
Baskının ve şiddetin hüküm sürdüğü 30 yıllık bir gerileme dönemidir bu. Abdülhamit’in ve islamcılığın yıllarıdır. 30 yıl boyunca aydınlar ve yazarlar tutuklanmış, sürgüne gönderilmiş ve hapse attırılmıştır. Donanma Haliç’te esir tutulmuş, devlet Yıldız Sarayından hafiyeler marifetiyle yönetilmiştir.
Derslerimiz var; Yeni Osmanlılar, iktidarı sınırlama ve mutlak monarşiyi sonlandırma noktasında başarısız oldu. Anayasası, yurttaş hakları, özgürlükler ve hukuk alanında önemli değişiklikler getirmesine rağmen sultana verdiği sınırsız yetkilerle kalıcı bir rejim değişikliği yaratamadı. Yurttaşlık, her şeye rağmen o ilk aşamanın getirisi oldu. Bu 1876 Kanun-i Esasi’sinde şöyle ifade ediliyordu; “Devlet-i Osmaniyye tâbiiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olursa olsunlar bilâ istisna Osmanlı tâbir olunur.”
***
30 yıl süren istibdat dönemi 1908 Devrimi ile son buldu. Fransız Devrimi’nin 100. yılına denk gelen tarihte, Tıbbiye öğrencileri tarafından İttihad-ı Osmani adıyla kurulan cemiyet, sonraki yıllarda yaşanan çeşitli birleşmelerle bilindik adını aldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti Fransız Devrimi’nin düşünsel birikimine dayanarak yola çıkmıştı. “Birlik ve İlerleme” kendisinden önceki modernleşme hareketine, Tanzimatçılara ve Yeni Osmanlılara, bir göndermeydi. Fakat İttihatçılar, Genç Osmanlıların aksine disiplinli ve programlı siyasal yapı oluşturmayı başarmıştı. Bu mücadelenin de yükselmesi anlamına geliyordu. Abdülhamit dönemi boyunca gerçekleşen çok sayıda birlik denemesi, suikast girişimi ve halk isyanı bu yükselişin getirisidir. İkinci Meşrutiyet Dönemi 23 Temmuz 1908’de Meclisi Mebusan’ın yeniden açılmasıyla başladı. Yürüyüşün üçüncü aşamasıdır.
1908’in devrimini pekiştiren ise 1909 Anayasa değişikliği oldu. İkinci anayasal düzene karşı patlak veren 31 Mart gerici ayaklanmasının bastırılması Abdülhamit’in tahtan indirilmesi ile sonuçlanırken, İttihatçılar, yeni rejimi güçlendirmek üzere birtakım düzenlemeler yaptı ve siyasal hamlelerde bulundu. Bunlardan en önemlisi Kanun-i Esasi’de yapılan köklü değişikliklerdir. Buna göre Hükümet meclise karşı sorumlu olacaktı. Bakanların belirlenmesinde sadrazam etkili olacaktı. Uluslararası antlaşmaları meclis onaylayacaktı. Halka toplantı, dernek ve parti kurma hakkı veriliyordu. Padişah artık istediği kişiyi sürgüne gönderemeyecek ve hapse atamayacaktı. Yasa teklifi için padişah izni kaldırılmıştı. Padişahın Meclisi açma-kapama yetkisi sınırlandırılmıştı. Savaş ya da barış durumuna meclis karar verecekti. Bu değişiklikler mutlak monarşiyi hukuken sona erdirerek meşruti monarşinin geri dönülemeyecek şekilde kalıcılaşmasını sağladı.
Üçüncü aşama cumhuriyetin gerçek kuruluşu mu, yoksa temellerinin atılışı mı, tartışabiliriz. Eksiklikleri olmakla birlikte bir tür ilk cumhuriyet saymakta bir sakınca yoktur. Not edip geçiyoruz.
***
Fiili Cumhuriyetin resmi ilanı ise üçüncü aşamanın arkasından geldi. Osmanlı I. Dünya Savaşı’ndan kaybeden olarak çıkmıştı. Yenilgi, Anadolu’da 1923 yılına kadar sürecek yeni bir mücadelenin başlamasına neden oldu.
İstanbul’un işgali ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da Meclis’in kurulması ile ülke ikili iktidar dönemine girdi. Bir tarafta emperyalist işgale direnen Ankara, diğer tarafta işgalci kuvvetlerle anlaşarak iktidarını devam ettirmeye çalışan saltanat yer alıyordu. İstanbul, Sevr Antlaşması’nı imzalayarak iktidarını korumak istedi, ancak Ankara’da kurulan Meclis, bu anlaşmayı kabul etmediğini bildirerek kurtuluş mücadelesine yöneldi. Cumhuriyet, ikili iktidar döneminin yarattığı krizde şekillenmiştir. Ankara iktidarı radikalleşmek zorundaydı. Haliyle kurtuluş savaşı adım adım saltanata ve emperyalistlere karşı yürütülen bir niteliğe büründü. Cumhuriyet ülkenin içinde bulunduğu işgale ve krize devrimci bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Saltanat 1 Kasım 1922’de kaldırıldı. Uzun yürüyüşümüzün dördüncü aşamasıdır.
***
Ancak her ileri sıçrama bir duraklama ve geriye itilme ile sonuçlandı. İkinci aşamanın ardından istibdat, üçüncü aşamanın arkasından gerici kalkışma ve büyük bir savaş geldi. Dördüncü aşamanın duraklama devri uzundur. Şimdi geriye itilme dönemindeyiz.
Türk modernleşmesi, kendinden önceki dönemlerin krizlerine üretebildiği yanıtlar ölçüsünde ileriye atılabilmişti. Cumhuriyetin krizi ise sınıfsal konumundan kaynaklandı. Cumhuriyeti şekillendiren sınıf, o sınıfın gericilere verdiği tavizler ve sermayenin saldırganlığı Cumhuriyeti ortadan kaldırdı. Şimdi hilafet, saltanat, şeriat, istibdat heveslilerine, anayasasızlığa, meclissizliğe bakarsak 1876’nın da gerisine itilmiş durumda olduğumuzu söyleyebiliriz. Hatta Tanzimatla tanıştığımız yurttaşlık da ortadan kaldırılmak istenmekte, ümmetçiliğe geri dönülmeye çalışılmaktadır. Bir tür fiili mutlak monarşi halidir bu. Artık geri çekilme sınırımız “Tanzimat” olmuştur.
***
Haliyle seçimle alınabilecek bir yol da kalmamıştır, demek bu. Peki seçimi gericilerle iş birliği halindeki sermaye sınıfına karşı bir gerilla mücadelesine dönüştürebilir miyiz? Bu, her şeye rağmen mümkündür.
Belediyeleri almaya talip olmak ayrı, Belediye Meclislerine girecek her devrimci, her Komünist bu iki odağa karşı bir saldırı dalgasının işaret fişeği olabilir, yapabiliriz. Düzen partilerine, bu yolla, “ensenizdeyiz, bütün pisliklerinizi halka açıklayacağız, sizi doğduğunuza pişman edeceğiz, kaçacak delik arayacaksınız” diyebiliriz. Bizim bir tür yerel yönetim militanlarına ihtiyacımız var bunu yapmak için. Bir “hırsız kapanı” kurmak olanaklarımız dahilindedir. Halkımıza çürümüş bir mecliste yeni bir meclis için yol açmayı öneriyoruz.
Başka yollarımız da var tabii. Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi yarın Ankara’da toplanıyor. Türkiye’nin pek çok ilinde seçilmiş temsilcilerin ilk toplantısı olacak bu. Ne yazık, ilk toplantısı başka bir seçimin öngünlerine denk geldi. Bu şartlarda parlak bir başlangıç yaptı, devamı daha zordur. Ama kökleri Tanzimat’ta olan bir ilericilik mücadelesi geleneğinin son halkası olmayı başarmış bir meclistir artık.
***
Ancak her ileri sıçrama bir duraklama ve geriye itilme ile sonuçlandı. İkinci aşamanın ardından istibdat, üçüncü aşamanın arkasından gerici kalkışma ve büyük bir savaş geldi. Dördüncü aşamanın duraklama devri uzundur. Cumhuriyetin eskisi yıkılmıştır, geriye itilme dönemindeyiz şimdi. Karşılığı istibdattır; vatansızlık, anayasasızlık, meclissizlik, cumhuriyetsizlik halidir. İçinden geliyoruz, içinden geçiyoruz, acısına aşinayız.
Düşeriz, kalkarız, tarihin cilveleridir bunlar. 200 yıldır yoldayız, durmadık, durmayız, dediğimiz bu. İlerliyoruz kan revan içinde. Şimdi bize yeni bir vatan gerek. Şimdi bize yeni bir anayasa, yeni bir meclis gerek. Şimdi bize yeni bir halk, yeni bir cumhuriyet gerek.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder