14 Şubat 2024 Çarşamba

Birgün KÖŞEBAŞI - 14 ŞUBAT 2024 -

Gelecek gelemeyecek (Kaan Sezyum)

Cem Karaca’nın Bindik Bir Alamete parçasının sözlerinin halen geçerli oluşu, Türkiye gündeminin yıllar boyunca bir dirhem yol alamadığını, yıllardır aynı basit problemlerle boğuşup boğuşup bir çözüme ulaşamadığımızın net bir doğrulaması gibi. Hatta yıllar içinde bazı sorunlar daha da bataklık haline gelmiş durumda. Ülkedeki tabanın ve tebanın her noktasına yayılmış adaletsizlik başlı başına en büyük dertlerimizden biri. Ülkeyi tam anlamıyla kafasına göre yönetmeye çalışan ekibin ise kanun, kural, hukuk tanıdığı yok. Açıkça da bunu ifade edebilecek cesarete ulaştılar birkaç yıldır. Anayasa yoksa ülkede ne var? Kanun kural olmayınca haliyle yolsuzluk, yolsuzluk olunca yoksulluk, yoksulluk olunca suç, suç olunca da olanlar oluyor ister istemez.

Başımızdakilerin ruh halleri de gerçekten kitaplara konu olacak ilginçlikte. Narsistik soslu, öğrenmeme ve muhakeme yapmama isteği, uyumsuzluk, başıbozukluk, herkese efelenmenin geçer akçe olduğunun düşünülmesi, diplomasi bilmemek, dünyayı takip etmemek ve her şeyi en iyi bilenin kendileri olduğunu “bilerek” ülkenin, ekonominin hepimizi getirdiği hal ortada.

∗∗

Bakın güzel bir haber. Benim alanım su böreği: 13 Şubat’tan itibaren yeşil mercimekte gümrük vergisi sıfırlandı. Yani gümrük vergisi alınmayacak. Daha da güzeli var. Yeşil mercimek ihracatına da kısıtlama getirildi. Yani ne demekmiş bu? Yeşil mercimeği bile artık yurt dışından dilenir hale geldik demek. Yurt içindeki tarımı, hayvancılığı güzelce bitirdiğimiz ve zamanının ders kitaplarında yazan “Kendi kendine yeten 7 ülkeden biri olan Türkiye”yi, mercimeğe muhtaç ülkelerden biri haline getirmek, gerçekten de zoru başarmak.

Ama mantıksızlıkların ve anlamsızlıkların global olarak cazibe merkezi gelmiş ülkesi olarak, bizim için zor her zaman çok kolaydır, imkansız biraz zaman alır. Geçtiğimiz haftalarda Ankara’ya gösteri için gitmiştim Atatürk İmam Hatip Lisesi gördüm. Başka bir şey demek istemiyorum. Eğitimde uzay çağı bu olmalı.

İktidarı eleştiriyoruz eleştiriyoruz da aslında hepimizin de kumaşı aynı bir yandan. Temel basit kurallarda, insanca anlaşamadığımızdan muhalefet de ayrı bir deli ediyor ülkede insanı. Deprem bölgesinde vatandaş tarafından ısrarla istenilmeyen bir adayı ısrarla aday olarak çıkartmaya çalışmak bu durumun en güzel örneği. İktidar akılcı değil zaten biliyoruz da siz hayırdır sevgili muhalefet? Böyle giderse 20 yıla ülkede neredeyse toplama yapmayı bile bilemeyen nesiller sağda solda dolaşacak.

∗∗

Genç nüfusumuzu avantaja çevirememek de üzücü. Türkiye, Avrupa içinde hız olarak yerlerde sürünen, fiyat olarak zirvelerde dolanan internet altyapısıyla yıllardır gözlerimi kamaştırmakta. Bunun üzerine eklenen dünyanın en sağlam internet sansürlerinden biri ile birlikte neredeyse tüm dünyanın “normal” olarak baktığı şeyler bizler adeta mağara insanıymışız da hak etmiyormuşuz gibi bize yasak… Toplumun giderek daha da gerilemesini de geçelim aralık sonunda Türkiye’de bilinen birçok VPN servisi de yasaklandı. İşin üzücüsü bizi yöneten tayfa sansürün bizi gerçeklerden koruyacağını düşünüyor. Hem de yıllardır. Yasaklar ve sansür, Türkiye’nin fonunda sürekli çalan, kötü hoparlörlerden birkaçı aynı anda yayın yapan bir kakofoni gibi. Kulak kulağı duymuyor, duymayınca da cahillik yetişiyor yardıma. Cahil kalıp cahil gideceğiz, ne güzel.

Bir de bunların yanında Türkiye’nin Instagram’da en çok vakit geçiren ülke olduğu ortaya çıktı. Dünya ortalaması 12 saat iken Türkiye’de bu süre 21.4 saat oldu. Yapacak iş yok, güç yok. Bir yere gitmek istesen pahalı, konserler iptal edilmiş, memleketin tersaneleri filan satılmış, ne yapalım evde, işte, metrobüste, elde telefon kendi boşluklarımızı başkalarının boşluklarıyla doldurmaya çalışıyoruz. Dünyanın iki katı Instagram kullanıp da en fazla işte ponzici fenomenler, kara para aklama sistemleri geliştirebiliyoruz.

Hâlâ Üsküdar Belediyesi’nin toplanan yardımları neden deprem bölgesine göndermeyip de deposunda beklettiğini merak ediyorum. Neden acaba?

Yol dediğin yol gibi

Ulaşmalı bir yere

Biz dön baba dönelim

Geliyoz aynı yere

Bu döngü kısır döngü

Başı var da sonu yok

Dönüyom dönemiyom

Sonunda bir cıgış yok

Amanieyynn

                                                             /././

Kurultay hesaplı adaylık süreci (Nurcan Gökdemir)

CHP’de adaylık tartışmaları kaosa dönüştü. Yerel seçimden başarısızlıkla çıkılması durumunda olağanüstü kurultay için düğmeye basılacağı korkusu CHP Genel Merkez yönetiminin tercihlerinde belirleyici oluyor.

AKP’deki gerilemenin görünür olduğu 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra muhalefet, seçimden başarısızlıkla çıkmasına karşın yerel seçim sürecine avantajlı başladı. Muhalif seçmen, AKP’nin halk desteğinin azaldığı ve son genel seçimde iktidarını kıl payı koruduğu gerçeğini gözardı etmedi. Bunun üzerine CHP'de “Değişim, sol” diyerek göreve yeni bir yönetimin gelmesinin, DEM Parti’deki görev değişikliğinin, CHP’nin hızını kesen İYİ Parti ile köprülerin atılmasının yarattığı umut da eklendi. 

SÖZLER TUTULMADI

Kurultayda dillendirilen adayların ön seçimle belirleneceği, parti örgütünün benimsemediği adayların tercih edilmeyeceği, listelerde kadın ve gençlere pozitif ayrımcılık uygulanacağı vaatleri de parti örgütünde heyecan yarattı. AKP’de adaylık sürecinde yaşanan gecikme ve isimlendirmedeki zorluklar da buna eklenince Özgür Özel yönetimindeki CHP,  yerel seçim yarışına en büyük rakibinin önünde başladı. Ta ki adaylık sürecine kadar…

Önce yerel seçim takviminin sıkışıklığı gerekçe gösterilerek hakim denetiminde önseçim yapılmasının koşullarının bulunmadığı iddia edildi. Örgütlerle istişare içinde aday belirleneceği vaadi de resmi adaylık başvurusu bile bulunmayanların, bir bölümü o bölgede bir gün bile siyaset yapmamış isimlerin tercih edilmesi ile kağıt üzerinde kaldı. Karşılıklı suçlamalar, eleştiriler ve hatta istifalarla süren aday belirleme süreci sonunda görüldü ki listelerde gençlere ve kadınlara da pozitif ayrımcılık yapılmadı. CHP Genel Merkezi’nin açıkladığı verilere göre, 2 Şubat itibarıyla belirlenen 965 adayın 881’i erkek, 84’ü kadınlardan oluştu. Yaş ortalaması ise 52 olan adayların 35 yaşından küçük olanlarının sayısı da sadece 68.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, daha koltuğunu ısıtmadan yerel seçim sınavına çıkmasının kendisi için dezavantaj olduğu gerçeğini reddetmek mümkün değil. CHP’de hiçbir sürecin tartışmalı bitmediği de doğru ancak, bu kadarına çok da tanık olunmadı. Kurultay kürsüsünden başlayarak dillendirilen vaatler hayata geçirilseydi bugün partinin içine sürüklendiği tartışma ortamı bu kadar yakıcı olmazdı. İki rakip siyasi partinin birbirine karşı kullanırken bile tereddüt edebileceği düzeydeki kirli siyaset aynı parti içinde yıllardır birlikte mücadele edenler tarafından sahnelendi. Rant, yolsuzluk iddiaları belli adreslerden servis edildi. AKP ile sıradanlaşan siyaset tarzı CHP’ye de bir ölçüde hakim oldu.

KURULTAY HESABI

Bu mücadeleyi bu kadar sertleştiren, bu kadar ilkesizleştiren yereldeki iktidarın sağladığı siyasi ve ekonomik avantajlardan mahrum kalma korkusu değil sadece. Bir diğer etken de CHP’de 1 Nisan sabahı ortaya çıkan tablonun parti içi iktidarın el değiştirmesine yol açıp açmayacağı kaygısı…

Bu süreçte yaşananlara bakıldığında bu kaygının izlerini görmek mümkün. Sürece bakıldığında da ne kadar zorlu ve tereddüt dolu geçtiği ortada. CHP’nin aday belirleme mesaisi 14 Aralık’ta başladı. O günden bu güne iki kez zorunlu nedenlerle iptal edilen toplantıların dışında 9 MYK ve 9 PM toplantısı yapıldı. 5 Şubat haftasında tamamlanması planlanan aday belirleme çalışmaları, parti içi tartışmalar nedeniyle 12 Şubat haftasına kadar sarktı. CHP’nin seçim takvimine göre son gün olan 20 Şubat’a kadar çalışmalarını tamamlayabilmesi de beklenmiyor.

Bu süreç bu kadar tartışmalı geçmeseydi başarısızlık durumunda Özgür Özel’in “Benim genel başkan olarak politikalarımı uygulama şansım olmadı, sonuç benim nasıl bir genel başkan olduğumu göstermek için yeterli değil” söylemi ikna edici olabilirdi. Ancak yaşananlar bu söylemin inandırıcılığını büyük ölçüde ortadan kaldırıyor.

MEVCUT BAŞKANLAR

Tartışma bazı mevcut başkanlarla devam edilip edilmeyeceğinde düğümlendi. CHP’nin kazanmakta zorluk çekeceği ya da kaybetmesi büyük olasılık olan yerlerde Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını desteklemelerine karşın mevcut başkanların büyük bölümü yeniden aday gösterildi. Ya da yine Kılıçdaroğlu destekçisi olarak bilinen yeni isimler partinin adayı olarak buralarda sahaya sürüldü.    

Partinin oy deposu olarak görülen İzmir, Çankaya ve Kadıköy’ün aralarında bulunduğu yerlerde ise “mevcut yönetime yakınlık” iddialarında bulunanlara haklılık kazandıracak isimlendirmeler yapıldı.   CHP’nin en yüksek oy oranına sahip olduğu ilçelerden Çankaya’ya Özgür Özel’in avukatı da olan Hüseyin Can Güner, Kadıköy’e İBB’nin CHP Grup Sözcüsü Mesut Kösedağ aday olarak gösterildi.  Başka gerekçeler de dillendirilmekle birlikte uzun yıllardır Ataşehir Belediye Başkanlığı yapan Battal İlgezdi de yolların ayrıldığı isimlerden oldu.

Bu tercihlerle de Özgür Özel, olası bir başarısızlık durumunda “Kurultayda yaşananlar isimlendirmeyi etkilemedi. Objektif davrandım” diyecektir, bunu da Adana, Mersin gibi illerdeki aday tercihleri ile gerekçelendirecektir.  Ancak örgütün farklı tercihlerine karşın partideki bazı etkili isimlere yakın olanların tercih edilmesi, resmi başvuru olmayanların bile aday olarak atanması gerçeği CHP’yi kampanya sürecinde zayıflatan bir unsur olarak ortaya çıkacak. Kurultayda açılan yaranın, seçim sürecinde objektif kriterlerle ve örgütle istişare içinde aday belirlenerek sarılması bir yana daha da büyümesine neden olan süreç CHP’yi yarışa şimdiden geride başlattı.

Umut, seçmenin 14-28 Mayıs’ta olduğu gibi “AKP iktidarına karşı olduğunu gösterme” ortak paydası ile bir araya gelmesinde…

                                                               /././

Sürdürülebilirlikte vasatlar ligindeyiz (Özgür Gürbüz)

Doğa severlerin isyanları Türkiye’deki çevre sorunlarının ne kadar büyüdüğünün bir göstergesi. Arıların sayılarının azalması, aşırı hava olaylarının sayısı ve sıklığının artması, hava kirliliğinin daha fazla sağlık sorununa yol açması iş dünyası ve siyasetçilerin durumu kavrayabilmesi için yeterli olamayabiliyor. Ekonomik ve sosyal veriler de içeren başka göstergelere ihtiyaç duyuyorlar. Olabilir.

O zaman o dilden de Türkiye’nin vasatlar liginde olduğunu anlatalım. BM’nin Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın hedeflerine ulaşma konusunda Türkiye’nin geldiği nokta bize tercüman olsun. Radikal bir çevre koruma fikrine hizmet etmeseler de Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’na ulaşılması durumunda birkaç adım öteye gidebileceğimizi söyleyebiliriz. Devletlerin birçoğu BM’nin 17 amacına ulaşmayı kısa ve orta vadeli planlarına eklemiş durumda. Türkiye’de merkezi hükümetten yerel yönetimlere kadar birçok kurum stratejisini bu amaçları temel alarak yazıyor.

∗∗

17 amacın ortak noktası aşırı yoksulluğu sonlandırmak, iklim kriziyle birlikte adaletsizlik ve eşitsizlikle mücadele etmek. 2030 yılına kadar belirlenen hedeflere ulaşmak zor görünse de ülkelerin performanslarını değerlendiren raporlar bize hangi ülkenin hem doğayı hem de ekonomiyi koruma yolunda bir şeyler yaptığını gösteriyor.

TÜRKİYE 72. SIRADA

BM için raporlama yapan Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı’nın hazırladığı son değerlendirme Türkiye’nin 166 ülke arasında 72. sırada yer aldığını ortaya koyuyor. Orta sıralara da hasret kaldık, her raporda diplerdeyiz deyip pek sevinmemek gerek çünkü ülkeyi yönetenlerin çok övündüğü ekonomik büyüklüğe göre baktığımızda oldukça gerilerdeyiz. 17 amacın ikisinde daha kötüye gidiyoruz. Bunlar seragazı emisyonlarını artıran fosil yakıt kullanımı ve çimento üretimi ile sağlık ve eğitime harcanan bütçenin kısılması. İyileşmenin görüldüğü alanlar ise, “elektriğe erişim” gibi bizim gibi ülkeler için çoktan halledilmesi gereken konular. Türkiye’de hükümetin amaçlara ilişkin yaptığı son gönüllü değerlendirme 2019’da yapılmış. Üzerinden uzun zaman geçmiş. Belki de her yerde dillendirilen bu 17 amaç çoktan rafa kaldırıldı; bilemiyoruz.

∗∗

Detaylarda kaybolmadan dünyadaki yerimizden de bahsedelim. Bizden daha büyük ekonomik sorunlarla uğraşan Arjantin 51. sırada. Ambargolarla boğuşan Küba 46, Arnavutluk 54, Vietnam 55. sırada. Komşularımızla da kıyaslayalım. Yunanistan 28, Gürcistan 42, Bulgaristan 44, Azerbaycan 53, Ermenistan 56, İran 86, Irak 105 ve Suriye 130. ülke olmuş. Kosta Rika’dan Tayland’a birçok ülkenin gerisindeyiz. Hatırlatayım. Bu sadece çevresel bir gösterge değil, yoksulluktan eşitsizliğe, temiz sudan adalete kadar birçok konuda dünyanın ilerlemesine ne kadar uzak veya yakın olduğunuzu gösteren bir değerlendirme.

Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın 2019 yılında hazırladığı değerlendirme raporu, gelinen durumu şöyle özetliyordu: “Gösterge bazında ilerlemeye bakıldığında, Türkiye’nin birçok hedefte ilerleme kaydettiği, bazı hedeflerin tamamen aşıldığı, bazı hedeflere ise kısmen ulaşıldığı görülmektedir.” Cumhurbaşkanlığı orta sıralarda kalmayı kabulleniyorsa sorun yok, beşten büyük olacaksak elbette ortada büyük bir sorun var. İlk 20, hatta ilk 50’de bile değiliz. Ben sonuçtan memnun değilim, çünkü Türkiye daha iyisini yapabilir. Kendisine ilerlemeyi amaç edinen demokratik bir cumhuriyet yerine “vasatlar imparatorluğu”nu seçenler ise herhalde bu dereceden memnundur.

                                                                 /././

“Helalleşmeyi” hatırlamak (Şükrü Aslan)

‘Helalleşme’, daha çok inançsal referanslarla kullanılan ve gündelik konuşmalarda sıklıkla duyduğumuz bir sözcüktür. Bu sözcüğün politik literatürün konusu olması ise Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun o ünlü daveti ve/veya vaadiyle mümkün oldu. Bugün yeteri kadar karşılık bulmamış gibi görünse de Kılıçdaroğlu’nun Türkiye siyasetine yeni ve önemli hususiyetler kazandırdığını düşünüyorum. ‘Helalleşme’ çağrısı onlardan birisidir. Bireyler arası uzlaşıcı ilişkilere gönderme yapan bu gündelik ritüel, yeni anlamıyla toplumsal-siyasal meseleler ve gruplar arası ilişkilerde daha çok ‘yüzleşme’ dileğine denk gelmektedir.

∗∗

Gündelik dileklerin birer politik vaade dönüşmesi, son derece yaratıcı bir siyasal düşüncedir. Zira hem bu dileklerin anlaşılmasını hem de toplumsal kabulünü kolaylaştıran bir işlev görür. Demektir ki aynı zamanda ciddi bir gerilim çözme imkânıdır. Bu anlamda ‘helalleşme’ modern aklın inşa ettiği toplumsal-siyasal gerilimlerin çözümünü değil belki ama çözümü için ihtiyaç duyulan kapıların açılmasını mümkün kılabilir. Dolayısıyla politik bir söylem olarak ‘helalleşme’ daveti aynı zamanda gerçekçidir.

Sosyolojinin ilgi alanından bakıldığında da, siyasette olduğu gibi ‘helalleşme’ genellikle bir tür ‘yüzleşme’ ile ilişkilidir. Bilhassa modernleşme süreci ile kurulan bireysel ilişkilerden toplumsal ve siyasal alana evrilen yıkıcı deneyimler dikkate alındığında ‘yüzleşme’ bir büyük toplumsal ihtiyaç ve dolayısıyla bir toplumsal taleptir.

Yüzleşmenin öteki yüzü aslında yok saymadır. Olmamış gibi davranmak, herkesin bildiğini, kimse bilmiyormuş gibi yapmaktır. Bu ise sözcüğün gerçek anlamında politik ikiyüzlülüktür. Gelgelelim ‘ikiyüzlülük’ de yüzleşmenin olmadığı bir iklimde bir tür toplumsal alışkanlığa dönüşebilir ve dönüşmüştür. Herkesin bir ölçüde şikayetçi olduğu halde, kamusal ortamlarda memnuniyetini dile getirdiği örneklerde olduğu gibi. İşte helalleşme ya da yüzleşme bu toplumsal-siyasal ikiyüzlülüğün üstesinden gelmek için de belki en uygun araç olabilir.

Annem, gündelik konuşmalarımızda sıklıkla “bu memleketin iki yakası bir araya gelmez” derdi. Çünkü hakim politik sistemin ağır toplumsal yaralara yol açan çok fazla günahı vardı ve bunlar kuşaklar arasında söylenegelmişti. Reşat Hallı’nın Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar adlı hacimli kitabını elime her aldığımda bu büyük günahların öyküsünü düşünürüm. Kitap, bir çeşit kitlesel öldürmelerin raporu gibidir. Ülkede hangi kasabada, hangi bölgede ne kadar kişinin ‘imha edildiğini’ uzun uzun resmi raporların verilerinden aktarır. Hepsinin teşhisini de koymuştur; ‘ayaklanma’, ‘isyan’, ‘kalkışma’ vb. Ayrıca bütün bu ‘günahların’ adeta içinde eridiği ve hatta tahrik ve teşvik edildiği söylemini de üretmiştir: ‘medeniyet’, ‘cumhuriyet’ ‘aydınlanma’. Tuhaf bir şekilde bütün bu sözcüklerde anlam bulan idealler söz konusu olunca kan ve gözyaşının tüm biçimleri adeta normalleştirilmiştir.

∗∗

Hemen hemen aynı büyük ideallerle gerçekleştirilmiş toplumsal/siyasal devrimlerin öyküsü de bundan farklı değildir. Oysa on binlerce-yüzbinlerce insanın hayatına kıyılarak kurulabilen bütün o ‘ideal rejimler’, nüfusu milyonları bulan hayatlarına kıyılmış insanların ailelerinin ahı ile yaşamıştır ve elbette sadece bu nedenle bile ‘iki yakası bir türlü bir araya gelmemiştir’. Sosyalist devrimlerin çoğu kez hayal kırıklığı yaratan öyküsünü, derin siyasi analizlerin bir adım ötesine ötesine geçerek bir de bu zaviyeden düşünmek gerekir.

Helalleşme daveti böyle siyasal-toplumsal iklim(ler)i teneffüs etmiş bir memlekette belki de köklü bir tedavi biçimi değildir evet ama toplumsal ağrıların hiç değilse hafifletilmesi için bir önemli teşebbüs olabilir. Zira toplumsal yaralarını konuşmamak, onları ortadan kaldıran bir durum değildir. Bu ülke bir gün yaralarını sarma iradesini gösterebilirse herhalde bunun ilk adımı ‘helalleşme’ olur. Aslında bunun dışında bir yolu da yoktur. Sürekli ötekini ‘düşman’ ilan eden bir zihniyetin devam etmesi herhalde bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bu tür bir siyaset ve dil aslında bu ülke için bir büyük yüktür. Türkiye bu yükü daha nereye kadar taşıyacak acaba?

                                                              /././

İşkence yapıp saatlerce gezdirmişler (Timur Soykan)

 30 Ocak 2024 günü sabah 08.00 sıralarında İstanbul Topkapı’daki Koç Üniversitesi Hastanesi önüne park edilmiş bir otomobilin içinde ceset bulundu. Başında ve bedeninde çok sayıda darp izi bulunan bu kişi yeraltı dünyasında çok bilinen Çakıroğlu Ailesi’nden 44 yaşındaki İlker Çakıroğlu’ydu.

Polis hastanenin güvenlik kamera kayıtlarını incelediğinde bu aracın hastanenin acil servisine gelip durmadan geri döndüğünü belirledi. Girişteki kamera aracı kullanan kişiyi kaydetmişti. Daha sonra arka koltuğunda İlker Çakıroğlu bulunan otomobili bir TIR’ın önüne park eden sürücü koşarak uzaklaşmıştı.

15 BİN KİŞİLİK AİLE

Karadenizli Çakıroğlu Ailesi, yeraltı dünyasının en kalabalık gruplarından. 15 bin kişilik bu ailenin bazı üyeleri kumar, tahsilat, mekanlara çökme gibi gayrimeşru işleri yürütüyor. Ancak İlker Çakıroğlu’nun aile içinde uzun süredir devam eden bir gerilim nedeniyle öldürüldüğü iddia ediliyor. İlker Çakıroğlu’nun yakınları, Fuat Çakır ve Ayhan Çakır isimli aile fertlerini suçluyor.

Fuat Çakır, 46 yaşında ve çeşitli cinayet suçlamaları nedeniyle 24 yıl hapis yattı. Fuat Çakır ve Ayhan Çakır, iki yıl önce 20 Aralık 2021’de Susurluk Çetesi hükümlüsü eski polis Ziya Bandırmalıoğlu ve eski polis Şahin Arslan ile Kalamış Marina’daki bir lokantada aynı masada oturuyordu. 25 milyon dolarlık bir yat ve çeşitli inşaat işlerindeki husumetlerde iki mafya grubu da devreye girmişti. İddiaya göre; Ziya Bandırmalıoğlu, farklı mafya gruplarıyla yakınlığını anlatmaya başlayınca Fuat Çakır tepki gösterdi. Tartışma büyüdü. Lokantadaki güvenlik kameraları olay anını görüntüledi.

KALAMIŞ’TAKİ LOKANTADA ÇATIŞTILAR

Ziya Bandırmalıoğlu ve Şahin Arslan silah çekerek ayağa kalkıp ateş etti. Karnından vurulan Fuat Çakır, Ziya Bandırmalıoğlu’ndan silahı alarak karşı ateş açtı. Bu arada Ayhan Çakır ve adamları iki eski polise onlarca kez ateş ederek öldürdü.

Olayla ilgili iddianamede müebbet hapisleri istenen Çakır kardeşler, meşru müdafaa kararıyla 2 yıl 8’er yıl hapis cezasıyla kurtuldu ve kısa sürede tahliye oldular.

İddiaya göre; bu olaydan sonra yeraltı dünyasında ünü artan Fuat Çakır, ailenin başına geçmeye çalıştı. Çeşitli mafya babaları ile görüşerek destek aradı. Ancak bu desteği bulamadı ve aile içinde gerilim başladı.

BOMONTİ’DEKİ OTEL VE 30 MİLYON TL

Bu sırada ortaklarının husumetli olduğu İstanbul Şişli Bomonti’deki bir otel için Çakıroğlu ailesinden isimler devreye girmişti. Kurulan masalar sonucunda otelin hisselerinin bir kısmı kağıt üzerinde İlker Çakıroğlu’na devredildi.

Bu olayda kendi adının kullanıldığını iddia eden Fuat Çakır, bu otelin hisselerini istiyordu. Ayrıca otel ile ilgili husumetin çözülmesi için mafya grubunun aldığı 30 milyon TL’nin kendisine getirilmesini istedi. Ancak karşı taraf bunu kabul etmedi.

Polisin tespitlerine göre; Fuat Çakır, 29 Ocak 2024 akşamı, yine aile üyesi eski bir polisin işlettiği Karaköy’deki meyhanedeydi. İlker Çakıroğlu’nu konuşmak için meyhane çağırdılar ve üst katı boşalttılar. İlker Çakıroğlu tedirgindi ancak ailesine bilgi vererek buraya gitti. Saat 01.00 sıralarında eşini arayarak iyi olduğunu söyledi.

KUMARHANELERİ GEZDİRDİLER

İddiaya göre; bu telefon aramasından sonra işkence başladı. Otelin hisselerini devretmesi ve parayı getirmesi için 4.5 saat sopalarla dövüldü ve çeşitli işkenceler yapıldı. Kalp hastası olan İlker Çakıroğlu fenalaştı. Polisin incelemesinde Karaköy’deki meyhanenin kameralarının söküldüğü belirlendi. Ancak MOBESE ve trafik kamerası incelemelerine göre; yaralı, baygın haldeki İlker Çakıroğlu saatlerce İstanbul’da gezdirildi.

Karaköy’deki meyhaneden çıkarılıp bir otomobile indirilen İlker Çakıroğlu, önce Suadiye’de Fuat Çakır’ın kumarhanesine götürüldü. Buradan Kızıltoprak’taki başka bir kumarhaneye taşındı. Bu sırada tamamen bilinci kapandı.

Bir çete üyesine onu hastaneye götürmesi talimatı verildi. Bu kişi, Koç Üniversitesi Hastanesi önünde İlker Çakıroğlu’nu bırakarak uzaklaştı. Arabanın kapılarının kilitli olduğu öne sürüldü.

12 KİŞİ ARANIYOR

Polis cinayet ile ilgili Fuat Çakır, Ayhan Çakır’ın da arasında olduğu 12 kişiyi arıyor. İlker Çakıroğlu’nun yakınları, soruşturmayı cinayet şubenin yürüttüğünü ama organize şubenin yürütmesi gerektiğini ifade ediyor.

Öte yandan öldürülen İlker Çakıroğlu, ailenin önde gelen isimlerinden Nazım Çakıroğlu’nun halasının oğlu. Ailenin, suç örgütü liderlerini arayarak Fuat ve Ayhan Çakır’ı saklamamaları ya da sahip çıkmamaları için uyardığı öne sürülüyor. Çakıroğlu Ailesi’nin intikam için Fuat ve Ayhan Çakır’ı aradığı öne sürülüyor. Hatta bu kişileri devletin içinden isimlerin koruduğuna yönelik şüphelerini dile getiriyorlar.

ZİYA BANDIRMALIOĞLU İTİRAFÇI MI OLACAKTI?

İlker Çakıroğlu cinayetinden sonra Ziya Bandırmalıoğlu ve Şahin Arslan’ın iki yıl önce öldürülmesi yeniden gündeme geldi. Yeraltı dünyasındaki bazı rivayetlere göre; cinayetin nedenleri, ultra lüks yat ve inşaat işlerindeki husumet ile sınırlı değildi. Ziya Bandırmalıoğlu bu husumetler kullanılarak tuzağa çekilmişti. İddiaya göre; Ziya Bandırmalıoğlu, kendisinin ve eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın da yargılandığı Ankara’daki Faili Meçhul Cinayetler Davası’nda itiraflarda bulunacaktı. Onun ifadeleri, 1990’larda işlenen ve zamanaşımından düşürülen bu davanın seyrini değiştirebilirdi. Bu nedenle tuzağa çekildi, Kalamış’taki balık lokantasına geldiklerinde içkilerine uyuşturucu ilaç konuldu. Bunu fark ederek ateş açmak için masadan kalktılar. Bunların tamamı delile dayanmayan iddialar. Ancak Ziya Bandırmalıoğlu ve Şahin Arslan, vurulup yere düştükten sonra kafalarına ateş edilmişti. Buna karşın meşru müdafaa kararı ile 2 yıl 8 ay hapis cezası almaları şüpheleri artırıyor.

                                                               /././

İmam Sarmalı Diyanet'i sarstı: Ayasofya imamını bile dolandırmışlar (Timur Soykan)

İki imamın sazan sarmalı dolandırıcılığında, onlarca mağdur imam ve müezzin var. Müftü Yardımcısı ve Ayasofya imamı da dolandırılanlar arasında. Bazı müftülük çalışanları ise otomobil satışlarına aracılık etmekle suçlanıyor. Diyanet’teki sendikalar arasında da dolandırıcı imam gerilimi var.
                                                               
Cengizler

Diyanet İşleri Başkanlığı İstanbul Müftülüğü’ne bağlı imamlar Halil Cengiz ve kuzeni Ahmet Cengiz sazan sarmalı yöntemiyle yüzlerce kişiyi dolandırdı. İki imam, farklı filo şirketlerinden aldıkları sıfır kilometre araçları 2021’de İstanbul’da kurdukları CNGZ Filo Otomotiv Şirketi üzerinden satışa çıkardı. İstanbul’da çok sayıda imama bu araçları verip paralarını aldılar. Satış işlemini daha sonra yapacaklarını söylediler.

Bu sırada memleketleri Sinop Durağan’da AKP Sultangazi İlçe Yönetim Kurulu üyesi de olan Halil İbrahim Aktan ile ortak otomobil galerisi açtılar. Ülkede sıfır kilometre otomobil sıkıntısı yaşanırken Durağan’ı otomobil satışının merkezi haline getireceklerini söylüyorlardı. Durağan’a TIR’larla çok sayıda otomobil götürdüler.

DURAĞAN’DA ‘RTE’ PLAKALI TEZGÂH

AKP ve Erdoğan’a rekor oranda oy çıkan Durağan’da Kuran kurslarına, camilere yardım yapıp ‘RTE’ plakalı lüks otomobillerle gezerek tezgâhlarını kurdular. Dini ve AKP’nin siyasi referanslarıyla güven sağlayan dolandırıcılar, ilk satışlarda otomobillerin devrini yaptı. Kısa sürede Durağan’ın yanı sıra Kastamonu, Sinop, Tokat, Samsun ve çevre ilçelerden insanlar galerinin önünde sıraya girdi.

Bu dönemde hükümet, sıfır araçların tekrar satışının yapılabilmesi için ‘6 ay 6 bin kilometre’ kuralı getirdi. İmam dolandırıcılar, bu kuraldan faydalandı ve paraları toplayıp otomobillerin satışını 6 ay sonra vereceklerini söyledi. Sazan sarmalında 2023 yılının Ağustos ayında yüz milyonlarca lira toplanmıştı. Çok sayıda mağdura otomobil verilmedi. Otomobil verilenler ise kiralamış görünüyordu ve araçlar ellerinden alındı.

                             RTE plakalı araç.

İL MÜFTÜ YARDIMCISI DA DOLANDIRILDI

Halil Cengiz, Ahmet Cengiz, otomobil temin ettikleri Elibol Filo Şirketi’nin sahibi Engin Elibol ve CNGZ Filo’nun çalışanı olan iki şüpheli Kasım 2023’te tutuklandı. Soruşturma devam ediyor. Toplamda 500 mağdur ve 400 milyon TL’lik vurgun olduğu öne sürülüyor. Şüphelilerin, mağdurları “Şikâyetçi olursanız otomobillerinizi de paranızı da alamazsınız” diye tehdit ettiği iddia ediliyor. Ayrıca bazı imamlar, isimlerinin bu olayda geçmesinden çekindikleri için şikâyetçi olmadı.

Halil Cengiz, İstanbul İl Müftülüğü’nde çalışıyordu. Sadece İstanbul İl Müftülüğü’nde çalışan 15 mağdur imam var. İl müftü yardımcılarından birinin de dolandırıldığı öne sürülüyor.

Kastamonu ve Sinop’ta da çok sayıda mağdur imam var. Hafızlık eğitimini Kastamonu’da alan Halil Cengiz ve Ahmet Cengiz burada tanıdıkları imamları da otomobil satışı vaadiyle tezgâhına düşürmüş. Kastamonu’da bir imam, iş arkadaşı imamın aracılığıyla iki imama güvenip otomobil aldığını ve dolandırıldığını anlattı.

AYASOFYA İMAMI ŞİKÂYETÇİ OLDU

İki imamın sazan sarmalıyla Ayasofya İmamı Bünyamin Topçuoğlu da dolandırıldı. Peugeot 3008 marka otomobil için ödeme yapan Bünyamin Topçuoğlu’na da aracın satışı verilmedi. Ayasofya imamı, ekim ayında iki dolandırıcı imamdan şikâyetçi oldu.

İddiaya göre; Halil Cengiz ve Ahmet Cengiz dini ve siyasi referanslı dolandırıcılık faaliyetlerinde Ayasofya’yı da kullandı. Çok sayıda mağdura “Ayasofya imamı ve Ayasofya müezzini de bizden otomobil aldı” diyerek güven verdi. Hatta bazı imamlar, Ayasofya imamı ve müezzinini arayarak bu kişilerin güvenilir olup olmadığını sordu.

Bünyamin Topçuoğlu

BELEDİYE BAŞKANI BİLE MAĞDUR

Ahmet Cengiz ve Halil Cengiz’in memleketi Sinop Durağan’da yüzlerce mağdur var. Eski bir imam olan Durağan Belediye Başkanı Ahmet Kılıçaslan da dolandırdıklarını iddia ediliyor. Eski model Passat otomobilini vererek sıfır kilometre Passat almak isteyen Belediye Başkanı’na Audi A4 vermeyi teklif etmişler. Ancak hem Passat’ı hem de parası gitmiş.

Soruşturmada halen müşteri bulup komisyon alan aracılara dokunulmaması dikkat çekiyor. Şikâyetlerde; İstanbul İl Müftülüğü’ndeki bazı çalışanlar, bu araçların satışı için aracılık yapmakla suçlandı. İstanbul Müftülüğü’nde veri hazırlama memuru olan Yılmaz Kütükçüoğlu’nun da imamları, CNGZ Filo Şirketi’nden araç satın almaya ikna ettiği ve karşılığında komisyon aldığı öne sürülüyor.

Durağan Belediye Başkanı, belediyenin resmi hesaplarından Ahmet Cengiz ve Halil Cengiz ile fotoğraflarını paylaşmıştı.

DİYANET SENDİKALARI OLAYLA KARIŞTI

Yılmaz Kütükçüoğlu, Diyanet-Sen’den ayrılan imamların kurduğu Mil Diyanet Sen’in İstanbul İl Başkanı’ydı. Diyanet-Sen, Mil Diyanet Sen’i bu dolandırıcılık olayı nedeniyle suçluyor. Ancak Mil Diyanet Sen Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Tahiroğlu da dolandırılanlar arasında. Parasını vererek aldığı otomobilin satışı yapılmamış ve Elibol Filo Şirketi’ne ait görünen otomobil elinden alınmış. Otomobili Yılmaz Kütükçüoğlu’nun aracılığıyla aldığını söyleyen Ahmet Tahiroğlu, “Dolandırıcılık ortaya çıkar çıkmaz bu kişiyi sendikadan ihraç ettik” diyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı ise imamların sazan sarmalı olayıyla ilgili idari soruşturma yürütüyor.

‘ARKADA BÜYÜK ŞİRKETLER VAR’

Mağdurlar, Elibol ve Grantur şirketlerinin sazan sarmalının arkasında olduğunu iddia ediyor. Nitekim satılan araçlar bu şirketlerin kiralık araçları olarak görünüyor. Bazı araçların satışları da bu şirketler üzerinden yapılmış. MTV, kasko, kredi ödemeleri de bu şirketler üzerinden yapılmış görünüyor. Resmi olarak CNGZ Filo Şirketi ile bir ortaklıkları yok ama aralarında on milyonlarca liralık para trafiği, kesilmiş çekler var. Grandtur Şirketi’nin sahibi Ali Rıza Çelebi, geçen hafta gözaltına alındı ve adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Ali Rıza Çelebi, CNGZ Filo firmasına 41 otomobil kiraladıklarını ve bunun 27 tanesini geri alamadıklarını savunuyor. Dolandırıldığını ve ilk suç duyurusunu kendisinin yaptığını anlatan Ali Rıza Çelebi, “Biz onlara sadece 6 otomobil sattık. Geri getirilmeyen kiralık otomobillerin kredisini ödemek için turizm firmamdaki 13 otobüsü sattım” diye konuştu. Sazan sarmalının bütününü soruşturma tamamlanınca göreceğiz.

∗∗∗

AKBAŞ: BEN DE MAĞDURUM

İmamların sazan sarmalındaki şüpheliler ve bazı mağdurlar, Ayasofya Müezzini Rıdvan Akbaş’ı aracılık yapmakla suçladı. Hatta CNGZ Filo ile Durağan’da ortak galeri açan Halil İbrahim Aktan arasındaki bağlantıyı onun kurduğunu iddia etmişlerdi. Rıdvan Akbaş’ın Sulh Ceza Hâkimliği’ne başvurusu üzerine “Sazan Sarmalı’ndan Ayasofya Müezzini çıktı” başlıklı haberimize erişim engeli ve içerikten çıkarma kararı verildi.

Rıdvan Akbaş, kendisinin kesinlikle aracılık yapmadığını, hatta Halil Cengiz ve Ahmet Cengiz tarafından mağdur edildiğini söyledi. Bu kişilerin Durağanlı ve hemşerisi olduğunu söyleyen Rıdvan Akbaş, “Bu kişilerle yayınlanan fotoğrafım bunların otomobil işine girmesinden 7 ay önce çekildi” dedi.

Rıdvan Akbaş (sağda) Ahmet Cengiz, Halil Cengiz ve Halil İbrahim Aktan ile bu fotoğrafı çektirmişti.

Ancak Rıdvan Akbaş’ın CNGZ Filo Otomotiv’in açılışında çekilmiş fotoğrafları var. Ayrıca CNGZ’den otomobil anahtarını alırken çekilen fotoğraflarını sosyal medya hesabından paylaşmıştı. Bu konuda şunları söyledi: “Bu kişiler, köylüm, çocukluk, hafızlık arkadaşım. Yenibosna’daki şirketlerinin açılışına gittik. Sonra Durağan’a gidip Halil İbrahim Aktan ile ortak galerinin açılışına da katıldık. Benim otomobil alacak durumum yoktu. Ancak kolaylık sağlayacaklarını söyleyerek beni ikna ettiler. 2021’de eski arabamı da satarak sıfır kilometre otomobil için 330 bin TL ödeme yaptım. ‘Temin edemiyoruz’ diye 6 ay beklettiler. Sonra Halil Cengiz’in eşinin kullandığı 16 kilometredeki otomobili verdiler. Beni 1,5 yıl oyaladılar. Sonra araba için yakalama kararı çıktı, teslim ettik. Bütün param ve araba gitti.”

Rıdvan Akbaş, CNGZ’nin açılışına katılmış. Bu kişilerin çocukluk arkadaşı olduğunu söyledi.

AYASOFYA’NIN ADINI KULLANDILAR

Ayasofya’nın adının bir dolandırıcılık olayında anılmasının kendisini çok rahatsız ettiğini anlatan Rıdvan Akbaş, “Bana otomobil satmak için neden ısrar ettiklerini şimdi anlıyorum. Ayasofya’nın adını kullanmak istediler. İnsanlara ‘Ayasofya müezzini de bizden otomobil aldı’ demişler. Beni çok kişi arayıp bu insanlara güvenip güvenemeyeceklerini sordular. Ben hepsine beni oyaladıklarını söyledim. Ama bazıları benim aracılık yaptığımı, komisyon aldığımı söylüyormuş. Kimseye aracı olmadım, bir kuruş almadım. Bu insanlar itibarımızı mahvetti” diye konuştu.

Arabayı alacağını zannettiği dönemlerde kimseye CNGZ’yi tavsiye edip etmediğini de sordum. Kesinlikle kimseyi yönlendirmediğini söyledi.

“Ne zaman şikâyetçi oldunuz” diye sorduğumda Rıdvan Akbaş şöyle konuştu: “Paranın kalan kısmını elden verdiğim ve belge almadığım için şikâyetçi olmadım. Dosyaya adım girsin istemedim. Ama haber çıkınca tarafım, mağduriyetim belli olsun diye suç duyurusunda bulundum.”

Rıdvan Akbaş, otomobili alırken çekilen fotoğrafını paylaşmıştı.
                                                                     /././

Halksız siyaset (Yaşar Aydın)

                  Erdoğan halksız siyaseti yönetme biçimine çevirirken muhalefet kötü bir taktik izliyor.

Rejim kendini kalıcı hale getirecek adımlar atmayı sürdürürken muhalefet gözünü kapatmış; ittifak, tanınmış aday, pazarlık demekte ısrar ediyor. Örgütlü bir halk olmadan rejimi durdurabileceği gibi bir yanılgı içinde.

Yerel iktidarı belirleyecek sandığın kurulmasına 45 gün kaldı. Seçim rüzgârı yurttaşa ulaşmış durumda değil. Bu haliyle giderse ulaşacağı da yok. Ülkedeki hâkim havaya rağmen partiler kendinden menkul şekilde “al takke ver külah” diyerek zaman öldürüyorlar.

14-28 Mayıs seçimlerinden sonra ittifakların partileri siyasetsiz bıraktığı, ne dediği belli olmayan kurumlara dönüştürdüğü çokça konuşuldu. Hatta ittifak siyaseti en çok bunun için eleştirildi. Ama hemen ardından gelen yerel seçim gösterdi ki esas sorun çok daha derinde.

Partiler çok uzun süredir Meclis’e ve lider kavgalarına indirgenmiş bir siyaset tercih etti. Bilerek ve isteyerek halkı sadece seçmen olarak görüp sandık zamanı siyaset yapmaya çağırdı. İktidar için bu siyaset bir çeşit yönetme biçimi ve belli düzeyde de anlaşılır bir tutum. Ne de olsa tek adam ve ekibi var. Siyasi mekanizmalar ne kadar daralırsa işleri o kadar kolaylaşır. Ama muhalefetin de bu trende tutunması gerçekten çok ilginç bir durum.

Sadece aday belirleme yöntemine bakarak bile muhalefetin geldiği noktayı görmek mümkün. Ne arasanız var. En kolay kazanma yöntemlerini icat etme uğraşı, anketlere bakma, ünlüler geçidi, belediye başkanlığı meclis üyeliği pazarlığı ve bilumum benzer yöntemler. Halk olmasın da ne olursa olsun. İster açık ifade edilsin ister kapalı, bu yöntemlerin hepsi halkın olmadığı siyasete su taşımaktan başka bir işe yaramaz.

YETER Kİ HALK OLMASIN

Cumhurbaşkanı Erdoğan ülkeyi kendi yaptığı siyasete alıştırdı. Kürsüden bağırarak konuşan ve herkese ne yapması gerektiğini tarif eden bir siyasetçi prototipi. Yıllarca bunu yaptı. Elindeki devasa medya gücü vs. başarılı da oldu. Tek başarısı bununla da sınırlı kalmadı. Siyaseti, iktidarıyla muhalefetiyle üç beş kişinin konuştuğu bir meseleye indirmeyi başardı. O saatten itibaren de kendi minderinde güreş tutan Erdoğan için karşısına çıkanın sırtını yere sermesi zor olmadı. Böyle devam ederse bundan sonra da olmayacak. 

Ortada çıkarı savunulan bir toplumsal kesim yok. Belirginleşen bir politik çizgi yok. Hadi adını koyalım, dava kalmamış ama partiler var. Herhangi bir kahvede birlikte çay içmekten imtina edecek insanlar, aynı partide siyaset yapmaya başladı. Bin yılın sağcıları hiç istiflerini bozmadan muhalif medya kuruluşlarının gedikli yorumcuları oldu. Bu yetmedi, gittiler solcu partilerden milletvekili, belediye başkanı adayı oldu. Nedeni sorulduğunda yanıt her zaman “karşı mahalleye seslenmek” oldu. Üstelik bu büyük bir yenilik ve başarı olarak sunuldu.

NE ZAMAN BİTECEK?

Muhalefet partilerinin içine düştüğü halktan uzak siyaset yapma kuşkusuz sadece aday belirleme yöntemi ve adaylarım kimliği ile açıklanamaz. Bununla birlikte pazartesi günü yayımlanan BirGün gazetesinde yerel seçimlerde muhalefetin tutumuna yönelik Prof. Dr. Ayşen Uysal’ın değerlendirmesine dönüp bir daha bakmakta fayda var. Uysal, “Marka adaylar çıkarma eğilimi liyakatın bir yere bırakıldığı, toplumun sorunlarını göz ardı eden, ekonomik sermaye ve medyayla siyaset arasında bir ilişkiye götürüyor bizi. Öte yandan muhalefetin ideolojik bagajlarını boşaltmış olması da var olan siyaseti bizi umut vaat edemediği noktaya taşıyor” derken iki noktanın altını çizmiş oldu. Birincisi ünlüler geçidine dönüşen adaylık gösterileri, ikincisi ise -belki de birinci başlığın nedeni- ideolojisiz bir muhalefetin varlığı.

Değişim, dönüşüm, yenilik bunların tamamı kulağa hoş gelen kavramlar. Ama aynı zamanda tek başına da hiçbir şey ifade etmezler. Politikayla doldurulmaya ihtiyaç duyar.

NEDEN KONUŞULUR?

İktidar büyük bir kriz içinde debelenip çıkış bulamazken ülke kamuoyu muhalefete kilitlenmiş durumda. Hangi aday çıktı, futbolcu mu olsun, şarkıcı mı gibi tartışmalar hâlâ gündemi belirliyor. Yazık çok yazık.

Milyonlarca yurttaş start çizgisinde koşmaya hazır atlet gibi bekliyor. Bir şeyleri değiştirme iradesinden vazgeçmiş değil. Yeter ki muhalefet onları tribüne yollamaya kalkmasın. Bunca yenilgi ve başarısızlıktan artık ders alınması gerekiyor. Rejimi durduracak, ülkede demokratik gelişmelerin önünü açacak tek şey örgütlü bir halk muhalefetidir. Bunu reddeden hatta ıskalayan her tutum sadece Erdoğan’ın siyasi ömrünü uzatır, onun kurmak istediği rejime tuğla koyar.

(BİRGÜN)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder