Cem Küçük’ü koruyup polisi korumayanlar (Barış Pehlivan)
Biliyorsunuz: Terör örgütü DHKP-C, İstanbul Adalet Sarayı önündeki polis kontrol noktasına yönelik silahlı saldırı gerçekleştirdi. Saldırganlar öldürüldü, vatandaşlardan Dilfiraz Karataş hayatını kaybetti, üçü polis altı kişi yaralandı. Saldırının büyümesini engelleyen ve yaralanan polislerden biri eski özel harekâtçıydı.
Terör saldırısı sonrası gözaltına alınan 48 şüpheli tutuklandı.
Bunları okudunuz...
Gözden kaçırılan ise önemli bir nokta vardı.
Cem Küçük adlı kişi canlı yayında “Hain teröristleri etkisiz hale getiren kahraman eski özel harekâtçı” diyerek o polis memurunun ismini açık açık yayımladı.
Sahi, bu ne demekti?Bakınız, Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 6. maddesinde aynen şöyle yazıyor: “İsim ve kimlik belirterek veya belirtmeyerek kime yönelik olduğunun anlaşılmasını sağlayacak surette kişilere karşı terör örgütleri tarafından suç işleneceğini veya terörle mücadelede görev almış kamu görevlilerinin hüviyetlerini açıklayanlar veya yayımlayanlar veya bu yolla kişileri hedef gösterenler bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Hal böyleyken...
Bu satırların yazarına ve gazetemizin birçok değerli kalemine hiç ilgisi yokken bu maddeden dava açanlar, Cem Küçük’e karşı neden kılını kıpırdatmıyor?
Bakınız, ben kimsenin tutuklanmasına çağrı yapacak değilim. Yargı bizzat AKP medyasının bu yöntemleriyle de çürüdü.
Bununla birlikte... Eğer biraz yakın Türkiye tarihi biliyorsanız, Cem Küçük’ün isim vererek o polis memurunu DHKP-C’nin hedef listesine soktuğunu anlarsınız.
Bundandır ki emekli ve gazi Emniyet müdürü Fatih Eryılmaz, sosyal medya hesabından günlerdir isyan ediyor, “Meslektaşlarımızın başına gelebilecek her türlü olaydan bu kişi mesuldür” diyor. İçişleri Bakanlığı’ndan Adalet Bakanlığı’na kadar devletin kurumlarını göreve çağırıyor. Sonuç? Yok. Derin bir sessizlik...
Fatih Eryılmaz’ı aradım, bakın neler dedi:
“DHKP-C, 20 sene sonra bile ‘intikam’ diye devlet görevlilerine saldıran bir örgüt. Açık bir kanun var. ‘Kanun önünde eşitlik’ denilen bir ilke de bulunuyor. Yani ‘Kanun Ahmet’e uygulanır ama Mehmet’e uygulanmaz’ diye bir şey mi var? Yok. O halde açık, aleni suç işliyor bu adam. Gelin görün ki Cem Küçük, o yayının akşamında nezarethanede olması gerekirken, yine televizyondaydı.”
“Herkes eşittir, bazıları daha eşittir” sözü kitaptaki küçük bir cümleydi sadece. Şimdi sadece o cümlenin kitabını yazıyoruz...
/././
Emperyalizm (Öztin Akgüç)
Emperyalizm, yayılımcılık başka ülke ve ülkeler üzerinde, siyasal, ekonomik, askeri, kültürel egemenlik kurarak onları çıkar doğrultusuna yönlendirmektir. Kapitalizm varlığını sürdürebilmek için emperyal güç yayılımcı olmak zorundadır.
Kapitalizm, özel girişime, piyasa serbestliğine büyük mali sermayenin ekonomik egemenliğine dayanan iktisadi sistemdir. Amaç, büyük sermayenin, emek sömürüsü ile yaratılan artı değere el koyması, piyasalarda başat, hâkim pozisyonun kötüye kullanılması, kartel anlaşmalarıyla kârın ençoklanması maksimizasyondur. Kâr maksimizasyonun sürdürülebilmesi için, kârın sermayeye dönüştürülerek üretimde kullanılması, pazarın genişlemesi gerekir. Kapalı bir ekonomide pazarın genişlemesinin sınırı vardır. Giderek azalan kâr, kapalı bir ekonomide ekonomik olarak sıfırlanır. Kâr elde edilmesini güvence altına almak için, siyasal güç elde edilmesi, bu gücün başka ülkeler üzerinde hegemonya kurabilmesi için de pazarın genişletilmesi gerekir.
Kapitalizmle birlikte sömürge oluşturma hızlanmış, emperyal güçler arasında çıkar çatışması başlamıştır.
Sömürge, metropolün kendi sınırları dışında yönettiği, ekonomik, siyasal çıkar sağladığı topraklar, ülkelerdir.
Doğa yıkımı, çevre kirliliği de yaratan, madencilik gibi faaliyetler öncelikli olarak sömürgelerde yapılarak sömürgenin doğal kaynakları kullanılır, tüketilir. Sömürgenin dış ticareti ağırlıklı olarak metropolledir. Sömürge, hammadde, emek, yoğun ürünlerin ihracatını yaparken mamul dış alımı yapar. Üretimde işbölümü sömürgenin hammadde, metropolün katma değer katarak, mamul üreterek satmasıdır. Sömürgenin ürettiği hammaddeye değer katacak sanayileşmesine izin verilmez. Dış ticaret, dış ticaret haddi, ucuz ithalat pahalı ihracat yoluyla sürekli metropolün lehine geliştiğinden bir sömürü istismar aracıdır. Dış ticarette taşımacılık genelde metropolün tekelindedir. Finansmanı da metropol tarafından yapılır. Sömürgede bankacılık faaliyeti metropolün kontrolündedir. Altyapı yatırımlarında, yap-işlet-devret (build-operate-transfer-BOT) yöntemiyle metropol tarafından yapılması, ayrı bir sömürü kazanç sağlama yoludur. Metropol, zaman zaman sömürgeye mali-iktisadi yardım gibi gösteriler, çalımlar yapsa da sonuçta metropol zenginleşirken, sömürge doğal kaynaklarını da yitirmiş olarak yoksullaşır.
XIX. yüzyıl başlarında emperyal güçler arasında uzlaşının temelini “Monroe Doktrini” oluşturur. Dönemin ABD Başkanı J. Monroe’nin kongreye sunduğu bildiri, Avrupa devletlerinin; İspanya, Fransa, Rusya, İngiltere’nin Güney Amerika’da sömürge girişimlerinden el çekmeleri karşılığında ABD’nin de Avrupa devletlerinin diğer kıtalardaki girişimlerine karışmayacağı önerisiyle; sömürgecilik konusunda işbölümü yapılmasıdır. Monroe Doktrini çerçevesinde Florida İspanya’dan alınmış, ABD’nin Güney Amerika üzerinde hegemonyasının temeli oluşturulmuştur.
I. Dünya Savaşı sonrası itibarıyla Osmanlı’nın paylaşımı, Alman sömürgelerine el konulmasıdır. Mustafa Kemal Atatürk gibi bir lider, sözde değil özde vatansever, özverili, güvenilir silah arkadaşları olmasaydı, Trakya’nın tümü elden çıkacak, Anadolu paylaşılmış olacaktı. Emperyal, egemen güç olarak İngiltere, güneş batmayacak hegemonyasını kurmuş, Fransa’ya da Afrika ve Ortadoğu’da pay verilmişti. Bağımsızlık savaşımız görünürde Türk-Yunan, gerçekte ise İngiltere ile yapılan bir savaştır. Yunanistan, toprak vaadi karşılığı İngiltere’nin adına vekâleten savaşmıştır. Anadolu’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulup mücadele başladığında, Anadolu hareketini bastırmak için İngiltere’nin desteğiyle Yunan askeri İzmir’e çıkmıştır. Emperyal gücün bir aracı da vekâlet savaşlarıdır.
İngiltere Başbakanı Llyod George’nin 16 Ağustos 1921’de Avam Kamarası’nda yaptığı konuşma, vekâlet savaşını ve kapitalist “etik, insancıl” anlayışı yansıtması açısından bir itiraftır: “Kemalist ayaklanmayı bastırmak için Anadolu içlerine kadar İngiliz askeri gönderilmediğine göre tek bir şık vardır. O da iki tarafın sonuna kadar vuruşmasıdır.”
II. Dünya Savaşı sonrasının emperyal gücü ABD, BOP’la (GOP) Afrika Batı Atlantik kıyılarından Hazar’a kadar bölgede hegemonya kurmayı amaçlamaktadır. Ülkemizde 24 Ocak ekonomik, 12 Eylül 1980 askeri hareketini, Cumhur İttifakı’nın, hilafet-şeriat gösterilerini bu proje kapsamında değerlendirmek gerekir.
Emperyal güçler, tehdit öğesi olarak ve ekonomiyi canlı tutabilmek için savaş ekonomisi stratejisini izlerken, işbirlikçiler kanalıyla da hedef ülkelere nüfuz ederler. Mücadele, geçen asırda ekonomistve siyaset Sultan Galiyev’in vurguladığı gibi emperyal güçlerle mazlum ülkeler arasındadır. Sömürüye karşı bağımsızlık savaşımı sürüyor.
/././
Laik Cumhuriyetin temel taşı: Medeni Kanun (Sinan Meydan)
Medeni hukukta, aile hukukunda takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır. (Atatürk, 1924)
Atatürk, Türkiye’de tam bağımsızlığın, ulusal egemenliğin, çağdaş uygarlığın güvencesi olan laik Cumhuriyetin temeline laik hukuku, yani insan aklının eseri kanunları yerleştirdi. Türkiye Cumhuriyeti, laik hukuku benimsediği içindir ki, Türkiye’de egemenlik kayıtsız şartsız milletin olabildi; akla ve bilime dayalı çağdaş bir sistem kurulabildi ve kadınlara en temel hakları verilebildi.
24 Aralık 1925’te TBMM’ye sunulan, 17 Şubat 1926’da TBMM’de kabul edilen ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu, hiç şüphesiz, Türkiye Cumhuriyeti’ni laikleştiren en önemli hukuk devrimlerinden biridir.
OSMANLI’DAKİ DENEMELER
Batı karşısında geri kalan Osmanlı’nın değişen çağa uyma çabası ve Batılı devletlerin Osmanlı’daki azınlıkları koruma isteği, 19. yüzyılda Osmanlı’da Medeni Kanun tartışmasını da başlattı. Bazı devlet adamları, Osmanlı Medeni Kanunu’nun Avrupa’dan, özellikle de Fransa’dan alınmasını savundular. Bu düşünceyi savunan Tanzimatçı Ali Paşa, bir “Code Civil Komisyonu” kurup Fransız Medeni Kanunu’nu tercüme etmeye başladı. Buna karşı, Osmanlı Medeni Kanunu’nun İslam hukukuna dayanması gerektiğini ileri süren Ahmet Cevdet Paşa da bir “Mecelle Komisyonu” kurup bu yönde çalışmaya başladı. Sonunda İslam hukukuna dayalı bir Medeni Kanun düşüncesi kabul gördü. Sekiz yıllık çalışma sonunda toplam 16 kitaptan oluşan 1851 maddelik Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye hazırlandı. Bu kanun, 1869-1876 arasında yayımlandı.
Şeriata aykırı olma korkusuyla kişi, aile ve miras hukukunu içermeyen Mecelle’nin gerçek bir Medeni Kanun olmadığı açıktır. Mecelle’nin bu eksikliğini tamamlamak için 1916’da, İttihat ve Terakki döneminde iki yeni komisyon oluşturuldu. Bu komisyonlardan birinin hazırladığı kanun, 25 Ekim 1917’de “Aile Hukuku Kararnamesi” adıyla kabul edildi. Bu kararname, erkeğin mutlak boşanma hakkına ve çok evliliğe bazı sınırlamalar getirmişti. Ayrıca o zamana kadar serbest bırakılan gayrimüslimlerin evlenme hukukunu düzenlemişti. Müslüman-gayrimüslim bütün Osmanlı tebaasının tepkisini çeken bu kararname, işgal sırasında, 19 Haziran 1919’da İstanbul hükümetince yürürlükten kaldırıldı.
ATATÜRK’ÜN MEDENİ NİKÂHI
Büyük Taarruz sonrası İzmir’e giden Atatürk, orada Latife Hanımla tanışıp görüştü. Atatürk ve Latife Hanım, 23 Ocak 1923’te evlendiler. O dönemde nikâhlar dinsel hukuka göre yapılıyordu. Nikâh sözleşmesi genelde din adamlarınca yapıldığı için nikâhlara “imam nikâhı” deniliyordu. Evlenecek kadının nikâha katılıp evleneceği erkekle yan yana oturması yasak olduğundan, nikâh törenlerinde evlenecek kadını “vekili” olan başka bir erkek temsil ediyordu.
Fakat Atatürk ile Latife Hanım’ın nikâhları medeni kurullarla gerçekleşti. Öncelikle nikâhı bir din adamı (imam veya müftü) değil, bir kadı, yani bir yargıç (İzmir Merkez Kadısı Ömer Fevzi) kıydı. Törende her iki çift de hazır bulundu. Ayrıca tanıklar ve davetliler de oradaydı. Kadı Ömer Fevzi Efendi, önce Latife Uşaklıgil’e, sonra Mustafa Kemal’e evlenip evlenmek istemediklerini sordu.
Böylece Atatürk, evlenecek çiftlerin görücü usulüyle değil, bizzat tanışıp görüşerek, nikâhta birlikte yan yana bulunarak, tanıkların ve davetlilerin huzurunda, kendi özgür beyanlarıyla devleti temsil eden bir memur tarafından nikâhlanmaları yöntemini, yani medeni (çağdaş) nikâhı, bizzat kendi nikâhında uyguladı.
Atatürk’ün 1923’teki medeni nikâhı, 1926’daki Medeni Kanun’un ilk işareti gibiydi.
HAZIRLANMA SÜRECİ
Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından, 1923’te, Adalet Bakanlığı iki komisyon kurdu. Bu komisyonlara, İslam fıkhına dayanarak bir Medeni Kanun hazırlama görevi verildi. Ancak bu komisyonların hazırladığı şeriata (dini hukuka) dayalı Medeni Kanun tasarısı beğenilmedi. 1923’te Cumhuriyetin ilanı, 1924’te halifeliğin, Şeriye (Din) ve Evkaf (Vakıflar) Bakanlığı’nın kaldırılması, şeri (dini) mahkemelerin kapatılması üzerine, 1924’te bu komisyonlar yenileriyle değiştirildi. Çünkü Atatürk, laik bir ulus devlet kuruyordu. Bu yeni devletin yepyeni çağdaş kanunlara ihtiyacı vardı. Atatürk, 1 Mart 1924’teki Meclis konuşmasında kanunların çağdaşlaştırılmasını istedi.
Atatürk, çağdaş kanunları uygulayacak çağdaş hukukçular yetiştirmek istiyordu. Bu amaçla 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Mektebi’ni açtı. Atatürk, orada yaptığı konuşmada, eski dini hukuka son verip yeni/laik hukuku kabul edeceklerini söyledi: “Millet, dini ve mezhebi bağ yerine Türk milliyeti bağıyla fertlerini toplamıştır... Cumhuriyet Türkiye’sinde eski yaşam kuralları, eski hukuk yerine yeni yaşam kurallarının ve yeni hukukun geçmiş bulunması bugün hiç duraksamadan kabul edilecek bir oldubittidir... Büsbütün yeni kanunlar getirerek eski hukuki esasları temelinden kaldırmak teşebbüsündeyiz…”
Atatürk’ün isteğiyle çağdaş bir Medeni Kanun için çalışmalara başlandı. Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) başkanlığında 26 uzmandan oluşan bir komisyon kuruldu. Bu komisyon, dünyadaki medeni kanunları inceledi. Fransız Kanunu’nu eski, Alman Kanunu’nu eksik ve karışık bulan komisyon, yeni, yalın, anlaşılır, modern ve demokratik özelliklere sahip ve hâkime geniş takdir yetkisi veren “İsviçre Medeni Kanunu”nda karar kıldı. 1874-1876 arasında Almanya’da hazırlanan medeni kanundan alınıp 1912’de İsviçre’de yürürlüğe giren bu kanun, o zamanın dünyasında en son hazırlanmış, en çağdaş medeni kanundu. Bu nedenle Türkiye’den önce Japonya’da, Türkiye’den sonra Çin’de medeni kanunun temelini oluşturmuştu. (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 530; Gülnihal Bozkurt, “Atatürk’ün Hukuk Alanına Getirdikleri”, Atatürk Araştırma Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 2007).
İsviçre Medeni Kanunu’nun, bazı uyarlamalar yapılarak bir bütün olarak alınmasıyla oluşan “Türk Medeni Kanunu Tasarısı” 24 Aralık 1925’te TBMM’ye sunuldu.
Mahmut Esat Bozkurt, tasarı konusunda şunları söyledi: “Medeni Kanunumuzun en önemli bölümlerini, özellikle aile, hukuksal kuruluşlar, miras sorunları ve mallarla ilgili haklar meydana getirmektedir... Yeni tasarının aile kuruluşu ve miras hükümleri, şimdiye kadar kolundan tutularak bir tutsak gibi yerden yere vurulan, fakat dünya kurulduğundan beri hanım olan Türk annesini gereken saygın yerine getirecektir.” Bozkurt, Türk Medeni Kanunu’nun Avrupa’dan alınmasını eleştirenlere de çağdaş uygarlık ailesine mensup ulusların ihtiyaçları arasında büyük farklar olmadığını, artan toplumsal ve ekonomik ilişkilerin insanları bir aile haline getirdiğini, çağdaş uygarlık ilkelerini kabul etmeye karar veren Türk ulusunun, o uygarlığın gereklerine uyacağını söyledi. Ünlü sosyolog Max Weber de “Ekonomi ve Toplum” adlı eserinde dünyadaki büyük hukuk sistemlerinin birbirlerinden farklı özellikler taşımadıklarını belirtmişti.
Sosyal hayatta kadın erkek eşitliğini savunan İsviçre Medeni Kanunu, Türk aile yapısına uygundu. Komisyon sözcüsü Şükrü Kaya’nın ifadesiyle “İsviçre Medeni Kanunu, kendi toplumumuza uygun olduğu için doğrudan doğruya alınmıştır.” Örneğin, İslam öncesi Türklerde kadın, boşanma ve miras gibi en temel haklara sahipti. Eski Türklerde genel olarak kadın erkek eşitti. Türk kültürüne uymayan şeri kanunlardı; çok eşlilikti, kadının miras, boşanma vb. haklarının olmamasıydı. Cumhuriyeti kuranlar, İsviçre Medeni Kanunu’nu kabul ederek, aslında Türk kadınının İslam öncesinde sahip olduğu, fakat İslami dönemde, yüzyıllar içinde elinden alınmış en temel haklarını Türk kadına geri verdiler.
TBMM’de madde madde değil, bir bütün olarak oylanan tasarı, 17 Şubat 1926’da 743 sayılı “Türk Medeni Kanunu” olarak kabul edildi. Kanun, 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi.
İki ay kadar sonra da -İsviçre Borçlar Kanunu’na dayanılarak- Medeni Kanun’un devamı niteliğinde bir “Borçlar Kanunu” çıkarıldı. (22 Nisan 1926).
MEDENİ KANUN’UN GETİRDİKLERİ
Atatürk, 1923’te cumhuriyeti ilan ederken Türkiye’de kadınların temel haklarını güvenceye alan gerçek bir medeni kanun yoktu. Mevcut düzende yalnız erkeğin boşanma hakkı vardı. Mirasta kız çocuklar erkek çocukların yarısı kadar pay alabiliyordu. Kızlar, çocuk yaşta evlendiriliyordu. Mahkemede ancak iki kadın bir erkek tanığa denk sayılıyordu. Kadın-erkek bir arada bulunamıyordu. İşte 1926 Türk Medeni Kanunu, kadına hayatı zindan eden bu çağdışı düzeni yıktı.
1926 Türk Medeni Kanunu ile kadının toplumsal ilişkileri şeriatla (dini hukukla) değil, çağdaş hukukla belirlendi, böylece;
- Evlenmede, boşanmada, mülkiyette, mirasta, çocukların yönetiminde ve mahkemede tanıklıkta cinsiyet ayrımı ortadan kaldırılarak kadın-erkek eşitliği sağlandı.
- Evlilikte kadının kendi iradesi yeterli sayıldı.
- Evlilikte resmi nikâh zorunluluğu getirildi.
- Evliliğin mahkeme kararı ile sona erdirilmesi ya da boşanma belirli nedenlere bağlandı.
- Çok eşlilik yerine tek eşle evlilik kabul edildi.
- Kadınlara istedikleri mesleği seçme hakkı verildi.
- Çocuğun hakları güvenceye alındı. (Örneğin, çocuk yaşta evlilikler yasaklandı. Evlilik dışı doğan çocukların babalarına soybağı ile bağlanması için babalık davası açılabilmesi kabul edildi.)
- Patrikhane’nin din dışındaki yetkileri kaldırıldı.
1926 Türk Medeni Kanunu ile kadın, insanlık onuruna yakışmayan kısıtlamalardan, bağlardan kurtarıldı; sosyal hayatta her bakımdan kadın erkek eşitliği sağlandı. Bu sayede kadınlar, eğitim öğrenim görüp çalışma hayatının her alanında kendilerine yer buldular, maddi manevi güvencelere sahip oldular. Türk Medeni Kanunu ile din ayrımı gözetilmeksizin tüm yurttaşlar eşit haklara sahip kılındıkları için azınlıklar, kendilerine Lozan Barış Antlaşması ile tanınan haklardan vazgeçtiler. Böylece ülkede hukuk birliği sağlandı. Yurttaşlık bilinci güçlendi. Türk Medeni Kanunu’nun doğal sonucu olarak borçlar ve ticaret kanunları, mali sorumluluklar, oturma yeri, soyadı gibi konularda da çağdaş düzenlemeler yapıldı. 1930’da kadınlara belediye seçimlerine katılma, 1933’te muhtar ve aza seçme-seçilme ve 1934’te de milletvekili seçme-seçilme hakkı tanındı.
Türk Medeni Kanunu ile kadının toplumsal hayatı, değişmeyen dinsel kurallar yerine insan aklının eseri değişebilir dünyevi kurallarla düzenlendi. Bu sayede Cumhuriyetin laik karakteri güçlendi.
Dönemin sosyolojisi içinde Medeni Kanun’un, kadın-erkek eşitliğine aykırı bazı yönleri ise Türkiye’de toplumsal aydınlanmanın artmasıyla değiştirilebilecekti ve zamanı gelince değiştirildi.
Gerçek şu ki sanayileşmemiş, aydınlanmamış, yüzyıllarca dinsel bir monarşiyle yönetilmiş, kadının her bakımdan baskılandığı, yüzde 10’u bile okuryazar olmayan erkek egemen bir din-tarım toplumunda cumhuriyetin ilanından sadece üç yıl kadar sonra çağdaş bir medeni kanunun kabul edilmesi çok büyük bir devrimdir. Türk Medeni Kanunu sayesinde Türk kadını evde, işte, mahkemede, okulda, sokakta, ilerleyen zamanda Meclis’te, kısacası toplumsal hayatta erkekle eşit haklara sahip olabildi. Bugün Türkiye’de kadın, İslam ülkelerinin aksine, aileden iş hayatına, kültür ve sanattan spora her alanda eşit, özgür biçimde kendini gösterebiliyorsa bu, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin Türk Medeni Kanunu ile başlattığı çağdaş dönüşümün eseridir. Dün olduğu gibi bugün de laik Cumhuriyet düşmanı çevrelerin hedefinde Türk Medeni Kanunu vardır. Çünkü laik Cumhuriyetin temel taşı Türk Medeni Kanunu’dur.
/././
Rüzgârgülü siyasetine direnin! (Zülal Kalkandelen)
Dünün İYİP adayı bugünün TİP adayı olabiliyorsa,
Birinin eşi, kızı ya da yakını olmak belediye başkanlığına aday gösterilmek için yetiyorsa,
Deprem bölgesinde yıkılan binaların ruhsatlarında imzası olan ve depremzedelerin istifasını istediği isimler tekrar aday gösterilebiliyorsa,
Gerici vakıflara kamu binalarını peşkeş çeken belediye başkanları, ortaya saçılan skandallara karşın partileri tarafından ikinci kez aday yapılıyorsa,
Açılımcılar tekrar hortlamışsa,
Tarikat şeyhleri siyasi parti genel başkanlarını ziyaret edip poz veriyorsa,
Bir bölgeyi hiç tanımayan biri, gökten zembille inercesine aday yapılıyorsa,
AKP’li cumhurbaşkanı deprem bölgesinde “Oy yoksa hizmet de yok” anlamında konuşup şantaj siyasetine başvuruyorsa,
İlkeler ya da programlar değil, hamasi söylemler ve din tüccarlığı tercih ediliyorsa,
Türkiye’de siyaset, leş kokulu bir popülizm batağına bütünüyle saplanmış demektir!
Siyaset her zamankinden daha fazla bir zenginleşme ve rant aracı olarak görülmekte bu yüzden de seçim tam bir koltuk kapma yarışına çevrilmiş demektir.
BU KİRİ TEMİZLEMEK GEREK
Koltuğuna yapışanların, müteahhitlerin, İslamcıların, tarikatçıların, popüler kültür ünlülerinin mide bulandırıcı bir oyunudur artık siyaset. Bu haliyle halktan uzaktır, emekçiden yana değildir, KİRLİDİR!
Siyasetteki kiri temizleyecek, ülkenin üzerine çökenleri tepesinden indirecek, sömürücülere hak ettikleri şamarı atacak güç, egemenliğin tek sahibi olan halktır.
En yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun toplam gelirin yarısını aldığı bir ülkede, bu düzeni yıkacak olan işçi sınıfının yılmaz direnişidir.
Bu ülkede ayda 10 bin TL ile yaşam savaşı veren emekliler varken en düşük maaşı 110 bin TL olan milletvekilleri için “Öyle vekil arkadaşlarımız var ki bir tek maaşları var” diyebilen TBMM başkanına gereken yanıtı verecek olan da emekçilerdir.
Kurulacak sandıklar, bu düzenin kirini tek seferde temizlemeye yetmez. Tek bir seçimde adalet de gelmez, yolsuzluklar da bitmez. Ancak bir yerden başlamak gerek. Bu utanmazlık karşısında ses yükseltmek gerek!
ACİL GÖREV ÇAĞRISI
31 Mart seçimi, bugünkü koşullarda yalnızca bir yerel seçim değildir artık. Bu seçim, sınırları kevgire çevrilerek can güvenliği riske atılanların; kentleri yağmalanarak ölüme terk edilenlerin; tenceresinde çorba kaynatamayan, evine, toprağına, aşına ve işine el konulanların; çadırlarda yaşamaya mahkûm edilenlerin; adaletten yoksun bırakılanların; yaşam tarzları dinci gericilikle zorla değiştirilenlerin bu ahlaksız sömürü düzenine vereceği karşılıktır.
100 yıl önce kurulan laik Cumhuriyetin geleceği de halkın seçimde vereceği bu karşılıkla doğrudan ilintilidir. Mücadele elbette tek bir seçimle sınırlı değildir ama 31 Mart seçimleri önemli bir yanıt olacaktır.
Liberalizm, etnikçilik, dincilik, mezhepçilik, yağmacılık, sağcılık ve kaypaklık karışımı bu pespaye popülizm ortamında, rüzgâr nereden eserse oraya dönenlere karşı ilkeli davranmak; sandıkta akl-ı selimi devreye sokarak gericiye, sağcıya, hırsıza geçit vermemek, yurtsever solcuların, laik Cumhuriyetçilerin en acil görevidir artık!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder