CHP, Lütfü Savaş’tan neden vazgeçemedi? (Berkant Gültekin)
CHP kurultayında “değişim” yanlılarının kazanmasının ardından akıllarda beliren soru şuydu: Partide sadece liderlik mekanizması mı değişti yoksa bu kurultay, daha köklü bir değişimin habercisi mi? Partinin yeni lideri Özgür Özel’in sokağa selam gönderen ve yurttaşı sahaya çağıran sol vurgulu mesajları, CHP’nin önceki dönemki siyaset yapma biçimini eleştirenler kesimleri heyecanlandırdı.
Yeni CHP’nin Özgür Özel’in sözlerini pekiştirecek tutumları da oldu. Bunlar belki yeterli değildi ama iktidarın çizdiği sınırların dışına çıkılması bakımından, CHP adına olumlu gelişmelerdi. En öne çıkanı, CHP’nin, Kuzey Irak’ta Pençe-Kilit operasyonu bölgesindeki asker ölümlerinin ardından Meclis’teki ortak bildiriye imza atmayarak “kutsal” kavramlar şemsiyesine sığınıp muhalefetten sükûnet bekleyen iktidarın karşısında sorgulayıcı bir pozisyon almasıydı.
Fakat yeni CHP, ayağına dolanan çok önemli bir problemi çözmekte aynı tavrı sergileyemedi: Hatay. Oysa Özgür Özel, genel başkan seçildikten kısa bir süre sonra Hatay’da verecekleri kararın tarihi bir karar olacağını söylemiş ve “Bir şehirde yıkım yaşanıyorsa o şehirde herkesin sorumluluğu vardır. Burada bir kusur biçilecekse, ‘Yerel yönetimlerin hiç kusuru yoktur’ demek mümkün değil. 10 belediyeden biri bizim, ben o kusuru alırım” demişti.
Özel’in bu sözleri CHP’nin Hatay’da farklı bir ismi aday göstereceğinin işareti olarak algılansa da siyasetin pusulası, tahminlerle eşleşmedi. CHP’nin Hatay adayı, 15 yıldır aynı koltukta oturan Lütfü Savaş oldu. Bununla birlikte Savaş’ın isminin kamuoyuyla paylaşılmasının ardından yapılan itiraz ve eleştiriler, CHP yönetimini tereddüte düşürdü. Özellikle deprem felaketinin yıldönümünde Hatay’daki anma sırasında Savaş’a gösterilen tepki, partiyi iyiden iyiye kararı yeniden değerlendirmeye yönlendirdi. Bazı isimlerle temaslar kuruldu, teklifler götürüldü. Ancak Savaş’a alternatif bulunamadı ve Hatay adayının değişmeyeceği önceki gün yapılan açıklamayla duyuruldu.
Hatay meselesi, CHP lideri Özel’in dünkü grup konuşmasının da gündemleri arasındaydı. Hatay ile ilgili kararı vermek için “ince eleyip sık dokuduklarını” belirten Özel, çok sayıda araştırma yaptıklarını ve anketlerde en üst sırada yer alan Lütfü Savaş’ı 10 Ocak’ta yeniden adaylaştırdıklarını söyledi. Özel, yükselen tepkilerden gereken mesajı aldıklarını, konuyu tekrar değerlendirdiklerini ancak kararı değiştirmediklerini kaydederek, “Hatay’ı Hatay olmaktan çıkaracaklara karşı yeniden Lütfü Savaş dedik” ifadesini kullandı.
***
Yaşanan tüm acılara ve yükselen itirazlara rağmen CHP’nin Hatay’da Lütfü Savaş’tan vazgeçememesinin temel nedeni, partinin önceki dönem alışkanlığı olan siyaset perhizine devam edip yerel seçimleri de adayların kişisel imajlarının yarıştığı bir takvim olarak ele almasıdır. Ortada siyasi bir iddia ve peşine düşülecek bir hikâye olmadığında, alınacak kararların ölçüsü, siyasi değerler etrafında partiyi hedefe ulaştıracak adaylarla yol yürümek değil, mevcut popüler aktörlerin dönemsel form grafikleri olur. Siyasetsiz parti de “kazanacak” adayı belirlemeyi, iyi siyaset yapmanın tek gerçek kriteri olarak görür. Ne var ki kazanan fikirler, değerler ve politik hedefler olmaz; kişisel ikbalini her şeyin üstünde tutan siyaset tüccarları olur.
Eğer Lütfü Savaş’ın dışında bir alternatif arandıysa, 6 Şubat depremlerinin ardından CHP’nin yapması gereken, ortaya yeni bir şehircilik vizyonu koymak ve deprem bölgesinde bu fikrin etrafında bir siyaset örmekti. Başta Hatay olmak üzere, AKP’nin şehirleri yıkan belediyecilik anlayışının karşısına insandan, yaşamdan ve kamusal çıkardan yana alternatif bir belediyeciliğin mümkün olabileceği fikrini örgütlemekti.
Yeni CHP yönetimini bu eksikliğin tamamından sorumlu tutamayız ancak kurultayın gerçekleştiği kasım ayından beri bu konuda gerekli çabayı göstermenin partinin gündeme dahi girmediğini söylemek yanlış olmaz. Kentin uzaktan izlendiği, anketlerin tek referans kaynağı olduğu ve en popüler ismi aday belirleme stratejisinin izlendiği yerde, Lütfü Savaş’tan başka bir seçeneğin güçlü hale gelememesi gayet doğal. 2009’dan beri Hatay’ı yöneten, ekonomik imkânları ve siyasi nüfuz alanı geniş bir ismin, anketlerde farklı bir figüre kendiliğinden kaybetmesini beklemek tamamen hayal.
Lütfü Savaş kararı, yeni CHP’nin ilk yenilgisi oldu. Bu yerel seçimin matematiksel sonuçlarından bağımsız bir siyasal çıktı. Erdoğan’ın bile deprem bölgesindeki AKP’li belediye başkanlarını değiştirip farklı adayları sahneye sürdüğü bir kırılma anında CHP, yeniden ayağa kalkmaya çalışan Hatay halkına farklı bir seçenek sunabilmeliydi. Siyasetin halkın örgütlü gücüne dayanmadığı, fikirler etrafında gelişip serpilmediği, şöhret saplantısının yeni bir Türkiye ütopyasına yeğlendiği bir düzlemde, “değişim” iddiası kâğıt üstünde kalmaya ve memleket AKP-MHP karanlığında hırpalanmaya devam edecek.
/././
İktidar maden patronuna kıyamadı (Nurcan Gökdemir)
İliç’te yaşanan cinayetten sonra ülkenin yeraltı, yerüstü zenginliklerinin yerli işbirlikçileri aracılığıyla uluslararası sermayeye nasıl peşkeş çekildiği bir kez daha gözler önüne serildi. Uluslararası sermaye, tüm az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde uyguladığı tarifeyi Türkiye’ye de uygulayarak, geliyor, yağmalıyor, “rehabilitasyon” adı altında canı isterse 3-5 çam ağacı, ceviz ağacı dikip, kirlettiği, yaşamı öldürdüğü toprakları bırakıp gidiyor. Maden işletmelerinin yarattığı tahribatı tamamen gidermek mümkün değil, bunu tüm uzmanlar kabul ediyor ama bir ölçüde rehabilite etmenin olanakları var, ancak iktidar bunu sağlayacak yaptırımları da bir türlü hayata geçirmiyor.
Sermayenin karını azaltacak tüm önlemleri almakta geciken, kamuoyundan gelen talepleri duymazlıktan gelen, yasal düzenlemelerin yürürlük tarihlerini -baca filtreleri gibi- sürekli erteleyen iktidar maden konusunda da aynı tavrını sürdürüyor.
BAKAN YARDIMCISI “HAZIR” DEMİŞTİ
2022 yılında Yeni maden yasası taslağının hazır olduğunu açıklayan dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakan Yardımcısı Şeref Kalaycı, bu taslakla maden sahalarının rehabilitasyonu için bir fon oluşturulacağını bildirdi.
Kalaycı açıklamasında şunları “müjdeliyordu” :
“Bu fonda toplanan paralarla maden sahalarının tekrar doğal haline geri döndürülmesi ve düzenlenmesi işi gerçekleşecek. Rehabilitasyon, şirket inisiyatifinden çıkıyor. Bütün şirketler, faaliyetlerini devam ettirirken bu fona para ödeyecek. Taslak çalışmaya göre şirketler; vergi, maaş, devlet hakkı ve ruhsat bedeli dışında bir de rehabilitasyon bedeli ödeyecek. Sonrasında Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü, sahada işler bittikten sonra ihalesini yapıp ve ilgili fondan para aktarıp sahayı eski hâline getirecek.”
Rehabilitasyon işinin şirketlerin keyfine bırakıldığının itirafı niteliğindeki bu sözlerden sonra şu soruyu soralım: “Bu yasa teklifi Meclis’e geldi mi?” Yanıt elbette “Hayır”, yani rehabilitasyon işi hala şirketlerin inisiyatifinde.
BAE İLE İŞBİRLİĞİ ACELESİ
Bu arada bir torba yasa içinde maden yasası değişikliği önerisi geldi Meclis’e, uluslararası sermayenin maden talanını kolaylaştıracak düzenlemelerle birlikte. CHP “Kanun teklifi ile Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye arasında enerji alanında işbirliğini öngören anlaşmanın altyapısının hazırlandığı ve bu nedenle de yeni kapitülasyonlar ve tavizler içerdiği” eleştirisini dillendirdi. Rehabilitasyon yok, vahşi madenciliği önleyici hükümler yok, yabancı şirketlerin karına kar katmasını sağlayacak yeni düzenlemeler var.
İliç’te yaşanan facia ile son dakikada rafa kaldırılmak zorunda kalınan düzenlemenin akıbeti belirsiz. Yorum muhtelif, iktidarın çok acele ettiği bu düzenlemenin halkın tepkisinden korkulduğu için şimdilik rafa kaldırıldığı, BAE ile yapılan pazarlıkta bir sorun çıktığı için ertelendiği, yerel seçimlerden sonra gündeme geleceği değerlendirmeleri ifade ediliyor.
SAYIŞTAY YILLARDIR UYARIYOR
Bu tartışmaları şimdilik bir kenara bırakarak, iktidarın ve yandaşlarının çıkarlarını önceleyen politikaları nasıl tercih ettiğini, bir türlü gündeme gelmeyen rehabilitasyon bedeli düzenlemesi üzerinden anlatmaya devam edelim.
Sadece çevre ve meslek örgütleri ya da yurttaşlar değil Sayıştay da raporlarında bu konunun ısrarla üzerinde duruyor. Yıllardır tüm raporlarında maden çalışmaları bittikten sonra geride kalan alanın rehabilitasyonunu şirketlere yaptıracak önlemlerin alınması gerektiğini siyasi iradeye hatırlatıyor.
Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün denetimi sonrası yazılan son raporda da bu konunun üzerinde ısrarla duruldu.
Raporda, “Yıllar itibarıyla Genel Müdürlük tarafından tahsil edilen çevre ile uyum bedellerinin, maden sahalarında yapılacak rehabilitasyon çalışmalarının maliyetini karşılayacak tutarda olmadığı” tespitine yer verildi. İktidarın bu düzenlemeyi hayata geçirme konusundaki isteksizliğine eleştiri de şu satırlarda yer aldı:
“İşletme izni bulunan ruhsatlardan her yıl hesaplanan devlet hakkının, açık işletmelerde yüzde 8’i, yeraltı işletmelerinde ise yüzde 4’ü üzerinden ruhsat sahiplerine iade edilmemek üzere rehabilitasyon bedeli adı altında bir bedel alınması, ayrıca Genel Müdürlüğe yatırılan çevre ile uyum bedellerinin değişikliğin gerçekleştirildiği tarihte çevre ile ilgili hesaba aktarılacağı hususlarında düzenlemeler öngörüldüğü anlaşılmıştır. Yani yapılması öngörülen değişiklikle yürürlükteki mevzuatta işletme ruhsat bedeli üzerinden alınan çevre ile uyum bedeli yerine işletme izni bulunan ruhsatlar için tahakkuk edecek devlet haklar üzerinden rehabilitasyon bedeli alınması şeklinde dinamik bir sistem planlanmakta olup 2020, 2021 yılı Sayıştay Denetim raporlarında bulgu konusu edilen hususla ilgili 2022 yılı denetim döneminde de henüz bir mevzuat çalışması tamamlanmamıştır.”
ABD’DE YAPILAN TÜRKİYE’DE YAPILMIYOR
Termik santralların bacalarına filtre takma zorunluluğunu sürekli erteleyen iktidar, aynı tutumunu madencilik alanında da sürdürüyor. Sermayenin karına kar katması için ekosistemin tahrip olmasına göz yumduğu gibi sonrasına dönük sınırlı düzenlemeler nedeniyle de olsa şirketlerin ek maliyete katlanmasına razı olmuyor.
ABD’de 50 milyon dolar yatırım yaptığı bir projede ortaya çıkan kaza sonrası 1 milyar dolar harcamak zorunda kalan uluslararası sermaye de elbette taşını, toprağını talan ettikten sonra basıp gidebileceği bir ülke olan Türkiye’yi tercih ediyor.
/././
Madenin değil, bu düzenin felaketi (Özgür Gürbüz)
Siyanür içerikli yığının altında kalan işçilere 10 gündür ulaşılamıyor. Türkiye, 10 gündür Erzincan’daki altın madeninde yaşanan felaketi izliyor. “İzliyor” kelimesi durumu herhalde en iyi anlatan kelime.
Erzincan, İliç’teki madeni işleten Anagold Madencilik’in yüzde 80 hissesine sahip SSR Mining firmasına kazadan hemen sonra üç soru sordum. Israr edince şirketin yatırımcı ilişkilerinden sorumlu Başkan Yardımcısı Alex Hunchak’tan yanıt geldi. Şu anda sadece arama ve kurtarma çalışmalarına ve kayıp madencilerin yerini bulmaya odaklandıklarını söyledi ve diğer sorularıma yanıt vermedi.
Merak ettiğim konu, işçilerin altında kaldığı yığın liçindeki siyanür gibi toksik maddelerin içeriği ile miktarı konusunda bir fikirleri olup olmadığı ve bir buçuk yıl içinde meydana gelen iki büyük maden kazasından sonra madeni kapatmayı düşünüp düşünmedikleriydi. Madenin kapatılması için şirketin kararını beklememek gerek elbette ancak hükümetin tavrı bize bu konuda hiç umut vermiyor. Başımızda halkın çıkarlarını düşünen bir hükümet olsaydı, ilk kazadan sonra madenin kapısına kilit vurulur ve bugün tanık olduğumuz felaket önlenirdi. Hepimiz herhalde bu durumun farkındayız.
ALMAN 'AJANLARI' HAKLI ÇIKTI
Çevrecilerin, sivil toplum kuruluşları ve altın madenine karşı mücadele eden yöredeki insanların, Bergama’dan bu yana yaptığı uyarılara kulak asmayanlar yüzünden bugün bedel ödüyoruz. Madenlere, “siyanür doğaya bulaşabilir, atık havuzları sızdırabilir” diye karşı çıkanlara ‘Alman ajanı’ diye iftira atan “milliyetçi” ve “ulusalcı” iftiracılar acaba bugün neredeler? Umarım şirketlerin çıkarları için tasarlanan bu kirli oyunlara bir daha kimse alet olmaz. Altının bir ihtiyaç olmadığını fark ederek, mücadele sırasında alyanslarını bozdurup altını hayatlarından çıkaran dostlara, Bergamalılara da bu vesileyle bir kez daha selam olsun.
Gelelim günümüze. TMMOB Maden Mühendisleri Odası, kazanın nedenleri ve bizi bekleyen tehlikeye dair önemli saptamalarda bulundu. Özetle aktarayım. 2014 ve 2021 yıllarında hazırlanan ÇED kapasite artışı projeleri ile madendeki yığın liç tesisi için de kapasite artışı talebinde bulunulmuş. Her iki talep de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca uygun görülmüş. Projenin başlangıcında planlanan yığın liç alanı kapasitesi 34 milyonken, 2021 yılındaki son kapasite artışı ile 85,3 milyon tona yükseltilmiş. Böylece yığın liç alanının yüksekliği 250 metreyi aşmış. Maden Mühendisleri Odası, ikinci ve üçüncü liç alanı yapmak yerine, maliyetten kaçınmak için devasa tek bir alan oluşturulduğunu ve bu alanın kontrolden çıktığını belirtiyor.
Oda, 10 milyon metreküplük siyanür ve ağır metal içeren yığının, yeraltı sularına ve Fırat Nehri’ne karışma riskiyle ilgili de uyarılarda bulunuyor. Bölgenin yeraltı suyu haritasının çıkarılması, etki alanından, kontrol kuyularından, Sabırlı Deresi ve Fırat Nehri’nden düzenli örnek alınması ve sonuçların kamuoyu ile paylaşılması gerektiğinin altını çiziyor. Yığın liçi artık geçirgen toprağın üzerinde. Yağmurla, karla içindeki toksik maddelerin yeraltı sularına, oradan Fırat’a geçmesini önleyecek bir koruyucu yok. Ciddi bir riskle karşı karşıyayız.
Bu felaket bize siyanür kullanılan madenlerin ne kadar tehlikeli olduğunu göstermekle kalmadı, sanayi tesisleri kurulmadan önce izlenen prosedürlerin de formaliteden ibaret olduğunu gösterdi. Kaçak bir madenden bahsetmiyoruz. ÇED raporu ve tüm izinleri alınmış bir tesisten, dava süreçlerinde ‘bilirkişi’ heyetlerinin onayından geçmiş bir işletmeden bahsediyoruz. Risklerin hepsinin ele alınmadığı ortada. Kâğıt üstünde verilen onayların denetlenmediği ortada. Halbuki ÇED süreci raporu alınca bitmez. Son aşaması proje sonrası izleme ve değerlendirmedir. Raporda yazılanların kontrol edilmesini de içeren, işletmenin beşikten mezara tüm faaliyet sürecini kapsayan bir süreçtir.
Bilirkişilerin ne kadar yeterli olduğu, siyasi iradeden bağımsız karar verip veremedikleri de artık tartışılmalı. Yanlış karar veren, uzman olmadığı anlaşılan bilirkişilerin bir daha bu süreçlerde yer almaması sağlanmalı. İliç’teki maden felaketini büyük bir kaza diye nitelemek yanlış olur. Sistemin başından sonuna kadar her aşamada işlemediğini gösteren, büyük bir çöküşün işaretidir İliç.
/././
Doğaya işkence! (Şükrü Aslan)
Tuhaf ve oldukça ağır bir duygu ama Erzincan’ın İliç ilçesindeki ‘maden arama sahası’nın fotoğraflarını her gördüğümde, işkence edilerek parçalanmış bir bedeni görmüş gibi olurum. Özellikle havadan çekilmiş fotoğraflar dehşet vericidir. Son derece tedirgin edici bu duyguyu besleyen başka örnekler de var ne yazık ki ve bütün diğer deneyimlerde olduğu gibi, işkence edilen beden ortada dururken, ona bu muameleyi yapanlar hiç bir şey olmamış gibi korunaklı alanlarında yaşamaya devam ediyorlar.
Kapitalizmin bilhassa modern zamanlardan başlayarak “doğa” ile kurduğu ilişki, faşist siyasal rejimlerin, muhalifleriyle kurduğu ilişki gibidir. Bu bir tür eziyetle doğanın dengesini bozma ve tahrip etme ilişkisidir. Kullandığı araçlara dair teknoloji geliştikçe, doğaya yapılan eziyetin biçimleri de çeşitlenmiş ve adeta ‘canına okunmuştur’. Bu deneyimin kitlesel kıyım, soykırım gibi milyonlarca insanın kırımı ile aynı süreçte ve doğrudan siyasal merkezlerin kararlarıyla gerçekleşmesi de ayrıca ilgi çekici bir husustur.
Bu yüzden modern dünyanın siyasal-akademik terminolojisine ‘doğal afetler’in yanına bir de ‘insan yapımı afetler’ diye yeni bir ifade girmiştir. ‘İnsan yapımı afetler’ ifadesi, deprem gibi doğa olaylarıyla ortaya çıkan kitlesel ölümlerin yanısıra, insanın kendi ürettiği rejimler ve teknikler ile yol açtığı kitlesel ölümleri anlatır. Oysa adına ‘doğal felaket’ denilen pek çok vak’ada canlıların kitlesel kırımının nedeni de, çoğu kez ‘insan yapımı’ tercih ve tutumlardır. Bu doğrudan ilişkiyi gösteren en çarpıcı örnek ise herhalde depremlerdir. Siz, fay hatları üzerine şehirler, köyler kurmazsanız deprem neden felakete dönüşsün? Yatay mimari yerine dikey ve ölçüsüz mimariyi tercih etmezseniz, kitlesel ölümler neden gerçekleşsin?
∗∗∗
Kapitalist politik sistemlerin doğa ile ilişkisi, onun adeta iliklerine kadar sömürülmesi üzerine kurulmuştur. İçindeki canlılarla birlikte korunması gereken bir yaşam alanı olarak değil de, daha fazla maddi kazanımların nasıl sağlanabileceğine dair arayışın belirlediği bir ilişkidir. Bu arayış ve arzu, doğaya yönelik her türlü müdahalenin yolunu açmış ve olağan hale getirmiştir. Türlü teknik müdahale araçları ile geniş ormanlık alanların, dağların, nehirlerin, vadilerin; özetle doğanın ‘canına okunmuştur’.
Doğaya yönelik bu büyük kıyımın izdüşümü sosyolojide de izlenebilir. Tıpkı sokakta kendini savunma imkanı olmayan hayvanların, vahşi saldırılarla öldürülmesi gibi. Hayvanları ortadan kaldırmayı kendine hak ve hatta bir tür politik görev gören anlayış da aynı şekilde keyfi ve vahşidir. Daha ilginç olanı bu keyfiliğin, ‘insanın, en şerefli varlık’ olduğunu söyleyen dini referanslara dayandırılmasıdır. ‘En şerefli’ varlığın, hiçbir savunma imkanı bulunmayan diğer varlıklara her türlü müdahaleyi kendine hak görmesi. Başka bir deyişle bir yanda her türlü hile potansiyeli olan ‘en şerefli varlık’, diğer yandan bütünüyle masum, savunmasız ve nedense ‘şerefli’ kabul edilmemiş varlıklar. Ne ilginç!
∗∗∗
İşte ötekinin canına okumayı kendine hak gören bu hiyerarşik zihniyet, doğaya da aynı yerden bakıyor. İçindeki bütün canlılarla birlikte doğayı, ‘şerefli bazı varlıkların’ çıkarlarına hizmet edecek bir sömürü nesnesi olarak görüyor ve istediği gibi onunla oynuyor. Erzincan İliç’te olan tam olarak budur. Tıpkı bir kısmı gözden ırak olan ama memleketin pek çok yerinde aynı vahşilikle devam eden ürpertici diğer deneyimler gibi.
İçinde İliç’in de yer aldığı ve bir zamanlar pek çok kültürün ve geleneğin mekanı olmuş, 20. yüzyılın başlarında bile muazzam kültür varlıklarına tanıklık etmiş bu müstesna coğrafya, şimdi insanın, yanaşmak için bile tereddüt ettiği, temas edemediği, nefes alamadığı bir hayalet alana dönmüş bulunuyor. Binyıllar boyu, sayısız canlının yuvası olmuş bu doğa alanı, şimdi taşları bile olmayan bir mezarlık gibidir. Koca bir devlet bile toprağın altında kalmış ölülerini alabilmek için çırpınıyor. Parçalanmış bir beden olarak doğa, tıpkı toplumsal vicdanda olduğu gibi kendisine yapılan zulmü taşıyamıyor.
/././
Bakan, Bodrum’u yiyip bitiriyor (Timur Soykan)
Kültür ve Turizm Bakanı Ersoy, kendi şirketi için Bodrum’daki Hebil Koyu’nu şantiyeye çevirdi. 5 yıldızlı tatil köyü için hafriyat kamyonları harıl harıl çalışıyor. Turizm şirketi sahibi bakan, Bodrum’u kendisi pişirip kendisi yiyor.
Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Candaş Tolga Işık ile röportajında bakanlık maaşının miktarını bilmediğini çünkü hemen bağışladığını söylemişti.
Çok normal…
Çünkü bakanlık koltuğunda oturmakla sağladığı menfaatin yanında 160 bin TL’lik maaş devede kulağı geçelim, tüy bile olamaz.
BAKAN VAR, GÖREN YOK
Anormal olan artık Türkiye’de bakanlık koltuğunda oturanların hiç gizlemeden ticari faaliyetlerine devam edip kendilerine devasa rantlar yaratması.
Eski Türkiye’de bir bakanın ticari faaliyetinin ortaya çıkması büyük bir skandalken şimdi Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Türkiye’nin turizm cenneti Bodrum’a parsel parsel çöküyor. Ses bile çıkmıyor.
Bodrum Göltürkbükü’nde Caja Maxx Royal Oteli sorduğunuz herkes “Bakan’ın oteli” dedikten sonra tarif ediyor. Göltürkbükü’nden Gölköy’e doğru ilerlerken muhteşem koy birden şantiyeye dönüşüyor. Hafriyat kamyonları vızır vızır işliyor, manzara paravanlar ile kapanıyor, yüksek vinçler beton blokları, demirleri taşıyor. Hebil Koyu’nun sırtındaki tepeye Kültür ve Turizm Bakanı’nın şirketi MRA Turizm ve Otel İşletmeciliği A.Ş. villalardan oluşan beş yıldızlı oteli yapıyor.
AĞAÇ YERİNE VİLLALAR
Koyda hummalı inşaatın bitmeyen gürültüsü yankılanırken beton tozu rüzgârla savruluyor. Şantiyenin giriş kapısından Hebil Koyu’nu nihayet görebiliyoruz. Ama hemen önünde bir inşaat vinci ve beton villalar yükseliyor, içeride yüzlerce işçi ve iş makineleri çalışıyor. Kapıdaki tabelada Mehmet Nuri Ersoy’un şirketinin adının yanı sıra ruhsat tarihi de yazılmış: 7 Temmuz 2022. Şantiyenin yanındaki tepede aynı projenin biten birinci etabındaki onlarca villa görünüyor. Uzaktaki ağaç dolu tepeler ise artık villalarla dolmuş bu yerlerin eski halini tahmin etmemizi sağlıyor. Anayasa’ya göre halka ait olan plaja ise halk inemiyor, Turizm Bakanı’nın otelinin özel plajına dönüşüyor.
TALANIN TANITIMI
Demokrasinin zerresi kalmış bir ülkede bu manzara unutulmaz bir skandal olurdu ama yeni Türkiye’de konuşulmuyor bile. Onun yerine Caja Maxx Royal’in internet sitesinde bu sözlerle tanıtım yapılıyor:
“Caja by Maxx Royal; Bodrum’un en güzel koylarından biri olan Hebil Koyu’nda, doğanın tüm renklerinin masmavi sulara uzandığı özel bir konumda yer alıyor. Zeytin ve çam ağaçları, tepelerden Hebil Koyu’na doğru uzanıyor.”
Doğa dernekleri ve vatandaşlar ise bu otel inşaatı için delice zeytin ağaçlarının kesildiğini anlatıyor. Bu koyda daha önce Bodrum Hilton Türkbükü Oteli vardı. Aralık 2020’de Bakan Ersoy, otelin sahibi Azerbaycan merkezli ISR Turizm Şirketi’ni satın aldı ve adını 15 Ocak 2021’de MRA Turizm ve Otel İşletmeciliği A.Ş. olarak değiştirdi. Bakan için “kendin pişir kendin ye” süreci başladı.
TEŞVİK DE ALDI
Şirket sahibi Mehmet Nuri Ersoy 115 bin metrekarelik alana bitişik 25 dönüm arazinin tahsisi için Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’a başvurdu. İlk defa BirGün’den Bilal Çelik’in haberinden öğrendik: Mehmet Nuri Ersoy’un yönettiği bakanlık, Mehmet Nuri Ersoy’un şirketine 24 Eylül 2021’de 25 dönüm hazine arazini verdi. 307 oda ve 870 yataklı beş yıldızlı tatil köyünün inşaatına başlandı.
Ama yetmedi.
Kabinedeki diğer bakanlardan teşvik de istedi. Turizm Bakanı’nın şirketi, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’ndan bu tatil köyü için 2 milyar 350 milyon lira yatırım teşvik desteği de aldı.
CENGİZ’E BETON SANTRALI
Bu koydaki Bodrum Hilton Türkbükü Oteli tamamen yıkıldı ve asbest içeren tonlarca hafriyat için de “kendin pişir kendin ye” süreci işledi. Gölköy’deki sulak alan Milli Emlak’tan bakanın şirketinin hafriyatlarının dökülmesi için tahsis edildi. Geçici izin belgesi bitince de buraya Cengiz Holding’in Cennet Koyu ve Göktepe’de doğayı talan edeceği inşaatlar için üretim yapan beton santralı kuruldu. Sit alanına da taşan bu alanda üretim sürüyor ve binlerce hafriyat kamyonu Torba ile Gündoğan arasında aralıksız sefer yapıyor.
‘HALK İÇİN Mİ OTEL İÇİN Mİ’
Villaların kaba inşaatı sürerken birden Turizm Bakanlığı, otelin hemen arkasında bir halk plajı çalışması başlattı. Ne hikmetse çok geniş bir alandaki bu çalışmada kıyıdaki kayalar kırıldı, ağaçlar kesilerek yollar açıldı. Çevre örgütleri büyük doğa tahribatı yaşandığını ve asıl amacın otele yeni bir plaj yapmak olduğunu iddia ediyor.
Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un Bodrum talanı durdurulamıyor. Bu ayın başında Bodrum’da Adalıyalı Kissebükü Koyu’na Maxx Royal Bodrum Oteli yapmak için harekete geçti. 5 yıldızlı otel projesinin ÇED raporu, Çevre ve Şehircilik İklim Değişikliği Bakanlığı’na sunuldu. 124 dönüm tapulu alanda 325 oda ve 750 yataklı otel yapacak. Çevreciler 2014 yılında bu otel projesi için verilen ‘ÇED gerekli değildir’ raporuna karşı hukuk mücadelesi vermişti. 2019 yılında mahkeme, otel projesi için ÇED raporunun gerekli olduğuna karar verdi. Bakanın şirketi bunun üzerine ÇED raporu için başvurdu.
‘BODRUM ÖLDÜRÜLÜYOR’
Bodrum Kent Konseyi Sözcüsü Mir Bahattin Demir, artık Kültür ve Turizm Bakanı’nın projelerini takip etmeye yetişemediklerini anlatıyor. Bodrum’da rant için doğanın katledildiğini, sit alanı olan koylara oteller, tatil köylerinin peşi sıra yapıldığını anlatan Mir Bahattin Demir, “Açtığımız davalar yıllar sürüyor ama bu sırada inşaatlarına devam ediyorlar. Mahkemede lehimize karar çıkıyor ama uygulanmıyor. Plajların büyük kısmı büyük şirketlerce işgal edildi, halk inemiyor. Bakanın, Hebil Koyu’daki oteline dava bile açamadık. Sayımız çok az. Bodrum öldürülüyor, yetişemiyoruz. Muğla Çevre Platformu Çevre ve Ekoloji Politikaları Derneği olarak farklı noktalarda açtığımız 25 dava var. Hebil Koyu’na hem otel hem de yanında ‘halk plajı’ adı altında yaptıkları çalışmalarla büyük zarar verdiler. Burasının aslında otelin ikinci plajı olacağını herkes biliyor” diye konuştu.
Bodrum Belediyesi yetkilileri ise Turizm Bakanlığı’nın yetkisiyle projelerin yapıldığını ve kendilerinin müdahale edemediğini savunuyor.
BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder