21 Şubat 2024 Çarşamba

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 21 ŞUBAT 2024 -

 

Kim bu Şevki Yılmaz’ın savcıları (Barış Pehlivan)

Maalesef ezberlerimizle konuşuyoruz. Hakkınca fikri takip yapmıyoruz. Böyle olunca da asıl gerçeği ıskalıyoruz. Misal, Şevki Yılmaz için “28 Şubat’ın aktörü geri döndü” analizlerini görünce “zaten buradaydı ki” diyorum. Nasıl mı? Anlatayım...

Biliyorsunuz, 2. Abdülhamit’in 4. kuşak torununun kızı Berna Osmanoğlu ve Yiğit Onur Kaya’nın düğünü vardı. Çiftin nikâh şahitliğini yapanlardan biri İlber Ortaylı diğeri ise Şevki Yılmaz’dı. Nikâhta eline mikrofonu alan Yılmaz “Osmanlı’yı süren soysuzları lanetliyorum” dedi.

Yılmaz’la aynı karede yer aldığı için eleştirilen İlber Ortaylı ise şöyle dedi:

Atatürk’le, Cumhuriyetle, İstiklal Savaşı komutanlarıyla didişmeye kalkan sivri zekâlıların bu faaliyetlerinin arkasında tarihçilik merakının hatta ideolojinin ağırlık kazandığına inananlardan değilim, saikler başkadır.”

                                             https://mikav.org/

https://www.sevkiyilmaz.net/haberler/manevi-ve-iktisadi-kalkinma-vakfinda-goerev-degisikligi-yapildi

Sahi, İlber Hoca haklı mıydı? Öyleyse, ne olabilirdi o başka saikler? MİKAV’ı duydunuz mu? Manevi ve İktisadi Kalkınma Vakfı’nın kısaltması. Şevki Yılmaz Rize, Belediye Başkanlığı yaparken 1994’te kurdu bu vakfı. 28 Şubat sonrası terk ettiği Türkiye’ye AKP kurulunca geri dönen Şevki Yılmaz, MİKAV’ı da yeniden diriltti. Vakfın yeni merkezi Kocaeli oldu. Elbette ki AKP iktidarı, MİKAV’ı “kamu yararına çalışan vakıf” saydı ve haliyle vergiden de muaf yaptı.

YILMAZ'IN YARGIDAKİ ADAMLARI

Peki Şevki Yılmaz, kamu yararına çalıştığı iddia edilen o vakfının çatısı altında neler yaptı? Örneğin, “Nadide Eğitim Kurumları” adıyla okullar açtı. Anaokulundan üniversiteye kadar çocukları bünyesinde topladı. Misyonlarını şöyle anlattılar: “Toplumların değişmesi ancak bireylerin değişimine bağlıydı. Zulme karşı adaletten, nefrete karşı merhametten yana olmak ahlaklı ve bilinçli nesiller yetiştirmekle mümkündü.”

Soru şuydu: Şevki Yılmaz’ın yetiştirdiği “nesiller” ne yapacaktı? Yanıtı için Nadide Okulları’nın “Kalem & Kelâm” adlı lise dergisinin ilk sayısını inceliyorum. Dergi iki lise öğrencisinin Şevki Yılmaz’la söyleşisiyle başlıyor. Şevki Yılmaz kurucusu olduğu okulları bakın nasıl anlatıyor:

“Herkes Nadide okullarındaki talebeleri örnek alsın diye bu ismi verdik. Ve okullarla birlikte üniversite talebeleri için İzmit’te Nadide Öğrenci Yurdu’nu açtık. Bugün çok sayıda öğretmenimiz, savcımız, kaymakamımız, Yargıtay ve Danıştay uzmanlarımız var elhamdülillah. Bereketini gördük.” Ne çarpıcı değil mi?

Şevki Yılmaz lise öğrencilerine savcıları ve kaymakamları olduğunu, yüksek mahkemelerde de “bereketini gördüğü” adamlarının varlığını anlatıyordu. Biz de çıkıp “Şevki Yılmaz için savcılar göreve” diye çağrıda bulunuyoruz... Ört ki ölem!

Yine aynı söyleşide, Atatürk ilke ve inkilaplarına dair lise öğrencilerine bakın neler söylüyordu Şevki Yılmaz: “İhtilali yani darbeleri şeytan ve yandaşları yapar. İnkılabı ancak Allah yapar. İnkılap, kalbin dönmesi demektir. Kalplerimizi İslama, Rabbimizden başka kim ve hangi güç çevirebilir? Falanın ilkesi ve inkılabı tam manasıyla komik bir söz. İnsanlar ilke koyamaz, ilkeyi de Allah koyar.”

'YARININ SANCISINI SİZ ÇEKEBİLİRSİNİZ'

 Bir virgül koyayım. Bakın zamanında, Kocaeli Başiskele Belediyesi’nin Saadet Partili Meclis üyesi Kadir Öztonga, neler söylemiş Yılmaz ve vakfı hakkında:

“Vakıf adı altında bunları yapıyor, ‘kamu yararına’ diyor ama hayır, bu adam özel okul işletiyor. Ücret olarak da diğer özel okullardan daha pahalı. Ticaret yapıyor, kamu yararına bir şey yapmıyor bu adam. Ben FETÖ yapılanması gibi bir yapılanmaya benzetiyorum. Daha önce bu FETÖ’ye ne isterlerse verdiniz, şimdi bu adama ne isterse veriyorsunuz. Hem siz hem büyükşehir her türlü desteği veriyorsunuz, yarın sancısını siz çekebilirsiniz.”

Bitmedi...

Şevki Yılmaz, MİKAV çatısı altında sadece eğitim işine el atmamıştı. Bir de “Nadide Turizm” adlı bir şirketi de vardı... Bu şirket aracılığıyla Mekke turları düzenliyordu.

Oğlunun AKP milletvekili, damadının Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Sakarya il müdürü olmasını, Kocaeli’de ona tahsis edilen mesire alanını, başkanlık referandumu için “16 Nisan’ın zaferle çıkacağına dair hadisi şerif var” demesini hatırlatmayacağım. Yaz yaz bitmez.

Başta da dediğim gibi: Şevki Yılmaz hiç gitmedi ki geri dönsün..

                                                          /././

Merkez Bankası rezervi (Öztin Akgüç)

Sorunlar, konular gündeme geldikçe, yinelemeler de zorunlu oluyor. Merkez Bankası rezervi, net, brüt tutarı, işlevi, gelişmeleri tartışmaya yol açtığından bu konuda bilinenler, temel bilgiler yinelenmektedir.

Ülkenin rezerv varlıkları, IMF tanımıyla, hükümet ve Merkez Bankası’nın altın ve döviz mevcudu ile IMF nezdindeki özel çekim hakkı ile kullanabileceği rezerv diliminden oluşur. Devletin mali ajanı ve muhafaza kurumu TCMB olduğundan ülkenin IMF üyeliğinden kaynaklanan varlık, hak ve yürümlülükleri TCMB bilançosunda yer alır. (Karşılıklı çalışan aktifte rezerv dilimi pozisyonu-A.4 YP-; pasifte rezerv dilimi imkânı-P.5 YP)

Üye ülkelerin IMF’de altın veya fonun kabul ettiği para cinsinden kotaları (sermaye payları) vardır. Her üye ülke, kotasının bir bölümünü IMF onayı olmadan serbestçe kullanabilir. Üye ülke, kotasının yüzde 25’ini, herhangi bir koşula bağlı olmaksızın fondan çekebilir. Rezerv dilimi, IMF kredisi kapsamında değildir; IMF, kota dışında, her üye ülkeye kotası ile orantılı özel çekim hakkı (SDR-Special Drawing Right) özgüler. Üye ülke, kendisine tahsis olunan SDR’yi diğer üye ülkelere devrederek gereksinim duyduğu para birimine çevirerek kullanabilir. IMF tarafından Türkiye’ye tahsis edilen tutardan Hazine tarafından kullanılan tutar, TCMB bilançosunda karşılıklı çalışan aktifte A-10.YP hesabı ile pasifte P.6 YP hesaplarında izlenir.

Rezerv, ülkenin para otoritelerinin kontrolü altında kullanılmaya hazır, uluslararası finansal piyasalarda ödeme aracı olarak kullanılan gerektiğinde para ve kambiyo piyasalarına müdahale aracı olarak da kullanılabilecek, değer saklama işlevi de olan varlıklardır. Bizim gibi ulusal parası konvertibl olmayan, uluslararası finansal pazarlarda serbestçe işlem görmeyen, dış borcu yüksek, sürekli cari işlemler açığı veren ülkelerde uluslararası rezervi ve yönelimi, dış yükümlülüklerin yerine getirilmesi, paranın dış değerinin korunması, ödeme emniyetinin sağlanması, kredi değerliliği açısından önemlidir.

TCMB analitik bilançosunda brüt döviz rezervi, yabancı para (YP) varlıklardan (altın, efektif deposu, konvertibl YP banknotlar, yurtdışı bankalardan alacaklar, YP menkul kıymetler, döviz repo alacakları, IMF rezerv dilimi, IMF SDR tahsisi, dış krediler) oluşur. Brüt döviz rezervinden TCMB’nin YP (döviz) yükümlülükleri indirilerek net rezerv hesaplanır. Yükümlülükler dış ve iç olarak bölümlendirildiğinde; dış döviz yükümlülükleri, uluslararası kuruluşların YP mevduatı, IMF borcu, yurtdışı bankaların alacakları, SDR tahsisatı, alınan döviz kredilerinden oluşur. İç döviz yükümlülükleri, bankaların YP zorunlu karşılıkları ile serbest tevdiatı (bankalar döviz mevduatı), kamu sektörü döviz mevduatlarından oluşur.

Para swapı, ulusal para cinsinden çıkarılmış varlıklar, belli bir süre ile sınırlı olarak karşı tarafından YP ödemeleriyle değiştirilmektedir. Swap sözleşmesi, uygulamasında, bir yandan YP varlıklar; eşanlı olarak YP yükümlülüğü de arttığından net rezerv pozisyonunu etkilemez. TCMB’nin döviz yükümlülüğü döviz varlığından fazla olduğundan net rezerv açığı oluşur. Hazine garantili dış yükümlülükler de varsa döviz pozisyonu hesaplanırken dikkate alınması gerekir.

Döviz rezervi yeterliliği değerlendirilirken, “net döviz rezervi/cari işlem açığı”, “net döviz rezervi/aylık ortalama ithalat”, “net döviz rezervi/yıllık cari döviz gideri”, “brüt döviz rezervi/kısa süreli dış borç” oranları dikkate alınır. Bu oranların tümü TCMB’de negatiftir. TCMB’nin döviz pozisyonu 2011 yılından sonra hızla bozulmuş; bu bozulma, TL değer kaybına devalüasyon-enflasyon geçişkenliğine, kredi değerliliğinin düşüşüne, risk priminin artışına yol açmıştır.

                                                   /././

Bir laik hukuk manifestosu (Sinan Meydan)

Kanunları dine dayalı olan devletler, kısa bir zaman sonra ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve isteklerini karşılayamazlar.” (Mahmut Esat Bozkurt, 1926)

Atatürk, cumhuriyeti laikleştirmek için değişmeyen dini hukuk (şeriat) yerine, insan aklının ve tecrübesinin eseri çağdaş hukuka yöneldi.  Bu çerçevede 1924’te şeriat (dini hukuk) kanunları kaldırıldı, şeriat mahkemeleri ve şeriat bakanlığı kapatıldı. 1925’te çağdaş hukukçular yetiştirmek için Ankara Hukuk Mektebi açıldı. 1926’da Türk Medeni Kanunu, Türk Ceza Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu hazırlandı. 

MAHMUT ESAT BOZKURT ETKİSİ

Laik Cumhuriyet’in temel taşı Türk Medeni Kanunu, Atatürk’ün çok değer verdiği Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un esiridir. Bozkurt, hukuk doktorasını İsviçre’de Fribourg Üniversitesi’nde tamamlamıştı. Bu nedenle Eugen Huber’in hazırladığı İsviçre Medeni Kanunu ile çok erken bir tarihte tanışmıştı. Çağdaş ve yeni bir sivil hukuk üzerine kafa yormuş; çok eşliliğe, erkeğin keyfî boşanma usulüne karşı çıkmış ve en önemlisi “hukukun dinden bağımsız kılınması” gerektiğini görmüştü.(1) 

17 Şubat 1926’da TBMM’de kabul edilen ve 4 Ekim 1926’da Borçlar Kanunu ile birlikte yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu’nun gerekçesini Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt yazmıştı. (2) “O günün diliyle ve mükemmel bir üslupla kaleme alınmış olan gerekçenin yeni kuşakların anlayabileceği şekilde sadeleştirilmiş hali özetle” 2001’de yürürlüğe giren yeni Medeni Yasaya da konuldu.  

DİN KURALLARI DEĞİŞMEZ, AMA YAŞAM DEĞİŞİR

Mahmut Esat (Bozkurt), “Esbabı Mucibe Layihası” başlıklı gerekçesine, 1869-1876 arasında hazırlanan 1851 maddelik Mecelle’nin ancak 300 maddesinin günümüzün ihtiyaçlarına uyduğunu, “geriye kalanın, ülkemizin ihtiyaçlarını ifade edemeyecek kadar ilkel bir takım kurallardan oluştuğundan” uygulanamadığını belirterek başlıyor.

Sonra şöyle devam ediyor:

“Mecelle’nin kuralı ve ana çizgileri dindir. Hâlbuki insanlık yaşamı her gün ve her an esaslı değişikliklerle karşı karşıyadır. Bunun değişikliklerini, yürüyüşünü hiçbir zaman bir nota çevresinde saptamak ve doldurmak mümkün değildir. Kanunları dine dayalı olan devletler, kısa bir zaman sonra ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve isteklerini karşılayamazlar. Çünkü dinler değişmez hükümler belirtirler. Yaşam yürür, ihtiyaçlar hızla değişir, din kanunları kesinlikle ilerleyen yaşamın önünde biçimden ve ölü sözcüklerden fazla bir değer, bir anlam ifade edemezler. Değişmemek dinler için bir zorunluluktur. Bu bakımdan dinlerin, sadece bir vicdan işi olarak kalması, günümüz uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliklerinden biridir. Esaslarını dinlerden alan kanunlar, uygulanmakta oldukları toplumları, indikleri ilkel dönemlere bağlarlar ve ilerlemeye engel belli başlı etken ve nedenler arasında bulunurlar. (…) ”(3)

TÜRK HUKUKUNU ÇAĞDAŞLAŞTIRMAK GEREKİR 

“Mecelle'nin anılan 300 maddesi bir yana bırakılmak koşulu ile Medenî Kanun içine giren sorunları çözmek için Türkiye Cumhuriyeti hâkimleri derme çatma eski hukuk kitaplarından ve din esaslarından çıkartılan bilgilerle yargı işini görmektedirler. (…) 

Sonuç olarak Türkiye halkı, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısındadır. Halkın kaderi belli ve yerleşmiş bir adalet esasına değil, rastlantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ fıkıh kurallarına bağlı bulunmaktadır. Cumhuriyet, Türk  adaletinin bu karışıklıktan,  yokluktan ve pek ilkel durumdan kurtarılmasını devrimin ve yüzyılımız uygarlığının gereklerine uyan yeni bir Türk Medenî Kanunu’nun hızla vücuda getirilmesini ve uygulamaya konulmasını zorunlu kılmıştır. 

Bu amaçla hazırlanan Türk Medenî Kanunu, medenî kanunlar içinde en yeni, en eksiksiz ve halkçı olan İsviçre Medenî Kanunu’ndan alınmıştır.(4) Bu görevi Adalet Bakanlığı tarafından verilen direktifler içinde ülkemizin seçkin uzman hukukçularından oluşan özel bir komisyon yerine getirmiştir.”

UYGAR ULUSLARIN İHTİYAÇLARI ORTAKTIR

“Yüzyılımızın uygarlık ailesine mensup olan ulusların ihtiyaçları arasında esaslı bir fark yoktur. Toplumsal ve ekonomik sürekli ilişkiler insanlığın büyük bir uygar bölümünü bir aile durumuna getirmiştir ve getirmektedir. İlkeleri yabancı bir ülkeden alınmış olan Türk Medenî Kanunu Tasarısı’nın yürürlüğe konulmasından sonra yurdumuzun ihtiyaçları ile bağdaşmayacağı savı geçerli görülmemiştir. Özellikle İsviçre Devleti'nin çeşitli tarih ve geleneklere mensup Alman, Fransız ve İtalyan ırklarını içerdiği bilinmektedir. Bu kadar, hatta kültür bakımından bile birbirinden farklı bir ortamda uygulanma esnekliğini gösteren bir kanunun, Türkiye Cumhuriyeti gibi yüzde doksanı bakımından aynı ırka sahip bir devlette uygulanma yeteneğini bulabilmesi kuşkusuz görülmüştür.

Bundan başka, uygar bir ulusun gelişmiş, ileri bir kanunun Türkiye Cumhuriyeti’nde uygulanma ortamı bulamayacağı düşüncesi yanlış görülmüştür. Bu tez, Türk ulusunun uygarlık yeteneğine sahip bulunmadığını belirten bir mantık dizisine varılmasıyla sonuçlanabilir. Hâlbuki olayların gerçeği, durum ve tarih bu savın tamamen tersidir. (…) 

Unutmamak gerektir ki Türk ulusunun kararı çağdaş uygarlığı kayıtsız ve koşulsuz bütün ilkeleri ile kabul etmektir. Bunun en açık ve canlı kanıtı devrimimizin kendisidir. Çağdaş uygarlığın Türk toplumu ile bağdaşmayan noktaları görülüyorsa bu, Türk ulusunun beceri ve yeteneğindeki eksiklikten değil, onu gereksiz bir biçimde sarıp sarmalamış ortaçağ örgütü ve dinsel bazı düzenlemeler ve kurumlardandır. (…)

Adalet Bakanlığı en yeni ve en gelişmiş olan İsviçre Medenî Kanunu’nu ulusumuzun şimdiye kadar bağlı kalan geniş zekâ ve yeteneğini doyuracak ve ona gerçek bir yarış yeri ve alan olabilecek bir uygarlık yapıtı olarak görmektedir. Bu kanunda ulusumuzun duygularına ters düşecek hiç bir nokta düşünmemektedir.

Şu yanı da belirtmek gerektir ki: çağdaş uygarlığı almak ve benimsemek kararıyla yürüyen Türk ulusu, çağdaş uygarlığı kendisine değil, kendisi çağdaş uygarlığın gereklerine her neye mal olursa olsun ayak uydurmak zorundadır. Yaşamak kararında olan bir ulus için bu şarttır. Hazırlanan tasarı bu gereklerin önemli bölümlerini içermektedir. (…)

ALMAN, FRANSIZ VE İSVİÇRE MEDENİ KANUNLARI

Bozkurt, daha sonra Alman, Fransız ve İsviçre medeni kanunlarının, gelenek ve göreneklerle biçimlenmiş eski kanunlara ve hukuk karmaşasına son verdiğini anlatarak şöyle devam ediyor: 

“Bu örnekleri vermekten amaç, zamanın gereklerine ve uygarlığın zorunluluklarına göre ulusların gelenek ve göreneklerine bir adımda nasıl veda ettiklerini ve bu vedanın sanıldığı gibi zarar ve tehlikeyi değil, büyük çıkarları gerektirdiğini canlı bir biçimde göstermektir. Yaşamın gereklerine uymayan gelenek ve göreneklerde ısrardır ki, uluslar için felakete neden olur. Bu saydığımız kanunlarda esas, din ile devletin mutlak bir biçimde ayrılığıdır. İsviçre, Almanya, Fransa, siyasal ve ulusal birliklerini, ekonomik, toplumsal kuruluş ve gelişmelerini medeni kanunları yayınlamakla sağlamlaştırmış ve desteklemişlerdir. Bu yaşamsal zorunluluklar karşısında eski geleneklerin, yerel ve alışılagelmiş hükümlerin ve dinsel alışkanlıkların sürmesi, bu ülkelerin hiçbirinde, hatta İsviçre gibi kamuoyunun en geniş biçimde egemen olduğu bir ülkede bile istenmemiş, istenememiş, hatıra gelmemiştir. Kuşku yoktur ki, kanunların amacı, herhangi bir gelenek ve görenek veya yalnız vicdanla ilgisi olması gereken dinsel hükümler değil, siyasal, toplumsal, ulusal birliğin her neye mal olursa olsun güvencesi ve tatminidir.” 

LAİKLİK YÜZYILIN GEREĞİDİR

“Yüzyılımız uygarlığına mensup devletlerin ilk ayırıcı nitelikleri din ile dünyayı ayrı görmektir. Bunun tersi, devletin kabul ettiği din esaslarını kabul etmeyen kimselerin vicdanlarını baskı altına almak olur. Bunu, yüzyılımızın devlet anlayışı kabul edemez. Din, devlet gözünde, vicdanlarda kaldıkça saygındır ve temizdir. Dinin, hüküm halinde kanunlara girmesi, tarihin akışında çoğu kez hükümdarların, zorbaların, güçlülerin keyif ve isteklerini tatmine aracı olması sonucunu getirmiştir. Dini dünyadan ayırmakla yüzyılımızın devleti, insanlığı tarihin bu kanlı sıkıntısından kurtarmış ve dine gerçek ve sonsuz bir taht olan vicdanı ayırmıştır.”

LOZAN VE MEDENİ KANUN

“Özellikle çeşitli uyruklara mensup devletlerde tek bir kanunun bütün toplumda uygulanma yetkinliğini kazanabilmesi için bunun dinle ilişkisini kesmesi, ulus egemenliği için de bir zorunluluktur. Çünkü kanunlar dine dayanırsa, vicdan özgürlüğünü kabul zorunda olan devletin, çeşitli dinlere girmiş uyrukları için ayrı ayrı kanun yapması gerekir. Bu durum, yüzyılımız devletinde temel koşul olan siyasal, toplumsal, ulusal birliğe tamamen aykırıdır. Anımsatmak gerekir ki, devlet yalnız uyrukları ile değil yabancılarla da ilişki içindedir. Bu durumda olanlar için kapitülasyon adı altında ayrı hükümler kabul etmek zorunluluğu doğar. Lozan Antlaşması ile kaldırılan kapitülasyonların ülkemizde sürmesi için yabancılar tarafından dile getirilen gerekçenin en önemli yönü bu nokta olmuştur.

Bundan başka, Fatih Sultan Mehmet döneminden son zamanlara kadar Müslüman olmayan uyruklar hakkında uygulanan ayrı hükümlere de özellikle bu dinsel durum neden olmuştur. Hâlbuki yeni Türk Medeni Kanunu Tasarısı’nın hazırlanması nedeni ile yurdumuzda mevcut azınlıklar Lozan Antlaşması’nın kendilerine kabul ettiği haklardan vazgeçtiklerini Adalet Bakanlığı’na bildirmişlerdir. (…) 

Yüzyılımızın uygar uluslarının tanıdığı bütün hukuku uygarlık dünyasından kayıtsız, koşulsuz isterken bu hukukun yerine getirilmesi gereken uygarlık gereklerini de Türk ulusu kendi eliyle kendisine yüklemiş görülüyor. Bu kanun tasarısının anlamlarından birisi de budur. 

Bozkurt, gerekçesinin sonunda, Türk Medeni Kanunu uygulandığı gün, Türk ulusunun 1300 yıllık eski kanunlardan ve kargaşadan kurtulup, “eski uygarlığın kapılarını kapayarak yaşam ve verimlilik getiren çağdaş uygarlığın içine girmiş bulunacaktır” diyor.  

Bozkurt, gerekçesini şöyle bitiriyor: “Adalet Bakanlığı bu kanunu hazırlamakla devrim ve tarih önünde ulusal görevini yapmış ve Türk ulusunun gerçek çıkarlarını dile getirmiş olduğuna şüphe etmemektedir.”   

                                                    ***

Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un 98 yıl önce Türk Medeni Kanunu’na yazdığı bu gerçekçe, gerçek bir laik hukuk manifestosudur. “Şeriat” çığlıklarının atıldığı, laik Cumhuriyet’e yönelik saldırıların arttığı bu günlerde bu gerekçeyi yeniden okumak ve üzerinde durup düşünmek gerekir.


Dipnotlar:

  1. Çiğdem Dumanlı,“Mahrem Alanda Sivil Hukuk İnşası: Mahmut Esat Bozkurt’un Medeni Kanun Gerekçesi ve Eugen Huber Kaynakçası”, Belgi, S.26, (Yaz, 2023, II),s.10.
  2. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre II, Cilt 22, İçtima Senesi III, Elli Yedinci İçtima, 17.2.1926.
  3. Mahmut Esat (Bozkurt), gerekçesinin bu bölümünü Türk Medeni Kanunu’nun 15. yıldönümü için kaleme aldığı “Türk Medenî Kanunu Nasıl Hazırlandı?” adlı makalesinde tekrarlıyor. Osmanlı’da İslâm dininin o tarihte 1360, Hristiyanlığın 1942 ve Museviliğin ise 3500 yıllık olduğunu belirterek söz konusu dinlerin kurallarının yirminci asrın ihtiyaçlarını karşılamayacağını vurguluyor. (Mahmut Esat Bozkurt, “Türk Medenî Kanunu Nasıl Hazırlandı?”, Medenî Kanunun XV. Yıl Dönümü İçin, İstanbul, 1944, s.7.)
  4. Mahmut Esat Bozkurt, “Türk Medeni Kanunu Hakkında Kritikler” başlıklı makalesinde bu konuda şöyle diyor: “Niçin bazı değişikliklerle İsviçre Medeni Kanunu’nu aldık? İleri sürecek birçok sebepler arasında en önemlilerini söyleyeyim: Alman Medeni Kanunu pek yüksek bir eser olmakla beraber çek felsefi, çok kapalı, anlaşılması çok zor, hayat hadiseleriyle uzlaştırılması çok güç bir kanundur. Almanlar bile kanunlarından şikâyetçidirler. Fransız Medeni Kanunu’na gelince, şüphe yok ki, bu vaktiyle birçok ulusların medeni kanunlarına örnek olmuştur. Fakat çok ihtiyardır. Ömrünü bitirmiş ve gözlerini yummak üzere bulunuyor. (…) Fransız Medeni Kanunu artık bir iskelettir. (…) İsterseniz bu kanuna bir mumya da diyebiliriz. Medeni Türk ulusunun bahtı mumyalarla idare olunamazdı. (...) Lafın kısası şudur: İsviçre Medeni Kanunu ezelden demokrat olan cumhuriyetçi bir ulusun kanunudur. (…) Bütün bunlardan başka İsviçre Medeni Kanunu bu yoldaki kanunların en yenisi ve en gencidir. İsviçre’de tatbikine başlanalı henüz 24 yıl oluyor. Bunu, dünya hukukçuları ittifakla bütün medeni kanunların üstünde buluyorlar; gerek ilim, gerek tatbik kabiliyeti bakımından…” (Mahmut Esat Bozkurt, “Türk Medeni Kanunu Hakkında Kritikler”, Hukuk gazetesi, 6 Birinci Kanun (Aralık), 1937, s. 3-4)
                                                                      /././

Azdılar! (Zülal Kalkandelen)

Öylesine azdılar ki laik Cumhuriyetin kurucularına hakaretler yağdırıp gülerek beddua ediyorlar.

Sokaklarda, adliyelerde gösteri yapıp halifelik istiyor, şeriat çığlıkları atıyorlar. 

Anayasayı tanımıyorlar, Anayasa Mahkemesi üyelerini “teröristlikle” suçluyorlar.

Ne yasalara uyuyorlar ne de Türkiye’nin imzaladığı bağlayıcılığı olan uluslararası sözleşmelere!

Anayasanın ilk dört maddesini açıkça hedefliyorlar.

AKP’li cumhurbaşkanı, eğitimin Diyanet’in sorumluluğuna bırakıldığını itiraf edip “Diyanet Akademisi’nin de hizmete girmesiyle eğitim imkânları genişleyen din görevlilerimizin, önümüzdeki dönemde ilim, irşat, tebliğ ve temsil görevlerini en güzel şekilde yerine getireceklerine yürekten inanıyorum” diye konuşabiliyor. 

ŞEVKİ YILMAZ, HALİL KONAKCI VE İLBER ORTAYLI

Bunlar olurken TBMM’deki muhalefet ürkek bir şekilde olanları izliyor. Yasal olanı ve anayasayı savunanlar, tedirgin bir şekilde cılız sesler çıkarırken yasaları ve anayasayı çiğneyenler iktidarla birlikte haykırıyor. 

Bu ürkekliğin bedelini ise hem ülke hem de toplum ödüyor. Bunların seçim öncesinde sadece kutuplaşmayı artırmak için yapıldığını söyleyerek yaşananları önemsizleştirme hatasına düşülüyor. AKP, laik hukuk devletini yıkmak ve Cumhuriyet Devrimi’nin kazanımlarını yok etmek için adım adım ilerliyor. Bunu da saldırıları sistematik olarak zamana yayarak yapıyor. 

Durumu net olarak tek cümleyle özetlemek gerek: Bu artık anayasal düzene ve laik hukuk sistemine karşı gerici bir kalkışmadır! 

Sivil darbe öyle bir aşamaya geldi ki gerici Şevki Yılmaz, II. Abdülhamit’in torununun düğününde “Osmanlı’yı süren soysuzları lanetliyorum” derken nikâh şahidi olan İlber Ortaylı dinlemiş. Ortaylı, önce tepkiler karşısında “Vallahi beni ilgilendirmez” deyip, sonra çark ederek yaptığı açıklamayla bazılarını inandırmış olsa bile ben inanmadım. 

Her yerde hemen her konuda konuşan, düşüncelerini rahatlıkla açıklayan biri kendisi. Yanında o hakaretler yapılırken gereken tepkiyi o anda göstermemesi, Türkiye’deki “aydın” sorununa iyi bir örnektir. Bana göre aydın, gericilik karşısında susmaz, kitaplarını laik Cumhuriyet karşıtı bir iktidarın simgesi olan külliyeye bağışlayarak orayı meşrulaştırmaz, siyasal İslamcı bir hükümetin bakanına danışman olmaz, böyle yıkıcı bir siyasi hareketle işbirliği yapmaz.

‘İKİ AYYAŞ’TAN BU YANA...

Avukat Feyza Altun’un sosyal medyadaki şeriata karşı paylaşımları sonrasında gözaltına alınması ise laik bir ülkede kabul edilemez. Altun’un kullandığı ifadeler ya da üslubu eleştirebilir ancak laik hukuk sisteminde şeriata sövmek diye bir suç yoktur ve bunu yüksek sesle dile getirmek gerekir. Şeriat eşittir İslamiyet ya da din değildir; şeriat, dine dayalı bir hukuk düzenidir. Laik bir ülkede asıl suç, yönetimin şeri kurallara göre yapılması için şeriat talebinde bulunmaktır!

Altun’u hızla gözaltına alan yargı, Şevki Yılmaz’ın aynı düğünde, “Selanik’ten gelen dönmeleri, onlara destek verenleri kahru perişan eyle yarabbim” diyerek Atatürk’e beddua etmesi ve imam Halil Konakcı’nın buna gülerek “amin” demesiyle toplumda yaratılan infiali ise umursamadı. 

Erdoğan’ın 2013’te TBMM kürsüsünde dile getirdiği “iki ayyaş” hakaretinden sonra geldiğimiz noktanın bu olması, laik Cumhuriyete yönelik zamana yayılan sistematik saldırı planının bir kanıtı. Çekingen, suskun ve tedirgin muhalefete duyurulur!

(Cumhuriyet)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder