28 Şubat 2024 Çarşamba

Birgün KÖŞEBAŞI - 28/Şubat/2024 -

 


Türkiye’ye şeriat gelir mi?(Berkant Gültekin)

Eski Refah Partisi Milletvekili Şevki Yılmaz’ın Osmanlı torunlarının düğününde Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’e yönelik hakaretlerinin ardından ülkede yeniden şeriat tartışması başladı.

Tartışma daha ziyade, Türkiye’de resmi olarak şeriat rejimi kurulur mu kurulmaz mı eksenine sıkıştırılıyor. Laikliği savunan kimi kesimler, “güvenceyi” Anayasa’daki laiklik prensibinde arıyor. Esas çelişki, laikliğin Anayasa’da olup olmaması olarak görülüyor. Şeriat, ileride geçilebilecek bir rejim, zamanı gelince tuşa basılıp aktif hale getirilecek bir düzenmiş gibi algılanıyor. Laikliğin, Anayasa’da yazdığı sürece yaşamaya devam edeceği, iş bu aşamaya gelmediği müddetçe “büyük hamle”nin yapılmış sayılmayacağı düşünülüyor.

Meseleye dair bir diğer akıl yürütme de toplumun şeriat rejimini isteyip istemediği çerçevesinden yapılıyor. Deniyor ki, Türkiye toplumunda şeriatı isteyenler çoğunlukta değil, halk yüzde 80-90 oranında laik, çağdaş ve demokratik bir ülkede yaşamayı tercih ediyor. Bu nedenle şeriat çağrılarının da gidişatı değiştirebilme kapasitesi yok. Bu yaklaşıma göre şeriata geçiş, çok uzak bir ihtimalden ibaret. Buna ek olarak, Türkiye’deki sosyo-ekonomik yapının da şeriata izin vermeyeceği iddia ediliyor. Türkiye kapitalizminin küresel sisteme olan bağımlılığının, şeriatın serencamını mümkün kılmayacağı savunuluyor.

Bir de çok eskiden beri şeriat konusunda belli protipleri masaya yatırıp değerlendirme yapma alışkanlığı var ki o da sürecin bir parçası... İran olur muyuz, Afganistan’a döner miyiz, Suudi Arabistan’a benzer miyiz diye konuşuluyor. O ülkelerin bize yakınlıkları ya da uzaklıkları üzerinden bir siyasi muhasebeye girişiliyor.

Her şeyden önce, “Türkiye’ye şeriat gelir mi?” sorusunun günün gerçekliğine ne kadar uygun ve konuyu bu sorunun etrafında konuşmanın ne kadar doğru olduğunu düşünmek gerek. Cevabı “evet” ya da “hayır” olabilecek bu soru, gerçekten Türkiye’de laikliğin ve seküler yaşam tarzının yaşadığı kan kaybını anlatmak için ideal bir zemin mi yaratıyor, yoksa istikbaldeki bir “an”a odaklanarak toplumun “az önce”ye ve “şimdi”ye karşı körleşmesine mi neden oluyor?

***

Laikliğin güvencesini Anayasa’da aramak, hukuki açından makul görünse de siyasi açıdan aldatıcı. Çünkü laikliğin varlığını Anayasa üzerinden yorumlayan yaklaşım, mevcut tehlike ve tehditlerin kavranmasını güçleştirerek onları önemsizleştiriyor. Şöyle düşünelim, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan laiklik çıkarılırsa ne olacak?

4-6 yaş Kuran kursları yaygınlaştırılacak, referansı din olan özgür düşünce karşıtı birtakım öğretiler eğitim alanını kuşatıp bireylerin zihnini çocuk yaşta şekillendirecek, iki okuldan biri imam-hatip yapılacak, tarikatlar ve cemaatlerin etkinlik alanını genişleyecek, her biri devlette kadrolaşacak, hukukun yerini şeyhlerin buyrukları alacak, yurttaş kula, toplum tebaaya dönüşecek, bilim itibarsızlaştırıp hurafeler dört bir yanı saracak, felaketler önlenebilir olaylar değil “kader planı” olarak açıklanacak, yaşam yadsınıp ölüm kutsallaştırılacak, din emekçi sınıfı uysallaştırmanın bir aracı olarak kullanılacak, kadınların özgürlükleri tehdit edilecek, siyasi otorite kadınların nasıl nefes alacağını, kaç çocuk doğuracağını belirleyecek, içki sosyal hayattan dışlanacak, TV kanallarında buzlanacak ve seküler yaşam alışkanlıkları topyekûn şeytanlaştırılacak mı?

Evet, tam olarak öyle, hatta bunlardan daha fazlası olacak. İşin garibi, bunlar şu an yaşanmakta olan şeylerin aynısı. Bu da demek oluyor ki Anayasa’da laiklik yazması, laikliği gerçek manasıyla korumaya yetmiyor ve şeriat uygulamalarını hayata geçirmeye, laiklik ibaresinin yer aldığı bir Anayasa engel olmuyor.

Peki, İran’a ya da şeriatın hüküm sürdüğü bir başka ülkeye benziyor muyuz? Büyük oranda hayır. Fakat tersten soralım; demokratik bir cumhuriyet olarak Avrupa’ın kuzeyindeki ülkelere, Almanya’ya, Fransa’ya ya da İngiltere’ye benziyor muyuz? Veya bizdeki başkanlık sistemi, ABD’deki başkanlık sistemiyle aynı mı? Ülkelerin ve toplumların ortak noktaları olsa da farklı tarihsel süreçlerden geçtikleri için birbirlerine tıpatıp benzemeleri de beklenmemeli. O nedenle, Türkiye’nin özgün koşullarını ve geçmiş birikimini yok sayarak İran’ı model alan bir şeriat değerlendirmesi hakikati gölgeler; “Türk tipi başkanlık sistemi” gibi “Türk tipi şeriat” düzeninin gelişimini görünmez kılar. Bu belki kitabi anlamda şeriat tanımına uymaz ancak laikliğin cenazeye dönüşmeye yüz tuttuğu, siyasal İslamcı anlayışla örülen bir atmosferi adlı adıyla tanımlar.

Toplumun şeriat konusundaki görüşü de önemli olmakla birlikte bugün yaşananı anlamlandırmaya yetmez. Siyaset, örgütsüz büyük yığınların görüş ve eğilimlerinden çok, örgütlü ve hedefe odaklanmış hareketlerin yaşamı dönüştürme kabiliyetiyle ilgili bir faaliyet. Küçük birlikler, büyük ama dağınık kitlelere üstün gelir. Günümüz Türkiye’sinde devlet mekanizmasını kontrol eden iktidarın ideolojisinden, topluma bakış açısından ve devletin şemsiyesi altında, kamu kaynaklarıyla beslenip güçlenen tarikatların politik ajandalarından bağımsız bir şeriat tartışması yürütülemez. Öte yandan toplumun algıları ve düşünceleri de zamanla dönüşebilir ve yapılan müdahalelerle süreç içinde ortaya çok farklı bir ülke sosyolojisi çıkabilir. O nedenle, “Şeriatı toplum istemiyor” argümanıyla sınırlı bir laiklik mücadelesi, mevzileri bir bir kaybetmeye ve finalde yenilmeye mahkûmdur.

***

Şeriat, bir anda ışınlanacak bir nokta ya da bir anda kapının zilini çalacak bir misafir değil, yıllardır adım adım inşa edilen bir düzen olarak ele alınmalı. Türkiye zaten uzun bir süredir bu karanlık tünelin içinde; devletin kurumsal yapısı ve kamusal alan bir dönüşüm geçiriyor. Bu konuda ciddi bir mesafe alan rejim, hareketine devam ediyor. Nereye kadar gitmek istediği tartışılabilir elbette. Ancak şu bir gerçek ki ayakları yere basmayan, boşlukta sallanan, memleketteki sınıfsal-sosyal çelişkilerle ilişkilendirilemeyen ve salt bir değer olarak sahiplenilen laiklik kavramının yerine, ülkedeki sorunların çözümünde laikliği doğru yerde konumlandırabilen, ona 21. yüzyıla özgü dil ve hikâye kazandırabilen bir siyasal faaliyete hiç olmadığı kadar ihtiyaç var.

                                                                /././

Gazetecilikte yeni iş kanunu tehlikesi: 1961’de kazandığımız hakları tümüyle kaybedebiliriz (Faruk Bildirici)

“Çalışma süresi 40 saate düşecek” haberleri, aynı gün Sabah, Türkiye ve Yeni Şafak gazetelerinde yayımlandıktan sonra neredeyse bütün medya bu konunun peşine düştü. TV’ler, haber siteleri çalışma saatinin düşüp düşmeyeceği haber ve yorumlarıyla doldu. Hafta boyunca uzayıp gitti bu konu...

Halbuki o haberler, çalışma saatlerinde değişiklikle sınırlı değildi. Haberlerin üçünde de “Farklı yasalarda yer alan düzenlemeler tek bir temel Türk İş Kanunu ile bütüncül yapıya kavuşturulacak” bilgisi veriliyordu. Basın ve deniz iş kanunları da dahil olmak üzere 20 farklı kanun tek metinde toplanacaktı.

Çalışma saatiyle ilgili düzenleme hemen yürürlüğe girecekmiş gibi bir hava doğunca Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan da “doğrudan bizden bir açıklama gelmediği sürece bu haberlerin dikkate alınmaması gerektiği” açıklaması yapmak zorunda kaldı. Işıkhan, “Türkiye Yüzyılına yakışır bir iş kanunu ve çalışma hayatı konusunda” çalışmaların sürdüğünü de sözlerine ekledi.

Bakan Işıkhan’ın açıklamasında olduğu gibi iktidar yanlısı üç gazetenin haberlerinde de “çalışanı merkeze alacak düzenlemeler” yapılacağı vurgulanıyordu. Üç gazetedeki üçü de imzalı özel haber olmasına rağmen neredeyse birebir ifadelerin kullanılmış olması haberin bakanlığın bilgilendirmesinden kaynaklandığı izlenimi veriyordu. Ancak Bakanlık, “çalışanların merkeze alınacağı” bilgisi verse de bu iktidar döneminde çalışanların haklarının sürekli geriletildiği, grev hakkının kullanılmasının bile engellendiği malum.

İş kanunları tek metinde birleştirilirken çalışanlar, bu iktidarın gözünü diktiği kıdem tazminatı başta olmak üzere yeni hak kayıplarıyla karşı karşıya kalabilir. Nitekim BirGün’deki “Esnek çalışmaya yol yapıyorlar” haberinde bu yöndeki endişelere dikkat çekiliyordu.

Bu kadar önemli olmasına rağmen yaygın medyanın üzerinde çalışılan taslağı öğrenip, toplumu bilgilendirme ve tartışma yaratma çabası gütmemesi de dikkat çekici. Üstelik de ortadan kaldırılacak yasalardan biri de Basın İş Kanunu. Anlayacağınız, bu değişim tüm medya çalışanlarını yakından ilgilendiriyor.

YARGI ELİYLE GERİ ALINAN HAKLAR

Bir yandan da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’ndaki hazırlık toplantıları devam ediyor; bu toplantılara sendikalar ve iş çevrelerinden de temsilciler çağrılıyor.

O toplantılardan birine Türkiye Gazeteciler Sendikası adına katılan hukukçu Meliha Selvi ile konuştum, o da gazetecilerin hak kaybına uğrayacağı endişesi içinde. Selvi, 5953 sayılı Basın İş Kanunu’nda ve 1961’de 212 sayılı yasayla eklenen düzenlemelerde “Gazeteciliği korumak için olağanüstü özen gösterildiğini”, “gazetecilerin diğer mesleklere göre çok üst rafa konulduğunu” anımsattı ve ekledi:

“Bu iktidar, işbaşına geldiğinde ‘4. Kuvvet Basın’ mottosu, iyi kötü işliyordu. Ancak tekel yönetim, tekel yargı doğurdu. Bu dönemde gazetecilerin kanuni haklarında Yargıtay kararları ile başlayan törpüleme, son yıllarda Anayasa Mahkemesi kararları ile yok etmeye dönüştü.

Eğer yıllık izin tam olarak kullandırılmamışsa, iş akdi feshinde, yıllık izin ücretinin gazeteciye iki kat olarak ödeneceği yönündeki düzenleme Yargıtay kararı ile yok edildi.

AYM, kanundaki ‘ücretin peşin ödenmemesi halinde, ay başından itibaren günlük yüzde 5 fazlası ile ödenmek zorunda olacağı’ düzenlemesi ve ‘fazla mesai, ulusal bayram genel tatil ücreti, hafta tatili ücretlerinin izleyen ay başında ödenmemesi halinde, günlük yüzde 5 fazlası ile ödenmesi’ gerektiği yönündeki düzenlemeleri iki kararla iptal etti.

Hal böyleyken ‘tek kanun’ uygulamasının halkın haber alma hakkını önceleyen 212 sayılı kanunla getirilen hakları tamamen ortadan kaldıracağı aşikâr. Mesleki farklılıklar tek metinde korunamaz. Gazetecilerin ücretlerinin peşin ödenmesi, yıllık izninin en az 4 hafta olması, meslek kıdemi 10 yıl ve üzeri gazetecinin 6 hafta yıllık izin hakkının bulunması, askere giden gazetecinin ücretinin yarı oranında ödenmesi gibi hakların birleştirilmiş iş kanununda korunmasını beklemek hayalperestlik olur.”

Selvi’nin uyarıları çok haklı. Bütün iş yasalarını tek metinde toplamaya kalkmak zaten baştan sorunlu bir yaklaşım. Birbirinden farklı nitelikler taşıyan onlarca sektördeki çalışanlarla ilgili iş yaşamı düzenlemelerini tek metinde düzenlemek, yeni sorunlar doğuracaktır. Üstelik de bu düzenlemeyi, çalışma yaşamında her daim işveren çıkarlarını önceleyen AKP iktidarı yapıyor.

Gazetecilerin kazanılmış haklarının yargı kararları ile ortadan kaldırılmasına göz yuman, hatta destekleyen bu iktidarın ‘tek kanun’ metninde gazeteciliğin farklılığını gözetmesi de beklenemez. 

O HAKLAR MÜCADELEYLE KAZANILMIŞTI

Biz gazetecilerin son yıllardaki bütün çabası ve beklentisi, yargı kararları ile hukuka aykırı olarak ortadan kaldırılan kazanımların, yeni bir meslek kanunu ile geliştirilerek düzenlenmesiydi. Çünkü o haklar, büyük mücadeleler sonucunda kazanıldı.

Belki günümüzde birçok meslektaşımız farkında olmayabilir ama her yıl 10 Ocak’ta kutlanan “Çalışan Gazeteciler Günü” 1961’deki şanlı mücadelenin sonucudur. “Dokuz Gazete Patronu”, gazetecilere yeni haklar getiren 212 sayılı Basın Kanunu’nun yürürlüğe girmesine tepki olarak üç gün gazete çıkarmama kararı almışlardı. Düşünün, patronlar gazetecilerin haklarını engellemek için açıkça kampanya yürütüyorlardı.

Gazeteciler de Akşam, Cumhuriyet, Dünya, Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Vatan, Yeni İstanbul ve Yeni Sabah patronlarının özgürlük ve sendikal haklar düşmanı bu tavrına karşı o güne dek rastlanmadık biçimde dayanışma içine girdiler. Patronların gazetelerini yayımlamama kararını protesto ederek, halkın gazetesiz kalmaması için de “Basın” adlı bir gazete çıkardılar.

Gazetecilerin direnişi etkili oldu, gazete patronları yasayı engelleyemediler. Biz gazeteciler, 1961’deki o mücadeleyle kazanılan hakların bir bölümünü son yıllarda kaybettik; şimdi de tümünü kaybetmek gibi bir tehlikeyle karşı karşıyayız.

Üzücü olan da gazetecilerin böyle bir mesleki sorun karşısında 63 yıl öncesinde olduğu gibi örgütlü bir dayanışma içine giremiyor olması. Bari hiç olmazsa yasa hazırlıkları dikkatle izlenip, kamuoyu bilgilendirilse, bu yasal değişikliklerin toplumda ayrıntılı olarak tartışılmasına zemin hazırlansa…. Aksi halde acı sürprizlerle karşı karşıya kayabiliriz.

                                                          /././

İttifaklarla yorulan Türkiye siyaseti (Nurcan Gökdemir)
Yerel seçim öncesi en yoğun mesaiyi seçim işbirlikleri için harcayan muhalefet, seçime kısa süre kalmasına karşın tüm gücüyle sahaya inemedi. Parlak aday tartışmaları yerine halkın talebini öncelemek gerekiyor.

Başkanlık seçimlerinde sandıktan çıkabilmek için gerekli olan yüzde 50+1 oy zorunluluğu, Türkiye siyasetini ittifaka mecbur bıraktı. İttifaklarla kimliksizleşen, güç kaybeden siyaset her seçimde daha fazla ittifaka mahkum oldu, ittifak kurdukça da daha fazla zayıfladı.

Bu gerçekle 31 Mart yerel seçimlerine hazırlanan siyasi partiler cephanelerinin büyük bölümünü seçmeni ikna etmek yerine birbirlerini ikna etmekle harcadı. Son genel seçimden Millet İttifakı dağılarak çıkarken Cumhur İttifakı bütünlüğünü korudu. Ancak rakibindeki bu çözülmeye karşın Cumhur İttifakı seçim yarışına güçlü bir şekilde başlayamadı. AKP’nin oy oranındaki büyük erime bu partiyi, MHP’nin desteğine karşın başka desteklere de muhtaç hale getirdi.

Millet İttifakı ise 14/28 Mayıs sonrası karşılıklı suçlamalarla çözüldü. İYİ Parti’nin desteğini kaybeden CHP eksiğini DEM Parti’nin oylarıyla kapatma arayışına girdi.

YERELE BIRAKILAN İTTİFAK ARAYIŞI

Cumhur İttifakı’nın bileşenleri AKP ile MHP, 2018’de başlayan ittifaklarını 30’u büyükşehir 59 il ve 117 ilçede sürdürme konusunda kolaylıkla anlaştı. CHP ise İstanbul Büyükşehir Belediyesini merkezine alan DEM Parti ile ittifak arayışlarında hem çok zorlandı hem de aradığı ölçüde bir işbirliği zemini yaratamadı.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in DEM Parti Genel Merkezi’ni ziyareti, Kürt seçmene yönelik sıcak mesajlarına karşın yerel örgütlerin belirleyici olduğu ittifak arayışları büyük ölçüde sonuçsuz kaldı. Özel’in taban işbirliğinin yerel örgütlerin uzlaşmasıyla sağlanabileceği yönündeki tercihi teoride doğru idi belki ama pratiğe yansıması böyle olmadı. İki parti İstanbul, Ankara, Adana, Antalya, Hatay, İzmir, Manisa, Mersin ve Şanlıurfa ile çok sayıda ilçede işbirliği yapma çalışmalarından başarı ile çıkamadı.

DEM PARTİ’NİN ÖZGÜL AĞIRLIĞI

CHP’nin seçmen desteğini, DEM Parti’nin de özgül ağırlığını öncelemesine, yerel siyasetçilerin kişisel hesapları da eklenince masadan Cumhur İttifakı’nı sevindiren bir sonuç çıktı. DEM Parti’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için Kürt siyasetinin önemli isimlerinden Meral Danış Beştaş ile Murat Çepni’yi aday göstermesine karşın Başak Demirtaş’ın adaylığından vazgeçilmesi Ekrem İmamoğlu’na örtülü bir destek olarak yorumlandı. 39 ilçeden 22’sinde de aday çıkartmayan DEM Parti’den yapılan “Adayımızın olmadığı her yerde seçmenimizi özgür bırakıyoruz” açıklaması “Bu İmamoğlu’nun hanesine yazar” yorumlarına neden oldu. Ancak diğer il ve ilçelerde bu ölçüde bir uzlaşı bile sağlanamadı.

DEM Parti, aday çıkartmaması beklenen Adana’da CHP’nin adayı Zeydan Karalar’a, İzmir’de de Cemil Tugay’a karşı aday çıkarttı. Adana’da belediye meclis üyelikleri konusundaki anlaşmazlığın, İzmir’de de Tunç Soyer’in aday gösterilmemesinin uzlaşmayı bozduğu ifade edildi.

Mersin’de ise aday çıkartılmasına karşın DEM Partili seçmenin oylarının büyük ölçüde CHP’nin adayı Vahap Seçer’e gideceğine kesin gözüyle bakılıyor. DEM Parti’nin 3 Mart’a kadar Mersin Büyükşehir Belediye Başkan adayı Ali Bozan’ı adaylıktan geri çekmesinin sürpriz olmayacağı ifade ediliyor.

CHP’nin DEM Parti lehine aday çıkarmaması beklenen Urfa’da da yerel örgütler arasında sorun çıkınca CHP son dakikada aday gösterdi. Genel Başkan Özgür Özel’in memleketi Manisa’da ise DEM Parti jest yaptı ve aday çıkartmadı. Sonuçta CHP ile DEM Parti arasındaki uzlaşı Mersin ve Manisa ile sınırlı kaldı.

Muhalefet cephesinin bir diğer partisi olan TİP ile işbirliği ise sadece Kocaeli’nin Gebze ilçesinde sağlanabildi. CHP ve DEM Parti TİP Genel Başkanı Erkan Baş’ın belediye başkanlığına aday olmasıyla bu ilçede aday göstermedi.

Muhalefet cephesindeki sancılı uzlaşma arayışlarından biri de İzmit Merkez İlçe için yaşandı. DEM Parti İl Başkanı Nuri Tan, yerel düzeyde yürütülen görüşmeler neticesinde CHP’nin adayı Fatma Kaplan Hürriyet’i destekleyeceklerini açıkladı. Aradan bir gün geçtikten sonra DEM Parti Genel Merkezi’nden adayın geri çekildiği ve CHP adayının destekleneceği iddiası yalanlandı.

Listelerin kesinleşeceği 3 Mart öncesinde hala tabanda işbirliğini sağlamaya yönelik uzlaşma arayışları sürüyor.

SİYASET DEĞİL ADAY İSMİ YANLIŞI

Muhalefeti iktidar cephesi karşısında zayıflatan, parti örgütlerinde kızgınlık, seçmende küskünlük yaratan bu strateji siyasetin aday isimlerine hapsedilmesinin sonucu. Siyasi söylemlerle var olmak yerine şöhret, etnik ya da mezhepsel özellikler öncelenerek yürütülen seçim çalışmalarının sonuçları 1 Nisan sabahı test edilmiş olacak.

Erdoğan’ın icadı olan ve ittifakları zorunlu kılan modele karşı yine onun yöntemleriyle mücadele etmenin başarı getirmediği birçok kez görüldü. CHP Lideri Özel’in sözünü ettiği cam tavanı kırmanın yolu ancak parlak adaylarla değil daha geniş halk kesimlerinin desteğini sağlayacak siyasi söylemlerle sağlanabilir.

                                                            /././

Şehirler ve dilleri (Şükrü Aslan)

Geçen hafta TBMM’de yeni bir örneğini gördüğümüz gibi, Türkiye’de hâkim politikanın ve sosyolojinin en az ilgilendiği alanlardan birisi ‘şehirlerin dilleri’dir. İlgili yazın genelde mekân, yurttaş, katılım, kentli birey gibi renksiz kavramlara/olgulara odaklanmıştır. Oysa kentler, renklerin mekânlarıdır ve kentli bireylerin her biri, bir dil ve kültürün parçasıdır ve hatta gündelik hayatı belirleyen de, daha çok parçası oldukları bu diller ve kültürlerdir. Tam da bu anlamda şehirlerin dilleri, kentsel sosyolojinin de bir fotoğrafı gibidir. ‘Dünya Anadil Günü’ vesilesiyle diller üzerine tartışmaların yapıldığı şu günlerde, alışılmış yargıların ötesinde düşünmek bu nedenle büyük bir ihtiyaç.

Türkiye’de formel politika ve sosyolojinin, şehirlerin dillerine dair ‘yabancılığı’, referansını büyük ölçüde Cumhuriyetin ilk yıllarında inşa edilen politika ve uygulamalardan alır. O yıllarda Türkçe dışındaki diller, ‘ulus’un inşası önündeki en büyük engel olarak görülmüştü. Nitekim M. Kemal, 1931’de Adana Türk Ocağı’nda ‘milliyetin bariz vasıflarından birisi dildir. Türkçe konuşmayan bir insan, Türk harsı ve camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz’ demişti. Bu tespit, o günlerde ülkedeki nüfusun tümünü ‘Türk milleti’ olarak gören bir başka politik tespitle birleşince, Türkçe dışındaki diller yok sayılmıştı. Ne var ki 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımının verilerine göre Türkiye’de yirmi farklı anadil vardı ve bunların her biri, değişik şehirlerde en çok konuşulan ikinci ya da üçüncü dillerdi.

∗∗

Mesela 1927 verilerine göre Kürtlerden sonra en büyük Müslüman grup olarak Arapça konuşan nüfusun yüzde 38,52’si Mardin’de yaşıyordu. Şehrin gündelik dilinde Arapça duymak olağandı. Anadili Arnavutça olan nüfusun %28,36’sı İstanbul’daydı. Onu %10,42 ile İzmir izliyordu. Boşnakça konuşan nüfusun %30,67’si Kocaeli’de yaşıyordu. Kırklareli, İzmir, Balıkesir, Bursa ve Çanakkale de Boşnak nüfusun yoğun olarak yaşadığı yerlerdi. Aynı sayıma göre anadili Çerkezce olan nüfusun %26,8’i Kayseri ve Bolu’da toplanmıştı. Anadili Ermenice olan nüfusun %70’i İstanbul’daydı. Anadili Rumca olan nüfusun %11,57’si de yine İstanbul’da yaşıyordu. Aynı sayımın verilerine göre, Yahudice konuşan nüfusun %56,92’si İstanbul’da ve %24,39’u İzmir’de yaşıyordu. Anadili Tatarca olan nüfusun %37,45’i ise Eskişehir ve Ankara’da ikamet etmekteydi.

1935 yılı resmi kayıtları ise diğer bazı dillerin belli şehirlerde yoğunlaştığını gösteriyordu. Mesele anadili Gürcüce olan nüfusun % 26,73’ü Artvin’de, %25,40’ı Kocaeli’de yaşıyordu. Anadili Abhazca olan nüfusun % 65.09’u Kocaeli, Sakarya ve Yalova’da yaşıyordu. Anadili Kıptice olan nüfusun %22,19’u Edirne’deydi. Edirne’yi İstanbul, Kocaeli ve Balıkesir takip ediyordu. Anadili Lazca olan nüfusun %84,81’i Artvin’de yaşıyordu. Hatta Lazca, Artvin’in toplam nüfusu içinde %19,73 oranında bir paya sahipti. Bu grubun %11,68’i de Bolu ve Kocaeli’de ikamet etmekteydi. Anadili Pomakça olan nüfusun büyük bir bölümü ise Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Balıkesir’de yaşıyordu Keza anadili Sırpça olan nüfusun %85,28’i Müslümandı ve %32,87’si Balıkesir’de, %16,55’i ise İstanbul’da yaşıyordu.

∗∗

Kürtçe, Türkçeden sonra en çok konuşulan ikinci dildi. 1927-1965 arasındaki nüfus sayımları verilerine göre, toplam nüfus içindeki payı %7-9 arasında değişmekteydi. Bazı şehirlerde anadili Kürtçe olan nüfusun oranı Türkçeden çok fazla yüksekti. Mesela 1927’de Hakkari’de Kürtçe konuşan nüfusun tüm nüfusa oranı %88,93’tü. Aynı sayımda Bitlis, Siirt, Diyarbakır, Van, Mardin, Elazığ ve Ağrı’da Kürtçe konuşan nüfusun oranı %50’nin üzerindeydi.

∗∗

Bu dilsel çeşitlilik ve zenginlik içinde tek dilli bir ülke tahayyül etmek ve diğer bütün diller için asimilasyon seçeneğini bir politik tercih olarak belirlemek, ağır toplumsal-kültürel maliyetleri olacak bir süreç demekti. Dilleri hızla kaybolmaya mecbur edecek koşullar içinde tutmak ve hatta yasaklamak onarılamaz yaralara yol açacaktı ve öyle de oldu. Türkiye, uzun bir zamandır kendi açtığı dilsel yaraları tespit ve tedavi etme imkânlarını arasa da tuhaf bir şekilde geçmişteki tasfiyeci politik tutumdan kopamıyor. Bu yüzden kendi yaralarını tedavi edemiyor; bu sağlıksız hali gelecek kuşaklara bir yük olarak bırakıyor, ne yazık ki!

                                                               /././

Dehşet evini kim koruyor? (Timur Soykan)

Tekirdağ Çerkezköy’deki Özel Trakya Bakım Merkezi’nde kalan ve bacakları olmayan Avni Kılıçaslan (72), “Tekerlekli sandalyeden düştü” denilerek hastaneye kaldırıldı. Yaşlı adam yaşam savaşı verirken bakıcılar tarafından feci şekilde dövüldüğü iddia ediliyor. Bakıcı diğer personele “Avni’nin kafasını top gibi sektirdim” demiş. Kamera kayıtlarında dehşetin ipuçları var ama bakım merkezi halen faaliyetine devam ediyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı susuyor.
Dehşet evini kim koruyor?
                                                                                                                                                 Fotoğraf: BirGün

İlk defa Çerkezköy Haber’den meslektaşımız Şaban Kardeş’in haberleştirdiği olayı görüntüler eşliğinde anlatalım.

Avni Kılıçaslan, 30 yıl önce Tekirdağ’ın Ergene ilçesinde trene binmeye çalışırken rayların arasına düştü ve iki bacağını kaybetti. Tekerlekli sandalyeye mahkum olan üç çocuk babası adam, iki yıl önce tek başına yaşıyordu ve alkol bağımlılığı sorunu vardı. 70 yaşındaki adam kaymakamlık kararıyla Çerkezköy’de yaşlı insanların barındırıldığı Özel Trakya Bakım Merkezi’ne yerleştirildi. Türk Metal Sen’e ait bina yıllarca boş durduktan sonra 2017’de Özel Trakya Bakım Merkezi’ne kiralanmıştı. Merkezin kurucusu ise; eski Türk Metal Sen Çerkezköy Şube Sekreteri Melek Tarak’ın eşi Sami Tarak’tı. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı kurumun 180 kişilik kapasitesi var ve Trakya bölgesinin en büyük engelli bakım merkezi. Avni Kılıçaslan bu kurumda C101 numaralı odada kalıyordu.

6 Şubat 2024 günü sabah saat 07.30 sıralarında Özel Trakya Bakım Merkezi’ndeki görevliler, yaralı bir hasta olduğunu söyleyerek ambulans istedi. Tekerlekli sandalyeden düştüğü söylenen Avni Kılıçaslan, sedyeye konularak 200 metre uzaktaki Çerkezköy Devlet Hastanesi’ne götürüldü. Ancak bilinci kapalıydı ve beyin kanaması geçiriyordu, hayati tehlikesi vardı. Hemen Tekirdağ Şehir Hastanesi’ne sevk edildi.

Avni Kılıçaslan şu an yoğun bakımda ve hayati tehlikesi devam ediyor. Bakım Merkezi’nin kurucusu Sami Tarak, MÜSİAD etkinliğinde dönemin Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık’tan ödül almıştı. 

Hastaneye kaydı yapılırken şöyle yazıldı:

“Bakımevinde kalan hasta ve kurum çalışanları hastayı düşmüş halde bulmuşlar.”

Ayrıca raporda  ‘Alkol tüketicisi’, ‘Bilinç değişikliği’, ‘Yüzünde her yerde yeni ve eski başlangıçlı ekimozları mevcut’ notları düşülmüştü.  

DOKTOR: DARP EDİLMİŞ

Yaşlı adamın ailesi, yoğun bakımın kapısında bir süre bekledikten sonra Özel Trakya Bakım Merkezi’ne gitti ve neler yaşandığını sordular. Kurumun müdiresi Feriha Aydoslu, 72 yaşındaki adamın tekerlekli sandalyesine binmek isterken düştüğünü ve kafasını çarptığını tekrarladı. Kamera görüntülerini incelediğini bir darp olmadığını anlattı.

Avni Kılıçaslan’ın yakınları, doktorla görüştüğünde ise yaralanmanın tekerlekli sandalyeden düşme sonucu olamayacağını, kafasında ve vücudunda çok sayıda darp izi olduğunu öğrendi. Hatta doktor, yaşlı adamın kafasındaki bazı yaraların 1.5 ay öncesine ait olduğunu ifade etti.

Buna karşın kurum yetkilileri, Avni Kılıçaslan’ın düşme sonucu yaralandığını bildirdiği için adli soruşturma açılmamıştı. Yaşlı adamın ailesi, Çerkezköy Savcılığı’na suç duyurusunda bulundular. Bu sırada defalarca gittikleri Özel Trakya Bakım Merkezi’nin müdiresi, görüntüleri vermiyordu. Sadece iki kurum görevlisini işten çıkardığını söylüyordu.

DAKİKA DAKİKA DEHŞETİN İZLERİ

Savcılık soruşturması korkunç gerçekleri ortaya çıkardı. C Blok 1. kattaki kamera C101 numaralı odanın kapısını görüyordu.

6 Şubat 2024 günü…

Saat 06.28: Avni Kılıçaslan, odasının kapısını açıp dışarı çıkmak istiyor, sağlık personeli ve nöbetçi amir Mehmet Can Bayraktar ise kapıyı tutarak onu engelliyordu.

Saat 06.34: Mehmet Can Bayraktar, yeniden kapıyı açmaya çalışan Avni Kılıçaslan’ı iterek kapıyı kapatmış ve uzaklaşmıştı.

Saat 06.35: Mehmet Can Bayraktar’ın odanın kapısından ayrılmasından sadece bir dakika sonra bakım görevlisi Murat Saraçoğlu temizlik malzemelerinin olduğu tekerlekli tezgahtan ile C101’in önüne geldi. Odadan çıkan tekerlekli sandalyedeki Avni Kılıçaslan’ı itti, yaşlı adam koridordaki kolu tutarak direndi. Murat Saraçoğlu, zorla elini çekerek Avni Kılıçaslan’ı odaya soktu. Kapı açık kalmıştı ancak kamera odanın içini görmüyordu. Murat Saraçoğlu da odanın içindeydi.

Saat 06.36: Murat Saraçoğlu’nun yaşlı adamı odaya sokmasından bir dakika sonra Mehmet Can Bayraktar odanın kapısına geldi. Bir süre odaya bakıp içeri girdi.

Saat 06.38: Mehmet Can Bayraktar, odadan çıktı ve temizlik-bakım malzemeleri olan tezgahtan bez parçaları alarak yeniden odaya girdi.

‘AVNİ’Yİ DÖVÜYORLARDI’

Saat 06.39: Avni Kılıçaslan’ın odasının çaprazındaki C103 numaralı odanın kapısı açıldı. Burada kalan 70 yaşındaki Şaban İşler, odadan çıktı. Sağlık sorunları vardı ve koltuk değneği ile güçlükle yürüyordu. C101 numaralı odanın kapısına gelip bir süre içeriye baktı. Bu sırada Murat Saraçoğlu odadan çıktı. Şaban İşler ona kısaca bir şeyler söylemiş ve oradan ayrılmıştı.

Bu görüntüleri inceleyen polisin ifadesini aldığı Şaban İşler şunları söyledi:

“Sabah gürültü seslerine uyandım. Sesin geldiği C101 numaralı odaya yöneldim. Kapı açıktı ve içeriye girmeden odaya baktığımda bakımevi personeli olan Mehmet Can Bayraktar ve Murat Saraçoğlu’nun yerde yatar vasiyette bulunan Avni isimli şahsı karın ve göğüs bölgelerini tekmeleyerek darp ettiklerini gördüm. Yüksek sesle “Ne yapıyorsunuz, adamı bırakın” dedim ama bana hiçbir şekilde cevap vermediler. Avni’yi darp etmeye devam ettiler.”

Şaban İşler ifadesinin devamında sigara içip geri döndüğünde odadaki darp olayının devam ettiğini ve Avni Kılıçaslan’ın “Yardım edin polis” diye bağırdığını öne sürdü. Ancak kamera kayıtlarında iki bakımevi görevlisi C101’deyken Şaban İşler’in odasına döndüğü görünmüyor.

BAKICININ HAREKETLERİ

Saat 06.40: Mehmet Can Bayraktar ve Murat Saraçoğlu odadan çıktı. Mehmet Can Bayraktar’ın elindeki ışık saçan telefon ya da fener dikkat çekiyor. Tekrar odaya giriyorlar.

Saat 06.42: İki bakımevi görevlisi odadan çıkıyor. Mehmet Can Bayraktar’ın elinde yine ışık saçan materyal var ve merdivenlerden iniyor. C101 numaralı odanın kapısını açık bırakan Murat Saraçoğlu ise temizlik aracını da alarak asansöre yöneliyor. Asansörü beklerken yüzü kameraya dönük ve çeşitli el hareketleri yapıyor.

‘ELLERİNDE KAN VARDI’

Bu andan sonra 10 dakika boyunca Avni Kılıçaslan’ın odası önünde bir hareketlilik yok. İddiaya göre; bu sırada Murat Saraçoğlu, diğer kurum çalışanlarının bulunduğu A Blok zemin kattaki koridora indi. Ellerinde kan vardı. Bu anlara tanıklık eden kurum personeli Sevda Ş. şunları söyledi:

“Murat’ın ellerinde kan izleri vardı. Bize ellerini göstererek ‘Avni’nin odasına gittim. Avni’nin yüzüne fener tuttum, yatağında Avni’yi biraz dövdüm. Sonra yere düştü. Kafasını çarptı. Ben de yüzüne tekme attım’ dedi. Mehmet Can, Murat’ın anlattıklarını duyar duymaz yanımızdan ayrıldı. Murat Saraçoğlu da onun peşinden gitti.”

O sırada koridorda bulunan personel Aylin A. da benzer ifade verdi.

‘TOP GİBİ KAFASINI SEKTİRDİM’

Ancak bu konuşmaları duyduğunu söyleyen kurum personeli Neşe K.’nin ifadesi çok daha korkunç:

“Saat 06.45 sıralarında işlerim bitti ve A Blok zemin kata indim. Murat Saraçoğlu geldi. Diğer çalışanlarla sohbet etmeye başladı. Yakın mesafede olduğum için konuşmaları duydum. Murat burada ‘Avni ile küfürleştik, odasına girmemek için direndi. Ben de tekerlekli sandalyeye tekme atarak içeri soktum. Avni de tekerlekli sandalye ile yere düştü. Yerden aldım yatağına koydum. Bu sırada yakama yapıştı ve yaka kartımı kopardı. Ben de cebimdeki feneri yüzüne tuttum ve Avni’yi tokat ve yumrukla bayağı dövdüm. Sonra hırsımı alamadım yere fırlattım. Yerde yüzüne tekme attım, top gibi kafasını sektirdim’ dedi. Akabinde Murat “Ben şu p… bir bakayım ölmüş, kalmış olmasın’ dedi ve koridordan ayrıldı.”

Güvenlik kamerasının kaydında Mehmet Can Bayraktar’ın önce C101 numaralı odaya geldiği görünüyor.

Saat 06.51: Mehmet Can Bayraktar ve Murat Saraçoğlu odaya gelip Avni Kılıçaslan’a bakıyor.

Saat 07.15: Odaya birkaç kez girip çıktıktan sonra Mehmet Can Bayraktar elinde tansiyon ölçüm aleti ile merdivenlerden iniyor. Murat Saraçoğlu, Avni Kılıçaslan’ı odasından tekerlekli sandalyede çıkarıyor. Yaşlı adamın yaralı olduğu görünüyor. Asansörle zemin kata iniyorlar.

Zemin kattaki ortak alanın kamera kaydı sonrasında yaşananların gözler önüne seriyor.

Saat 07.16: Murat Saraçoğlu, yaşlı adamı ortak alandaki bir köşeye tekerlekli sandalyede götürüp bırakıyor. Bu sırada salonda tekerlekli sandalyede başka yaşlılar var.

Saat 07.20: Mehmet Can Bayraktar ve diğer kurum personeli, Avni Kılıçaslan’ın yanına geliyor. Bu sırada salona Murat Saraçoğlu giriyor ve görevlilerin yanına gidiyor.

Saat 07.36: Yaşlı adamın ağır yaralanmasından yaklaşık bir saat sonra ambulansa haber veriliyor. Çerkezköy Devlet Hastanesi, bakımevinin hemen yanında. Ancak Avni Kılıçaslan, 07.36’da sedyede kurumdan çıkartılıp ambulansa konuluyor.

Avni Kılıçaslan, halen Tekirdağ Şehir Hastanesi’nde yoğun bakımda yaşam savaşı veriyor. Doktorlar ailesine umut vermiyor.

Özel Trakya Bakım Merkezi’nin müdiresi Feriha Aydoslu, saat 07.45 sıralarında olaydan haberdar olduğunu ifadesinde anlattı ve şöyle konuştu:

“Bana Avni Kılıçaslan’ın düşerek yaralandığı ve hastaneye götürüldüğü bilgisi verildi. Saat 08.30 sıralarında kamera kayıtlarını inceledim. Mehmet Can ve Murat’ın şahsın hastaneye götürülmesi konusunda ihmallerinin olduğunu fark ettim ve bu nedenle savunmalarını aldım. Daha sonra ikisinin işine son verdim. Ertesi gün Şaban İşler isimli hastamız benimle görüşmek istemiş. Odasına gittim ve Şaban “O iki çocuk adamı dövdüler” dedi. Bunun üzerine tekrar kamera kayıtlarını incelemeye başladım. Ben kamera kayıtlarını incelerken aile hastaneden aldıkları bilgiyle darp olduğunu bana söyledi. 8 Şubat 2024 günü kamera kayıtlarını ve evrakları Çerkezköy Adliyesi’ne teslim ettim.”

BAKICI TUTUKLANDI

Savcılığın başlattığı soruşturmada bakım personeli Murat Saraçoğlu tutuklandı. Mehmet Can Bayraktar ise adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Özel Trakya Bakım Merkezi ise müdire Feriha Aydoslu yönetiminde faaliyetlerine devam ediyor.

Daha önce de bu kurumda ‘Düştü’ denilerek yaşlı hastaların Çerkezköy Devlet Hastanesi’ne götürüldüğü ve bu durumun hastane yönetiminin dikkatini çektiği öne sürülüyor. Yani çok sayıda yaşlının şiddete uğradığı iddia ediliyor.

Başka bir iddiaya göre; yaşlıların maaşlarının büyük kısmı kurum tarafından alınıyor ve sadece 2 bin lirası onlara veriliyor.

Bakım Merkezi’nin Müdiresi Feriha Aydoslu bu iddiaları yalanlıyor. Engelli hastalar merkezde bulunduğu için düşme olaylarının daha önce de yaşandığını ifade eden Feriha Aydoslu, “Ancak adli bir vaka hiç olmadı. Bu olayda ihmal ya da kasıt olma ihtimalini görünce bağlı bulunduğumuz kurumun il müdürlüğüne soruşturma için başvurduk.  Hastalarımızın paralarının alındığı iddiası da uydurma ve gerçekle ilgisi yok. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı hastaların parasını karşılıyor” diye konuştu.  

İstanbul Sosyal Gelişim Derneği ise bu olaya karşın bakım merkezinin kapatılmamasına tepki gösteriyor. Tüm çabalarına karşın Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı’na ulaşamadıklarını ve bu kuruma yaptırım uygulanmadığını ifade ediyor. Dernek hasta odalarına da tamamen gizliliği korunacak şekilde kameralar konulması gerektiğini savunuyor.

                                                      /././

‘Rüya, kendine gel’ (Yaşar Aydın)
Muhafazakâr tabanda yaşananlar Erdoğan’ın kimyasını bozdu. Bir yandan siyasal İslamcıları gönlünü hoş ederken kantarın topuzunu da kaçırmaması gerekiyor. Yeniden Refah rejimin açmazını her geçen daha da büyütüyor.

Erdoğan’ın söylem ve eylemi arasında açılan makasın sonuçları muhafazakar seçmenin kıyılarına kadar ulaştı. Erdoğan’ın Sakarya mitingi sırasında açılan “İsrail’le ticaret utancı sonlandırılsın” pankartı hemen kapattırılsa da etkilerinin silinmesi o kadar kolay olmuyor.

Rejim, hiç kuşku yok ki İslami dozu daha net bir Türkiye’yi çok fazla istiyor. Ama onun da biz çizgisi olmalı. Bu çizgi MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın 97’inci kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşma ile çizilmişti. Tarikat ve cemaatlerin talepleri rejime biat ettiği ve toplumsal ilişkilerini organize ettiği oranda karşılanmaya devam edecek. Ama tek şartla. İktidarın çizdiği rota dışına çıkılmayacak. İktidarın bir erken doğumu kaldıracak hali kalmadı.

Erdoğan ve rejimin diğer bileşenlerinin bugün için tarikatlara dair ciddi bir sorunu yok. Onları kontrol altında tutabiliyor. Ama aynı rahatlığı Yeniden Refah’la yaşayamıyor. Bir türlü hizaya gelmeyen Erbakan şu anda oyunbozan durumunda.

YENİDEN REFAH AÇMAZI

Erdoğan ve Bahçeli 14 Mayıs seçimlerinin hemen öncesinde yakın tehlikeyi bertaraf etmek için Erbakan’ı kadroya dahil ettiler. Erbakan bu çağrıya olumlu yanıt verdi. Ama sıradan bir ortak olmayacağını daha ilk toplantıda belli etti. Hiç beklenmediği ölçüde seçmen Yeniden Refah saflarına katılırken daha büyük bir tehlike kapıda bekliyordu. AKP seçmeni neredeyse yarısı ikinci parti olarak Yeniden Refah’ı işaret ediyordu. İşte tam da bu durum Erdoğan’a yeni kısıtlar yarattı. MHP ile paylaştığı iktidara yeni bir ortak geldi. Üstelik bu ortak MHP gibi uzak akraba değil kendi kökünden geliyordu. Hatta kökün kendisi bile sayılabilirdi.

Erdoğan bir yandan iyi ilişkiler geliştirip Yeniden Refah’ı yanında tutmak diğer yandan da popüler olmasını engellemek gerekiyordu. İşte A Haber muhabiri de tam da burada baltayı taşa vurdu ve Erdoğan’dan fırçayı yedi. Çünkü Erdoğan asla Yeniden Refah’a diğer partilere davrandığı gibi davranamazdı. En azından şimdilik.

BU İŞ NEREYE VARACAK?

Erdoğan ilk olarak yerel seçimi atlatmayı hedefliyor. Bunun için Yeniden Refah’la ilişkileri çok fazla bozmak istemeyecek. Seçim sonrası ise ilk iş Erbakan’ı kendine bağlamak olmuyorsa yok etmek olacak. Tıpkı Mumcu, Soylu, Kurtulmuş vakalarında olduğu gibi.

Ama işi bu defa o kadar kolay değil. Her şeyden önce yaşlanan bir lider ve zayıflayan bir parti var. Daha şimdiden iktidarı birden fazla siyasi figürle paylaşmak zorunda. Yani ortada mutlak bir iktidar yok. Ülkenin ekonomik ve siyasal olarak kötü yönetilmesi ve artık bu kötü yönetimin sonuçlarının toplumun her kademesine ulaşması Erdoğan’ın elini daha da zayıflatıyor.

Gözümüzün önünde muhafazakar seçmen bir kez daha kabuk değiştiriyor. Bu sefer üzerinden atılacak kabuk Erdoğan olacak gibi. İşte tüm kavga, gerilim ve dikkat bunun üzerine. Erdoğan ve beraberindekiler gürültü çıkarmadan meseleyi çözmeye çalışıyor. Bu iş çok kolay değil.

A Haber meseleyi eline yüzüne bulaştırdı. Yeniden Refah Erdoğan’ın sinir uçlarıyla oynamaya devam ederse cepheye Ahmet Hakan ve Abdulkadir Selvi sürülecek. Bakalım onlar topa nasıl girecek. Keyifle izlemeye devam.

(BİRGÜN)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder