Erdoğan umutlu ama tedirgin (Berkant Gültekin)
2024 yerel seçimleri, uzun bir aradan sonra muhalefetin ittifak ya da işbirliği yapmaksızın gireceği ilk seçim olacak. Ülkede ittifaklar dönemi genel anlamda bitmese de muhalefet açısından bu konjonktürde son buldu. En azından 31 Mart seçimlerinde en kritik büyükşehirler için bu kesin.
Yaklaşan yerel seçimler büyük oranda İstanbul’daki sonuç üzerinden anlam kazanacak. İstanbul’u kazanan, yerel seçimin galibi olarak kabul edilecek. İktidarın da kente özel bir anlam yüklediği ortada. Muhalefetteki ayrışmanın, İstanbul’u 2019 öncesi pozisyonuna döndürme açısından Saray rejimine önemli bir fırsat sunduğu yadsınamaz.
2017’deki anayasa değişikliği referandumundan bu yana “hayır” diyen muhalefet cephesine üstün gelemeyen Erdoğan’ın, yeni dizilimde istediği denklemi bulması, kazanma umudunu artırdı. 2019’da birlikte hareket ederek İstanbul’u Saray’ın kontrolünden çıkaran muhalefet, bu seçimde ayrı adaylarla seçime girme politikası belirleyerek Cumhur İttifakı’nın adayı Murat Kurum’un kısıtlı avantajını kayda değer bir düzeyde büyüttü.
Muhalefet bu kez, birleşme değil ayrışma konusunda uzlaştı. Bu tablonun oluşmasında Mayıs seçimlerinin belirleyici bir etkisi var. Rejimi yenme amacına ulaşamayan muhalefet aktörleri, yeni dönemde, mümkün olan en yakın zamanda rejimi geriletme stratejisini rafa kaldırarak CHP ile araya çizgi çekti. Kendi talep, beklenti ve ihtiyaçlarını ön plana alan muhalefet partileri, farklı seçeneklere açık, bağımsız pozisyonlara çekildi. Hal böyle olunca muhalefetin yerel seçimlerde, asgari müşterekte bir araya gelebileceği ortak bir hedef de kalmadı.
Siyasette iddialı olmak adettendir ancak planlar, muhtemel sonuçlar üzerinden yapılır. Her ne kadar DEM Parti ve İYİ Parti, İstanbul’da seçim kazanma hedefiyle aday belirlediklerini söyleseler de geleceğe dair yol haritalarını bu beklenti üzerinden şekillendirdiklerini varsaymak pek mantıklı olmaz. İki parti de İstanbul’da seçimi Ekrem İmamoğlu ya da Murat Kurum’un kazanacağını biliyor ve hem bu iki isimden birinin alacağı galibiyetin politik sonuçları hem de kendi oylarının karşılığı üzerinden biçimlenecek şartlar üzerinden strateji kuruyor. Gerçekte ne DEM Parti’nin ne de İYİ Parti’nin İstanbul’u kazanmak gibi bir planı var. 31 Mart gecesi başarının çıtası, partilerin özgül siyasal varlıklarını tasdik edecek bir oy oranıyla seçimi bitirmek olacak. Bu bir noktada anlaşılır çünkü CHP’nin başrolde olduğu siyasal mücadele, bu partileri ister istemez eritiyordu.
CHP’nin yeni yönetimi ise bir önceki dönemden kalan siyasi enkazın faturasını ödüyor. Hoş, partinin yönetiminin değişmesine vesile olan da bu enkazın kendisiydi. Ancak muhalefet bileşenlerinin rejimi yenme uğruna CHP’ye verdiği kredinin 14-28 Mayıs’taki seçim başarısızlığının ardından tükenmesi, daha en başında geniş bir yerel seçim birlikteliğinin oluşmasının önünde ciddi bir engel teşkil ediyordu. Özgür Özel liderliğindeki CHP de bu engeli aşamadı.
Anamuhalefetin İstanbul ve Ankara’da kazanmak için güç birliğine ihtiyacı var. Ekrem İmamoğlu İstanbul’da, Mansur Yavaş da Ankara’da DEM Parti ve İYİ Partililerin oyunu almak zorunda. Aksi halde ittifak şeklinde seçime girme politikasından taviz vermeyen Cumhur İttifakı’nın adaylarına karşı ipi önde göğüsleme şansları bulunmuyor. Yavaş, İYİ Partileri yine ikna edebileceğini düşünüyor. İmamoğlu’nun İstanbul’da güvendiği faktör ise “taban ittifakı”. İBB Başkanı, partilerin kurumsal olarak yan yana gelemediği bir düzlemde, partilerin seçmenlerini “İstanbul’u rejime teslim etmeme” diskurunda birleştirmeye çalışıyor.
İstanbul’da İmamoğlu’nun taban ittifakıyla seçimi kazanması halinde farklı bir gerçekliği konuşacağız. Zira bu, CHP’li olmayan muhalif tabanın, partilerinin adaylarından çok iktidara kaybettirmek amacıyla İmamoğlu’na yönelmesiyle mümkün olabilir. İşte bu cephe, belki de muhalif siyasi aktörlere, direnen milyonların öncelikli talebinin ne olduğuna ilişkin önemli bir mesaj verecek. İlk etapta istediğini alan Erdoğan’ı tedirgin eden de tam olarak bu.
/././
Yanlış yalnızlık (Kaan Sezyum)
Bu yazıyı yazmaya başladığım tarihten tam bir yıl önce, 6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki depremler, Türkiye’yi yasa boğdu. Yüzlerce binanın yıkıldığı, on binlerce insanın hayatını kaybettiği ve yaralandığı bu afet, birçok açıdan hatalı müdahale, kibir ve eksikliklerle dolu bir süreçle yönetildi. Tabii ki herhangi bir kamu görevlisinin suçlu bulunamadı. Neredeydi bu suçlular, neredeydi bunca can kaybına göz yummuş, tepkisiz kalmış sorumlular? Kimse yok.
Bugün admin muhalefete gereken cevabı da verdi: "Muhalefet diyor ki ‘1 yıl geçti, ortada bir şey yok.’ Kahramanmaraş burada, zahmet olmazsa buraya bir turistik seyahat yapın."... Diyerek turistik seyahat önerdi.
Çarşambanın gelişi yıllar öncesindeki salılardan belliydi. Her depremden sonra “Gerekeni yapıcaz” diyen ve sadece imar affı, imar barışı, imar kavuştayı, imar cicilemesi gibi inanılmaz ve akılalmaz tedebirlerce yüzlerce şaibeli, ruhsatsız, gayri nizami yapılmış binaların, vatandaşa mezar olmasının yolu açıldı. İmar kısmı önemli. Bakın imar kısmı hep çok önemli. Rezerv alan, veresiye satan.
Toplum genelinde deprem bilinci ve afet eğitimi yetersizdi. Acil durum planları ve tahliye yolları gibi konularda gerekli hazırlıklar yapılmamıştı. Zaten yol filan da kalmamıştı. Düşünsenize ülkenizin en büyük şehrindeki çalışan havalimanının pistlerini ısrarla kıran, üzerlerine millet bahçesi yapan büyük akıl, deprem anında ne yapsındı? Sonuçta çok büyük afetlerde biliyorsunuz iktidarlar birkaç gün paralize olur. Dünyanın her yerinde böyledir. Yardım için yurt dışından gelen arama kurtarma ekipleri bile çaresizliklerini, bir süre sonra ülkeyi üzgün ve işlerini tamamlayamamış olarak terkettiklerinde açıklamışlardı.
İlk 48 saatte arama-kurtarma çalışmaları yetersiz kaldı. Farklı kurumlar arasındaki koordinasyon eksikliği ve iletişim problemleri, arama-kurtarma çalışmalarının gecikmesine neden oldu. Slogan atan 5 öğrenci olsa anında olay mahalline ışınlanıp gelen güvenlik güçleri; garda patlayan bomba sonrası ambulanstan önce gaz atan kuvvetler neredeydi? “Aman asker devreye girmesin, bekamız bekalanır” diye düşünüldüğü için, asker de eli kolu bağlı olanlara tanık olmak zorunda kaldı.
Hal böyle olunca arama-kurtarma çalışmalarına katılacak uzman ekip ve ekipman eksikliği hissedildi. Bu durum, enkaz altında kalan insanların kurtarılma şansını düşürdü. Bir de üstüne üstlük dahice bir kararla, geceleri daha insanlar enkaz altında yaşam mücadelesi verirken camilerden sela okutuldu. Enkaz altında karanlıkta ve soğukta hayata tutunan bir kişi için psikolojik destek dediğin böyle olurdu… Her saniyenin değerli olduğu, sessiz her anın başka bir canın yardım feryadını duymak için kullanılabileceği anları böyle değerlendirmeyi tercih etti bizi yönetenler. Tabii ki kimsenin suçu yok. Deprem olacağını kimse bilmiyordu. Ülke deprem ülkesi değildi, yıllardır bu ülkede hiç deprem olmuyor, hiç can kaybı yaşanmıyordu çünkü. Nereden bilebilirlerdi koskoca adamlar? Koskoca bıyıklı adamlar, koskoca bıyıklı ve sütten çıkmış ak kaşık gibi temiz bir vicdana sahip adamlar? Allah’ın lütfu işte. Bir saniye yoksa kader planı mıydı?
Felaketin sonrası da hayatlar aynı güzellikte devam etti. Depremden etkilenenler için yeterli barınma imkanı sağlanamadı. Çadır kentlerde yaşanan hijyen ve sağlık sorunları da büyük bir problem haline geldi. Hâlâ deprem bölgesinde bit ve salgın hastalık tehlikesi var. Depremden bir yıl sonra bile… Afrika bizi kıskanmasın. Kadınlarımız saçlarını kesiyor bitlenmemek için. İşte bu.
Depremin vurduğu illerde yurttaşlar günlerce çadır beklerken Kızılay’ın, AHBAP ve TEB’e çadır sattığı da ortaya çıktı. Kızılay Başkanı Kınık ise durumun "ahlaki olduğunu" ileri sürdü. Kızılay’ın işi neydi? Kızılay ne demekti? Kızılay, çadırdı. Kızılay ahlaki satıştı. Alakı da sattık bu arada, iyi de oldu. Ne gerek var zaten?
Onca yıldır toplanan deprem vergileri zaten nerede, kim nereden bilsin? Bir bakan “Gereken yerlere gitti” demişti. Bir başkası “Yol yabdık” dedi. Bir başkasının ise diyecek hiçbir şeyi yoktu. Ölüp gitmişti çünkü.
Bir anda ülkesinin en az 50 bin vatandaşının hayatının yok olmasını, hiçbir sorumlu bulamayıp olgunca karşılayan bir yönetim var. İnşaat konusunda dünya lideri olan ülkemizin, depremzedelere vaadi vardı. “319 bini 1 yıl içinde olmak üzere toplam 650 bin yeni konut yaparak depremzede vatandaşlarımıza teslim edeceğiz” denilmişti. Oysa şu anda 46 bin konut kura çekimine hazırmış. Olsun, bekleriz. Gerekirse ya da gerekmezse bir kere daha ölürüz. Nasıl olsa bin kere yaşıyoruz.
/././
İktidarın yaptıkları, yapacaklarının teminatı (Nurcan Gökdemir)
6 Şubat 2023 günü iki ayrı depremle sarsılan, evleri başlarına yıkılan, sevdiklerinin ölümüne çaresizce tanıklık eden 11 ilin acıları aradan geçen bir yılın sonunda katlanarak sürüyor. Barınma, beslenme, ayakta kalma, yaşama mücadelesi içinde yas tutmaktan bile mahrum kalan depremzedeler bu süreçte bir yandan da çare bekledikleri yöneticilerinin hoyratlığının hedefi oldu. Bu hoyratlık, AKP’ye oy vermeyen Hatay gibi yerlerde ise katlandı. Son örneğini geçtiğimiz gün yaşadık.
GARİP BIRAKTIK İTİRAFI
Bu kentlerden en büyük yıkımın yaşandığı Hatay’daki Antakya Spor Salonu’nda düzenlenen AKP Hatay İlçe Belediye Başkan Tanıtım Toplantısı’nda şu sözler yankılandı: "Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı, mahzun kaldı".
Recep Tayyip Erdoğan adayları Mehmet Öntürk’ü tanıtırken “Hatay harapsa bu iktidarın görevini yapmadığı anlamına gelmez mi?” sorularının sorulmasına yol açacak şu sözleri de ekledi konuşmasına:
“Şu anda Hatay’daki mevcut yerel yönetim, maalesef şu deprem olayından sonra ‘bad-el harab-ül Basra’ (Basra harap olduktan sonra) oldu. Nerede belediye başkanı? Yok. İşte şimdi, 31 Mart akşamı yeni bir dönemi, ben inanıyorum ki Mehmet Öntürk kardeşim ve ekibiyle ayağa kaldıracaktır.”
İlk yanıt bu sözlerin hedefi olan CHP’li Başkan Lütfü Savaş’tan geldi. Muhalefet partisinden aday olarak seçildiği için seçmenleri cezalandırılan Savaş’la ilgili bir parantez açalım. Lütfü Savaş’ın önce AKP’den Antakya Belediye Başkanı seçildiğini, Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday gösterilmeyince partisinden istifa ederek CHP’ye katıldığını ve seçildiğini hatırlatalım. Lütfü Savaş’a 2022 yılında AKP’den yine bir teklif geldiği ve kamuoyuna yansıyan bu haberin AKP tarafından da yalanlanmadığı biliniyor. Bir hatırlatmada daha yarar var, Savaş’ın istifasına yol açan ve kendisinden esirgenen adaylığa o dönemde şimdi CHP Milletvekili olan Sadullah Ergin, Recep Tayyip Erdoğan tarafından layık görülmüştü. Türkiye’deki siyaset yapma tarzını yansıtan bu parantezi kapatarak devam edelim
SEÇİM STRATEJİSİ Mİ?
Savaş, eski lideri Erdoğan’a, “Vicdanen analize muhtaçtır, hukuken analize muhtaçtır, psikolojik olarak analize muhtaçtır. İnsana dair böyle bir duygu olmaz, olamaz. Kendisini ve partisini tercih etmediği için, hem de depremzedelerin önünde, deprem bölgesinde 10 binlerce canın öldüğü ortamda yardım etmediğinin ifadesi bu. Başka bir ifade değil" karşılığını verdi. Çok sayıda siyasetçi, muhalefet partilerinin bölge milletvekilleri, yurttaşlar bu sözlere “Vicdansızlık, insan yaşamı üzerinden partizanlık” karşılıkları verdi. Bu, öylesine ağızdan dökülen sözler, gizlenen niyetin dillendirilmesi değil Hataylıların bir yıl boyunca her an deneyimledikleri bir gerçekti.
Erdoğan, her seçimde uyguladığı ve çoğu zaman sonuç aldığı siyaset stratejisini sokaklarında, meydanlarında, mezarlıklarında hala çığlıkların atıldığı, acının kasıp kavurduğu bu bölgede de belediye başkanlığını kazanmak için sahneleyeceğinin işaretlerini verdi: “Oy verirsen, hizmet alırsın, vermezsen garip bırakırım, mahzun bırakırım”.
AKP’Lİ DEĞİLSEN EV YOK
“Bu ağızdan kaçan bir söz, gizlenen niyetin açığa çıkması değil” dedik. Bu politikayı deprem sonrası öncelikli gereksinim olan barınma hakkının karşılanmasında bile görmek mümkün. Depremden sonra görkemli törenlerle TOKİ eliyle başlatılan ve çoğunun ihalesi iktidara yakın müteahhitlere verilen konut inşaatlarının yapılacağı il ve ilçelerin seçilmesinde de gördük bu anlayışı.
İhaleler başlarken T24 Yazarı Çiğdem Toker, konut yapılacak bölgelerin seçiminde AKP’li belediyelerce yönetilen yerlere öncelik verildiğine dikkati çekti. Aradan geçen bir yılın sonunda İnşaat Mühendisleri Odası’nın yaptığı bir çalışma da depremzede yurttaşın barınacağı konutların inşaatında tamamen politik tercihlerin hâkim olduğunu gözler önüne serdi. Depremde en fazla binanın yıkıldığı ya da kullanılamaz hale geldiği Hatay’la daha az etkilenen Antep’e yapılan konutların sayısında Erdoğan’ın hizmet anlayışı somutlandı.
PARTİZANLIKLA KATMERLENDİ
Başarı örneği denilemeyecek bu tabloya bir de partizanlık eklenince durum daha da ağırlaştı. AKP’li Belediye Başkanı Fatma Şahin’in yönettiği Antep’te kullanılamayacak durumdaki konut sayısı 45 bin 758 iken ihalesi yapılan konut sayısı 18 bin 826, yüzde 70’in üzerinde tamamlananlar ise 7 bin 149. Hatay’da ise 258 bin 974 konut ya yıkıldı ya da yaşanamayacak kadar büyük hasar gördü. Ancak 31 bin 654 konutun ihalesi tamamlandı ve sadece bin 185’inin gerçekleşme oranı yüzde 70’in üzerine çıktı. Oransal olarak bakıldığında tablo daha da çarpıcı, Hatay’da ihalesi yapılan konutların oranı yüzde 12 iken Antep’te bu oran yüzde 42’ye yaklaşıyor. Tamamlanma oranı yüzde 70’in üzerindekilere bakıldığında da Hatay’da yıkılan ya da yıkılmak zorunda olunan 213 bin 216 daha fazla konut varken bitme aşamasına yaklaşan konutların oranı Antep’e göre neredeyse altı bir oranında.
Tablo bize şunu gösterdi özetle, Erdoğan’ın dediği gibi “Yaptıkları yapacaklarının teminatı”… Bu yerel seçimde sadece deprem bölgesi değil tüm Türkiye ya “Buna ortak olmayacağız, hizmet herkesin hakkı” diyecek ya da sandığa giren oyunun kendisine karşı şantaj malzemesi olarak kullanılmasına sessiz kalacak.
/././
Nasıl unutmayız? (Özgür Gürbüz)
50 binden fazla canımızı kaybettiğimiz bir depremi unutmak mümkün mü? Elbette hayır. Ne aileleri unutur ne dostları. Ne de uzaklardan yürek acısını paylaşanlar. O zaman neden her deprem, her afet ve her katliam sonrası “unutma, unutturma” diye haykırıyoruz?
Biz aslında bir depremi felakete dönüştüren koşulları ve dönüştürenleri unutmamaktan bahsediyoruz. Kahramanmaraş’ta zemin kattaki pastanenin kestiği kolon nedeniyle 36 kişiye mezar olan Ezgi Apartmanı’nı unutamayız. Kolonu keseni de göz yumanı da…
Yapı denetimini ticari bir faaliyete dönüştüren, bu yüzden de bugün yerle bir olan 40 bin binanın sorumlusu bu çarpık yapılaşma sistemini icat edenleri de unutamayız. Dere çakılı ve kum kullanılan İsias Oteli’ni yapanları da.
Kentsel dönüşümü rantsal dönüşüme çeviren, yeşil alanıyla, nüfus planlamasıyla, sosyal alanlarıyla birlikte planlanması gereken bir dönüşüme sırtını çeviren siyasetçileri de unutamayız.
Asbestli inşaat ve yıkıntı atıklarını ayrıştırmadan, verimli arazilere ve yerleşim yerlerinin yakınlarına kontrolsüz bir şekilde yığanları da unutamayız.
Seçim kazanmak, rant sağlamak amacıyla imar barışı ve affı çıkarıp, kentsel plan ve güvenlik kurallarını ihlal ederek, binlerce insanın hayatını riske atanları da unutamayız.
86 milyon nüfusun yüzde 37’sini beş kente tıkıştıran, rantı artırdığı için dikey betonlaşmayı teşvik eden, fay hatlarını ciddiye almadan yapılaşmaya izin veren yerel yöneticileri de merkezi idareyi de unutamayız.
∗∗∗
Büyük bir deprem bekleyen 16 milyonluk İstanbul’u daha da büyütmeye çalışan, Kanal İstanbul gibi projelerle deprem sonrası karşılaşılacak afetin boyutlarını artırmayı planlayan çılgınları da unutamayız. Bu suçları işleyenler koltuklarından edilmeden, adalet karşısına çıkarılmadan acılar hafifler mi?
İhmalleri, hataları, çıkarları için insanların hayatlarını önemsemeyenleri ve yapılması gerekenleri yapmayanları unutursak, 6 Şubat’ta, 17 Ağustos’ta kaybettiklerimizi de unutmuş sayılırız. Hataylılar dün yaptıkları protestolarla, ihmalleri olduğunu düşündükleri siyasi parti temsilcilerini unutmadıklarını, iktidar ya da muhalefet ayırt etmeden gösterdiler. Biz uzaktakilerin de aynı tepkiyi vermesi gerekir ki yitirdiklerimizin fotoğraflarına, dostlarımızın yüzüne bakabilelim. Deprem öncesi bizi yönetenlere tüm hatalarına rağmen oy vermeye devam edersek hiçbir şeyin değişmeyeceğini anlamamız ve herkese anlatmamız gerekiyor. Çoğu insan bu ilişkiyi kuramıyor, onlara kızarak, küserek pes edemeyiz.
∗∗∗
Geçmişteki hataları tekrarlayanlar kadar kentlerimizi geleceğe hazırlanmayanlar da suçlu. Yeniden inşa edilen kentlerde beton kalitesi dışında ne değişiyor? Yeşil alanları, bisiklet yolları ve yaya alanlarıyla yeni kentler mi planlanıyor yoksa yıkılan binanın yerine yenisi mi dikiliyor. TOKİ’nin ya da inşaat şirketlerinin yaptığı yeni apartmanların kaçında üst düzey yalıtım, çatısında güneş paneli koyup elektrik üretmeye olanak tanıyacak bir planlama var?
∗∗∗
Birbirlerini gölgelemeyen binalar mı yapılıyor yoksa güneyi kuzeyi bilmeyen mimarların çizdiği pencereli beton bloklar mı? Geleceğin akıllı evleri mi inşa ediliyor yoksa 60-80 yıl ayakta kalması dışında bir beklentimizin olmayan klimaya bağımlı hücreler mi? Deprem sonrası elektriksiz kalan kentlerimizi mikro şebekelerle, güneş enerjisi gibi şebekeden bağımsız seçenekler ve elektrik depolama tesisleriyle donattık mı? Geri dönüşümden yeraltına alınmış altyapıya, atık sularını arıtacak tesislerden elektrik şarj istasyonlarına kadar her şeyi planlanmış, dört dörtlük kentler kurarsak, depremde yitirdiklerimize en saygın özürlerimizi göndermiş, onların anısını Türkiye’nin en modern yerleşim yerlerini kurarak yaşatmış olmaz mıyız?
Hatırlamak böyle bir şey, unutmak ise bildiğimizi okumak.
/././
İstanbul’un ulaşım hafızası: Tramvay (Şükrü Aslan)
İstanbul’da kent içi ulaşımda tramvayın öyküsü, kendi başına sosyolojik bir okumaya konu edilebilir. Zira bu öykü ülkenin ve kentin gerilimli sosyo politik geleneklerinin toplandığı bir hafıza alanıdır. Bu hafızanın da gösterdiği gibi raylı sistemlerin inşasında İstanbul’un, hem dünyadaki ilk, hem de sonuncu kentlerden biri olduğunu söylemek mümkün. Çünkü dünyanın ilk metrolarından biri 1871’de Beyoğlu-Karaköy arasında inşa edilmiştir ama İstanbul raylı sistemler yönünden bugün küresel diğer kentlerle karşılaştırıldığında hâlâ geridedir.
Cumhuriyetin İstanbul’a dair ulaşım seçenekleri içinde bir raylı sistem olarak tramvay önemli bir yer oluşturmuştu. 1926’da Dersaadet Tramvay Şirketi ve İstanbul Şehremaneti işbirliğiyle Fatih-Edirnekapı tramvay hattı inşa edilmiş ve 1929’da törenle açılmıştı. O yıllar da şehrin zenginlerinden Süreyya Paşa da Üsküdar-Kısıklı-Alemdağ Halk Tramvayları Şirketini kurmuş ve bu hattı inşa edip 1928’de açmıştı. Bu şirket 1929’da Nafıa Vekaleti ile anlaşma içinde hisselerin çoğu İstanbul Belediyesine ait olan Üsküdar–Kadıköy Havalisi Halk Tramvayları TAŞ adını almış; aynı yıl Üsküdar-Haydarpaşa tramvay hattını da inşa etmişti. Bu hatların açılışı görkemli resmi törenlere konu oluyordu. Mesela Kadıköy-Feneryolu hattının temel atma törenine Başbakan İnönü de katılmıştı. Bu hat sonra Bostancı’ya uzatılmış ve yeni bazı hatların inşasıyla şehrin farklı bölgeleri tramvaylarla birbirine bağlanmıştı.
∗∗∗
Ne var ki Türkiye çok partili hayata geçtikten sonra, ulaşım tercihini karayolu taşımacılığı lehine değiştirmiş ve buna uygun olarak kent içi raylı sistemlerden; dolayısıyla tramvaylardan da vazgeçmişti. Bu yeni tercih, önceden inşa edilmiş raylı hatların sökülmesine bile sebebiyet vermişti. Nitekim 1960’ların ikinci yarısında İstanbul’da tramvay hatları artık yoktu. Avrupa yakasında son tramvay 1960’da Topkapı-Eminönü arasında, Anadolu yakasında ise 1966’da Kadıköy-Üsküdar arasında çalışmıştı. Artık motorlu kara taşıtlarının zamanıydı. Hatta bu taşıtlara sahip olma seviyesi ‘gelişmişliğin’ bir ölçütü sayılıyordu. Hakim söylemde karayolu ve raylı sistemlere yüklenen anlam o kadar keskindi ki birincisi özgürlüğe, ikincisi ise totaliter rejimlere aitmiş gibi anlatılıyordu.
İstanbul, işte bu düşünsel iklim içinde 1980’li yıllara geldi ve bu süre içerisinde belediye başkanları, raylı sistemleri inşa etmedi. Hatta kent içi ulaşımda tramvay seçeneği gündeme dahi gelmedi. Bu tutum 1989’da İBB başkanlığına seçilen Nurettin Sözen’le kırıldı. Sözen’in vaatleri içinde raylı sistemler ve bir parçası olarak tramvay önemli bir yer tutuyordu. Ne var ki ana akım medya raylı hatların inşasına dair haberleri dahi hafife alıyordu. O kadar ki 1992 yılında Taksim- Levent Metrosunun temeli atıldıktan bir gün sonra tanınan bir gazeteci, açılan çukuru ölçmüş ve 35 santim olduğunu yazarak gırgır geçmişti.
∗∗∗
Nurettin Sözen bu iklim içinde sonraki belediye başkanlarının devam ettirmek durumunda kalacakları gayet güçlü temeller attı. 1990’da İstiklal Caddesi’nin yayalaştırılması ile Nostaljik Tramvay hattının inşası bunun ilk örneğiydi. Kent içi ulaşımda tramvayın yeniden ve daha büyük ölçekli işlevler yüklenmesinin en büyük adımı ise Sirkeci-Cevizlibağ tramvay hattının inşasıydı. Bu inşanın bir özelliği de kent içi ulaşımı ücretsiz hale getirmek için bir denemeye imkan sunmasıydı ki tramvay bir yıl ücretsiz çalışmıştı. Bu hat Sözen’den sonra Bağcılar ve Kabataş’a uzayacak ve yanısıra 2003’de Kadıköy-Moda nostaljik Tramvayı, 2007’de de Şehitlik ile Mescid-i Selam arasındaki yeni hatlarla İstanbul’da kent içi ulaşımda hatırı sayılır bir ölçeğe varacaktı.
İstanbul’da son tramvay hattı Alibeyköy-Eminönü arasında inşa edildi. Hattın ilk bölümü 2021’de Cibali-Alibeyköy arasında, son bölümü de 30 Ağustos 2023’de Cibali-Eminönü arasında İBB başkanı Ekrem İmamoğlu’nun katıldığı törenlerle açıldı. İBB, bu adımlarla yüz yıl önce başlayan ve fakat uzun süren kesintiden sonra Nurettin Sözen ile yeniden kurulan tramvay hatlarını inşa politikasını sürdüreceğini ilan etti. Dünyanın ilk metrolarından birini inşa eden bu şehir, bugün aynı anda çok sayıda metro hattı inşasını sürdürerek hem geleneğine dönüyor hem de tramvaylarla kurulan kentin hafızasını yeniden inşa ediyor.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder