Topu bırak ‘altıncı’ Murat’a bak! (Barış Terkoğlu)"Altını değerli kılan insanlar ama insanın altın kadar değeri yok" diyor Thomas More.
Sorsan en yerli en milli onlar. İş sermayeye geldi mi babalarını bile tanımıyorlar. Ülkenin toprağını, kanunlarını, bürokrasisini küresel şirketlerin ayağına paspas ediyorlar.
Günlerdir göz göre göre gömülen işçileri konuşuyoruz ya. Çatlayan yığınlara rağmen çalışanların alana nasıl sokulduğunu okuyoruz ya. Daha iki yıl önce toprağa karışan tonlarca siyanürlü suya rağmen işlerin nasıl tıkırında sürdüğünü sorguluyoruz ya. Devletin raporlarında, denetimlerinde, izinlerinde "her şey şirket için" ilkesini görüyoruz ya. Bunun bir sebebi var.
Hikayeyi şöyle anlatayım…
Erzincan’ın her ilin olduğu gibi bir futbol takımı var. Biliyorum, Erzincanspor diyeceksiniz. Hayır, tam adı "Anagold 24 Erzincanspor".
Bir şehir takımının isminde neden hem şirket hem sayı var diyebilirsiniz. Haklısınız. Öyle ya neden dümdüz Erzincanspor değil?
"Altını değerli kılan insanlar ama insanın altın kadar değeri yok" diyor Thomas More.
Sorsan en yerli en milli onlar. İş sermayeye geldi mi babalarını bile tanımıyorlar. Ülkenin toprağını, kanunlarını, bürokrasisini küresel şirketlerin ayağına paspas ediyorlar.
Günlerdir göz göre göre gömülen işçileri konuşuyoruz ya. Çatlayan yığınlara rağmen çalışanların alana nasıl sokulduğunu okuyoruz ya. Daha iki yıl önce toprağa karışan tonlarca siyanürlü suya rağmen işlerin nasıl tıkırında sürdüğünü sorguluyoruz ya. Devletin raporlarında, denetimlerinde, izinlerinde "her şey şirket için" ilkesini görüyoruz ya. Bunun bir sebebi var.
Hikayeyi şöyle anlatayım…
Erzincan’ın her ilin olduğu gibi bir futbol takımı var. Biliyorum, Erzincanspor diyeceksiniz. Hayır, tam adı "Anagold 24 Erzincanspor".
Bir şehir takımının isminde neden hem şirket hem sayı var diyebilirsiniz. Haklısınız. Öyle ya neden dümdüz Erzincanspor değil?
BİNALİ YILDIRIM’IN TAKIMI
Aslında Erzincanspor diye bir takım var. Daha doğrusu vardı. 1968 yılında, dönemin belediye başkanı Nedim Muradoğlu tarafından kurulmuştu. Elbette hayal üst liglerde oynamaktı. Bir ileri bir geri giden kulüp 1979-1980 sezonunda Türkiye kupasında çeyrek finale kadar yükseldi. 1997-1998 sezonunda ise son maçta Sakaryaspor’a uzatmalarda kaybederek 1. Lig’in eşiğinden döndü.
Ancak ligler arasında dolaşan kulübün deprem dışında bir belası daha vardı: Parasızlık! Kulübün, sermayeleşmiş futbol düzeninde, bir Anadolu takımı olarak yarışma şansı yoktu. Gittikçe geriledi. Son olarak 2014-2015 sezonunda lige bile giremedi, bitti.
İşte Erzincan’ın şehir takımı Erzincanspor kaybolurken yükselen bir başka kulüp vardı: Refahiyespor. Futbol asla futbol değildir ya, Refahiyespor’un da yükselişinde başrol bir politikacınındı. Elbette Refahiyeli Binali Yıldırım’ın.
Erzincanspor’un liglerden çekilmesinin hemen ardından, 2015-2016 sezonunda kulüp adını değiştirdi. Erzincan Refahiyespor artık 24 Erzincanspor’du. Binali Yıldırım’ın başbakan olduğu yıl, şehir takımı artık o olmuştu.
Aslında Erzincanspor diye bir takım var. Daha doğrusu vardı. 1968 yılında, dönemin belediye başkanı Nedim Muradoğlu tarafından kurulmuştu. Elbette hayal üst liglerde oynamaktı. Bir ileri bir geri giden kulüp 1979-1980 sezonunda Türkiye kupasında çeyrek finale kadar yükseldi. 1997-1998 sezonunda ise son maçta Sakaryaspor’a uzatmalarda kaybederek 1. Lig’in eşiğinden döndü.
Ancak ligler arasında dolaşan kulübün deprem dışında bir belası daha vardı: Parasızlık! Kulübün, sermayeleşmiş futbol düzeninde, bir Anadolu takımı olarak yarışma şansı yoktu. Gittikçe geriledi. Son olarak 2014-2015 sezonunda lige bile giremedi, bitti.
İşte Erzincan’ın şehir takımı Erzincanspor kaybolurken yükselen bir başka kulüp vardı: Refahiyespor. Futbol asla futbol değildir ya, Refahiyespor’un da yükselişinde başrol bir politikacınındı. Elbette Refahiyeli Binali Yıldırım’ın.
Erzincanspor’un liglerden çekilmesinin hemen ardından, 2015-2016 sezonunda kulüp adını değiştirdi. Erzincan Refahiyespor artık 24 Erzincanspor’du. Binali Yıldırım’ın başbakan olduğu yıl, şehir takımı artık o olmuştu.
VALİNİN MASASINDA ANAGOLD OLDU!
Malum, Anagold yerli bir şirket değil. Adı, Anadolu’yu hatırlatsa da yüzde 80’i Amerikan-Kanada kaynaklı SSR Madenciliğe ait. Bu küresel şirketler, kendilerine gittikleri ülkelerde ellerini rahatlatacak bir yerel ortak buluyor. Anagold’un yüzde 20 ortağı olan, bir zamanlar Cumhurbaşkanı’nın damadı tarafından yönetilen Çalık Holding işte bu işi görüyor.
Bu kadar değil…
Girdikleri ülkelerde siyanürle zehirledikleri toprakların insanlarına "şirin görünme" faaliyeti yapıyor. Bugün Anagold’un sayfasında sıralanıyor. İş cinayetinin olduğu yere adını veren Çöpler Köyü’nün taşınması, maden yakınında bir ilkokul yapılması bunların arasında.
Ancak…
Asıl yatırım bunlara değil. Eski adıyla Refahiyespor, sonraki adıyla 24 Erzincanspor’a yapıldı. Anagold, Binali Yıldırım başbakan iken, onun girişimleriyle, 2016-2017 sezonunda, o günün parasıyla 3 yıllığına 9 milyon lira vererek sponsor oldu. 2019’da sözleşme 3 yıllığına 2 milyon dolarla uzatıldı. Kulübün adına da Anagold ismi eklendi.
Proje mi? Evet…
Sponsorluk anlaşması, ne ilgisi varsa, 2016 yılında, Erzincan Valiliği’nin binasında yapıldı. Sözleşme masasında sadece kulüp ile şirket temsilcisi değil Vali Ali Arslantaş oturdu. Hatta görüşmeler, Binali Yıldırım’ın talimatıyla Vali tarafından yapıldı. Vali Arslantaş olayı şöyle anlattı: "Anagold firması ile görüşmeler yaptık. Bu görüşmelerimizin tamamı Başbakanımızın bilgisi dahilinde yapıldı."
Kulüp Başkanı Ahmet Tanoğlu da, imza töreninde Anagold’a teşekkür ettikten sonra, “İnşallah bizler de bu destekler sayesinde bir üst lige çıkmanın hesabını yapacağız. Sayın Başbakanımız talimatı da bu yönde" diyerek Binali Yıldırım’a pas attı.
2019 yılındaki anlaşmayı da kulüpten ve şirketten önce Ali Arslantaş duyurdu. Zaten 2015 yılında, Refahiyespor’un 24 Erzincanspor olduğu kongre, Erzincan Valisi Süleyman Kahraman (sonradan AKP’den İstanbul’da aday adayı oldu) ve AKP’li Erzincan Belediye Başkanı Cemalettin Başsoy’un öncülüğünde gerçekleşmişti. 2021’de, Anagold’lu 24 Erzincanspor için, devletin olanaklarıyla, UEFA standartlarında süper lig kulüplerini kıskandıracak stadyum da yapıldı.
Malum, Anagold yerli bir şirket değil. Adı, Anadolu’yu hatırlatsa da yüzde 80’i Amerikan-Kanada kaynaklı SSR Madenciliğe ait. Bu küresel şirketler, kendilerine gittikleri ülkelerde ellerini rahatlatacak bir yerel ortak buluyor. Anagold’un yüzde 20 ortağı olan, bir zamanlar Cumhurbaşkanı’nın damadı tarafından yönetilen Çalık Holding işte bu işi görüyor.
Bu kadar değil…
Girdikleri ülkelerde siyanürle zehirledikleri toprakların insanlarına "şirin görünme" faaliyeti yapıyor. Bugün Anagold’un sayfasında sıralanıyor. İş cinayetinin olduğu yere adını veren Çöpler Köyü’nün taşınması, maden yakınında bir ilkokul yapılması bunların arasında.
Ancak…
Asıl yatırım bunlara değil. Eski adıyla Refahiyespor, sonraki adıyla 24 Erzincanspor’a yapıldı. Anagold, Binali Yıldırım başbakan iken, onun girişimleriyle, 2016-2017 sezonunda, o günün parasıyla 3 yıllığına 9 milyon lira vererek sponsor oldu. 2019’da sözleşme 3 yıllığına 2 milyon dolarla uzatıldı. Kulübün adına da Anagold ismi eklendi.
Proje mi? Evet…
Sponsorluk anlaşması, ne ilgisi varsa, 2016 yılında, Erzincan Valiliği’nin binasında yapıldı. Sözleşme masasında sadece kulüp ile şirket temsilcisi değil Vali Ali Arslantaş oturdu. Hatta görüşmeler, Binali Yıldırım’ın talimatıyla Vali tarafından yapıldı. Vali Arslantaş olayı şöyle anlattı: "Anagold firması ile görüşmeler yaptık. Bu görüşmelerimizin tamamı Başbakanımızın bilgisi dahilinde yapıldı."
Kulüp Başkanı Ahmet Tanoğlu da, imza töreninde Anagold’a teşekkür ettikten sonra, “İnşallah bizler de bu destekler sayesinde bir üst lige çıkmanın hesabını yapacağız. Sayın Başbakanımız talimatı da bu yönde" diyerek Binali Yıldırım’a pas attı.
2019 yılındaki anlaşmayı da kulüpten ve şirketten önce Ali Arslantaş duyurdu. Zaten 2015 yılında, Refahiyespor’un 24 Erzincanspor olduğu kongre, Erzincan Valisi Süleyman Kahraman (sonradan AKP’den İstanbul’da aday adayı oldu) ve AKP’li Erzincan Belediye Başkanı Cemalettin Başsoy’un öncülüğünde gerçekleşmişti. 2021’de, Anagold’lu 24 Erzincanspor için, devletin olanaklarıyla, UEFA standartlarında süper lig kulüplerini kıskandıracak stadyum da yapıldı.
‘ALTINCI’ MURAT ADAY
Kısacası sponsorluk bir siyaset ve devlet projesiydi! Erzincanspor parasızlıktan yok olurken; Binali Yıldırım-Anagold işbirliği, Refahiyespor’u "Anagold 24 Erzincanspor"a çevirmişti. Böylece Erzincan’ın altınını siyanürle çıkarıp zengin olmaya gelen şirket "bizden biri" oldu.
Tesadüf bu ya…
Geçen seçim "taşı toprağı altın" İstanbul’a Binali Yıldırım adaydı, kaybetti. Bu sefer Anagold’un İliç’te büyümesini sağlayan "Altıncı" Murat aday. Kim kazanırsa kazansın, altın gemileri yüzerken, topa bakarak zehirlenen halk hep kaybediyor!
Uzatmaya gerek yok, altının önünde eğilenler dik duran insanın düşmanıdır!
/././
Kısacası sponsorluk bir siyaset ve devlet projesiydi! Erzincanspor parasızlıktan yok olurken; Binali Yıldırım-Anagold işbirliği, Refahiyespor’u "Anagold 24 Erzincanspor"a çevirmişti. Böylece Erzincan’ın altınını siyanürle çıkarıp zengin olmaya gelen şirket "bizden biri" oldu.
Tesadüf bu ya…
Geçen seçim "taşı toprağı altın" İstanbul’a Binali Yıldırım adaydı, kaybetti. Bu sefer Anagold’un İliç’te büyümesini sağlayan "Altıncı" Murat aday. Kim kazanırsa kazansın, altın gemileri yüzerken, topa bakarak zehirlenen halk hep kaybediyor!
Uzatmaya gerek yok, altının önünde eğilenler dik duran insanın düşmanıdır!
‘U’ dönüşler şaşırtıcı değil (Ergin Yıldızoğlu)Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dış politikasındaki hızlı “U” dönüşler, “Ne oldu şimdi?”, “Bu uzlaşmacı politikaların arkasında ne var” sorularını gündeme getirdi. Peki Erzincan’ın İliç ilçesindeki göçük felaketine, altın madeni rezaletine ne demeli? Ne olacak? Gerçeklik hayalleri darp etti. İkinci ve üçüncü soruların cevabı da bu “gerçekliğin” içinde.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dış politikasındaki hızlı “U” dönüşler, “Ne oldu şimdi?”, “Bu uzlaşmacı politikaların arkasında ne var” sorularını gündeme getirdi. Peki Erzincan’ın İliç ilçesindeki göçük felaketine, altın madeni rezaletine ne demeli? Ne olacak? Gerçeklik hayalleri darp etti. İkinci ve üçüncü soruların cevabı da bu “gerçekliğin” içinde.
EMPERYALİST SİSTEM SORUNU
II. Dünya Savaş sonrasında yeniden şekillenmeye başlayan emperyalist sistem içinde “sömürge ülkeler”, ekonomilerini uluslararası sermayenin kullanımına açık bırakmak, ABD hegemonyasının “güvenlik mimarisi” içine girmeyi kabullenmek koşuluyla siyasi bağımsızlıklarını kazanmaya başladılar. Bu ülkelerde kapitalizm uluslararası sermayenin değerlenme devrelerinin ekonomik-kültürel, hegemonya düzeninin siyasi askeri gereksinimlerine tabi olarak “gelişti”. Artık, bu ülkelerin devletlerini ve kültürlerini betimlermek için “sömürgecilik sonrası” kavramı kullanılıyordu.
Uluslararası sermayenin, bir coğrafyada değerlenebilmesi için o coğrafyada belli ekonomik, siyasi kültürel şekillenmelerin gerçekleşmesi, uluslararası sermaye ile yerli sermaye sınıfı arasında bir “hiyerarşik-yapısal uyumun” kurulması gerekir. “Sömürgecilik sonrası” ekonomiler uluslararası sermayenin girişine, değerlenmesini, üretilecek artık-değerin, yerelde birikmiş değerlerin transferini kolaylaştıracak biçimde şekillendiler.
Bu transferler, “artık-değer havuzunu”, Meksika, Brezilya, Arjantin, Türkiye gibi örneklerde yaklaşık 10 yılda bir boşalttıkça, ekonomik krizler patlak verdikçe, sermaye girişini teşvik eden “yapısal reformlar” uygulandıkça bağımlık ilişkisi daha da derinleşti.
II. Dünya Savaş sonrasında yeniden şekillenmeye başlayan emperyalist sistem içinde “sömürge ülkeler”, ekonomilerini uluslararası sermayenin kullanımına açık bırakmak, ABD hegemonyasının “güvenlik mimarisi” içine girmeyi kabullenmek koşuluyla siyasi bağımsızlıklarını kazanmaya başladılar. Bu ülkelerde kapitalizm uluslararası sermayenin değerlenme devrelerinin ekonomik-kültürel, hegemonya düzeninin siyasi askeri gereksinimlerine tabi olarak “gelişti”. Artık, bu ülkelerin devletlerini ve kültürlerini betimlermek için “sömürgecilik sonrası” kavramı kullanılıyordu.
Uluslararası sermayenin, bir coğrafyada değerlenebilmesi için o coğrafyada belli ekonomik, siyasi kültürel şekillenmelerin gerçekleşmesi, uluslararası sermaye ile yerli sermaye sınıfı arasında bir “hiyerarşik-yapısal uyumun” kurulması gerekir. “Sömürgecilik sonrası” ekonomiler uluslararası sermayenin girişine, değerlenmesini, üretilecek artık-değerin, yerelde birikmiş değerlerin transferini kolaylaştıracak biçimde şekillendiler.
Bu transferler, “artık-değer havuzunu”, Meksika, Brezilya, Arjantin, Türkiye gibi örneklerde yaklaşık 10 yılda bir boşalttıkça, ekonomik krizler patlak verdikçe, sermaye girişini teşvik eden “yapısal reformlar” uygulandıkça bağımlık ilişkisi daha da derinleşti.
VE TÜRKİYE
Türkiye Cumhuriyeti, hiçbir zaman sömürge statüsüne düşmemiş olsa da egemen sınıflar, bunların siyasi temsilcileri, güvenlik bürokrasisi, II. Dünya Savaşı sonrasında, özgün kalkınma, sanayileşme planlarını çöpe atıp emperyalist sistemin bu “sömürgecilik sonrası” düzenine katılmayı seçtiler. Böylece Türkiye ekonomisi uluslararası sermayenin değerlenme devrelerine, ABD hegemonyasının güvenlik yapılanmasına bağlandı. 1970’lerin sonunda dünya ekonomisi ABD hegemonyasının neoliberal küreselleşme, 1990’larda finansallaşma politikaları ile yeniden şekillenmeye başladığında Türkiye devleti ve ekonomisi, emperyalist sistemin ekonomik kullanımına kültürel etkilerine tamamen açılmış, bağımsız karar alma kapasitesi daha da zayıflamıştı.
Sosyalistlerin, ekonomik, siyasi kültürel bağımsızlık arayışları 1980 darbesiyle bastırıldıktan sonra, bir daha tekrarlanmasını önlemek için, “emperyalist makinenin” kültürel organları liberal entelijensiyanın, yerli finans-medya oligarşisinin katkısıyla siyasal İslamın önü açıldı. Siyasal İslam, devlete eriştiği (“state capture”) 2000’li yıllardaki jeopolitik ortamı, uluslararası sermayenin ilgisini, bir “ne istersem yaparım” durumu olarak algıladı. Ancak uluslararası sermayenin değerlenme gereksinimleriyle siyasal İslamın egemen sınıfın ekonomik kültürel gereksinimleri çatışmaya başladıkça ekonomik kriz de derinleşti. Bir “sömürgecilik sonrası” devletin, “rejimi ne olursa olsun” ülke ekonomisini uluslararası sermayenin kullanımına açık tutma zorunluluğu kendini dayatmaya başlayınca da bir şaşkınlık egemen oldu: Ayaklarına bağlı zincir meğerse ne kadar da kısaymış?
“Sömürgecilik sonrası”, devletlerin liderleri o zincir yokmuş gibi davranırlarsa, yabancı sermaye boykotuna, emperyalist ve hegemonyacı jeopolitik önceliklerin duvarına çarparlar. Yerli kapitalistler sınıflar artık-değer, üretmekte zorlandıkça birikime devam edebilmek için rant ve finansal spekülasyona yönelirler. Bu yönelim, ekonomik toplumsal dengesizlikleri ağırlaştırır, krizleri sertleştirir. Devlet sınıfları istikrar ve güvenlik üretmeye zorlandıkça “süreç olarak faşizm” gelişir. Yönetici sınıf, artık, yabancı sermayenin, gelmek için önüne koyduğu ekonomik siyasi koşulları kabul etmeye hazırdır. Söz konusu olan bir “uzlaşma” değil, yapısal belirlemeler önünde tam bir teslimiyettir.
Bu muhalefet böyle kaldıkça, “U” dönüşlerini, talancı kapitalizmin yarattığı felaketleri, bir işgal ordusu gibi yaşayan siyasal İslamın uygulamalarını daha çok tartışırız.
/././
Türkiye Cumhuriyeti, hiçbir zaman sömürge statüsüne düşmemiş olsa da egemen sınıflar, bunların siyasi temsilcileri, güvenlik bürokrasisi, II. Dünya Savaşı sonrasında, özgün kalkınma, sanayileşme planlarını çöpe atıp emperyalist sistemin bu “sömürgecilik sonrası” düzenine katılmayı seçtiler. Böylece Türkiye ekonomisi uluslararası sermayenin değerlenme devrelerine, ABD hegemonyasının güvenlik yapılanmasına bağlandı. 1970’lerin sonunda dünya ekonomisi ABD hegemonyasının neoliberal küreselleşme, 1990’larda finansallaşma politikaları ile yeniden şekillenmeye başladığında Türkiye devleti ve ekonomisi, emperyalist sistemin ekonomik kullanımına kültürel etkilerine tamamen açılmış, bağımsız karar alma kapasitesi daha da zayıflamıştı.
Sosyalistlerin, ekonomik, siyasi kültürel bağımsızlık arayışları 1980 darbesiyle bastırıldıktan sonra, bir daha tekrarlanmasını önlemek için, “emperyalist makinenin” kültürel organları liberal entelijensiyanın, yerli finans-medya oligarşisinin katkısıyla siyasal İslamın önü açıldı. Siyasal İslam, devlete eriştiği (“state capture”) 2000’li yıllardaki jeopolitik ortamı, uluslararası sermayenin ilgisini, bir “ne istersem yaparım” durumu olarak algıladı. Ancak uluslararası sermayenin değerlenme gereksinimleriyle siyasal İslamın egemen sınıfın ekonomik kültürel gereksinimleri çatışmaya başladıkça ekonomik kriz de derinleşti. Bir “sömürgecilik sonrası” devletin, “rejimi ne olursa olsun” ülke ekonomisini uluslararası sermayenin kullanımına açık tutma zorunluluğu kendini dayatmaya başlayınca da bir şaşkınlık egemen oldu: Ayaklarına bağlı zincir meğerse ne kadar da kısaymış?
“Sömürgecilik sonrası”, devletlerin liderleri o zincir yokmuş gibi davranırlarsa, yabancı sermaye boykotuna, emperyalist ve hegemonyacı jeopolitik önceliklerin duvarına çarparlar. Yerli kapitalistler sınıflar artık-değer, üretmekte zorlandıkça birikime devam edebilmek için rant ve finansal spekülasyona yönelirler. Bu yönelim, ekonomik toplumsal dengesizlikleri ağırlaştırır, krizleri sertleştirir. Devlet sınıfları istikrar ve güvenlik üretmeye zorlandıkça “süreç olarak faşizm” gelişir. Yönetici sınıf, artık, yabancı sermayenin, gelmek için önüne koyduğu ekonomik siyasi koşulları kabul etmeye hazırdır. Söz konusu olan bir “uzlaşma” değil, yapısal belirlemeler önünde tam bir teslimiyettir.
Bu muhalefet böyle kaldıkça, “U” dönüşlerini, talancı kapitalizmin yarattığı felaketleri, bir işgal ordusu gibi yaşayan siyasal İslamın uygulamalarını daha çok tartışırız.
NATO Müdürlüğü!(Mehmet Ali Güller)
Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün, Antalya’da düzenlenen “Savunma ve Havacılık Sanayiinde Küresel Stratejiler Konferansı”nda yaptığı konuşmada, gündemlerinde “NATO Müdürlüğü” olduğunu açıkladı.
Anadolu Ajansı’nın metninden aktarayım: “Dördüncü ve en önemli konunun başkanlık bünyesinde kurulması önerilen NATO Müdürlüğü olduğuna işaret eden Görgün, ‘Bu konuda kısa vadede organizasyonel bir adım atacak ve yapılanmamızı buna göre şekillendireceğiz. Yapılandırılacak müdürlüğümüz ayrıca Avrupa Birliği, OECD, Birleşmiş Milletler ve OCCAR ilişkileri ve faaliyetlerini takip edecek.’” (AA, 18.2.2024).
NATO, BAĞIMSIZ SAVUNMA SANAYİSİNE KARŞI
Metinden böyle bir müdürlüğün hangi amaçla açılacağını anlamak pek olası değil. Diyelim ki amaçları NATO ülkelerine savunma sanayimizin ürünlerini satmak olsun, o durumda bile Savunma Sanayii Başkanlığı bünyesinde bir NATO Müdürlüğü’ne ihtiyaç var mı peki? Elbette yok.
Açıkça belirtelim: Savunma Sanayii Başkanlığı bünyesinde bir NATO Müdürlüğü açmak, Savunma Sanayii Başkanlığı’nın kuruluş felsefesine aykırıdır. Çünkü: Savunma Sanayii Başkanlığı, geç bir tarihte, 1985 yılında, Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde “Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı” olarak başladı. 1989’da Savunma Sanayi Müsteşarlığı’na dönüştü, 2017’de Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı, 2018’de de Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanlığı oldu.
Peki 1985’e kadar Türkiye’nin gündeminde neden “Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme” konusu yoktu? Çünkü o iş, ABD ve NATO’ya havaleydi; “Artık NATO’dasınız, boşuna savunma sanayisini geliştirmeye uğraşmanıza gerek yok, biz en âlâsını size satarız” dönemiydi.
NATO bir yanıyla zaten üye ülkeleri “NATO standardı” adı altında ABD silahlarına mecbur etme ve bağımsız savunma sanayisi geliştirmelerini engelleme örgütüydü. (Bakın bugün bile bu geçerli. Avrupa kendisine ait bağımsız nükleer caydırıcılık istiyor ama NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, buna ABD adına “NATO’yu baltalar, NATO’nun nükleer caydırıcılığı yeterli” diye itiraz ediyor.)
ASELSAN, HAVELSAN, ROKETSAN VE SAVUNMA SANAYİİ
Peki, Türkiye’nin NATO’ya girdiği 1952’den itibaren “savunma sanayi” ABD ve NATO’ya havale edildiyse, 1985’te neden “Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme”ye ihtiyaç duyuldu?
Çünkü 70’lerin ikinci yarısında ABD/NATO’ya “bağımlı” olduğunuzda ne olduğu görüldü! ABD Kıbrıs Barış Harekâtı dolayısıyla Türkiye’ye askeri ambargo uyguladı, yedek parça vermedi, mühimmat vermedi, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni zaafa uğrattı.
Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı ABD ambargosu üzerine 1975’te Aselsan’ı, 1982’de Havelsan’ı kurdu. İşte, bugün adı Savunma Sanayii Başkanlığı olan “Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı” 1985’te bu iki bağımsız ve ulusal adımın üstünde inşa oldu. Nitekim üç yıl sonra, 1988’de de Roketsan doğdu.
F-16 ÇIPASI
Yani özetle Türkiye’de savunma sanayisini geliştirme işi, ABD/NATO’nun ambargosu karşısında Türkiye’nin bağımsız ve ulusal bir yol çizme arayışından çıkmıştı. Şimdi o yolla inşa edilmiş bir kurum içinde, o yola ters bir şekilde “NATO Müdürlüğü” oluşturmak, işin felsefesine de hedefe de amaca da 40 yıllık emeğe de aykırıdır.
Bunun kamuoyuna duyurulmasının Türkiye’nin NATO’ya girişinin 72. yıldönümünün “kutlandığı” güne getirilmesi ise ayrıca not edilmelidir.
Sıkça soruldu: ABD, 40 yıldır Türkiye’ye sattığı F-16’ları bu kez neden satmakta bu kadar ayak sürüdü? Satış sadece İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanmasının şartı mıydı?
Fazlası var: F-16 satışı sadece F-16 satışı değildir, Türkiye’yi Atlantik’e çıpalı tutmanın aracıdır.
Milletin köle ruhlu olduğuna mı inanıyorlar?(Orhan Bursalı)
İdeolojik körlük, bağlılık ve bağımlılık insanoğlunun onmaz dertlerinden biridir. İktidar nasıl bir ağ atıyor beyinlere zaman içinde taşlaşıyor, sosyal psikologların yanıt araması gereken bir konu.
2019 yerel seçimleriydi, AKP Antalya’yı yeniden istiyordu ve ilk iktidar tehditlerini orada gördük. Partinin bazı tanınmış isimleri, oy vereceksiniz yoksa hizmet alamazsınız, tehditleriyle halka yüklendiler. Sökmedi, Muhittin Böcek seçildi.
Bugün ise katmerlisini yaşıyoruz. Üstelik acılar içinde, binlerce ölü vermiş, tüm kent yerle bir olmuş, adeta atom saldırısına uğramış Antakya’yı sanki denek olarak seçti Saraybaşı. Merkez-yerel birlikteliğini gündeme getirerek oyların AKP’ye verilmesini yoksa gördüğünüz gibi kentin hizmet alamayacağını söyledi. Milletin iradesini adeta tehditle satın alma girişimiydi. Çok kötü oldum. Nasıl yani? Bir cumhurbaşkanı milleti ayırıyor, baskıyla oyuna merkezi iktidar adına ipotek koymaya çalışıyordu.
Sonra bu genelleşti, tekrarlandı, daha alt düzeydeki parti adamları ama yine de tanınmış isimler, el kol sallıyor, oy vermezseniz nah alırsınız demeye başlıyorlardı.
Tepeden ayarlanmış bir parti politikası olduğu açık seçik.
BU POLİTİKA HANGİ KOŞULLARDA DEVREYE SOKULDU?
Ülke-toplum ekonomik olarak çökertilmişken. Halk yaşamını yer yer sürdüremeyecek duruma getirildikten sonra. Emeklilerin önemli bir kısmı 10 bin TL ile yaşamaya mahkûm edilmişken. Orta sınıf iyice ezilmiş ve önemli bir kısmı asgari ücret düzeyine itilmişken.
Yani paraya, insanca yaşamaya en çok muhtaç haldeyken.
Para Ankara’da, temsilcileri adeta çuvalla gösteriyor, oy varsa bu da var diyordu. Yoksa sürünürsünüz.
OLABİLİR Mİ?
Düşünülmüş taşınılmış bir politika. Yoksa bu söylemin büyük bir tepki çekeceğine ve bumerang gibi sahibini vuracağına, milletin aç kalırım sana oy vermem tepkisi göstereceğine inansalar, bu politikayı sahaya sürmezlerdi.
Tam zamanı diye düşünmüş olmalılar hazır bir çoğunluk sürünüyorken. Vur ensesine al ağzındaki lokmayı. Tilki bile karganın ağzındaki peyniri almak için güzel sözler söyler.
Büyük güce tapınmak, boyun eğmek ve söyleneni yapmak... Şöyle mi düşünüyorlar: Tam kıvamına getirdik seçmeni... Saray artık bir mutlak güç haline geldiğini ve milleti tebaasına dönüştürdüğünü mü düşünüyor?
Bunlar altyapısı fazla olmayan düşünceler. Sosyal psikolojiye bu nedenle ihtiyaç var.
Büyük güç oluşturmak millette boyun eğme psikolojisi mi yaratıyor? Bilmiyorum.
Ama aşırı yoksulluk ve çaresizliğin böyle bir etki yaratabileceğini sanıyorum. Saray belki de bu seçim politikasında haklıdır.
BAĞIMLILIK DERECESİ YÜKSEK
Bir de şu var: Saray ve adamları millete tarihin en büyük ekonomik çöküntüsünü yaşatıyorlar ama sanki ülke güllük gülistanlık ve hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorlar.
Bunu mükemmel beceriyorlar.
En çok söyledikleri, bazı ekonomik sıkıntılar var ama bunları en kısa zamanda aşacağız, laflarıdır.
Saraybaşının dün söyledikleri ile bugün söyledikleri arasında 180 derece zıtlık olması, AKP seçmenini zerre ilgilendirmiyor. Herhalde vardır bir bildiği diyorlardır.
Kök oy tabanı yüzde 35’te, orada duruyor.
Seçmenin kişi tapınmasını parti ve ideolojik bağımlılık derecesini neyle ölçmek gerekir bilmiyorum ama aklıma gelen eroin bağımlılığı sanki. Sigara ile ölçmek çok hafif kalır.
Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki irili ufaklı partilere, kişilere, kavgalara, göz oymalara bakıyorum, ülke ve gerçekleri kimsenin umurunda değil. Kendi siyasi hırsı ve karakteri her şeyin üzerinde.
Millet bunlardan ne kadar daha akıllı bilmiyorum, 31 Mart’ta görürüz.
(Cumhuriyet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder