25 Şubat 2024 Pazar

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 25 ŞUBAT 2024 -

 

Daha neler olacak? (Ali Sirmen)

Sevgili,

Tok açın halinden anlamazmış. Sağlıklı da sağlıksızın halinden anlamıyor. Hasta adam, harikalar atfettiği ilaçlarına bağımlı. Sanki onlar kesilse bugünden yarına ölecek veya yatak döşek serilecek gibi görüyor kendini. Tuhaf bir ruh hali. Kaç kez hasta dostlarıma nasılsın dediğimde, dostlarımın “Bu hazır oldukça şimdilik iyiyim” der gibi ilaçlara doğru kaçamak bir bakış fırlattıklarını gördüğümü hatırlıyorum. Neyse ben de bir süredir öyleyim. İlaçlara bağımlı bir yaşam.

İlaç tedarikinde herhangi bir aksaklık oldu mu hemen bir telaş: “Acaba bizim temel ilaç bulunabilecek mi?”

Dövizin değerinin durmadan yükselmesi ya da daha doğrusu Türk Lirası’ndaki baş döndürücü düşüş ilaç tedarikini güçleştiriyor. Çoğu dışarıdan gelen ilaçların döviz olarak karşılığı ödenmediğinden ithal ilaç getirtilemiyor. Bu durumda devlet ilaç ithalatına özgü döviz kurunu saptıyor, akış sağlanıyor.

                                                    ***

Tabii ülkemizde her konu cumhurbaşkanının kararına bağlı olduğundan bu işi cumhurbaşkanı yapıyor. Resmi Gazete’de yayımlanan son Cumhurbaşkanlığı kararnamesinde ilaç fiyatlandırılmasında kullanılacak sabit Avro kurunun bu yılın bütçesinde artırılamayacağı belirtildi. İlaç fiyatlarının her yıl şubatın ikinci haftasında güncellendiğinin altını çizen Türk Eczacıları Birliği Merkez Heyeti Üyesi Taner Ercanlı, “Geçen yılın aralık ayında tekrar bir kur düzenlemesi olmuştu. İlaç sanayisine döviz kuru dünyadaki ilaç girdi madde fiyatlarının üretim ve işçi maliyetlerindeki artışlara paralel olarak şiddetli bir artış yansıtmıştı. Birçok ilacın bu nedenle Türkiye’ye alımları durduruldu” diyor ve ekliyor: “Türkiye’de otuz bin eczacımız 7 gün 24 saat ilaç hizmeti veriyor. İlaca erişim aksamaktadır. Önümüzdeki günlerde durum daha da ağırlaşacak. Bu duruma bir çare bulmak lazım.”

Bu uyarıyla çokça karşılaşıyoruz. Hasta ya da sağlıklı herkes gelecekte düzenli şekilde ilaca ulaşıp ulaşamayacağını merak ediyor. 

Hastalar bir yana sağlıklılar da ekmek kuyruklarında bile yeni güçlüklerle karşılaşabilirler. 10-11 yaşındaki küçücük kızların elinden ekmek paralarının herkesin gözü önünde zorla çekilip alınması kuyruklarda yeni olayların habercisidir. 

Türk Lirası’nın düşüşü durmuyor. Fiyatlar bu durumda bir türlü istikrara kavuşmuyor. Şimdilik olay fiyatlarda görünüyor. Ama bir de bir adım daha ileri giderse...

                                                   ***

Bu sağlık sisteminin AKP’ce “sağlıkta devrim” diye sunulduğunu ve bütün dünyadan övgüler aldığının söylendiğini dün gibi hatırlıyoruz. Sağlık sisteminin büyük bir çöküşe gittiği hep söylenmiş, şehir hastaneleri fiyaskosunun da akılları başlarına getirmediği görülmüştür. AKP enflasyonu kontrol edemiyor, sağlık sistemini çalıştıramıyor. Her alanda kendini gösteren bu iflas böyle sürdükçe AKP sandığa nasıl gidecek? Bu halktan nasıl oy isteyecek? Şimdilik bindirilmiş yığma kitlelerin yaratacağı baskı ve teröre bel bağlamış görünüyor. Tarikat, cemaat oluşumlarını gençleri kullanarak ileri sürmeye çalışıyor. Bu çok tehlikeli bir politikadır. Herhangi bir alanda herhangi bir kıvılcım şiddetle ateş alabilir. Onun için gerginliği daha fazla derinleştirmemekte yarar var. 

O da güç. Şu İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı Kurum’un düştüğü hallere bakın! Geçmişi peşini bırakmıyor ki!... Mecburen sürekli somurtuyor ve hamasi nutuklar atıyor. Hastane, eczane, ekmek kuyruklarında durum ağırlaşırken AKP’nin kışkırtıcı politikaları da popülizm dozunu çoğaltıyor. Bunlar enflasyonu denetlemeye yaramayacaktır. Seçimlerden sonra durum daha da vahimleşecektir. Bu durumda sokakta ve kuyruklarda kontrol edilemez sıçramalara yol açması muhtemel kışkırtmalardan kaçınmak ilk yapılacak şeydir. 

Görülüyor ki toplumun ortak değerlerine saldırı sonuç vermiyor. Osmanlı’yı kullanarak yapılmak istenen kışkırtma bizzat Osmanlı ailesinin tepkisini çekmiştir. Kimsenin desteğini alması da beklenemez.

                                                   /././

Hayal kurmak da mı yasak! (Işıl Özgentürk)

Sevgili okurlarım kitaplarımı karıştırırken Rus şair Mayakovski’nin şiir kitabına rastladım. Ve birden onun 1917 Devrimi sırasında devrim karşıtlarını bastırmak için yola çıkmış yüzlerce genç insanın olduğu bir trende şiir okurken çekilmiş fotoğrafı aklıma düştü. Sonra Sovyet Devrimi günlerine gittim ve kendime hayal kurmak için izin verdim. Şöyle ülkemizde öyle bir rüzgâr esmiş ki muhalefet partileri istediğimiz muhalefet partileri oluvermiş. Geyik derisi koltuklarını bırakıp Meclis’i cümleten terk edip sokaklara çıkmışlar. Milletvekilleri, ilçe başkanları, belediye başkan adayları sokaktaki insanlarla birlikte yürüyor ve hiç durmadan sorun dinleyip çözüm üretiyorlar. 

Örneğin şimdiye dek hiçbir partiye oy vermemiş binlerce genç insan onları dinliyor. Yeni istihdam alanları üstüne konuşuyorlar. Tarım alanlarındaki işsiz gençler tarım arazilerinin nasıl değerlendirileceğini soruyorlar, 2B kapsamında tarım ve orman arazisi olmaktan çıkarılmış toprakların kimleri zengin ettiğini konuşuyorlar. Kıyılardaki orman yangınları sonrası oralarda kimler yedi yıldızlı oteller yapacak? Yabancı şirketlere verilen binlerce altın arama ruhsatının şimdiden yaptığı doğa tahribatı nasıl onarılacak? Silinen vergiler nasıl geri alınacak? NATO daha ne kadar ülkemizde konuşlanacak? Yurtdışında nereyi, neyi bekledikleri belirsiz askerlerimiz ne zaman ülkemize dönecek? 

Birileri hayvancılığı soruyor. Binlerce köy ve mezra öylece bırakıldı, et fiyatları alıp başını gitti, köylerinde hayvancılık yapanlar kentlerde işsiz kaldı. Şimdi soruyorlar: “Muhalefet olarak siz bu işin üstesinden nasıl geleceksiniz? Bize yapacaklarınızı tek tek ve sade bir dille anlatın. Çünkü biz daha oy vermedik, ilk kez bu seçimde oy kullanacağız.”

“Meslek liselerinden mezun olanlar için hangi istihdam alanları açmayı düşünüyorsunuz? Biz nerelerde mesleğimizi icra edeceğiz? Daha çok bilgiyi nerelerde bulacağız? Biz ülkemizde insanca yaşamak istiyoruz; kendimizi bize yabancı ülkelere sürgün etmek istemiyoruz! Bunun için hangi fonlardan yararlanıp nasıl bir yöntem izleyeceksiniz? Bunlar belki parti programında yazıyor ama biz sizden duymak istiyoruz. İçki içmek, dizi izlemek umurumuzda değil, kendi geleceğimiz söz konusu. Bu konuda bizi bilgilendirin.”

“Özürlüyüm ve on iki milyona yakın özürlü gibi ben de evde kalmaya ve başkalarına mahkûmum. Bu mahkûmiyetimi nasıl sonlandıracaksınız? Hâlâ en azından kamuda binlerce özürlü kadrosu boş duruyor.” 

“Ben, özürlü oğlum ve özürlü kızım için oy vereceğim! Onların daha insanca koşullarda yaşaması için ne öneriyorsunuz? Özürlü arabalarının giremediği banka kapıları için değişiklik öneriyor musunuz? Ya da kaldırımları özürlüler için düzeltecek misiniz? Belediyelerde özürlüler için tuvalet yapacak mısınız?”

“Şu yüzümdeki morluğa bakın, kocam yaptı. İşsiz ve kendini kumara verdi. Mısır Çarşısı’ndan on yemeni aldım beş liradan. Bunu komşulara on liraya satıp para kazanacağım. Ev işi de yaparım. Benim için ne yapacaksınız? Ev kadını olarak sigortalı mı olacağım ya da her ay elime işsizlik maaşı mı geçecek? Benim için ne yapacaksınız? Kendim için, çocuklarım için birilerine oy vermek gerek. Kime, neden oy vermeliyim? Hadi bana lafı dolandırmadan anlatın. Benim için ne yapacaksınız?”

Emekliler bankanın önünde dizilmiş soruyorlar: “Emekli maaşlarını eşitleyecek misiniz, bunu nasıl yapacaksınız? Anlatın bize çünkü ben kendimi dünyaya daha erken geldim ve daha erken emekli olduğum için cezalandırılıyormuş gibi hissediyorum. Kefen parası gibi verdiğiniz sadakayı kabul etmiyorum. Hakkımı istiyorum!”

“Küçücük bir çocuğum ben, neler başıma gelecek kim bilir. Yaşıtlarım gibi anaokuluna gidebilecek miyim? İyi okullarda okuyabilecek miyim? Anneme babama bunları söyleyin, ‘Şöyle şöyle olacak’ deyin. Onların üzülmesini istemiyorum çünkü kavga ediyorlar anaokulu parası çok diye. Oysa ben anaokuluna gitmek istiyorum. Bunu bedava yapabilecek misiniz söyleyin? Ben altı yaşında bir çocuğum.”

Yazarlar, şairler, müzikçiler, senaryo yazarları, film çekenler soruyorlar: “Valilerin, belediye başkanlarının bir sözüyle yasaklanan konserlerimizi, politik olduğu için her kuruldan dönen senaryolarımızı ne zaman, nasıl özgürleştireceksiniz? Bizler zaten yeterince kendimizi sansürlemekten utanıyoruz, bu utancı terk etmek istiyoruz. Nedir önerileriniz?” 

Vay canına alıp başımı gitmişim. Kendim de yazdıklarıma şaşıyorum. Ve kendi kendime söylenirken buluyorum: “Bizi bizden başka kimse kurtaramaz! Yeter ki ellerimizi birleştirip ayağa kalkalım! Çok mu zor!”

Yazarın notu: Bazen kendi kendime soruyorum “Şiir nedir?” diye. Şiir barikatlarda, direniş alanlarında hayal kurmak ve dövüşmek için hava kadar, su kadar önemli bir şeydir!

                                                /././

Bizde 70 sayfa, Amerika’da 800 sayfa: İş güvenliği (Orhan Bursalı)

Mesaj attı, Çöpler Madeni üzerine yazdığım yazı üzerine konuşmak istiyordu. Sonunda WhatsApp üzerinden 1 saate yakın konuştuk. İsim yazma, dedi. 45 yıldır dışarıda, ağırlıklı ABD’de, madencilik üzerine önemli pozisyonlarda bulunmuş ve emekli olmuştu. Türkiye’de konuyu çok yakından izliyordu. Ve pek çok şey de biliyordu. Önce bazı düzeltmeler yaptı:

Anagold her şeyden önce tamamen Amerikan şirketiydi, Kanadalılıkla ilgisi yoktu.

BAŞKA YÖNTEM YOK

Altın, en gelişmiş ülkelerde bile sadece siyanür kullanılarak elde edilebiliyordu. Başka bir yöntemi yoktu. Güney Afrika gibi ender ülkelerde 3 bin metre derinliklerde “altın damarları” vardı ve buralarda damarlar kırılarak, patlatılarak altın çıkarılıyordu.

Yani siyanürün yerini alan başka bir yöntem yoktu.

Siyanürü Avrupa Birliği yasaklamamış, sadece üç ülke Macaristan, Çekya ve Almanya yasaklamış, Avrupa parlamentosunda tartışmalar yaşanmıştı.

Anagold’u bir Amerikalı jeolog kurmuştu. Çöpler bölgesindeki topraklarda altın varlığını keşfeden de oydu. Kendi döneminde işler gayet iyi gidiyordu. Fakat sonra işi devretti ve çekildi, sorunlar ondan sonra başladı...

Anagold’un milyarlarca dolar buradan kâr ettiği de yalan ve abartılıydı.

ŞİRKET TAMAMEN HATALI

Evet bu düzeltmelerden sonra olayın esasına girebiliriz.

Şirket liç dağının çökmesinde tamamen hatalı, dedi.

Radarla, altını alınmış toprakların yığılmasıyla oluşan liç dağında 1 santimlik kayma saptandıktan sonra, orada çalışmaların hemen ve derhal kesilmesi gerekirdi. Bu altın kuraldı. Acaba başka kayma var mı, kayma büyüdü mü gibi merak ve kontrol etmenin zerre bilimsel yanı yoktu. ABD’de 1 santimlik kaymanın görüldüğü madende çalışmalar kesilmiş ve üç gün içinde de kayma meydana gelmişti.

Çöpler Madeni’ndeki olayda suçlu tamamen şirket ve yöneticileriydi. Zaten daha önce de borular patlamış ve çalışmalara ara verilmişti. Bu durum, şirketin kötü yönetildiğinin delilleriydi. Kayma saptandıktan sonra hiçbir çalışan sahaya sürülemezdi. Dokuz can kaybı şirketin kötü yönetiminin kurbanıydı.

70 SAYFALIK İŞ GÜVENLİĞİ ZIRVALIĞI

Geldik iş kazalarına tabii ki. Dedi ki Türkiye’de madenlerde ve işyerlerinde büyük kazalar oluyor. Can ucuz. Bunun bir nedeni, Türkiye’de iş güvenliği ile ilgili alınacak önlemleri anlatan yasaların ve yönergelerin sıradan olmasından kaynaklanıyor. Hepsi topu topu 70 sayfa. ABD’de (ve gelişmiş ülkelerde) ise iş güvenliği ile ilgili uyulması gereken kuralların bütünü 800 sayfa tutar. Her şey çalışanların mümkün olduğunca can güvenliğini sağlamaya yöneliktir. Güvenlikte açık görülürse hemen tamamlanır.

İşveren tüm bunlara uymak zorundadır. Uymadığının saptanması, şirkete çok pahalıya mal olur. Muazzam tazminatlar öder.

KAZA NASIL OLDU BİLE BİLİNMİYOR

Evet biz de ise Soma’da bir kazada 301 madencinin ölümüyle sonuçlanır.

Dedi ki: Soma kazasını inceledim. Bir şey söyleyeyim mi, Soma’da kazanın nasıl olduğu bile bilimsel olarak henüz ortaya çıkarılmış değil.

Düşünebiliyor musun? Devletin başka bir madeninde kaza oluyor, madenin ana hava sisteminin arızalandığı bilindiği halde, çalışmalar sürdürülebiliyor!

Yarın devam: Dananın kuyruğu devlet yönetiminde kopuyor: Uzmanı bile yok!

                                                           /././

Şeriat çıkmazı (Özdemir İnce)

Şeriatı övmek ve onu dokunulmaz saymak “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme” suçudur. Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesinin birinci bendi bu suçu şöyle tanımlar: “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Bunu bir kenara yazalım. Yazdık! Bir de şu satırları okuyalım: 8 Nisan 1924 tarihli ve 469 sayılı Mehakimi Şeriyenin İlgasına ve Mehakimin [Mahkemelerin] Teşkilatına Ait Ahkâmı Muaddil Kanun var, ki Cumhuriyetimizin yargı alanında gerçekleştirdiği en önemli devrimlerden biridir. Ve bu yasaya göre şeriatı savunmak ve istemek yasal suçtur.

469 sayılı kanun ne yapmış? TBMM çıkardığı 469 sayılı yasa ile “şeriye (şeriat) mahkemeleri”ni kaldırmış. Bu mahkemelerin dayandığı din kurallarının yasa olarak kullanılmasını yasaklamış. Bu yasadan sonra Kuran ayetleri, hadisler, icmai ümmet ve kıyas-ı fukaha esasları üzerine kurulmuş olan din kuralları artık YASA değildir.

TBMM’nin çıkardığı yasa ile şeriat mahkemeleri kaldırılmış, yerine Cumhuriyet mahkemeleri kurulmuştur ve bu mahkemeler TBMM tarafından çıkarılan yasalara göre karar vermektedir. Buna göre adliye binaları içinde “Yaşasın şeriat!” diye bangırdayarak gösteri yapmak hem anayasaya hem de 8 Nisan 2024 günü 100. yılını kutlayacağımız yasaya ve TCK’nin 216. maddesinin birinci bendine göre suçtur. Ayrıca bir adalet sarayında “Yaşasın şeriat!” diye böğürerek Cumhuriyete karşı isyan suçu işleyen güruh hakkında dava açmamak da büyük bir suçtur. 

Şeriye mahkemelerinin kaldırılmasının ve çağdaş mahkemelerin kurulmasının 100. yıldönümünü 8 Nisan 2024 günü kutlayacağız. Şeriat sistemi tamı tamına 100 yıldır ölüdür. Bu cesedi diriltmeye çalışmak 100 yıldır suçtur.

Demokratik, laik ve devrimci Cumhuriyetin yasalarına göre, “Yaşasın şeriat!” diye haykırmak “Kahrolsun Cumhuriyet!” diye nara atmaya eşdeğerdir ve “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmektir” ki “Kahrolsun laikler!”, “Gebersin Cumhuriyetçiler (Cumhuriyet)!” anlamına gelmektedir.

Şeriat nedir? Bizzat İslam dini midir? Eğer İslam olsaydı birden fazla şeriat olmazdı. İslam dini tektir ama şeriat tek değildir. Zaman içinde eklemeler ve çıkarmalar yapıldığına göre kutsal da değildir. Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve yapısını kabul etmez; başta ikinci maddesi olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na karşıdır, onu kabul etmez. Durum böyle olduğuna göre şeriatın dokunulmaz nitelikli bir kutsallığa sahip olduğu gibi bir yorum yaparak vatandaşlar hakkında dava açmanın uygun olmaması gerekir.

Kuran’ı, hadisi, şeriatı 2024 yılında bir demokratik ve laik ülkede yasa ve kural haline getirmek bu statüko içinde kesinlikle mümkün değil. Haydi bakalım, “Müşrikleri nerede görürseniz öldürün” diyen Tevbe Suresi 5. ayete göre herhangi bir müşriki (Tanrı’ya ortak koşan) öldürün de görelim!

Bir de şu var: AKP ve Genel Başkanı “totaliter” bir rejim kurmuşlardır ama “teokratik” bir düzen kurmaya özenip Cumhuriyetin demokratik devletini “teokratik” bir düzene dönüştürebilirler mi? “Deneyemezler” diyemem ama olacakların altında kalırlar.

Şeriat konusunun kuramsal yanına burada nokta koyup bazı şeri örnekleri ele alalım:

Şeriat sistemi köleliği savunur: “Beğendiğiniz (veya size helal olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın...” (Nisa, 3)

Şeriat sistemi eşitsizliği savunur: “Allah rızk verirken kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur.” (Nahl, 71)

Şeriat sistemi kadını aşağılar: “Erkekler kadınlara üstündür.” (Bakara, 228)

Son söz: Şeriat, Osmanlı’nın şeriat devletinde kutsaldı. Ama Cumhuriyet döneminde 100 yıldır kutsal değil!

                                                 /././

İnsanın din özgürlüğü değil, hayvanın yaşam hakkı! (Zülal Kalkandelen)

Le Monde’da 13 Şubat’ta bir haber çıktı. “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Belçika’nın bayıltmadan ritüel kesim yasağını onayladı” başlıklı haberde, “din özgürlüğünü koruyan ‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesinin ihlal edilmediğine karar verildiği” belirtildi.

Belçika’nın Flaman ile Valon bölgelerinde kabul edilen ve dinsel gerekçelerle hayvanların bayıltılmadan öldürülmesine (helal kesim) son veren kararnameler, bazı Belçika vatandaşları, Müslüman ve Yahudi topluluklarını temsil eden kuruluşlar tarafından mahkemeye taşınmıştı. AİHM’nin kararı, Belçika’nın yasağı uygulamakla haklı olduğuna hükmetti.

AİHM, tartışmalar üzerine, “‘hayvan refahını teşvik etme’ ve ‘din özgürlüğüne saygı gösterme’ hedeflerinin uzlaştırılması için çaba gösterildiğini” açıkladı. 

HAYVANCILIK SEKTÖRÜ İLE İŞBİRLİĞİ YAPAN REFAHÇILAR

Meselenin bamteli de burası. Hayvan refahçılarının “insani/acısız kesim”, adıyla savunduğu yöntem, gerçekte bayıltarak katletmedir. İnternetin yaygınlaşmasından sonra hayvan hakları savunucularının hayvanların nasıl öldürüldüklerini ortaya çıkarması, birçok insanda hayvan yeme konusunda çekince yarattı.

Tepkinin özellikle genç kuşaklarda karşılık bulması, hayvancılık sektörünü endişelendirince yeni kavramlar ortaya attılar ki hayvansal tüketim eskisi gibi sürsün. “Hayvan refahı”, “acısız/insani kesim”, “serbest gezen”, “kafessiz yumurta” vb. kavramlar, doğrudan endüstri tarafından geliştirildi. Bu doğrultuda, esaret ve katliam koşullarında “iyileştirme” olması için hayvancılık endüstrisi ile işbirliği yapanlar da hayvan refahçıları oldu. 

Ve hayvan hakları mücadelesinde derin bir yarılma yaşandı. Çünkü insanın ve insan dışı hayvanın bu dünyaya gelmekle kazandığı en temel hak yaşam hakkıdır. Onu korumayıp, sadece sömürü ve öldürmenin daha az acıyla yapılmasına çalıştığınızda hayvanların yaşam hakkını savunmuyorsunuz demektir. 

Hayvan özgürlüğü mücadelesi ise her türlü sömürüyü ve zulmü hiçbir ayrım yapmadan tüm hayvanlar için savunduğundan hayvan refahçıları ile tamamen ayrıdır.

DİN ÜZERİNDEN HAYVAN HAKLARI SAVUNULAMAZ

Bir canın alınmasına, “Nasılsa öldürülecek, en azından bayıltılarak öldürülsün” diyerek karşılık veriyorsanız sizi ilk alkışlayanlar hayvan bedeni üzerinden ticaret yapanlar olur.

Bu nedenle de din üzerinden hayvan hakları savunusu yapılamaz. Çünkü meseleyi inanca bağlarsanız, kurban zamanında susmanız gerekir. Siz bazı hayvanlar yararına olduğunu düşündüğünüz bir hadis söylersiniz, diğeri karşıtı bir yorum sürer ortaya, tarikatın biri çıkar köpeklere “mekruh” der.

Hukuk devletinde yasalar geçerlidir, hayvan hakları da bir toplumsal adalet mücadelesi olduğundan yasal mevzuat konusudur. Ancak yaşadığımız türcü dünyada hiçbir yasa mezbahada öldürülen hayvanları korumaz. O nedenle hayvan özgürlüğü felsefesi açısından, gerçek anlamda hayvan haklarını savunmak ancak vegan olmakla mümkündür. 

Belçika vatandaşları, AİHM’nin “etik bir karar” aldığını iddia edebilirler. Oysa insan gibi bilinci ve duyguları olan hayvanları metalaştırmanın “etik” olması hiçbir koşulda mümkün değildir. Yaşamak için çırpınan bir hayvanı önce eşya üretir gibi “yapay dölleme” denen yolla üretmek, esir edip köleleştirmek, sonra aylarca doğasına aykırı bir ortamda tutmak, yavrularından ayırıp işkence etmek ve en sonunda da bayıltarak ya da farklı bir yöntemle öldürmek aklanamaz.

Sorun, hayvanların nasıl öldürüleceğine dair bir kararın “din özgürlüğü”  kapsamında “insan hakkı” olarak ele alınmasıdır. Oysa asıl konu, pazarlık unsuru yapılmaması gereken yaşam hakkıdır.

Gerçek nettir: Hiçbir katliam “insani” olamaz!

(Cumhuriyet)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder