Gelen gideni…(Aydemir Güler)
Cumhuriyetin tasfiye sürecine zorunlu olarak eşlik eden tepkileri kontrol ve dejenere etmeye memur edilmişti CHP.
Özgür Özel’in getirdiği yenilik meğer aday belirlenmesinde yapay zekâ teknolojisine başvurulmasıymış!
Kamuoyu Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin tepesine tırmanışındaki ilginçliğe fazla takılmamış, “umut arayışına” daha fazla itibar etmişti. Onu önceleyen Deniz Baykal zamanında gençti ve pek yakışıklı sayılıyordu; kongre kürsüsüne popstar dumanları arasından çıkardı. Emanetçi oldukları zaten belli olanları geçiyorum; bir önceki umut “İkinci İnönü geliyooorrr” diye anons edilmişti miting meydanlarında!
Türkiye siyasetinin bir sabitidir “CHP umudu.” Dikkat: Bu seslenme hep sola doğru yapılmalıdır.
CHP solcu olduğu için değil, ama sermaye düzeninin ülkemizde halkçılığı, yurtseverliği, aydınlanmacılığı kemirdiği tarihsel süreçte, açığa çıkması zorunlu olan halkçı, yurtsever, aydınlanmacı tepkilerin kontrol altına alınması zorunlu olduğu için, “CHP umudu” sola dönük olmalıdır.
Daha net konuşalım; kemirgenlerin karşısına devrimciler çıkmasın, emekçi halk ve ilerici aydınlar sosyalizme yönelmesin diye kullanılan bir dalgakırandır CHP.
Şöyle de formüle edebiliriz: Düzenin iki siyasi akımı 1960’lardan beri “iktidar adayı” olmadılar, başka fonksiyonlar üstlendiler. Defalarca hükümete gelmiş olmaları bu durumu değiştirmiyor…
Biri, esas temsilcisi MHP olagelen faşist harekettir. Faşizm bir siyasi parti olarak iktidarı fethetmek üzere kurgulanmamıştır. Düzenin omurgasının daha sağa çekilmesi ve sola çekmek isteyenlerin her yoldan tepelenmesi için bir silahtır faşist parti. Faşizm, düzenin ve devletin işidir! 12 Mart’ta, MC hükümetleri zamanında, 12 Eylül’de, ANAP veya AKP iktidarında düzenin kaç doz faşizme ihtiyaç duyduğuna faşist bir “uç” değil “merkez” karar vermiştir hep.
Kemalizm ve sosyal-demokrasinin bir sentezi olan CHP’nin karakteristiği de, benzer biçimde “iktidara yabancılıktır.” Ecevit’in romantizmi, şairliğinde falan değil, 1970’lerde bir ara “sosyal-demokrat Türkiye” hayali görmesindeydi. Ama gerçek, yaşamının sonuna yaklaşırken yaptığı itiraftı: En büyük başarısı sorulduğunda komünizmin önlenmesinde kendine pay çıkartmıştı!
Ta o zamanlardan beri, daha doğrusu Cumhuriyet’in kurucu partisinin kapitalist inşanın bayrağını cumhuriyet düşmanlarına bıraktığı 1950’lerden başlayarak, söz konusu hareket, kendi solunun önüne çekilen bir duvardan ibarettir.
Faşistleri geçelim; işte sosyal-demokrasi bu tarihsel misyon sınırlaması nedeniyle bu haldedir. Payına düşen “iktidar alanı” sendikal kurumlardan, en modernleşmiş yerleşimlerin belediyelerinden, coğrafi olarak en aydınlanmış bölgelerden ibarettir. Bu alanlar cumhuriyet karşıtlığına kolay kolay yar olmayacak özellikler taşımaktadır. Bir tarafta sağ, cumhuriyetçilikle bağlantılı tüm değerleri imha ederken, bunun becerilemeyeceği yerleri de CHP dejenere etmektedir. Bu bir işbölümüdür. Sağ bütün ülkenin yağmalanmasını örgütler. CHP başta yerel yönetimler olmak üzere, kendi iktidar alanının yağmalanmasını ayarlar…
Yıllar geçer ve gelenler gidenleri aratır!
Nedeni yukarıda çizilen çerçevede anlaşılabilir. Yenilerin daha iyisini yapması, geçmiş pratikleri aşması için, önce, o hareketin toplumu dönüştürmeyi amaçlaması gerekir. Oysa dönüştürenler sağcılardır. CHP ise buna duyulan tepkileri boş umutlara bağlayarak sağcı dönüşüme ayak uydurur. İşi budur!
İmamoğlu-Özel CHP’si, bir maça benzeteceksek, daha ısınma hareketleri sırasında sakatlandı. Aday belirleme skandallarının suçunu yapay zekâya yüklemek de kurtarmaz!
Murat Kurum ve Tayyip Erdoğan neredeyse rakibin sahaya çıkmamasıyla hükmen kazanacakları bir maça hazırlanırken, talihin onları siyanür havuzuna düşürmesine yanıyor olmalılar. Kuşkusuz olay, AKP açısından trajik bir şanssızlık değil kaçınılmaz kaderdir. Ama zamanlamasının seçime denk gelmesi hiç de zorunlu değildi! Eğer İmamoğlu-Özel dönemi görülmemiş bir fiyaskoyla sonuçlanmazsa, bu, CHP’nin becerisinden değil, AKP’nin tepesine başka yıldırımların düşmesinden kaynaklanacaktır… Hal böyleyken DEM Parti’nin, Ali Kenanoğlu’nun tarifiyle 31 Mart’ı CHP ile, 1 Nisan’ı AKP ile görüşüyor olması sadece oportünizmin manifestosu sayılmamalıdır. Demek ki DEM ve aslında bütün düzen partileri, seçim gecesi tablo ne olursa olsun, temel aktörün AKP olacağını kabul etmekteler. Özetle, herhangi bir seçenekte CHP için gerçek bir kazanç olmayacaktır. En büyük başarı teknenin batışını ertelemekten ibarettir!
Yani teknenin batması artık abartı içeren bir dramatizasyon değil, gerçek anlamıyla gündemdedir. Cumhuriyetin tasfiye sürecine zorunlu olarak eşlik eden tepkileri kontrol ve dejenere etmeye memur edilmişti CHP.
Dejenerasyonda öyle bir başarı kaydetti ki, “kontrol işlevini” kimse hatırlamaz oldu. Herkes batan geminin mallarıyla ilgileniyor artık.
CHP’nin kendi yarattığı kötü kadere sevinecek değiliz. İlk elde tarikatların zafer turu atacak olmasında olumlu ne olabilir ki!
Ama biz de 1 Nisan’ı düşünmek ve görüşmek durumundayız. Cumhuriyetin tasfiyesinin karşısında devrimci bir seçeneğin örgütlenmesini, aynı derdi paylaşanlarla birlikte düşünmekten, görüşmekten söz ediyorum. İşte bu noktada, ortada umut bağlanacak bir CHP’nin kalmamasına üzülecek de değiliz.
/././
AKP yönetimi ABD’ye mi yanaşıyor? (Erhan Nalçacı)
Şu anda Türkiye sermayesinin ve onun baş aktörü AKP’nin en zayıf karnının Montrö Anlaşması’nın ihlaline dönük basınç olduğu anlaşılıyor.
AKP 2000’lerin başında tasarlandığında ve ileri sürüldüğünde ABD’den başka pusulası yoktu ve Türkiye ABD’ye ekonomik ve siyasi olarak bağımlı tipik bir ülkeydi.
Sonraki 24 yılda çok şey yaşandı, burada ayrıntılandırmadan genelleyebiliriz ancak.
AKP eliyle gerçekleşen kamu mallarına sermayenin çökmesine dayalı yağma büyük bir sermaye birikimi sağladı. Emeğin örgütlülüğünün dağıtılması ve yargının tekellerin hizmetine verilmesi ise Türkiye’ye yurt dışından hatırı sayılır bir sermaye akışına neden oldu. Böyle bir birikime yaslanan Türkiye sermaye sınıfı yurtdışına sermaye ihracatına başladı.
ABD ise 2008’deki mali çöküşünden sonra bariz bir hegemonya erozyonuna sürüklendi, eskiden kendine bağlı olan devletleri etrafında tutamaz hale geldi.
Bu siyasi boşlukta sermaye sınıfının yurtdışı iştahı “Kendi için emperyalist olma” eğilimini yükseltti. “ABD’ye bağımlı bir emperyalist unsur” olmanın belirlediği ABD-Fethullah darbesinin 2016’da başarılı olmaması bu eğilimi serbest bıraktı.
Ancak devletin ve AKP’nin içinde “kendi için emperyalist olma” ile “ABD için emperyalist bir unsur olma” çelişkisi inişli çıkışlı olmak üzere hep var oldu.
Türkiye sermayesi 2024 içinde ödenmesi gereken çoğu Batı emperyalizmine ait bankalardan alınmış kısa vadeli borçlara ve cari açığına baktığı zaman bu fay hattı yeniden depreşiyor.
Kendi için emperyalist olmak bazılarının kulağına hoş geliyor olabilir ama bu komşu halkların ve emekçi sınıfların zararına olan siyasetin eninde sonunda kendi emekçi halkımızı vuracağını biliyoruz. ABD için emperyalist unsur olmak ise kuzeyimizdeki savaşa bodoslama girmek anlamına gelebilir.
Şimdi bu koşullarda AKP ABD’ye yanaşıyor mu diye son dönemde ortaya çıkan olaylara bakalım bir kez.
İsveç’in NATO’ya kabulüne geçit verme ve Türkiye’ye F-16 satışına ABD’den izin çıkması sonrası ABD ile görüşme trafiğinde yoğunluk yaşandı. Nelerin görüşüldüğünü tam olarak bilmiyoruz. Dışarıya yansıyan olaylardan bir eksen değişikliği olup olmadığını anlamaya çalışacağız.
Putin’in Şubat’ta planlanan Türkiye ziyareti iptal oldu
Türkiye sermayesinin kendi için emperyalist olma eğiliminin en belirgin özelliklerinden biri ABD ile büyük bir karşıtlık içinde olan Rusya ile iktisadi-siyasi ilişkilerin yoğunlaşmasıydı. Şu sayılar konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. 2016 darbe girişiminden sonra Erdoğan ve Putin değişik vesilelerle 30 kez bir araya gelmiş ve 25 kez telefonda görüşmüşler.
Bu sefer Putin’in Türkiye’ye gelişi Batılı ülkelerde “Putin Ukrayna savaşı sonrası ilk kez bir NATO ülkesine gidiyor” diye mercek altına alınmış ve örtülü bir baskı ortamı yaratılmıştı. Ziyaretin Türkiye’nin önerisi ile iptal edilmesi olası gözüküyor.
Öte yandan bu veri ABD’ye yanaşma açısından çok güvenilir değil. Trakya’da Rus doğal gazının biriktirileceği büyük bir istasyon ve buradan Avrupa’ya gaz sevkiyatı söz konusu. Ayrıca Türkiye ve Rusya arasındaki giderek büyüyen ticari ilişkide Batı mali sisteminin yasakları nedeniyle ödeme güçlüğü yaşanıyor ve bir Rusya-Türkiye Ortak Bankası’nın kurulması gündemde.
Dolayısı ile burada ne olduğunu anlamak için seçim sonrasını beklemek zorunda kalacağız.
Fethullahçı olduğu suçlaması ile yargılanan 450 yargı mensubunun göreve iadesi ile ilgili Danıştay’ın aldığı karar
ABD’ye yanaşmanın hemen göze çarpacak bir belirtisi Fethullahçı olanların hapisten çıkması veya devletteki görevlerine dönmesidir. Bu yüzden Danıştay’ın tam bu dönemde aldığı karar çok dikkat çekti. Öte yandan HSK tarafından aynı gerekçeyle görevine son verilmiş 4.500 kişiden 450’sinin haksız yere suçlanma olasılığını ve Danıştay’ın siyasetle ilgili olamayan bir karar verme olasılığını göz önünde tutmalıyız.
Buna karşılık Erdoğan’ın bu karara çok sinirlenmesi ve basına bunu ifade etmesi devlet ve AKP içindeki bahsettiğimiz malum fay hattına denk gelme olma olasılığını güçlendiriyor.
Baykar’ın Kiev yakınlarında SİHA fabrikası kurduğunu açıklaması
Ukrayna savaşı boyunca Türkiye’nin çok çelişik bir pozisyonu oldu. Bir yandan Rusya ile ekonomik ilişkiler geliştirilerek sürdürülürken diğer yandan Ukrayna’nın silah sağlayıcıları arasında Türkiye de vardı. Ancak Türkiye sermayesi bu alanda NATO unsuru olmaktan çok Ukrayna motorlarına ulaşmaya çalışan ve NATO’dan bağımsız bir silah üretme kapasitesi geliştirmeye çalışan bir görüntü verdi.
Bilmiyoruz, Putin ile olan görüşmelerde Erdoğan” Bizim çocukların fabrikalarını bombalamasınız” diye rica ediyor mudur? Ancak Rusya bu durumu bir şekilde sindirmiş gözüküyor. Savaştan önce başlayan bu askeri işbirliği ABD’ye yanaşmanın kesin bir belirtisi olarak alınamaz yeni veriler gelene kadar.
S-400’lere karşı F-35 teklifi
İsveç’in NATO’ya girişinin Meclis’te oylanmasından sonra ABD emperyalizminin en berbat figürlerinden olan Dışişleri Başkan yardımcısı Victoria Nuland Türkiye’yi ziyaret etti. ABD’nin ahlaksız teklifi olan “S-400’leri Ukrayna’ya verin”i dile getirdi mi bu görüşmede, bilmiyoruz. Ancak “S-400 bataryasından bir şekilde kurtulun sizi tekrar F-35 programına alalım”ı öne sürdüğü basına yansıdı.
Türkiye ve Yunanistan arasında eşitsizlik yaratarak yönetme çabası ABD emperyalizminin eski bir taktiğidir. Sonuçta Yunanistan 2030’ların başında F-16’lardan daha gelişkin olan F-35’leri alacak. Ancak Türkiye sermayesi 2030’lara kadar çok zaman olduğunu ve Türkiye’nin savaş uçağı üretme kapasitesine ulaşacağını umuyor.
Dolayısı ile buradan da kesin bir eksen değişikliği kanıtı bulamıyoruz.
ABD’nin Suriye ve Irak’tan asker çekme olasılığı
ABD’nin Irak’ta 2500, Suriye’de 900 kadar askeri bulunuyor. Ancak İsrail’in Gazze’de giriştiği katliamdan sonra ABD askerlerinin bulunduğu üsler sürekli saldırı altında kaldı. Ayrıca Irak devleti ABD askerlerini istemiyor, Suriye devletini söylemeye gerek yok. Ancak bütün bu işgalci pozisyon ve risklere rağmen ABD şimdilik asker çekmeyi göze alamıyor gözüküyor. Oysa birçok sermayeye bağlı köşe yazarı Kürtleri bırak bizi al diye yazıp duruyorlar. Yine de bu alanda hızlı bir değişim ufukta gözükmüyor.
Karadeniz’de mayın avlama merakı
Bütün bu gelişmelerin içinde fay hattını en çok zorlayan olay ABD’nin ve NATO’nun Karadeniz’e girmek için sürekli plan yapması ve Türkiye sermayesini basınç altında bırakması olarak gözüküyor.
Birkaç hafta önce üç NATO ülkesi arasında (Türkiye-Romanya-Bulgaristan) Karadeniz mayınlarını temizleme konusunda anlaşmanın ne anlama gelebileceğini yazmıştık. Mayınları döşeyen ve serbest bırakan NATO, temizlemek için Montrö’yü delmeye çalışan yine NATO.
Şimdi de NATO Sekreterinin 20 NATO üyesi ülkenin mayın temizleme koalisyonu kurduğunu bildirmesi bu konunun nasıl bu alçaklarda saplantı haline geldiğini bize gösteriyor.
NATO sekreteri ya sayı saymayı bilmiyor ya da gerçekten kana susamış olmalı. Çünkü açıklamasında Ukrayna’ya 1 milyon SİHA vereceklerini de bildirmiş. Bu gerçek olabilir mi? Dünyanın hiçbir hava savunması 1 milyon SİHA’yı durduramaz ve bu açık savaş ilanı anlamına geliyor.
Bu açıklama NATO’nun soğuk savaştan bu yana yürüttüğü 90 bin askerin katılımıyla en büyük NATO tatbikatı esnasında yapılıyor.
Şu anda Türkiye sermayesinin ve onun baş aktörü AKP’nin en zayıf karnının Montrö Anlaşması’nın ihlaline dönük basınç olduğu anlaşılıyor.
Türkiye emekçi sınıfları bu süreci yakından izlemeli ve bir felakete dönüşecek tavize karşı örgütlü bir uyanıklık göstermeliler.
/././
İslamcı rejimin emperyalist rejisi (Orhan Gökdemir)
Yoksuluz ama kaynaklarımızın olmamasından değil bu; taşımızın toprağımızın bir avuç asalak tarafından yağmalanmasına izin vermemizden. Rejimin rejisi soyuyor hepimizi.
Yağma deyince 19. yüzyıldan bakiye kavramlar geliyor aklımıza. Bunlardan biri “Düyunu Umumiye”dir. “Genel Borçlar” ödenemeyecek düzeye gelmişti, alacaklı Avrupa devletleri, 1878’de, Osmanlı maliyesini borçları ödeyecek şekilde yönetmek üzere uluslararası bir mali komisyon kurulmasına karar verdi. Devlet bütçesini bu komisyon yapacak ve uygulamasını denetleyecekti. Düyunu Umumiye, Avrupalı yatırımcıların çıkarlarını garanti altına almak üzere devlet gelirlerinin büyük bir kısmına el koymuştur. Elinde tuttuğu paraları yabancı tahvillere yatırmış hatta İtalyanların Trablusgarp savaşının finansmanına katılmıştır. Bu işgal gücünün vergi gelirlerine el koymasına ancak Lozan Anlaşması ile son verilebilmiştir. Geriye kalan borçları genç Türkiye Cumhuriyeti üstlendi. Son taksitini, Menderes seçimi kazanmadan bir yol önce, 1954’te ödediler, kapattılar. Yeni Osmanlıcılığın başlangıcıdır.
İkincisi “reji”dir. Reji de, regie-idare, Duyunu Umumiye ile bağlantılıdır. Düyunu Umumiye devlet gelirlerine el koymakla kalmamış aynı zamanda işletmecilik yapmaya girişmiştir. Tuz ve tütün tekeli idarenin elindeydi. Tuzu kendisi işletti, tütünü ise Viyana ve Berlin merkezli iki bankanın kurduğu bir şirkete devretti. Bu şirket imparatorluktaki bütün tütün ticaretine el koydu. Tütünü kendi tespit ettiği fiyatlarla alıyor, işliyor ve satıyordu. Haliyle ucuza alıyor, pahalıya satıyordu; tekel diyoruz. Böylece tütün tüccar ve imalatçıları açıkta kaldı. Haliyle kaçakçılık baş gösterdi. Reji bunu engellemek üzere bir kanun çıkarttırdı, bir jandarma örgütü kurdurttu, köylerde terör estirmeye başladı. Köylü rejiden yarım kilo tütün saklasa vurulma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu. Reji jandarması bu sebeplerle binlerce kişiyi öldürdü. Bu jandarmalı reji şirketine son vermek de cumhuriyet kuruluna kadar mümkün olmadı.
Sonra Amerikalılar da fark etti yağmanın tadını. “Chester Projesi” ile alana şaşalı bir giriş yaptı. “Osmanlı-Amerikan Kalkınma Şirketi”nin aldığı imtiyaza göre şirket Doğuda Musul’u da kapsayan çok geniş bir bölgede demiryolu inşa edecek ve demiryolunun iki yanında kalan yirmişer kilometrelik alanda bütün madenleri işletecekti. Osmanlı mülkünün yarı sömürgeleşmesinin adımlarıdır.
Kapanışı şöyle yapalım; bu yağmanın sürdüğü dönemin önemli bir bölümünde şimdi sofuluğu nedeniyle kutsanmaya çalışan Abdülhamit iktidardaydı. Olup biteni seyretti, iktidarına zarar vermediği sürece her gelene yol verdi. Osmanlı tarihinin son yüzyılı İngiliz ve Alman Emperyalizminin itiş kakış tarihidir.
Düyunu Umumiyesiyle, rejisiyle, imtiyazıyla, topuyla tüfeğiyle cumhuriyette kovuldular ve cumhuriyet çökünce geri döndüler. Kavramları farklı ve ancak yağma aynıdır.
***
Yağmanın olduğu yerde mutlaka iki oyuncu görürsünüz. Birincisi çeşitli kılıklara girmiş uluslararası tekellerdir. İkincisi o tekellere yol açan yerel işbirlikçilerdir. Bu ikincilere komprador veya acente diyoruz. İliç’te yol açtıkları felaket nedeniyle bunlarla bir kez daha yüzleşiyoruz.
Ayrıntısı şöyle: Çöken madenin işleticisi Anagold, Kanadalı “SSR Mining” adlı altın şirketi ve “Çalık Holding” tarafından kurulan bir ortaklık. Büyük ortak Kanadalı SSR Mining. Merkezi Kanada olan, içinde Amerika, Avustralya, İngiltere’nin de olduğu uluslararası bir kartel bu. Yüzde 20’lik ortağı ise bulduğu yerel işbirlikçi...
Anagold Şirketi’nin çöken madeni Çöpler köyünün tam üstünde. Şirket yılda 9 bin sülfürik asit, 7 bin ton siyanür ve 5 bin silika boca ediyor köylülerin üzerine. Ormanları kesiyor, milyonlarca ton taş-toprağı binlerce ton dinamitle doğanın bağrından söküp alıyor.
Bu şirket üç sene önce üç köylüye dava açtı. Borç batağında, ürünleri para etmeyen, traktörleri haczedilen köylüler; bir yandan da köylerini, topraklarını, ormanlarını, meralarını uluslararası tekele ve yerli işbirlikçilerine karşı korumak için savaşmak zorunda kaldı. O köylülerden birini, maden çökünce koşup gözaltına aldılar, sonra baktılar olmayacak saldılar. “Reji”nin modern halidir.
Sadece sopayla olmaz, biraz da havuç gerek tabii. Şirket, bölge halkını ikna etmek için milletvekilinden, belediye başkanına, muhtarından, emniyet müdürüne bölgede yetkili-etkili kim varsa Amerika’ya taşıdı. Beslediği gazeteciler var. Yaklaşık 100 köylüye şirkete dava açmamaları şartıyla 130’ar bin lira dağıttı. Madenin harında boğulacak köylüleri az ötede yaptırdığı baraj manzaralı “villalara” taşıdı. Yoksulluğu satın almak her zaman ucuzdur. Bu yöntemlerle “minnoş” Kanada kapitalizmi başka hiçbir yerde uygulamayacakları vahşi yöntemlerle Anadolu'nun dağını taşını yağmalamaya başladı. Tabii kompradorlar marifetiyle...
Yani vatan taşını toprağını savunma mücadelesi Kurtuluş Savaşı yıllarından çetindir. İşgalcilerin işbirlikçileri o günkünden güçlü, direniş o günkünden zayıf çünkü. İşte sonuç ortada…
***
Yağma gerçekleştiği yerde bir habitat da oluşturuyor. Erzincan’da bir Binali Yıldırım Üniversitesi var örneğin. Üniversitenin “yumuşak g” yazamayan son başbakanın adını taşıması rastlantı değil. Sponsoru İliç’teki madeni işleten Anagold. Yani esasında Anagold Üniversitesi, Binali Yıldırım sadece paravan. Bir de şehirde yerleşik 24 Erzincanspor var. Anagold ona da sponsor olmuş, takımın adı “Anagold 24 Erzincanspor” olmuş. Takımın hamisi Binali Yıldırım. Yıldırım, Anagold ile şehir arasında bir tür arabulucu. Eleman aynı zamanda Angold’un ikinci ortağı olan Çalıklarla çok yakın. Aktif politikadayken Ahmet Çalık’ın sahibi olduğu Çalık Holding’in özel uçağı ile uçuyordu sık sık. Malum eleman Saraya da çok yakın. Bunun Çalık Holding’de de karşılığı var. 2007’de Şirketin CEO’luğuna Damat Berat Albayrak getirildi. O tarihten sonra Çalık Grubu’nun adı Albayrak ile anılır oldu. Devlet destekli birçok projeyi alarak hızla büyüyen Çalık Grubu, TMSF’nin Aralık 2007’de satışa çıkardığı Sabah-atv’yi 1,1 milyar dolara kapattı. Kredi için devlet imkânları seferber edildi, Halkbank ve Vakıfbank’tan sınırsız kaynak aktarıldı. Çalık’ın bu medya tekeline konmasına da Binali Yıldırım aracılık etti. Majestelerinin işaretiyle devreye girip AKP ihaleleriyle semiren patronlardan para topladı, Çalıklara aktardı. İliç’te halkın üzerine çöken işte bu habitattır.
İliç’teki madende bugünkü yıkımı haber veren bir önceki kazadan sonra öfkelenen elaman protestocu köylüleri algı operasyonu yapmakla suçlamıştı. “Burada bir bilgi kirliliği var. Bilgi kirliliğinin sebebi şu. Bir takım küçük menfaatlerine halel gelenler ne yazık ki olumsuz propagandaları körüklüyorlar. Madenin ciddi anlamda İliç’e desteği var” demiş, köylüleri terslemişti. Sahibinin sesidir.
***
Yağma her zaman vardı ama sınırsız yağmanın mucidi AKP iktidarıdır. 2004’te çıkardıkları “Maden Kanunu” ile yolu açtılar. 2005’ten itibaren Türkiye’de maden aramak için ruhsat isteyen yabancı şirket sayısında büyük artış oldu. Türkiye’nin bugün yabancılara verdiği “maden ruhsatları”, Osmanlı’nın 19. yüzyılda yabancılara verdiği maden imtiyazlarının tıpkısıdır.
Şöyle özetleyelim sonucunu; 2019’da 118 farklı yabancı firmaya ait 593 maden ruhsatı vardı. Bu firmaların gözdesi altın madenciliğidir. Çoğunun kökü dışarıdadır. Bunlardan biri olan Fronteer Eurasia, Cayman Adaları merkezli bir şirkettir. Ariana (ABD), Odyssey (Kanada), Stratex (ABD), Tüprag Madencilik (Kanada), Eldorado Gold (Kanada), Teck Cominco (Kanada), Galata Madencilik (İngiltere), Doğu Truva Madencilik (Cayman Adaları), Kuzey Truva Madencilik (Cayman Adaları) çıkışlıdır. “Getirisini” de not edelim; 2019’da 39 ton altın çıkaran yabancı maden şirketleri devlete 1 ton altın verdi, geri kalan 38 ton altını ise ceplerine indirdi. Yağma bu kadar sınırsızdır.
***
İliç'teki çökme AKP kurucusu, fındık tüccarı, uluslararası tekellerin marifetli danışmanı Cüneyt Zapsu’nun şikayetiyle basın savcılığına çağrıldığım günün ertesine denk geldi. soL’da yayımlanan “Karadeniz yolcuları için son çağrı” başlıkla yazı soruşturuluyordu. AKP kurucusu şerefli bir iş adamına “yağmacı” deyip huzurunu kaçırmıştık.
Bir kez daha anlattım bu vesileyle; Dünyadaki fındık alanlarının yaklaşık yüzde 75’ine sahibiz ama ne fındıkçı ne de devlet kazanabiliyor bundan. Bütün fındık ihracatımız sadece 2,5 milyar Dolar civarında. Bizim fındığımızı işleyip satan fındık tekeli Ferrero’nun cirosu 10 milyar Avro. Yani bir tekelin geliri koca ülkenin gelirinden dört kat fazla. Ülke dünya fındığının yüzde 75’ini üretiyor ama o fındığın da yüzde 75’ini tek başına Ferrero alıyor. O sayede fındık fiyatını istediği gibi belirliyor. Fındık fiyatının baskılanması bu düzenin olmazsa olmazı haliyle. Adı konulmamış fındık “reji”sidir.
Tekel o kadar pervasız ki kendisini hem ülkenin hem fındığının sahibi sayıyor artık. Bu da AKP sayesinde oldu. Sıradan bir örnek; Ferrero, ülkede ihtiyaçtan 3 kat fazla fındık kırma tesisi varken, Düzce'de kırma tesisi kurmaya karar verdi. Başlarken AKP iktidarından 680 milyon TL destek aldı. Devlet desteğiyle kurulan o tesis bütün kırma sektörünün bir yılda yaptığı işi üç ayda yapacak kapasitedeydi. Ferrero’ya “yerli ve milli” sanayiyi bitirsin diye teşvik veren hükumet o tarihte fındık üreticisi için verdiği teşviki dokuz yıldır bir lira bile arttırmadı.
***
Yoksuluz ama kaynaklarımızın olmamasından değil bu; taşımızın toprağımızın bir avuç asalak tarafından yağmalanmasına izin vermemizden. Rejimin rejisi soyuyor hepimizi. Tekelleri kovsak, kompradorları kovalasak, topraklarımıza el koysak, yağmayı durdursak bütün ülkeyi cennete çevirebiliriz.
Kalk kardeşim öyleyse, bırak hesap kitap yapmayı, düş yola. Kapitalizmi ve emperyalizmi tepelemekle başlayacak her şey!
/././
Öğretmenin rolü ve gelişimi!(Rıfat Okçabol)
Eğitim ve öğretmen konularıyla ilgili sorunları ortaya çıkarmadan, Eğitim ve Öğretimde Öğretmenin Rolü ve Gelişimi konusunda 148 sayfanın nasıl yazılabildiğini düşündüren bir rapor niteliğini taşıyor.
Eğitim bakanlığının son zamanlarda hazırladığı bir başka rapor da, ‘Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı Olan Türkiye Yüzyılında: Eğitim ve Öğretimde Öğretmenin Rolü ve Gelişimi’1 adını taşıyor.
Raporun ilk sayfasında, raporu hazırlayan ekip tanıtılıyor. Rapor, profesör olan Talim ve Terbiye Kurulu (TTK) başkanının genel koordinatörlüğünde hazırlanmış. TTK başkanlığında ‘Eğitim Araştırmaları Daire Başkanı’ olan ve internette onun adıyla yazılmış ‘Muhammet Aziz Lahbabi’nin Özgürlük Felsefesi’ başlıklı kitabı bulanan akademisyen de koordinatörlük yapmış. Dördü doktor unvanı olan beş bakanlık uzmanı raporun yazarları arasında yer almış. Raporun danışmanları arasında ikisi TTK başkanlığında çalışan üçüncüsü de ölçme ve değerlendirme uzmanı olan üç profesör bulunuyor. TTK uzmanlarından biri raporun ‘Grafik Tasarımı’nı, bir diğeri de ‘Dil Okuma’sını yapmış.
Bu sayfadan sonra, bakan ile Talim ve Terbiye Kurulu başkanının resmi ve yazıları olan sayfalar geliyor. Cumhurbaşkanı’nın resmine yine yer verilmiyor. Geçen haftaki raporun aksine, bu sayfaların başında sırasıyla ‘Takdim’ ve ‘Önsöz’ sözcükleri ile sayfaların altında yazarların adları bulunuyor.
Takdim sayfasında bakan, “Millî Eğitim Bakanlığı olarak Türk eğitim sistemini temel insani ilkelerle uyumlu, kendi medeniyetimiz ve değerlerimizle örtüşen biçimde daha da geliştirmek için önemli adımlar atmaktayız ve atmaya devam edeceğiz. … Türkiye Yüzyılı’nda Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde yazacağımız başarı hikâyesinin ana unsurları olan öğretmenlerimizle birlikte cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği hedefler doğrultusunda daha güçlü ve başarılı bir geleceğe doğru ilerlemeye devam edeceğiz” diyor. Gel de inanma!
Önsöz sayfasında da TTK başkanı, “Bu rapor öğretmenlerimizin görüş, beklenti ve önerilerini kapsamlı bir biçimde ortaya koymakta ve eğitimde Türkiye Yüzyılı hedeflerine destek verme gayesi taşımaktadır” diyor.
Bu rapor 8 bölümden oluşuyor. ‘Giriş I’ bölümünde, kavramsal çerçeveyi oluşturmak amacıyla alan yazın taraması özetlenip araştırma sorularına yer veriliyor. ‘Araştırma Modeli II’ bölümü, araştırmanın metodolojisi, örneklem seçimi, örneklemin demografik özellikleri, veri toplama araçları hakkındaki bilgileri içeriyor. ‘Eğitim ve Geleceğe İlişkin Bulgular III’, ‘Öğretmenlik Mesleğine İlişkin Bulgular IV’, ‘Mesleki Gelişime İlişkin Bulgular V’ ve ‘Genel Olarak Öğretime İlişkin Bulgular VI’ bölümlerinde ise, bu bölümlerin konusu olan araştırma sorularından elde edilen bulgular sunuluyor. ‘Sonuçlar VII ’ bölümünde, dört araştırma sorusuna ilişkin bulgular irdelenip yorumlanıyor ve son bölümde de önerilere yer veriliyor.
Ancak bu araştırma, çeşitli açılardan yetersiz kalıyor ve sonuçlarına güvenilemeyecek ögeler içeriyor. Örneğin
- Raporun ilk bölümünde kullanılan kaynaklar arasında, eğitim sistemine ve öğretmen konusuna eleştirel yaklaşan ya da iktidardan farklı gözle bakan kaynaklara hemen hemen hiç yer verilmiyor.
- İstanbul’un nüfusu genel nüfusun yüzde 18’i kadardır. İstanbul’dan örnekleme giren öğretmen oranının bu orana yakın bir değerde olması beklenir. Ancak araştırmada bu oran yüzde 7’yi geçmiyor.
- Araştırmada, beden eğitimi öğretmenleri ile din kültürü ve ahlak bilgisi (DKAB) dersi öğretmenleri, ‘Genel Bilgi/Kültür dersleri öğretmenleri’ olarak adlandırılan grup içine alınmıştır. Bu derslerin genel bilgi/kültür dersi sayılması, pek anlamlı ve eğitsel bir yaklaşım olmuyor!
- Örnekleme giren meslek dersi öğretmeni oranı (yüzde 5) küçük bir orandır. Bu araştırmada, imam hatiplerdeki meslek dersi öğretmenleri de meslek dersi öğretmen grubu içinde ele alınmıştır. Bu yaklaşım da anlamlı ve eğitsel bir yaklaşım değildir. Çünkü imam hatiplerdeki meslek dersi öğretmenleri de DKAB dersi öğretmenleri gibi, diğer öğretmenlerden farklı dünyaları, beklentileri ve yaklaşımları olan öğretmenlerdir.
- Araştırmada kullanılan öğretmen gruplamaları, bu araştırmadan elde edilecek bulguların niteliğini ve önemini de sınırlamıştır. Bu araştırma sonunda örneğin gerçekten meslek lisesi öğretmenleri ile din dersleri öğretmenlerinin hangi konularda benzer hangi konularda ayrı düşündüklerini öğrenmek mümkün olmuyor. Bu tür gruplama, farklı nitelikteki öğretmenlerin ne düşündüğünü öğrenmemek için yapılmış gibi oluyor.
- Bilindiği gibi eğitim sistemimizin temel sorunlarının başında laiklik, bilimsellik, ezbere öğretim, müfredat, seçme sınavları, ders kitapları, gerici kuruluşlarla yapılan protokoller ile laik ve bilimsel anlayışlara tepkili olan öğretmenler gibi sorunlar geliyor. Ancak bu araştırmada, bu tür temel sorunlarla ilgili soruların sorulmadığı görülüyor. Nasıl oluyorsa araştırmanın bulguları içinde bu konulara ilişkin bilgiler de yer almıyor. 1,2 milyon dolayında olan öğretmenler içinde bu konuları dile getiren öğretmen olmadığını düşünmek de anlamlı olmuyor.
Dolayısıyla bu rapor, eğitim ve öğretmen konularıyla ilgili temel sorunları ortaya çıkarmadan, Eğitim ve Öğretimde Öğretmenin Rolü ve Gelişimi konusunda 148 sayfanın nasıl yazılabildiğini düşündüren bir rapor niteliğini taşıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder