15 Mart 2024 Cuma

3 Mart 1924 tarihli devrim yasalarının rövanşı (I+II+III)- Rıfat Okçabol / soL

 

(I)

“Diyanet İşleri Başkanlığı ile Genelkurmay, Osmanlının M. Kemal’e düşman şeyhülislamlık makamı ile erkan-ı harbiyesine mi dönüşüyor?” Ne dersiniz?

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) 23 Nisan 1920’de açıldıktan sonra oluşturulan icra heyetlerinde, Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı (Şeriye ve Evkaf Vekaleti) ile Genelkurmay (Erkan-ı Harbiye) Bakanlığı oluşturulmuştur. Bilindiği gibi, TBMM’nin kurduğu icra heyetlerinin, 1921 Anayasası’nın ve 29 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir temel ilkesi ‘egemenlik kayıtsız şartsız ulusta olduğudur.’ Yine bilindiği gibi, egemenliğin ulusa ait olduğu toplumlarda,

  • Ülke yönetimi, babadan oğula geçmez, ulusun temsilcilerinden oluşan bir meclis tarafından belirlenir;
  • Ülke yönetimi, inançlardan bağımsızdır;
  • Yaşamı düzenleyen kurallar, inançlar üzerinden değil, insan aklının öncülüğünde ve bilimsel gerçeklerin ışığında yapılacak tartışmalar sonunda uzlaşılıp anlaşarak belirlenir;
  • Toplum, ümmet ya da tebaa değil kendi egemenliğinin ayrımında olan özgür yurttaşlardan oluşur;
  • Yurttaşlar, ırk, din, cinsiyet ve varsıllık düzeylerine bakılmaksızın eşit haklara sahiptir.

Dolayısıyla ulusal egemenlik, laikliği, bilimselliği, hukuksallığı ve insan haklarını benimsemiş özgür yurttaşlar sayesinde işlevsel olabilir.

Ulusal egemenliği geçerli kılmanın ilk adımı Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasıdır. İkinci adım saltanata ve şeyhülislamlığa son verilmesidir. Üçüncü adım da, yüz yıl önce ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 60 gün kadar sonra, 3 Mart 1924’te, laiklik ve bilimselliğe kapı açarak ulusun egemenliğine işlevsellik kazandıracak nitelikte olan şu devrim yasalarının kabul edilmesidir:

  • 429 sayılı Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı ile Genelkurmay Bakanlığının Kaldırılmasına Dair Kanun;
  • 430 sayılı Öğretim Birliği Kanunu;
  • 431 sayılı Hilafetin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Yurtdışına Çıkarılmasına Dair Kanun.

429 sayılı yasayla, kaldırılan din işleri ve vakıflar bakanlığı yerine, “İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare edecek” (m. 1) Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), Genelkurmay Bakanlığı yerine de, Genelkurmay Başkanlığı (m. 9) kurulmuştur. 429 sayılı yasayla dini ve askeri işlerle ilgili görevliler bakanlık yerine bürokratlığa indirgenip din adamlarının ve askerlerin siyasal kararlara etkisi kısıtlanmıştır.

DİB, özerk bir birim olarak değil, başbakanlığa bağlı bürokratik bir birim olarak oluşturulmuştur. DİB’e, dini konuları yorumlama yetkisi de verilmemiştir. Kurtuluş Savaşı’nı desteklemiş olan Ankara Müftüsü Mehmet Rifat Börekçi, diyanet başkanlığına getirilmiş ve 1941’de rahmetli olana kadar bu görevi sürdürmüştür. DİB, 1960’lara kadar kuruluş amacı doğrultusunda hizmet vermiştir. Suat Hayri Ürgüplü’nün başbakanlığında, 1965’te 633 sayılı yasayla DİB’e ‘din konusunda toplumu aydınlatma’ (m. 3) görevi verilmesi, DİB’in kuruluş amaçlarından sapmasına yol açmıştır. DİB, Cumhuriyet’in ellinci yılında yayımladığı ‘Hutbeler’ adlı kitapta, ulusal egemenliğin, kutsal kitabın ve Peygamberin gösterdiği yol olduğunu yazabilmiştir! Süleyman Demirel’in başbakanlığında 1976’da çıkarılan 1982 sayılı yasayla DİB’e verilen yurt dışı teşkilatı kurma yetkisi, Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından 1979’de iptal edilmiştir. 1982 Anayasa’sında da DİB için, “lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir” (m. 136) yükümlülüğü getirilmiştir. Ancak 12 Eylül darbe yönetiminin Türk-İslam sentezi anlayışı doğrultusundaki uygulamaları, DİB’in kuruluş amaçlarından sapmasını hızlandırmıştır. Örneğin DİB, 1984’te yayımladığı ‘Gurbetçinin el kitabı’nda, dinsizliğin “her türlü faziletsizliğin doğmasına ve yayılmasına ve bunun sonucu olarak da ahlaki düşüncelerin kaybolarak toplumun bozulmasına” (s. 37) neden olacağını belirtebilmiştir.

AKP’nin çıkardığı 1 Temmuz 2010 tarihli ve 6002 sayılı yasa, DİB’e “İslam dininin temel bilgi kaynaklarını ve metodolojisini, tarihî tecrübesini ve güncel talep ve ihtiyaçları dikkate alarak dinî konularda karar vermek, görüş bildirmek ve dinî soruları cevaplandırmak” (m. 4a) gibi yeni görevler yüklemiş ve yeniden yurt dışında da faaliyet gösterme yetkisini vermiştir. Bu yasa tam anlamıyla 429 sayılı yasanın rövanşı niteliğinde olsa da, bu maddeler AYM tarafından iptal edilmemiştir. 2017’den beri görevde olan diyanet başkanı zamanında alınan karar ve uygulamalar ile yapılan dini yorumlar; tarikatlara verilen destekler; açılan Kuran kursları; Öğretim Birliği yasasına aykırı olarak 2022’de Diyanet Akademisi’nin kurulması DİB’i kuruluş amacına iyice yabancılaşmış bir kuruma dönüştürmüştür. DİB’in son yıllardaki Anayasa’yla/laik düzenle bağdaşmayan uygulamaları da Danıştay tarafından iptal edilmemiştir. Bu diyanet başkanına, 30 Ağustos 2018 Zafer Bayramı töreninde, Genelkurmay Başkanı’ndan önce 12. sırada yer verilmesi, DİB’e verilen ödül niteliğinde olmuştur.

Genelkurmay başkanlığı konusunda da, kuruluş amaçlarıyla örtüşmeyen gelişmeler, silahlı kuvvetlerin 1950’lerde NATO’nun emrine verilmesiyle başlamıştır. Sonraki yıllarda, genelde Amerika yanlısı kişiler genelkurmay başkanı olabilmiştir. 12 Eylül 1980 darbesini yapan genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları, ulusal egemenlik kavramıyla bağdaşmayan Türk-İslam sentezi anlayışını benimseyip uygulamıştır. Silahlı kuvvetlerde, Fetöcü yapılanmaya göz yumulmuştur. 15 Temmuz 2016 tarihli Fetöcü darbe girişimi sonrasında genelkurmaya da son darbe vurulmuştur. Atatürk düşmanlığıyla bilinen bir kişiyi evinde ziyaret eden bir genelkurmay başkanı, cumhurbaşkanlığı adaylığından caydırmak için Abdullah Gül’ün evine gönderilmiştir. Sonra da emekliliği gelen genelkurmay başkanları savunma bakanı yapılarak, 1924 öncesine dönülmüştür.

Son günlerde, Cumhuriyet Bayramı’nda bile Mustafa Kemal’in adını anmayan diyanet başkanı, “Milletine, devletine hainlik yapanlara karşı içinde ve yüreğinde bir nefret besleyen gençler olsun” çağrısında bulunmuştur. Mustafa Kemal’i savunmaya kalkan teğmenler ordudan ihraç edilirken, Jandarma Genel Komutan Yardımcısı bir cemaatin sorumlusuyla görüşmüştür.

“Diyanet İşleri Başkanlığı ile Genelkurmay, Osmanlının M. Kemal’e düşman şeyhülislamlık makamı ile erkan-ı harbiyesine mi dönüşüyor?” Ne dersiniz?

(II)

Sonuç olarak 3 Mart 1924’ün yüzüncü yılında, ‘öğretim birliğinin’ paramparça olduğunu söylemek mümkündür. Gericiler, şimdilik bu konuda da rövanşı almış gibidir.

3 Mart 1924 itibariyle Türkiye’de, Osmanlı'dan kalma, kendi vakıfları tarafından yönetilen azınlık ve yabancı okullar vardı. Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı’nın ilgilendiği ve dini öğretimin ağırlıklı olduğu sıbyan mektepleri ile medreseler bulunuyordu. Sıbyan mektebini bitiren erkekler medreseye devam edebiliyordu. Maarif Vekaleti'ne bağlı olan ve çağdaş derslerin de okutulduğu ilk ve ortaokullar, liseler ile meslek okulları vardı. Medreselerde çoğu devamsız olan ve ilkokul düzeyinde okuyan 16 bin dolayında öğrenci vardı ve bu öğrencilerin bir kısmı tek müderrisi olan medrese öğrencileriydi.

Medreseler Osmanlı'nın duraklama döneminde nitelik kaybına uğramaya başlamıştı. Örneğin 1600’lerde Kazak Abdal, “Ormanda büyüyen adam azgını/ Çarşıda pazarda insan beğenmez/ Medrese kaçkını softa bozgunu/ Selam vermeğe dervişan beğenmez/ Alemi tan eder yanına varsan/ Seni yanıltır bir mesele sorsan/ Bir çim bile çıkmaz karnını yarsan/ Camiye gelir de erkan beğenmez” diyordu (akt. Sakaoğlu, 2003: 29). Tarihçi Ergin’e göre de, medreseler memlekete, Türklüğe, ilim âlemine hizmet etmiş tek alim yetiştirmemişti (akt. Sakaoğlu, 2003: 8). Medreselerin yetersizliği üzerine Osmanlı, 1863’te darülfünun (üniversite) açmıştı. Medreseler Osmanlının her yenilik girişimine karşı çıkmış, 1876 ve 1909’da yaşanan isyanlara da katılmıştı.

Dolayısıyla 3 Mart 1924’te kabul edilmiş olan 430 sayılı Öğretim Birliği Yasası, bu koşullarda kabul edilmiş bir yasadır. Bu yasanın ilk maddesiyle, askeri okullar dışında kalan Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı ile yerli ya da yabancı özel vakıflarca yürütülen tüm okullar eğitim bakanlığına bağlanmıştır. Bu yasanın 4. maddesi de bakanlığa, “yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir İlahiyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşat” etme görevi vermiştir. 13 Mart 1924’te de, sıbyan mektepleri ilkokullara dönüştürülmüştür. Medreseler kapatılırken öğrencileri uygun okullara nakledilmiş ve 29’u da 4 yıllık ortaokul niteliğinde salt imam hatip yetiştirecek ‘imam hatip okulu’ olarak yapılandırılmıştır. Darülfünunda da bir ilahiyat fakültesi açılmıştır. Bu yasa, tek tip insan yetiştirmek için değil, tek elden yönetilecek laik ve bilimsel eğitim sistemini kurup özgür yurttaş yetiştirmek için çıkarılmıştır.

Bu yasanın ardından, ders programları çağdaşlaştırılmış, öğretim dili Arapça/Farsça yerine Türkçe olmuş, karma eğitim ve devlet okullarında parasız eğitim başlatılmıştır. Tarikatlar kapatılmış, Harf Devrimi yapılarak okuma-yazma kolaylaştırılmış, öğretmen yetiştirmeye önem verilmiş ve zamanla okullarda din dersleri kaldırılmıştır. Bu yasa önemi gereği, hem 27 Mayıs (1961) Anayasası’nın 153. maddesi hem de 1982 Anayasası’nın 174. maddesi ile Anayasa’nın koruması altına alınmıştır.

2 bin 258 öğrenci ile öğretime başlayan imam hatip okulları, öğrenci sayısı 10’lara düşünce 1930’da kapatılmıştır. Öğrenci sayısı 20’ye düşen ilahiyat fakültesi de 1933’te kapatılıp İstanbul Üniversitesi’nde İslam Araştırmaları Enstitüsü’ne dönüştürülmüştür. İmam-hatip yetiştirmek için ilkokul mezunlarının alındığı Kuran kursları açılmıştır (Zengin, 2002: 94, 96, 102).

3 Mart 1924’te başlayan laik ve bilimsel dönüşümlerin son halkalarından biri 1940’ta köy enstitülerinin açılması ile 1946 seçimlerinden 22 gün önce 4936 sayılı çağdaş, demokratik ve özerk Üniversite Kanunu’nun çıkarılmasıdır. Ancak 1946 seçimlerinden sonra devran dönmüş, iktidarlar laik ve bilimsel eğitimle bağdaşmayan uygulamalarda bulunmaya başlamışlardır. Din dersi 1949’da ilkokul, 1950’lerde ortaokul ve 1960’larda da liselerde seçmeli ders olmuştur. Demokrat Parti 1951’de imam hatipleri ayrı okullar olarak değil, ortaokul/lise dengi okul olarak açmıştır. 1960’larda imam olamasalar da kızların imam hatiplere alınmasına başlanmıştır. 1972’de imam hatipler dahil meslek okullarının orta kısmı kapatılınca, imam hatip liselerine giden öğrenci sayısı 2 yılda yüzde 70 kadar azalmıştır (Öcal, 1996). 12 Eylül 1980 darbecilerinin hazırladığı 1983 Anayasası’nda, ağırlıklı olarak Sünni-Hanefi içerikli din kültürü ve ahlak bilgisi dersini ilk ve ortaöğretimde zorunlu ders yapmıştır. 1983’te imam hatip mezunlarına üniversiteye girme hakkı vermiştir. 1997 yılında kesintisiz 8 yıllık zorunlu eğitime geçildiğinde de, imam hatip liselerine giden öğrenci sayısı hızla azalmıştır.

AKP’nin 30 Mart 2012’de çıkardığı 4+4+4 yasası ile imam hatip ortaokulları ve iki yeni seçmeli din dersi açılmıştır. Bu yasa, Anayasanın laiklikle ilgili 2., 10., 42. ve 58. maddelerine aykırı olsa da, 2010 Anayasa reformundan sonra yapısı değiştirilen Anayasa Mahkemesi tarafından hiçbir maddesi iptal edilmemiştir. Bu yasanın hemen ardından, bir seçmeli din dersi daha açılmış, genel liseler kapatılmış, binlerce okul imam hatiplere dönüştürülmüş, okullarda türban serbest bırakılıp mescit açılmıştır. Liselere giriş sınavı değiştirilerek sınav kazanamayan öğrencilerin büyük çoğunluğu imam hatip liselerine gitmek zorunda bırakılmıştır.

Son yıllarda, imam hatip çıkışlılar eğitim bakanlığına ve ilahiyatçılar rektörlüğe getirilmektedir. Üniversiteler giderek medreseye dönüşmektedir. Bakanlığın gerici kuruluşlarla yaptığı protokoller artmaktadır. Diyanetin ve yasak olan tarikatların da, bakanlığın resmen tanıdığı okulları vardır. Sıbyan mektebi ve medrese adları verilen kaçak oluşumlar da artmış ve icazet törenlerini caddelerde yapmaya başlamışlardır. Yeni seçmeli din dersleri açılmıştır. Bakanlık ‘manevi rehber’ ve ‘Depreme Manevi Hazırlık’ adını verdiği uygulamalarla imamları, müftüleri ve vaizleri okullarda kullanmaya başlamıştır. Anayasayı korumakla görevli olan Cumhuriyet Savcıları, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi, Anayasa karşıtı gelişmeleri bırakın görmemezlikten gelmeyi, çoğu kez Anayasaya uygun gelişmeler olarak değerlendirmektedir.

Sonuç olarak 3 Mart 1924’ün yüzüncü yılında, ‘öğretim birliğinin’ paramparça olduğunu söylemek mümkündür. Gericiler, şimdilik bu konuda da rövanşı almış gibidir.


Kaynakça

  • Öcal, M. (1996). 15. Milli eğitim şurası ve okullarımızda din eğitimi. İstanbul: Türkiye Gönüllü Teşekkülleri Vakfı yayını.
  • Sakaoğlu, N. (2003). Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
  • Zengin, Z. S. (2002). Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun hazırlanmasından sonraki ilk dönemde uygulanışı ve din eğitimi, Dini Araştırmalar, Mayıs-Ağustos, 5, s. 81-106.
(III)

AKP iktidar olduğu sürece hilafet/şeriat çığlıkları artarak devam edecektir.

Yüz yıl önce 3 Mart 1924 günü TBMM’de kabul edilen üçüncü devrim yasası, hilafeti kaldıran ve Osmanlı hanedanı mensuplarının yurt dışına çıkarılması hükmünü getiren 431 sayılı yasadır.

Bilindiği gibi hilafet İslam dünyasında ilginç bir durumdur. H. Muhammed’in ölümünden sonra gelen 4 halife seçimle belirlenmişse de, daha sonra genellikle siyasal gücü eline geçiren halife olmuştur. Seçimle gelen dört halifeden üçü öldürüldüğü gibi, var olan halifeyi öldürüp halife olanlar da vardır. Yavuz Sultan Selim, 1517’de Mısır’ı fethinden sonra Memlük halifesi ölünce, halifeliği üstlenmiştir. Halifelik Emevilerde ve Abbasilerde olduğu gibi Osmanlıda da babadan oğula geçmeye başlamıştır. İşin özünde padişahın aynı zamanda halife olması, hiçbir işe yaramamıştır. Osmanlı, 1517’den sonra da Bağdat’a ve Yemen’e seferler düzenlemiş, İran ile hatta Mısır’a vali tayin ettiği Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile defalarca savaşmıştır. I. Dünya Savaşı’nda da Araplar Osmanlıyı her yerde arkadan vurmuştur. Halife Padişah, Kurtuluş Savaşı’na bile karşı çıkmıştır.

TBMM, 1 Kasım 1922’de saltanata son verirken, ilginçtir halk egemenliği anlayışıyla bağdaşmasa da, herhalde günün koşulları gereği, son padişah Vahdettin’in halifeliğine dokunmamıştır. Vahdettin 17 Kasım 1922’de yurt dışına kaçınca, TBMM, Vahdettin’in halifeliğine son verip veliaht Abdülmecit efendiyi ‘halife’ yapmıştır.

24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye’nin bağımsızlığı uluslararası alanda kabul edilmiştir. 29 Ekim 1923 günü, Kurtuluş Savaşı’nın ilk yılında TBMM’de kabul edilmiş olan 1921 Anayasası’nda yapılan değişiklikle halk egemenliğine dayalı olacak Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve “Türkiye Devleti’nin dini, ‘dini İslamdır’” ifadesi Anayasa’ya eklenmiştir. Mecliste yapılan seçimle Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı olmuştur. Bu arada halife, siyasal güç edinme çabalarını hızlandırmış, halifenin aynı zamanda devlet reisi olmasını isteyenler de ortaya çıkınca hilafetin halk egemenliğiyle bağdaşmadığını düşünenler de artmıştır. Sonunda halk egemenliği anlayışıyla bağdaşmayan hilafete son veren 431 sayılı yasa kabul edilmiştir.

431 sayılı yasanın kabulünden bir ay kadar sonra 20 Nisan’da, 1924 Anayasası kabul edilirken de devletin dininin ‘dini İslam’ olduğu maddesine yer verilmiştir. 13 Şubat-31 Mart 1925 tarihleri arasında ise devletin dinin İslam dini olmasıyla yetinmeyip halk egemenliğine karşı olan hilafet/şeriat yanlısı Şeyh Said isyanı yaşanmıştır. Bu olayın ardından 2 Eylül 1925’te, insanların özgürleşmesini larını engelleyen tekkeler ve zaviyeler kapatılıp tarikatlar yasaklanmıştır. 1 Mart 1926’da kabul edilen Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesi ile “dini veya dini hissiyatı veya dinen mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suret ve sıfatla olursa olsun Devletin emniyetini ihlal edebilecek harekete halkı teşvik veya bu şekilde cemiyet kuranları cezalandırmakta, dini fikirlere ve hislere dayanan siyasi cemiyetlerin kurulması” yasaklanmıştır.

10 Nisan 1928’de, “Devletin dini ‘dini İslamdır’” ifadesi 1924 Anayasası’ndan çıkarılmıştır. 23 Aralık 1930’da, Menemen’de yedek subay Kubilay’ın öldürüldüğü şeriat yanlısı bir kalkışma yaşanmıştır. 5 Şubat 1937 günü yapılan bir değişiklikle Anayasa’da laiklik ilkesine yer verilmiştir.

İlk kez halk oylamasıyla kabul edilen 1961 (27 Mayıs) Anayasası’nın 2. maddesine göre “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Bu madde 1982 Anayasası’nda da yer almıştır. Ancak 1961 Anayasası ile gelen özgürlükler sonrasında, bu 2. maddeyle bağdaşmayan yönde gelişmeler olmuştur. Önce milliyetçi ya da komünizmle mücadele gibi adlar kullanan, Süleyman Demirel iktidarlarından da destek gören gerici birlikler, dernekler ve sendikalar kurulmuştur. Gericiler, 16 Şubat 1969’da Taksim’de Amerika karşıtı ve bağımsızlık yanlısı gösteri yapan gençlere saldırıp ‘Kanlı Pazar’ denen vahşete neden olmuşlardır. 7 Temmuz 1969 günü Kayseri’de yapılan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) genel kurulu, gericilerin saldırısına uğramış ve toplantı yeri ateşe verilmiştir. TÖS 1971’de yapacağı genel kurul toplantısını gericilerin saldırı tehlikesi nedeniyle iptal etmiştir. 1 Mayıs 1977 İşçi Bayramı’nda, Taksim’de 34 emekçinin ölmesine ve 130’nun yaralanmasına yol açanlar da; 1978’de Malatya'da, Sivas'ta, Maraş’ta ve Mayıs 1980’de Çorum’da katliam yapanlar da, gericiler olmuştur.

12 Eylül 1980 darbesini yapan generaller de, Türk-İslam sentezi anlayışını benimseyip uygulayarak gericilerin palazlanmasına önemli katkılarda bulunmuştur. Darbeciler, din kültürü ve ahlak bilgisi dersini zorunlu ders yaparak; imam hatiplere üniversite kapısını açarak; tarikatçı yapılanmalara hoşgörülü, ilerici oluşumlara ise acımasızca yaklaşarak, şeriat anlayışının toplumda yaygınlaşmasının kapısını açmıştır. 12 Nisan 1991’de, Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı ve Yıldırım Akbulut’un başbakanlığında Türk Ceza Kanunu’ndan 163. maddenin çıkarılması, gericiler için doping niteliğinde olmuştur. Bu dopingle gericiler, 3 Temmuz 1993’te “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak” naralarıyla Sivas’ta 34 aydını yakarak öldürmüştür. Öldürenlerin avukatlığını yapanlar, sonradan AKP milletvekili olarak meclise girmiştir.

AKP lideri,

  • zaman zaman, “Devlet laik olur ama yurttaş laik olmaz”“Ben Müslümanım ama laik değilim”, “Ne halk egemenliği, egemenlik Allah’ındır Allah’ın” demektedir.
  • Danıştay’ın bir kararı üzerine 25 Mart 2014’te, “Efendi sen kim oluyorsun, buna Mecelle karar verir”;
  • 6 Kasım 2019’da, “Müslümanların en büyük özgürlüğü Allah'a boyun eğmesi, kulluk etmesidir”;
  • 28 Kasım 2019 günü, “İslam bize göre değil, biz İslam’a göre hareket edeceğiz”;
  • 21 Temmuz 2021’de, “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok” ve
  • 1 Şubat 2024’te de, “Farklı maskeler altında şeriat düşmanlığı var”

demiştir. Bu sözler halk egemenliği ile bağdaşmayan ve şeriata pirim veren sözler olmaktadır.

Bu tür söylemlerin yanında imam hatip okullarında ve din derslerinde şeriat konusuna yer verilmesi, ülkeyi bir din toplumuna dönüştürme amacında olan dernekler, vakıflar ve tarikatlar ile diyanetin etkinlikleri, şeriat/ hilafet isteyenlerin sayısını artırmaktadır. Hilafet/şeriat çığlıkları atanlara dokunulmaması ise hilafet/şeriat isteyenlerin cesaretini artırmaktadır. Bu tür çığlıklar atanlar, AKP’nin Anayasa değişikliğinde hilafete/şeriata yer verileceği beklentisi içine girmişlerdir. AKP iktidar olduğu sürece hilafet/şeriat çığlıkları artarak devam edecektir.

(Rıfat Okçabol / soL)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder