12 Mart 2024 Salı

Birgün KÖŞEBAŞI - 12 MART 2024 -

 

Toplu sözleşme ikramiyesi, gerçekler ve çarpıtmalar: Memur-Sen’in iki yüzü! (Aziz Çelik)

AYM kararının ardından CHP Genel Merkezi önünde bir eylem yapan Memur-Sen, ana muhalefet partisini suçladı. (Fotoğraf: Memur-Sen)

AYM’nin toplu sözleşme ikramiyesinde ayrımcılık yapılmasına ilişkin kuralı iptal etmesi üzerine Memur-Sen konuyu çarpıtıyor. 22 yıl boyunca kamu görevlilerinin ağır hak kayıpları konusunda suspus olan Memur-Sen, kurduğu tuzak iptal edilince AYM ve CHP’yi suçluyor.

Memur-Sen’in dayatması sonucu toplu sözleşmeye ve yasaya giren toplu sözleşme ikramiyesine ilişkin ayrımcı kural Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından iptal edildi. AYM, 5 Mart 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 2024/12 sayılı kararı ile toplu sözleşme ikramiyesinden yararlanmak için getirilen yüzde iki barajını aşan kamu görevlileri sendikalarına üye olma zorunluluğunu anayasal yönden objektif ve makul bir temele dayanmadığı ve sendika hakkı bağlamında eşitlik ilkesiyle bağdaşmadığı için iptal etti.

Memur-Sen’in çarpıtmasının aksine AYM toplu sözleşme ikramiyesini iptal etmedi. Bu ikramiyeden yararlanmak için yüzde iki barajını aşan kamu görevlileri sendikalarına üye olma zorunluluğunu iptal etti. Ancak AYM kararıyla “yüzde iki” ifadesinin yer aldığı fıkra tümüyle iptal edildiği için ortaya bir boşluk çıktı ve yeni yasal düzenleme yapılıncaya kadar kamu görevlileri 345 TL toplu sözleşme ikramiyesinden yoksun kaldı. Sendika üyesi kamu görevlileri Memur-Sen’in ısrarı sonucu oluşan bu durum nedeniyle yaklaşık 345 TL az alacaklar. AYM bu ayrımcı kuralı ezici bir çoğunlukla iptal etti. Toplantıya katılan 13 üyeden 12 üye hükmün iptali yönünde oy kullandı.

Memur-Sen konuyu çarpıtarak “AYM sendika üyesi memurlara ödenen toplu sözleşme ikramiyesini iptal etti” demektedir. Memur-Sen sorumlusu olduğu bu durumdan demagoji ile kurtulamaz! Memur-Sen sorumlusu olduğu bu rezaletin faturasını CHP ve AYM’ye çıkarmak istiyor. Nitekim Memur-Sen 8 Mart günü CHP Genel merkezi önünde bir protesto eylemi yaptı.

22 yıl boyunca siyasi iktidara dönük tek ciddi eylem yapmayan, bir kere bile AKP Genel Merkezi önünde eylem yapma cesareti olmayan, memurların çok daha büyük hak kayıpları konusunda hükümeti eleştirmekten ödü kopan, yetkili ama etkisiz konfederasyon Memur-Sen, ayrımcı bir yasa hükmü AYM tarafından iptal edildi diye ana muhalefet partisi CHP'yi protesto ediyor. 345 TL için kıyameti koparıyor.

Etsin elbette. Protesto anayasal haktır. Hükümeti protesto eden sendikalara sık sık uygulanan şiddet Memur-Sen'e uygulanmadı. Uygulanmasın elbette! Özgürce istediklerini protesto etsinler. Ama biraz sendikacılık öğrenseler fena olmaz! Dünyanın her yerinde sendikalar hükümeti protesto eder, hükümetten talepte bulunur!

20 YILLIK UTANÇ ÖYKÜSÜ!

Toplu sözleşme ikramiyesinin yaklaşık 20 yıllık ibretlik bir öyküsü var. 20 yıl boyunca sık sık yazdığım bu ibretlik süreci özetlemek istiyorum ki Memur-Sen’in iki yüzü ve açgözlülüğü ile devlet kesesinden sendikacılığın ibretlik öyküsü iyi anlaşılsın.

Toplu sözleşme ikramiyesinin başlangıcı meşhur 5 YTL “sendika ödeneği” ile 2005 yılına dayanıyor. Memurların toplu sözleşme değil hükümet ile “toplu görüşme” yaptığı bu yıllarda bu görüşmeler sonunda bir “mutabakat metni” imzalanırdı. Daha sonra bu mutabakat metni hükümlerini hükümet kendi yetkisindeyse uygulayabilir veya yasama organına götürür yasalaşmasını sağlayabilirdi.

Kamu-Sen ve Memur-Sen’in mutabık olduğu ve KESK’in muhalefet şerhi koyduğu 29 Ağustos 2005 tarihli toplu görüşme mutabakat metni ile “Sendika üyesi olan personele sendika aidatlarından kaynaklanan kayıplarını telafi amacıyla aylık 5 YTL ilave ödeme yapılmasını sağlayacak düzenlemeye gidilmesi” kabul edildi. Daha sonra bu hüküm 21.03.2006’da kabul edilen 5473 sayılı kanun ile 375 sayılı KHK’nin ek 4. maddesi olarak düzenlendi: “Kamu görevlileri sendikasına üye olup, kendisinden üyelik ödentisi kesilen kamu görevlilerine, anılan kesintinin yapıldığı her ay için 5 YTL tutarında sendika ödeneği verilir.”

Sendika aidatının devlet tarafından ödenmesi anlamına gelen bu hüküm Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nun 20. maddesine aykırıydı. Yasaya göre “Sendika ve konfederasyonlar kamu makamlarından maddi yardım kabul edemez, siyasi partilerden maddi yardım alamaz ve onlara maddi yardımda bulunamazlar.”

5 YTL sendika aidatı desteği üzerine 1 Eylül 2005 tarihinde BirGün’de yazdığım “Devlet Kesesinden Sendikacılık” başlıklı yazımda “Böyle bir uygulama sendikacılıkla hiçbir şekilde bağdaşmaz. Sendikaların olmazsa olmaz özelliklerinden biri işverenlerden bağımsız olmalarıdır. İşverenden maddi yardım alan sendika, sendika değildir. Kamu sendikalarının işvereni de devlettir. Bu düzenleme sendikaların devlet dairesi haline getirilmesi yönünde atılmış bir adımdır. Bu yöntemin arka planında üye sayısını şişirip kolay yetki alma zihniyeti yatıyor. Ama bu yöntemle alınan yetkilerle oturulacak masalarda toplu pazarlık yapılamaz, olsa olsa ‘kayıkçı dövüşü’ yapılır” demiştim.

İşveren ve güdümlü sendika işbirliğiyle tipik bir sarı sendikacılık operasyonu söz konusuydu. Amaç sendika aidatının devlet kesesinden ödenmesiydi. Böylece hükümete yakın sendikalara havadan üyelikler gelecekti. Nitekim öyle de oldu. Aidatların devletin ödediği memurlar hükümetçe “makbul” kabul edilen sendikalara üye oldular. 2002’de 42 bin üyesi olan Memur-Sen 22 yılda 1 milyondan fazla üyeye ulaştı.

Çok geçmeden “5 YTL”  meselesinin KESK’i bertaraf etmek için tezgâhlandığı ortaya çıktı. Gazeteci Emin Pazarcı 3 Eylül 2005 tarihli Tercüman gazetesinde “5 YTL’nin gücü” başlıklı yazısında gizli pazarlıkları gün ışığına çıkardı. Devlet kesesinden sendika aidatı operasyonunun asıl amacının KESK’i bertaraf etmek olduğu netleşti. Dönemin Kamu-Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız AKP yöneticileri ile görüşerek Memur-Sen’in pasif kaldığını KESK ile mücadele etmek için kendilerine destek verilmesini istedi. 5 YTL desteği böyle bir tezgah sonucu başladı. Emin Pazarcı’nın yazısının tamamını 8 Eylül 2005’te BirGün’de yazdığım “Güdümlü Sendikacılığın Belgesi” başlıklı yazımda aktardım. Bu yazıları okumak isteyenler AKP'nin 20 Yılında Emeğin Halleri-Despotik Emek Rejimi Üstüne Yazılar (2002-2022) kitabımın 406, 407 ve 415. sayfalarına şu bağlantıdan ulaşabilirler: https://tinyurl.com/29867g9h

Ancak bu düzenleme hukuksuzdu ve sendikaların bağımsızlığını ortadan kaldırır nitelikteydi. Konu CHP grup başkanvekilleri Kemal Anadol, Kemal Kılıçdaroğlu ile 113 milletvekili tarafından AYM’ye taşındı. Nitekim AYM 10 Kasım 2009’da Resmi Gazete’de yayımlanan 2009/92 sayılı kararıyla 5 YTL’lik sendika aidatların devlet tarafından ödenmesini sendika özgürlüğüne aykırı bularak oybirliği ile iptal etti. İptal kararı veren AYM’nin Başkanı Haşim Kılıç’tı.

Ancak AYM’nin bu iptal kararına rağmen “devlet kesesinden sendikacılık” ısrarı sürdü ve bu düzenleme adı değiştirilerek ve hülle yoluyla “toplu sözleşme ikramiyesi” adı altında tekrar uygulanmaya başlandı. Sendika aidatlarına ilişkin devlet desteği bu kez 375 sayılı KHK’nin ek 4. maddesine “toplu sözleşme ikramiyesi” adıyla kondu. Amaç sendikalara üye olan kamu görevlilerinin aidatlarının devlet tarafından karşılanmasıydı. Böylece yandaş sendikalar kolaylıkla üye yapabilecekti.

İKRAMİYEDE AYRIMCILIK ISRARI

Ancak Memur-Sen için aidatların devlet tarafından ödenmesi yeterli değildi. Yetkili sendikanın kendileri olduğu ve dolayısıyla diğer kamu görevlilerinin toplu sözleşmeden yararlanmak için Memur-Sen üyesi sendikalara dayanışma aidatı ödemesini istiyorlardı. Memur-Sen’in bu aç gözlüğü sonuç vermedi ve dayanışma aidatı kabul edilmedi. Ancak bunun yerine başka bir uyanıklık yaptılar. Toplu sözleşme ikramiyesinin sadece belli bir üye oranına sahip sendikalara ödenmesi için harekete geçtiler.

2022-2023 yıllarına kapsayan 6. dönem toplu sözleşmesine toplu sözleşme ikramiyesinden yararlanmak için ilgili hizmet kolunda çalışan kamu görevlilerinin en az yüzde birini üye yapmış olan kamu görevlileri sendikalarına üye olma koşulu getirildi. Ancak toplu sözleşmenin bu ayrımcı koşulu Danıştay 12. Dairesi tarafından 11 Ocak 2022 tarihinde durduruldu. Mahkeme’nin bu kararıyla sendika üyesi tüm kamu çalışanları yasal hakları olan toplu sözleşme ikramiyesi almalarının yolu açtı.

Danıştay kararında şöyle deniyordu: “Sendikalar arasında ayrıma yol açılması, açıkça sendikal özgürlüğe bir müdahale oluşturarak sendikaların kuruluş amaçlarının gerçekleştirilmesini önleyici şekilde üye kaybına sebebiyet verecek nitelik taşıdığı gibi, aynı hizmet kolunda çalışıp aynı işi yapan sendika üyesi kamu görevlileri arasında, sadece farklı sendikalara üye olmaları nedeniyle eşitsizlik yaratması itibarıyla çalışma barışını da olumsuz yönde etkileyeceğinden, dava konusu düzenlemede mevzuata ve hukuka uygunluk bulunmamaktadır.”

Ancak Danıştay’ın bu kararına rağmen ayrımcılıkta inat edildi. Memur-Sen’in ısrarıyla Hükümet tekrar harekete geçti ve 28 Aralık 2022 ve 7429 sayılı kanun ile 375 sayılı KHK’nin ek 4. maddesi yeniden değiştirildi ve ayrımcılık tekrar yasalaştı. Bu kez toplu sözleşme ikramiyesinden yararlanmak için daha ağır bir koşul getirildi. Danıştay’ın hukuksuz bulduğu yüzde bir barajı yüzde ikiye çıkarıldı: “Kamu görevlileri sendikasının kurulu olduğu hizmet kolunda sendika üyesi olabilecek toplam kamu görevlisi sayısının en az yüzde ikisini sendika üyesi kaydeden kamu görevlileri sendikalarına üye olup aylık veya ücretinden üyelik ödentisi kesilen kamu görevlilerine (…) toplu sözleşmeyle belirlenen tutarda toplu sözleşme ikramiyesi ödenir.” Adeta Danıştay kararı ile dalga geçildi.

GÖSTERMELİK DEĞİL GERÇEK VE EŞİT İKRAMİYE

İşte AYM bu hukuksuz düzenlemeyi Anayasa’ya aykırı bularak iptal etti. Bu düzenleme yapıldığında eşitlik ilkesine aykırı olduğunu ve iptal edileceğini yazmıştım. Bu nedenle AYM’nin iptal kararı sürpriz olmadı. Bu düzenlemenin iptal edileceği belliydi.

Bu ayrımcı kuralın sonucu olarak yüzde ikiden az üyeye sahip sendikalara üye olan onbinlerce kamu görevlisi 345 TL ikramiyeden mahrum kalıyordu. Memur-Sen üyesi az sendikalara tuzak kurmuştu. Şimdi o tuzağa bütün memurlar düşmüş oldu. Görüldüğü gibi Memur-Sen ısrarı ve açgözlülüğü sonucu ortaya çıkan ayrımcılık sona ermiş oldu. Kamu görevlilerinin ve emeklilerin çok daha büyük hak kayıpları karşısında hükümete karşı eylem yapamayan Memur-Sen şimdi 345 TL için demagoji yapıyor ve CHP ile AYM’yi hedef tahtasına koyuyor. Bunun seçim öncesi siyasi bir manipülasyon olduğu açıktır. Memur-Sen iki yüzlü davranıyor!

AYM’nin iptal kararı bir fırsat yarattı. Şimdi sendika üyesi tüm kamu görevlilerinin toplu sözleşme ikramiyesinden yararlanmasının yolu açıldı. TBMM derhal AYM kararına uygun biçimde sendikalara üye tüm kamu görevlileri için ayrımsız bir yasal düzenleme yapmalıdır. Öte yandan göstermelik toplu sözleşme ikramiyesini gerçek bir ikramiyeye dönüştürmelidir. Toplu sözleşme ikramiyesi şu haliyle sendika aidatının karşılığıdır ve cüzi bir miktardır. Kamu görevlilerine de kamu işçileri gibi gerçek bir ikramiye ödenmesi gerekir. Bilindiği gibi bütün kamu işçileri “ilave tediye” adı altında iki aylık ücretleri tutarında ikramiye alır ve toplu iş sözleşmeleriyle bu dörde çıkar. Devletin, kamu işçisi statüsünde çalışanlara verdiği ikramiyeyi memur statüsünde çalışanlara vermemesi düşünülemez. Sendika aidatını karşılamaya dönük ve ayrımcılık yaratan göstermelik toplu sözleşme ikramiyesi yerine gerçek bir ikramiye bütün kamu görevlilerinin hakkıdır.

TBMM derhal toplanarak AYM’nin iptal ettiği düzenlemenin yerine sendika üyesi bütün kamu görevlilerinin yararlanacağı gerçek bir toplu sözleşme ikramiyesi düzenlemesini kabul etmelidir.

Not: Memur-Sen’in iki yüzüne önümüzdeki yazılarda da devam edeceğim ve kamu görevlileri ile onların emeklilerinin büyük kayıpları üzerinde duracağım.

                                                      /././

Çin’in 2024 hedefleri neler? (Hayri Kozanoğlu)

                                               Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping (Fotoğraf: Depo Photos)

Bilindiği gibi Çin son 30 yılda çok yüksek büyüme oranları yakaladı ve ülkedeki mutlak yoksulluğun üstesinden geldi. Piyasa ölçüleriyle Çin’in GSYH’si 2022 yılında ABD’nin %73’üne ulaştı. 1990’da bu oran sadece %7’ydi.

Geçtiğimiz hafta Pekin’de Ulusal Halk Kongresi toplandı ve merakla beklenen 2024, ekonomik büyüme hedefini yüzde 5 olarak açıkladı. Her yıl bu etkinlik “Politik Danışma Konferansı” ile birlikte gerçekleştiriliyor ve yerel jargonda “iki oturum” diye biliniyor. Bu yılki çalışma raporunu çiçeği burnunda Başbakan, eski Şanghay Belediye Başkanı L. Qiang sundu. Alışılageldiğinin aksine oturumun sonunda basın toplantısı yapmaması bazıları tarafından Cumhurbaşkanı Xi Jinping’in tüm ipleri eline almasının bir alameti olarak, bazıları tarafından ise yerli-yabancı basın mensuplarının sorularından kaçınma arzusuyla açıklandı.

Her ne kadar Çin ekonomisi 2023’te yüzde 5,2 büyüdüyse de, pandemi dönemindeki kapanmanın sonucu 2022’de büyüme oranının yüzde 3’e düşmüş olmasının getirdiği baz etkisi bu sonucun alınmasını kolaylaştırdı. Halbuki 2024 için böyle bir durum söz konusu değil ve hedefi tutturmak biraz daha zorlaşacak. Bu arada unutmadan hatırlatalım, Covid-19 pandemisinden 100.000 kişi başına ölüm ABD’de 337, Birleşik Krallık’ta 307, İtalya’da 311 iken Çin’de resmi rakamlara göre sadece 6. Bu istatistiklere itibar etmeyen araştırmaların en kötümserleri bile Çin’de 100.000 kişi başına ölümü 110’a, hâlâ ABD’nin üçte birine çıkarıyor. Özetle Çin pandemi sürecinde halk sağlığını ekonomik büyümeye önceleyerek bu süreci göreceli düşük bir insani kayıpla atlattı. Değerlendirmelerde bu noktayı gözden kaçırmamakta yarar var.

ÇİN ABD’YLE ARAYI HIZLA KAPATIYOR

Bilindiği gibi Çin son 30 yılda çok yüksek büyüme oranları yakaladı ve ülkedeki mutlak yoksulluğun üstesinden geldi. Cornell Üniversitesi’nden Eswar Prasad’ın hesaplamalarına göz atarsak; Piyasa ölçüleriyle Çin’in GSYH’si 2022 yılında ABD’nin yüzde 73’üne ulaştı. 1990’da bu oran sadece yüzde 7’ydi. Çin’in kişi başına geliri şimdilerde 13 bin dolarla ABD’deki kişi başına gelirin yüzde 17’si. Bu oran da 1990’da çok düşük düzeylerde yüzde 2’nin altındaydı. Son 15 yılda Çin küresel büyümenin yüzde 35’ini sağlarken, Avrupa’dan görece daha iyi bir performans sergileyen ABD’de bile bu oran yüzde 27’de kaldı. Üstelik Çin bu performansı kalkınma için reçete olarak sunulan; “iyi işleyen bir finans sistemi, piyasa odaklı ekonomi ve demokratik bir politik işleyiş” koşulları olmadan sergiledi.

KAPSAMLI BİR GENİŞLEME PROGRAMI GELMEDİ

Bilindiği gibi Çin’de ciddi bir emlak krizi yaşanıyor, en büyük inşaat şirketlerinden Evergrande’nin iflası gerçekleşti. Yerel yönetimlerin birikmiş ciddi borçları var. En büyük gelir kaynaklarını oluşturan, bünyelerdeki arsaları imara açma seçeneği de konut piyasasındaki durgunluk nedeniyle kurudu. Çin’de iç tüketim GSYH’nin sadece yüzde 53’ü, buna karşın ABD’de yüzde 68’i. Bu sorunlara yönelik inşaat sektörünü canlandırma amaçlı veya iç tüketimi uyarma hedefli ciddi bir açılım umanlar, Başbakan Qiang’ın açıklamalarından hayal kırıklığına uğradılar. 2008 küresel finansal krizinden sonra, Çin’in altyapıya ve emlak sektörüne odaklı büyük ekonomiyi destekleme stratejisinin bir benzerini bekleyenler de açıkçası yanıldılar.

Xİ JİNPİNG’İN TUTARLI ÇİZGİSİ

Cumhurbaşkanı Xi Jinping’in göreve geldiğinden beri benimsediği çizgiyi yakından izleyenler ise, bu duruma pek şaşırmadılar. Xi açık ifade etmemekle birlikte, çalışma yaşındaki nüfusun yerinde saydığı bir ekonomide geçmişteki gibi yüzde 7-8’lik büyüme hızlarının yakalanamayacağını görüyor. Bundan sonra büyümenin ancak verimlilik artışı ve yüksek teknolojili imalat sanayi ile sağlanabileceğini düşünüyor. Geniş kitlelerin hoşnutsuzluğunun gelir ve servet dağılımı farklılıklarının törpülenmesiyle giderilebileceğini varsayıyor. O nedenle emlak ve altyapı yatırımlarına hız vermenin kısa vadede bir parlamaya yol açsa da, orta-uzun vadede geri tepeceği saptamasından yola çıkıyor.

Xi’nin ortaya attığı iki kilit kavram var: ortak refah ve ikili sirkülasyon. Ortak refah, bir yandan ekonomik eşitsizlikleri azaltmak, öte yandan bölgesel refah farklarına el atmak anlamı taşıyor. İkili sirkülasyon ise, ihracatı ihmal etmeden iç tüketimi uyarmayı ve bölgeler arası ticareti hızlandırmayı amaçlıyor. Sonuncusu Çin’e özgü, bölgesel liderlerin mal ve hizmet alımlarını kendi yerellerinden sağlama eğilimlerini kırma çabasını simgeliyor. Ulusal çapta etkinliği artırmak için merkezi kontrolü güçlendirmeyi hedefliyor.

2020’de Çin en zengin iş adamı Alibaba’nın kurucusu Jack Ma’nın hizaya getirilmesi, özel derslerin men edilmesi, bilgisayar oyunlarına getirilen kısıtlamalar, özel sağlık sektörünün doktorlar ve ilaç şirketleri arasındaki menfaat ilişkilerine müdahale gerekçesiyle kontrol altına alınması, Batı dünyasında piyasa işleyişine zarar verme adımları çerçevesinde şiddetle eleştirildi. Ancak ortak refahı sağlama hedefi doğrultusunda bu hamlelerin, gelir ve servet adaletsizliğine tepki duyan sade yurttaşlar tarafından desteklendiğini düşünmek de olası.

2024 ekonomi programını değerlendirdiğimizde, ABD ile girişilen küresel hegemonya mücadelesinde teknoloji ağırlıklı bazı sektörlere öncelik verilmesi stratejisinin yansımalarını da gözlemliyoruz. Yüzde 5 büyüme hedefinin GSYH’nin yüzde 3’ü ile sınırlı bir bütçe açığıyla gerçekleştirilmesi öngörülüyor. IMF’nin Çin’in 2024 büyümesini yüzde 4.6 beklemesi de bu hedefin aşırı iyimser sayılamayacağını gösteriyor.

3 YENİ ÜRETİM ODAĞI

Xi Jinping demeçlerinde sürekli üretici güçlerin niteliğini arttırmaya dayalı kaliteli büyümenin altını çiziyor. Bu anlayış, Üç Yeni diye adlandırılan elektrikli araçlar, lityum iyon piller ve güneş panelleri, rüzgar türbinleri gibi yenilenebilir enerji ürünlerinin üretimini artırmak biçiminde hayata geçiyor. Bu sektörlere 2023’te yüzde 40 artışla 890 milyar dolar yatırım gerçekleştirildi. Çin küresel güneş panelleri üretiminde bileşenlerine göre değişen yüzde 75 ila 95 arasında ağırlığa sahipken, bu çıktının sadece yüzde 36’sını kendi tüketiyor. Elektrikli araç üretimi üç yılda yüzde 1500 artış kaydetmesi, Çin’i otomobil ihracatında Japonya’yı geride bırakarak dünya lideri haline getirdi. AB elektrikli araç ithalatına anti-damping soruşturması açarken, ABD ise Çin araçlarının veri güvenliği taşıdığını, yani casus görevi gördüğünü iddia etmeye başladı.

Çin’in önceliklerini merkezi bütçe harcama eğilimlerinden de gözlemlemek olanaklı. 2024 için yüzde 3.8’lik bir harcama artışı öngörülürken; faiz giderleri yüzde 11.9, bilim ve teknoloji ödenekleri yüzde 10, hububat stoku yükseltmeleri yüzde 8.1, savunma harcamaları yüzde 7.2, diplomatik faaliyetler yüzde 6.6 ve eğitim giderleri yüzde 5 yukarı çekiliyor. Çin bu silahlanmaya 231 milyar dolar harcarken, bu durumda bile 886 milyar dolarlık bütçe kullanan ABD’nin yanına bile yaklaşamıyor.

2024 MERAKLA İZLENECEK

Marksist iktisatçı Michael Roberts bloğunda Çin ekonomisindeki yavaşlamanın söz konusu edildiği 2019-23 arasında kişi başına büyüme hızlarını hesaplamış. Buradan nüfusu da hızla artan Hindistan’da yüzde 13.4, ABD’de yüzde 5.2, Japonya’da yüzde 2.1 artışa karşın Birleşik Krallık’ta yüzde 1.8 Kanada’da yüzde 1.4, Almanya’da yüzde 0.5 düşüş yaşandığını öğreniyoruz. Buna karşın aynı dönemde Çin’de yüzde 19.8’lik bir sıçrama gözlenmiş. Çin ekonomisinin seyri hem dünyanın en büyük dış ticaret merkezi olarak tüm ülkeleri ilgilendiriyor, hem de ABD ile giriştiği küresel liderlik mücadelesi heyecan uyandırıyor. O nedenle Çin’deki gelişmeleri 2024’te de merakla izlemeyi sürdüreceğiz.

                                                  /././

Sınıfa dönerken yanımıza alacaklarımız (Selçuk Candansayar)

İnsanlık tarihinin dönüm anlarından birini yaşadığımıza dair yorumlar giderek yaygınlaşıyor. Akademik makalelerden günlük medya yazılarına, sosyal medya yorumlarından gündelik arkadaş sohbetlerine kadar bu konu tartışılıyor.

Küçük ve orta ölçekli savaşların envanterleri çıkarılıyor ve bu çatışmaların büyük bir dünya savaşının fitilini ateşlemesinden endişeleniliyor. Orta sınıfın çöktüğü, dünyanın ultra zenginler ve koşullarını değiştirmeleri mümkün olmayan yoksullar olarak ikiye bölündüğü kabul ediliyor. Güneyden kuzeye, doğudan batıya devam eden göçü “dünyanın merkezini” (zenginleri) istila eden “öfkeli, ilkel, açlar” distopyası olarak tanımlayanlar az değil. İklim krizi, pandemi, ürkütücü hava olaylarıyla da birleşince küresel bir krizin dünyayı yıkıma sürüklediği “kaygısı” bireyleri ve kitleleri esir almaya başlıyor. Otoriter, totaliter, sağ liderliklerin birbirinden farklı ülkelerde bir bir iktidarı ele geçirişleri de kaygıyı derinleştiriyor.

Dünyanın yaşadığı ekonomik, politik ve insanlık krizinden bu dönem sorumlu tutuluyor. Krizin kendisini yaratan döneme özgü ekonomik politik araç ve yöntemlerle çözülemeyeceğini savunanlar çoğunlukta. Bir yazıda geçtiğinde çoğu zaman insanların gerisini okumaktan vazgeçtikleri “neoliberal dönem”! Neoliberal sözcüğünün iticiliğinin iki nedeni olabilir. İlki bilimsel bir dönemleme olmaması olabilir. İkincisi ise zihinlerin her hücresine nüfuz ettiğinden bir tür insanlığın başından beri varmış da o yüzden “başı sonu olmayan bir tarih”miş gibi anlaşılıyor olması. Derya içinde olup da deryayı bilmeyen balık misali.

∗∗∗

Yıkım kaygısı içinde onarım arzusunu büyütür. Her son kaygısı, devam etme/ edebilme arzusunu kışkırtır. Ölümün son olma fikrinin korkutuculuğunun ölümden sonra bir hayat olmalı, arzusunu taşıması gibi. Yıkım anında kendisini güçsüz, yetersiz, çaresiz hissedenler onarım arzuları için güç arayışına girerler. Bu güç ya kendilerinde olacaktır ya da “güçlü bir kurtarıcıda!”

“Güçlü kurtarıcıya” özerkliğini ve eylem iradesini gönüllü olarak teslim etmenin avantajı, sorumluluğu devretmektir. Böylece hem eylem sorumluluğunu devreder hem de “kurtuluş” sürecinin ahlaki bedellerini ödemekten kaçınmış olur. Göçmenleri, düşmanları, hainleri insan olarak görmeyeceğini, onları “temizleyeceğini” vaat eden faşist lider tam da bu yolla, utangaç, örtük ırkçıların oylarıyla iktidarı ele geçirir.

Kendisini güçsüz, çaresiz hisseden ama yetkiyi bir kurtarıcıya devretmek istemeyenler ise kendilerini güçlü hissettikleri bir dayanak arayışına girerler. Gelecek tekinsizleştiği ve şimdiki zaman güçsüzlükten başka bir şey vermediğinde bu dayanak noktası yıkım anının öncesinde yakın ya da uzak geçmişte aranır. “Gerileyerek” kendimizi güçlü hissettiğimiz bir zamana giderek o zamanki çözme, baş etme becerilerimizle donanmak isteriz. İş hayatında düşük ücretle, güvencesiz çalışan ve ay sonunu getiremedikçe batağa saplanan birinin üniversite yıllarını özlemesi gibi. Ders çalışmaktan başka hiç bir sorumluluğunun olmadığı ve rahatlıkla ders çalışabildiği zamanlar. İstanbul metropolündeki plaza cehenneminden ayrılıp, Muğla’nın bir köyünde domates salatalık yetiştirmek de öyledir. Plaza hayatının insana yakışır olup olmaması değildir burada işleyen dinamik. O hayatı sürdüremeyeceğine, performans gösteremeyeceğine, işten atılıp ortada kalacağına dair korkudan kaçmaktır.

∗∗∗

Bu tip bir gerilemede domatesleri yetiştirip hayatta kalmaya çalışan kişi keşke işletme, iktisat, bankacılık okuyacağıma ziraat mühendisliğine girseydim diye düşünebilir. Böyle baktığında yaşadığı hayatın yanlışlığı bir karabasan gibi çöker üzerine. Domatesin tadıyla kendisini avutmaya çalışsa da boştur. Kızgın, küskün bir yalnızlaşma sarmalına kapılıp kendini korumaktan başka amacı olmayan bir “bekleyiş” e dönüşebilir hayatı. Bu halde faşizmi çağırır.

Bir diğer seçenek daha vardır ama. Üniversite eğitiminden ve plaza hayatından öğrendiklerini, bu kez daha “insanca” bir hayatı inşa etmek, çoğalmak, dayanışmak ve paylaşmak için domates tarlasından yeni bir anlayışla başlatmak. Bilgi ve donanımını yakındaki insanlara, hemen az ilerdeki köy sakinlerine aktarmak, örneğin kooperatif kurmaya teşvik etmek, zararlı kimyasal kullanmadan tarım yapmayı öğretmek, imece yöntemiyle tarım araçlarını herkesin mülkü haline getirmek, köydeki çocukların eğitimlerine destek olmak, kadın erkek ilişkilerini eşitleştirmek; say say bitmez bir insanlık hayali. Distopya günlerinden ütopyaya yelkeni kırmak.

∗∗∗

İçinde bulunduğumuz krizin yıkım kaygısını aşmak, yıkım sürecinden bir hayat inşa etmek istiyorsak geçmişte dönmemiz gereken dayanak noktamız sınıf. Ama sınıf mücadelesini bitmekte olan dönemin bize kattıklarıyla, öğrettikleriyle birleştirebildiğimizde ütopyamız canlanacak.

Basitçe şunu demek istiyorum. Erkek egemenliği ya da kadınların eşitliği mücadelesi denildiğinde, hele bir devrim olsun, sınıf mücadelesini kazandığımızda kendiliğinden çözülür diyerek mi döneceğiz sınıfa, yoksa omuzdaşımız bir LGBT mi olacak? Sınıfa dönerken “kadınlarımızın” kurtuluşu diye mi slogan atacağız yoksa barikatın hemen ardında kadın yoldaşımızın erillik eleştirisini pür dikkat dinleyip kendimizi değiştirebilecek miyiz? Sınıfa dönmekten başka çaremiz yok gibi ama sınıfı yeniden tanımlamadan da başarı şansımız yok bence.

                                                        /././

Erdoğan’ın vedası Erbakan’a öfkesi (Yaşar Aydın)
Mart 1994 seçiminde Necmettin Erbakan tarafından Erdoğan için açılan yol, oğul Erbakan engeline takılmak üzere.

Türk tipi cumhurbaşkanlığı Erdoğan için dikilmiş bir elbise. Kendi isteğiyle ne veda mümkün ne de final. Bu bile rejimi krize sokabilecek bir neden. Oyunu bozacak her gelişme iktidar blokunda panik havası yaratıyor. Erdoğansız dönem için zaman ihtiyacı olanların Fatih Erbakan öfkesi büyüyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan yerel seçim için “final” nitelemesi kullandı. Sonrasında da “bırakıyor mu” tartışması başladı. Kısa sürede bunun bir veda olamayacağı bizzat parti kurmayları tarafından deklere edildi. Erdoğan bırakamaz çünkü bu sadece onun ölçülerine göre dikilmiş bir ceket. Başka birine uyması, devredilmesi asla mümkün değil. Bu aileden biri olsa da fark etmez. Rejimin devamından yana olanlar ne yapıp edip bir yol bulmak zorunda. Yeni bir anayasa, erken seçim ya da başka bir seçenek ama mutlaka sonu Erdoğan’a çıkan yol bulmak zorundalar. Bir kez daha tekrarlamak gerekirse bu formül; ya erken seçim ya da anayasa değişikliği.

Eğer “zor” kullanarak bir yol denemeyecekse yani seçim üzerinden meşruiyet arayışı devam edecekse sorunu Meclis’te çözmek zorundalar.

Her iki seçenekte de Meclis içinde 360 vekilin onaya gerekiyor. Cumhur İttifakı’nın toplam oyu 360 olmadığına göre yapılacak tek şey var o da ittifakları yeniden şekillendirmek.

SEÇİMİN BELİRLEYİCİLİĞİ

İşte yerel seçimin rejim için önemi tam da burada devreye giriyor. 31 Mart seçiminde galip çıkan (İstanbul’u alan) bir Erdoğan ile yenilen bir Erdoğan’ın siyaseten oyun kurma gücünün aynı olmayacağını söylemek kâhinlik olmayacaktır. Üstelik potansiyel başkan adayı olan bir isme karşı İstanbul gibi bir kent üzerinden alınacak sonuç Erdoğan’ın geleceğine dair çizeceği yol haritasına hatırı sayılır bir etkisi olacaktır. Bu nedenle iktidar için yerel seçim bir kentin kazanılıp kazanılmasından daha büyük bir öneme sahip.

Gelecek, DEVA, İYİP gibi partilerin varlığını koruyup koruyamayacağı ya da kendilerine yeni koordinatlar belirleyip belirlemeyeceği sadece yerel seçimlerde aldıkları oya göre belirlenmeyecek. Muhalefetin ya da iktidarın kazanması da o partilerin geleceğini belirleyecek öneme sahip. Doğal olarak da partilerin ve milletvekillerinin Meclis’te alacağı tutumda da etkili olacak.

YENİDEN REFAH OLGUSU

Bugünlerde AKP’li kurmaylar ile Yeniden refah arasında yaşanan gerilimin ana kaynağı da konunun Erdoğan’la, dolayısıyla rejimle ilgisi olmasıdır. Erdoğan’ın zamana yayarak çözmeyi umduğu Yeniden Refah ve Erbakan başlığı ile 2028’e giderken rejimin dizayn edilmesi başlığı birbirine girdi.

Erbakan ısrarla ve inatla Erdoğan’ı işini kolaylaştırmak yerine kendine alan açan bir siyaseti tercih etti. Bu siyasetin AKP seçmeni üzerinde etkili olduğu ortaya çıktıkça da Yeniden Refah ve Erdoğan daha cesaretli adımlar attı. Bugün itibariyle o kadar ileriye gitti ki Urfa, Bursa, Balıkesir ve İstanbul’da seçimin kaderini belirleyecek bir etkiye ulaştığı varsayılıyor.

Peki, Yeniden Refah’ın bu kadar etkili olmasının arkasında yatan neden nedir ve Erdoğan neden bununla baş edemedi?

Erdoğan’a karşı cepheyi büyütmek için siyasette var olmaya çalışan Numan Kurtulmuş, Erkan Mumcu, Süleyman Soylu gibi isimler kısa süre içerisinde AKP’nin parçası oldu. Direkt AKP çatısı içine girmeyen ya da alınmayanlar da Erdoğan’ın yörüngesinde kaldı. Davutoğlu, Babacan ve Karamollaoğlu davadan uzaklaşıp CHP’nin gölgesine girmiş partiler olarak kodlanınca etki alanları da kalmadı.

Geriye bir tek Yeniden Refah kaldı. İki yıl öncesine kadar Saadet’in mal varlığına çökmeye çalışan parti imajından bugün AKP’nin korkulu rüyası haline gelmesi sadece seçimdeki bir oyunun önemli olması ile açıklanamaz.

Her şeyden önce Yeniden Refah, Erdoğan ve AKP’nin gerilediği bir dönemde siyaset sahnesine çıktı. Çözülemeyen ekonomik kriz, bağımsız bir görüntü veren Erbakan’a yaradı. Genç muhafazakârların arayışına yanıt verdi.

Erdoğan başlangıçta görmezden gelerek süreç içerisinde çözme yolunu denedi. Bugün ise bunun olmayacağını görünce topa sert girdi. Muhafazakârları, Yeniden Refah gibi “maceralara” girmemesi konusunda “Benim gitmem kazanılan her şeyin kaybedilmesi anlamına gelir” diyerek tehdit etti.

Aslında ortada veda yok. Rejim konusunda sert bir uyarı var.

Seçime 3 haftadan az bir zaman kala tutması çok zor. Erdoğan’ın bu noktaya gelmesinde baba Erbakan’ın rolü çok fazla.

Tarihin cilvesi mi yoksa başka bir şey mi bilinmez ama Erbakan ismi bu sefer gidişinde etkili olacak bir rol oynayacak gibi.

(BİRGÜN)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder