16 Mart 2024 Cumartesi

Birgün KÖŞEBAŞI - 16 MART 2024 -

 

Kulağı ters taraftan göstermek! (Atilla Aşut)

Başlıktaki deyimi, “Bir işi, kolay yolu varken daha güç ve uzun yollar kullanarak yapmak” biçiminde açıklıyor sözlükler.

Son zamanlarda kimi yazıları okurken, kimi haberleri dinlerken hep bu deyimi anımsıyorum.

“Uçak indi” yerine “uçak iniş yaptı” diyen sunucuya gıcık oluyorum!

“Cumhurbaşkanı salona giriş yaptı” sözünü duyunca kan beynime sıçrıyor!

Uyarıdan falan da anlamıyor bu yeniyetmeler! Çoğu, “dediğim dedik, çaldığım düdük” havasında…

Yayın kurumlarında donanımlı dil danışmanlarına yer verilmediği için bu sorun böyle sürüp gidecek gibi görünüyor…

∗∗∗

“KATILIM SAĞLAMAK”!

Son dönemin moda sözlerinden biri, “katılım sağlamak!”

T.C. Tarım ve Orman Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü’nün Haber Bülteni’ne bakılırsa onlar da uymuş bu modaya:

“Genel Müdürümüz Ankara TEKNOFEST’e Katılım Sağladı”.

Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun (TİHEK) bilgisunar sitesindeki bir haberin başlığı da öyle:

TİHEK, Sektörlerarası Çocuk Kurulu Toplantısına Katılım Sağladı”.

Bir bilim kurumu olan TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi bile fuara katılmıyor, “katılım sağlıyor”:

“TÜBİTAK, 6. Verimlilik ve Teknoloji Fuarı’na Katılım Sağladı”.

Örnekleri çoğaltmanın anlamı yok. Bilgisunara girerseniz yüzlercesini görebilirsiniz. Devlet kuruluşları şimdilerde artık bu dili kullanıyor ve Türk Dili’ni korumakla görevli Türk Dil Kurumu da seyrediyor!

Ama beni asıl üzen, kimi değerli yazarlarımızın, sanatçılarımızın da kendilerini böyle modalara kaptırmaları…

Bir örnekle bağlayayım konuyu:

Güvenç Dağüstün, “Orhan Taylan” başlıklı yazısında birkaç kez “katılım sağlamak” ifadesini kullanmış. Üstelik yanına “katılım göstermek” ve “dönüş yapmak” yanlışlarını da ekleyerek:

“Anavatana dönüş yapmasının ardından, o dönemde Türkiye İşçi Partisi’ne katılım gösterdi ve TİP ile çeşitli sendikaların görsel tasarımlarını üstlendi. (…) Bu dönemde özellikle yağlı boya eserlere yoğunlaştı ve İstanbul’daki atölyesinde birçok sergi açtı, ayrıca birçok karma sergiye de katılım sağladı.” (BirGün, 6 Kasım 2023)

Bilmiyorum, sözü “katıldı” diye noktalamak pek mi yavan geliyor bu arkadaşlara?

∗∗∗

SORUNLU ANLATIMLAR

Basında anlatım bozuklukları hızla yaygınlaşıyor. Kulağı ters taraftan göstermenin türlü örnekleriyle karşılaşıyoruz her gün.

Nitekim 24 Ekim 2023 tarihli Milliyet gazetesinin arka sayfasındaki “Dünya çapında bir takım” başlıklı haberde de böyle sorunlu ifadeler var. Örneğin, “Taktiksel bağlılığa önem vermemiz gerekiyor” denmesi gereken bir yerde, “önem göstermemiz gerekiyor” denmiş. Ardından gelen tümcede de “Ellerinden geleni yapacaklardır” yerine “ellerinden geleni göstereceklerdir” ifadesi kullanılmış…

Bu notu bize ileten duyarlı okur, “Bir nükteye dönüştürecek olursam, gazete, ‘göstere göstere’ Türkçenin canına okumuş!” diyor iletisinde. Haksız mı?

HAFTANIN NOTU

Cebeci Mezarlığı ilgi bekliyor

“Taştan mantar tarlası / Çok yaşasın ölüler!” demişti bir şiirinde Arif Dino ama bu gidişle taş maş da kalmayacak o gömütlerde! Çünkü mezarlıklarımız çok bakımsız ve korumasız!

Geçenlerde Cumhuriyet gazetesinde, Oktay Ekşi’nin bu konuya değinen bir yazsını okumuştum. Oktay Bey, mezarlıkların perişan durumundan yakınıyor ve bizdekilerle Batı’dakileri karşılaştırarak şöyle diyordu.

“Avrupa’da kabristanlar çiçek bahçesi gibidir. Peki Türkiye’de öyle mi? Siz bir kabristana gittiğinizde ayağınıza çamur bulaşmadan veya bir başka merhumun mezarına basmadan yahut da üstünden atlamadan amaca ulaşamama sıkıntısı yaşamadınız mı?”

∗∗∗

Kısa bir süre önce, bir yoldaşımızı uğurlamak için Cebeci Asri Mezarlığı’na gittim. Burası Ankara’nın Karşıyaka’dan sonraki en büyük gömüt alanıdır. Ama Karşıyaka’dan çok önce, 1935 yılında kurulmuştur. Daha da önemlisi, başkentin uluslararası yarışmayla yapılmış tek gömütlüğüdür. Mimarı ise Alman Martin Elsaesser’dirGömütlükte Müslümanlar dışında Hıristiyan ve Museviler için de ayrılmış bölümler vardır.

∗∗∗

Oktay Ekşi’nin İstanbul Büyükada Mezarlığı için söyledikleri, Ankara Cebeci Mezarlığı için de fazlasıyla geçerlidir. Yolları bozulmuş, adaları çevreleyen istinat duvarları yıkılmış, mezar taşları devrilmiş, yabani otlarla kaplı bir alan gördük orada ve çok üzüldük.

Cebeci Asri Mezarlığı, Altındağ ilçe sınırları içindedir ama Ankara Anakent Belediyesi’nin sorumluluk alanındadır. Orada siyaset, basın, yazın, sanat, kültür ve bilim tarihimizin çok önemli kişileri yatıyor. Âfet İnanCahit Sıtkı TarancıHasan Âli YücelMemduh Şevket EsendalMuammer AksoySadun ArenTuran DursunAhmed ArifAdalet AğaoğluOrhan AsenaTahsin SaraçEmin ÖzdemirMetin TokerMevhibe İnönüUğur MumcuMustafa Ekmekçi ve daha nice aydınımızın gömütleri Cebeci’dedir.

Tarihsel anıt değerindeki bu gömütlüğe gözümüz gibi bakmamız ve orayı adına yakışır biçimde “asri / çağdaş” bir görünüme kavuşturmamız gerekmez mi?

Sayın Mansur Yavaş’ın konuya ivedilikle el atmasını bekliyoruz.

                                                             /././

Tıbbi direnişe selam (Berkant Gültekin)

14 Mart Tıp Haftası’nın içindeyiz. Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) çağrısıyla bugün İstanbul’da büyük bir buluşma gerçekleştirilecek. Hekimler ve sağlık çalışanları şiddetten arındırılmış güvenli çalışma ortamından sosyal ve mesleki haklara kadar 14 acil talebi dillendirmek için saat 14.00’te Haydarpaşa Numune’de buluşup Kadıköy İskele Meydanı’na yürüyecek.

Bugün Türkiye’de doktor olmak her zamankinden daha zor. Elbette hasta olmak da öyle… Çünkü sağlık sistemi topyekun bir çöküş yaşıyor. Eurostat’ın verilerine göre Türkiye, kişi başına düşen doktor sayısında Avrupa sonuncusu. Komşumuz Yunanistan’da 100 bin kişiye 629, Norveç’te 516, Almanya’da 453, Malta’da 434, Romanya’da 351, Slovenya’da 334, Karadağ’da 281 doktor düşerken, bizde sadece 218 doktor düşüyor.

Bu da yetmezmiş gibi 100 bin kişiye düşen hekim sayısında bizi ikiye katlayan Almanya’ya her sene yüzlerce doktor gönderiyoruz. Sanki bizim değil, onların doktora ihtiyacı var. Türkiye’deki olumsuz çalışma koşulları, her geçen gün daha da kötüye giden sosyal ve ekonomik koşullar nedeniyle yetiştirdiğimiz doktorları başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine yolcu ediyoruz.

TTB’nin verilerine göre, yurtdışına gitmek için TTB’den “iyi hal belgesi” almak isteyen doktorların sayısı 2023’te 3 bin 25’e yükselmiş. 2016’da 245 olan toplam sayı, neredeyse geçen yılın Aralık ayındaki sayıya eşit. Türkiye’de 91’i devlet 37’si özel üniversitelerde olmak üzere toplam 123 tıp fakültesi bulunuyor. Yani 2023’te tıp fakültesi başına 25 doktor ülkeden ayrılmak istemiş. Çok ama çok vahim bir tablo.

Devleti yöneten akıl ise bu baş aşağı gidişi siyasi hamaset için kullanma gayretinde. Ülkenin cumhurbaşkanı, “Giderlerse gitsinler, biz de yeni yetişen hekimlerle, asistanlarla götürürüz” diyor. Götürürüz götürmesine de yurtdışına giden doktorları yetiştirmek için bu ülkenin harcadığı kaynakları kim yerine koyacak? Bizim yetiştirdiğimiz doktorların Avrupa’da şifa dağıtmasının hesabını kim verecek?

Avrupa “Göçmenleri tut, doktorları gönder” diyor, iktidar da harfiyen bu plana sadık kalıyor. Oysa tıp, eğitimi en maliyetli meslek. Ülke büyük bedellerle doktor yetiştiriyor ama iktidarın politik hatalarının ortaya çıkardığı koşullar nedeniyle o doktorların bir kısmı bu halka değil, daha müreffeh bir hayat süren Avrupa toplumlarına hizmet vermek için çalışıyor. Batı’ya seslenirken mangalda kül bırakmayanlar, memleketin sağlık alanında bile sömürülmesinin baş sorumlusu oldukları gerçeğini doktorlara efelenerek örtebileceklerini sanıyor.

Türkiye yine de şanslı bir ülke. Çünkü her şeye rağmen “Hiçbir yere gitmiyoruz, burada kalacağız” diyen nice hekime sahip. “Bütün renklerin ayni hızla kirlendiği” bir zamanda, beyaz önlüğe leke bulaşmasın diye çırpınan hekimlerin verdiği mücadele, ülkenin varoluş mücadelesinin de ayrılmaz bir parçası. Desteklenmeli, sahiplenilmeli ve büyütülmeli.

                                                             /././

Vahşi Madenciliğin Kırmızı Pazartesisi (I+II+III)- İlhan Cihaner

(I)

Çevrecilerin, hukukçuların, gazetecilerin yıllardır dikkat çektikleri felaket 4 gün önce İliç’te gerçekleşti. Hem de 9 işçinin milyonlarca metreküp zehirli toprağın altında kalmasına yol açtı. Yazımı yazdığım sıralarda henüz işçilere ulaşılamamıştı. Konteyner ve araç içerisinde oldukları tahmin edilen işçiler için her geçen dakika umutları azaltıyor.

“Kimliği tespit edilebilen” işçilerin isimleri: Şaban Yılmaz, Kenan Öz, İbrahim Keklik, Adnan Keklik, Hüseyin Kaya ve Ramazan Çimen. Daha bu cümle bile yaşanan vahşi sömürüyü göstermeye yetiyor. Henüz kimliği tespit edilemeyen işçiler kayıp. İlk 2 gün isim bile söyleyemediler, 3. Gün 6 işçinin kimliğini açıklayabildiler. Kaçak işçi mi var? Sığınmacı mı çalıştırılıyor? Bu değilse daha çalışanlarını “sayamayan” bir sisteminin, tehlike içeren süreçleri doğru yönetmesi zaten beklenemez. Tek amacı en kısa sürede en az maliyetle en yüksek kârı sağlayıp yeni yağma alanlarına gitmek olan sermayenin böyle bir derdi de olamaz zaten.

Bu noktaya nasıl gelindi? Yaşanan devasa eko-kırım ve emekçi kırımına adım adım nasıl gelindi?

Cumhuriyet ve ekonomik bağımsızlık girişimleriyle birlikte 1925 tarihli “Maadin Nizamnamesinin Bazı Maddeleri ile Taşocakları Nizamnamesinin Tadiline Dair Kanun”, 1926 tarihli “Petrol ve Benzin İnhisarı Hakkında Kanun” ve 1933 tarihli “Altın ve Petrol Arama ve İşletme İdareleri Teşkiline Dair Kanun” gibi düzenlemeler ülkemizdeki yabancıların ve yurt içindeki özel sektörün imtiyazlarına da son vermeyi ve madenlerin devlet tarafından aranması ve işletilmesini hedefliyordu.

Ancak Demokrat Parti iktidarı ile bir yandan içeride özel sektöre alan açılmaya öte yandan yabancı sermayenin gelmesi için Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu çıkarıldı ve diğer kanunlarda değişiklikler yapılmaya başlanıldı. O kadar ki 1954 tarihli petrol kanunun doğrudan bir Amerikalı uzmana hazırlatılıp, Elmer E. Batzell ve Douglas Ball adlı Amerikalı uzmanlar için özel kararname çıkarıldı, muhtelif firmalara “imtiyazlar” tanınmaya başlanmıştı. Daha çok Petrol üzerinde yürüyen bu politikalar 12 Eylül Darbesi sonrasında neoliberalleşmeye paralel olarak maden politikalarını da etkilemeye başladı. Özal’ın Morgan Guarantee’ye hazırlattığı “Özelleştirme Ana Planı”ve 3213 sayılı “Maden Yasası” Etibank gibi kurumların tasfiyesine giden süreci başladı. AKP iktidarı ile birlikte yasalardaki koruyucu/önleyici düzenlemeler itina ile ayıklanıp maden aramalarında “ÇED raporu gerekli değildir” denilecek kadar vahşileşildi. Hem de yerlilik ve millilik nutukları ve “ırmağının akışına ölürüm” türküleri eşliğinde…

Tüm bunlar iş cinayetlerinde artma, sendikasızlaşma/sarı-sendikalaşma, yoksullaşmaya paralel yaşandı.

Özetlemeye çalıştığım bu süreç Altın madenlerinde “vahşi madencilik/sömürge madenciliği” diye tanımlanan pratiği ortaya çıkardı. Çok basit bir şablonları var: önce ilgili kamu kurumları çalışmaz, hantal, zarar eden ve düzeltilemez olarak gösteriliyor. İtiraz eden meslek kuruluşları hain ilan ediliyor. Bunun için medya ve “popüler uzmanlar” kullanılıp raporlar yazılıp sempozyumlar düzenleniyor. Sermaye ve özel sektör kutsallaştırılıyor. Mevzuat değişiklikleri yapılıyor. Sonra aynı mekanizmalar falanca yerde “100 milyarlarca dolarlık altının” atıl vaziyette beklediğini, çıkarılırsa nasıl zenginleşeceğimizi propaganda ediyorlar. Yöre halkının istihdam edileceğini, çevreye zerre zararının olmayacağı anlatılıyor. Yörenin gazetecileri, bürokratları ödül gezilere götürülüyor. Güçlü siyasi figürler ortak ediliyor. Daha fizibilite aşamasında yeni konutlar inşa edilip, camilere, spor kulüplerine bağışlar yapılıyor. Böylece yerel itirazlar minimize ediliyor. İtiraz edenler davalarla yıldırılıyor, yok sayılıp meczuplaştırılıyor. Gerekirse rüşvetler veriliyor. Yetersiz kalınan yerde “güvenlik kuvvetleri” ve yargı devreye giriyor, tabiiki sermayenin yanında!

İliç emekçi ve eko-kırımına da aynen bu şablon hatta “suç yolu” (İnter Crimis) getirdi bizi. Bir avuç çevrecinin, yurtsever hukukçu ve mühendisin, gazetecinin görüp uyardığını, bu felakete engel olmak için örgütlenmiş bürokrasinin ve yargının görmemiş olması kabul edilemez. Kaldık ki 2022’deki siyanür sızması sonrası TMMOB, TBB, TTB gibi meslek örgütleri bu tehlikeye dikkat çekiyordu. O nedenle yaşanan bir “kaza değildir”, bir “toprak kayması” değildir. Vahşi madenciliğin “kırmızı pazartesidir.”

Tabii ki bir yazıya sığmayacak çok şey var. Ama yargının özellikle idari yargının bu vahşi madenciliğe karşı “sağlıklı bir çevrede yaşama” ve “yaşam hakkı” yerine iktidarın ajandasına göre hareket etmesi, cezasızlık gibi hususlar üzerinde ayrıca durulması gerek. Yıllardır bu tehlikeye dikkat çekmeye çalışan Sedat Cezayirlioğlu’nun gözaltına alınması VeryansınTv gazetecilerinin sahaya sokulmaması bu tutumun göstergesi. Oysa Cezayirlioğlu, Av. İsmail Hakkı Atal, Yüksek Mühendis Cemalettin Küçük, ve Nihat Genç yıllardır bu tehlikeye dikkat çekip davalar açıyorlar, farkındalık yaratmaya çalışıyorlardı.

(II) - Yanlış iliklenen ilk düğme

İliç’te yaşanan devasa eko-kırım ve emekçi kırımına adım adım nasıl gelindiğine dair özet sayılabilecek önceki yazımdan devam ediyorum.

Aradan geçen sürede duyarlı gazeteciler, siyasetçiler, bilim adamları ve meslek örgütleri vahşi madenciliğin nasıl işlediğine dair birçok skandalı ve sömürü mekanizmasını açığa çıkardılar.

Özetleyecek olursak:

Bilimsel verilerin fay hattı haritalarını değiştirecek kadar eğilip büküldüğünü,

Yerel halka etik ve hukuk dışı sözleşmeler imzalatıldığını,

Yerli siyaset, bürokrasi, taşeron ve işbirlikçilerden oluşan bir yağma ağının kurulduğunu,

Ekonomiye katkı bir yana, onsu 182 $’a üretilen altının bize onsu 1900 $’a satıldığını ve tam bir “soygun” mekanizması olduğunu, (2023 yılında Türkiye 25,7 milyar $ altın ithal etti. Bu miktar cari açığın yaklaşık % 60 ‘ı demek)

Yığın liç alanıyla ilgili defalarca uyarı olmasına rağmen önlem alınmadığını,

Denetim, ÇED ve projelendirme süreçlerinin tamamen göstermelik olduğunu,

Yargının nerede ise etkisiz eleman konumunda olup sürece hukuki bir kılıf geçirmekten başka bir işlevinin kalmadığını,

Tam da bu kırımlar olmasın diye örgütlenmiş varlık nedenleri bu olan bakanlıkların ve bürokrasinin adeta bu yağma mekanizmasının koruyucusu olduğunu,

Ekolojik mücadelenin parlamento içi muhalefetin önceliği olmadığını, en azından etkili ve sonuç alıcı hamleler yapmaktan geri durulduğunu öğrenmiş olduk.

Her biri bırakın bakanları iktidarları yerinden edecek bu rezilliklerin sorumluları, şimdi kurtarıcı olarak ortaya çıkıyorlar.

Bu yaşananların güçlü bir madenlerin kamulaştırılması hareketine dönüştürülmesi gerek. Birincil görev tabii ki örgütlü yapılar ve siyasi partilerde.

∗∗

Gelelim yanlış iliklenen ilk düğmeye.

Türkiye etkin çevre mücadelesi ve siyanür gerçeği ile Bergama/Ovacık madeni sonrası tanıştı diyebiliriz. Hem köylüler hem de çevreciler fiili ve hukuki mücadele başlattılar. İdari yargıdaki süreç Danıştay’ın kararı doğrultusunda İzmir 1. İdare Mahkemesi’nin 1997 yılında verdiği “…ÇED ve bilirkişi raporlarında da öngörülen olası risk faktörleriyle çalışan ve bu riskin gerçekleşmesi halinde doğrudan veya çevrenin bozulması ile dolaylı olarak insan yaşamını etkileyeceği kesin olan siyanür liç yöntemi ile altın madeni işletilmesine izin verilmesi yolundaki dava konusu işlemde kamu yararına uygunluk bulunmamaktadır kararı ile son buldu. Daha doğrusu bulması gerekirdi. Bu karar nedeniyle hiçbir madene de izin verilmemeliydi. Ancak TÜBİTAK’tan risk kalmadı diye rapor alan Başbakanlık mahkeme kararını yok sayarak bir “prensip kararı” ile ilgili bakanlıklara, madenin önündeki engelin kaldırılması yönünde emir verdi. (Av. Arif Ali Çangı’nın notlarından özet)

Söz konusu maden propagandalar, yürütmeyi durdurma kararları, idari yargı eksenli hukuk mücadelesi ve yargı kararlarının uygulanmaması tartışmaları arasında faaliyetini sürdürmeye devam etti. 2005 yılında Koza-İpek Holding bünyesine geçtikten sonra bünyelerindeki ve hükümet kontrolündeki medya aracılığı ile hem Yargı hem de başta TMMOB olmak üzere maden karşı olanlara dönük kampanyalar başladı. Artık manşetleri “Odalara da reform şart”, “meslek odalarında saltanat”, “yargı vesayeti” gibi başlıklar süslüyordu. Geniş kesimlerin rızasını almak için de her gün yeni bir altın rezervi keşfedildiği, altının bizi nasıl zenginleştirileceği, direnenlerin dış güçlerle bağlantılı oldukları servis ediliyordu. Demokrat parti iktidarı ile başlayıp 12 Eylül ve Özal’la önü açılan sömürü/yağma düzeni AKP/Cemaat koalisyonunda tamamen “serbestleşmiş” oldu. 2010 Referandumu sonrası hukukun fethedilmesinin ana dinamiğinin de bu sömürüyü derinleştirmek olduğunu söyleyebiliriz.

∗∗

O süreci Demokrat Yargı adına yürüten Orhangazi Ertekin’in kitabından tekrar alıntılayayım: “...Bence bu seçim (2010 HSYK seçimi) çok önemli ve kritiktir. Bu HSYK, sadece yargı açısından belirleyici olmayacak, ekonomide de sonuçlar doğuracak. Geçmiş iktidarlar, bankaları, medyayı, büyük şirketleriyle bir yolsuzluk ekonomisi yarattı. Tüm bunlardan hesap sorulması gerekiyor. HSYK ele geçirildiğinde sadece Yargıtay ve Danıştay yeniden yapılanmayacak, hükümetin yürüttüğü siyaseti, özelleştirmeleri engelleyen güçler de devreden çıkacaklar. Bu nedenle bu seçimler çok önemlidir. Bundan sonraki seçimler nasıl olursa olsun kazanmak zorundayız.” Bu sözler HSYK seçimlerini kazanan ekipten bir kıdemli yargıca ait sözler!

Artık yargımız kamu yararını gözetmekten çok sermayeyi kollayan, iktidarın ajandasına göre pozisyon alan, meslek odalarını ve direnenleri bozguncu olarak gören bir yargılama kültürünü içselleştirmiş durumda.

Çok daha fazla detay yazılabilir ama bizi İliç eko-kırımı ve emekçi katliamına getiren sürecin idari yargı ve çevre mücadelesi anlamında yanlış iliklenen ilk düğmesi Bergama’dır diyebiliriz. Yıkım süreci hukuk devletinin geriletilmesi ve yargının fethedilmesi sürecine paralel işledi.

Sonraki yazımda ceza hukuku yönünden değerlendirmeye çalışacağım.

                                                             /././

(III) - Uyuşma ve Unut(tur)ma

13 Şubat 2024 tarihinde İliç/Çöpler Altın Madeni’nde meydana gelen emekçi ve çevre kırımının üzerinden bir ayı aşkın bir süre geçti. Aradan geçen sürede siyanürlü toprak yığını altında kalan 9 emekçinin bedenlerine halen ulaşılamadı. Çevre bakanının “10 milyon metreküplük bir toprak kitlesi var. Bunu elimizde imkan olsa ve kaldırmaya kalksak 400.000 kamyona ihtiyacımız var” açıklaması göz önünde bulundurulursa yakın bir zamanda bedenlere ulaşılmasının “şansa” kaldığı anlaşılacaktır. Kaldı ki İ.Ü Akademisyenlerinin hazırladığı bilimsel rapor kayan siyanürlü toprağın 20 milyon tondan fazla olduğunu gösteriyor. Halen aramalarda 150 (evet yazıyla yüzelli!)civarında kamyonun kullanıldığı ve günde en fazla 70 bin ton toprağın taşındığına bakarak işin ne kadar “ciddiye” alındığını anlayabiliriz!

Aynı “ciddiyetin!” eko-kırım bakımından da gösterildiğine emin olabiliriz! Taşınan siyanür ve ağır metallerle yüklü toprak, zemin geçirgenliği konusunda yeterli önlemin alınmadığı anlaşılan bir mermer ocağına boşaltılıyor. Bu hızla gidilirse, zaten dere yatağı zeminine kaymış toprağın kirletici etkilerinin yeraltı sularına, Fırat’a ve HES Barajına ulaşması kaçınılmaz.

Özetle 13 Şubat günündeki durumla mukayese edildiğinde eko-kırım ve emekçi kırımı olanca ağırlığı ile orta yerde duruyor. Yazı başlığındaki benzetmeyle “upuzun bir kırmızı pazartesi” yaşanıyor.

Peki, ne oldu da özellikle siyasi gündemden düştü bu felaket. Aynen 13 Şubat öncesindeki gibi bir avuç çevreci, hukukçu ve yurtseverin çabalarına terkedildi. Yaşanan, örneklerini defalarca gördüğümüz “uyuşma ve unut(tur)ma” sürecidir. Vahşi/sömürge madenciliğin yağma düzenine dönük tepkiler ana akım siyasetin ve hukukun şefkatli göğsünde yumuşatılıp taca atıldı. Şefkat dediysem tabii ki sermayeye, hukuki ve siyasi sorumlulara dönük bir şefkat bu!

GERÇEK YÜZÜ AÇIĞA ÇIKACAK

Yerel seçim gündemi denilebilir. Oysa siyasallaştırılmış, kitleselleştirilmiş bir çevre hareketi ve kamulaştırma baskısı yerel seçimlerde de -özellikle artık genel seçim havasında gidilen koşullarda- muhalefeti güçlendirecektir. İdeolojik söylemini millilik/yerlilik safsatasına dayandırıp muhalefeti “dıj güçlere” bağlayan iktidar blokunun, yağmacı ve işbirlikçi gerçek yüzünü açığa çıkaracaktır.

Kuşkusuz bu “unut(tur)ma ve uyuşma” yerel seçim gündemi ile açıklanamaz. Öncelikle ana akım muhalif hareketler sermaye ile güncellenmiş ve sahici olarak, ideolojik/fiili bir hesaplaşmaya girmiyor, giremiyor. Kadroları da buna eğilimli değil.  Böyle olunca serinin ilk yazısında belirtmeye çalıştığım mekanizmaları kullanmakta mahir olan sermaye “muhalif” siyaseti parmağında oynatıyor. Bu konudaki eleştirilerime defalarca kez şu cevap verilmiştir: ama bize sermaye düşmanı derler!

Bir diğer gerekçe artık dilimize pelesenk olan “siyasetsizlik”. Partilerin karar vericilerinin kafalarında kurguladıkları muhayyel bir seçmeni referans alarak o seçmenin beklentilerine göre pozisyon almaları. Siyasetin dönüştürücü ve ikna edici fonksiyonunu göz ardı etmeleri. İliç örneğinde olduğu gibi insan sağlığını, çevreyi ve gıda güvenliğini ilgilendiren, bu haliyle her kimlikten yurttaşa ulaşılabilecek bir çevre mücadelesi siyasetin gündeminde üste taşınmıyor. “Alıcısı” yok diye düşünülüyor. Oysa verili güç ve çıkar ilişkileri başlı başına güçlü bir politik, ideolojik ve sınıfsal tutuma denk düşer. Bu alanı siyasetsizlikle boşalttığınızda mevcut ilişkileri yeniden üretirsiniz.

Bu kısmı uzattım. Söz verdiğim üzere İliç eko-kırımı ve emekçi kırımını ceza hukuku yönünden kısaca değerlendireyim. Öncelikle henüz soruşturmaya dair çok az şey bildiğimiz için tespitlerim kısa ve hukuken tartışmalı olacaktır.  9 madencinin yaşamını yitirmesi “birden fazla kişinin olası kastla öldürülmesi” suçunu (TCK 21/2, 81) oluşturur. Önceden yapılan uyarılar, şikâyetler, apaçık ihmaller göz önünde bulundurulduğunda “suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğinin öngörmesine rağmen” fiilin işlendiği anlaşılıyor. Bu suç TCK ya göre 20 yıldan 25 yıla kadar hapis cezasını gerektirmektedir. Her bir ölüm için ayrı ceza verilip verilmeyeceği ayrıca tartışılmalı. Soma davasında Yargıtay, ilk kararında olası kast ve her bir ölüm için ayrı cezalandırma yönünde karar vermiş ancak daha sonra Yargıtay Başsavcılığının itirazı zerine bilinçli taksir ve zincirleme suç hükümleri uygulanarak 12 yıl 6 aydan 20 yıla kadar cezalar vermişti.

YETER Kİ BU SARMALDAN ÇIKILSIN

Ayrıca genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması, çevrenin kasten kirletilmesi, görevi kötüye kullanma gibi suçlar da gündeme gelebilecektir.

Tam burada iki şeye dikkat çekmek isterim. Soruşturma nedeniyle tutuklanan 8 kişinin alt kademe çalışanlar olduğu anlaşılıyor. Özellikle sorumlu yöneticinin ABD’den dönmediği iddia ediliyor. Eğer böyle ise bu kadar vahim bir suçun sorumlusunun ABD’den iadesinin istenerek soruşturmaya dahil edilmesi gerekir. Gene Soma Davası’ndan örnek verecek olursak madeni işleten firmanın Yönetim Kurulu başkanı en ağır cezayı (20 yıl) almıştı. Ancak İliç’teki soruşturmaya yöneticilerin dahil edildiğine dair bir bilgi henüz kamu oyuna yansımadı.

Gene özellikle ÇED olumlu ve gerekli değil kararı veren, denetimleri ihmal eden kamu görevlileri de yargı önüne çıkarılmalıdır. İlgili bakanlar hakkında meclis harekete geçirilmeye çalışılmalıdır. Daha önce verilen takipsizlik kararları yeni elde edilen deliller çerçevesinde ele alınarak etkin ve adil bir soruşturma yürütülmeli. Cezasızlık pratiğinin İliç faciasını da yutmasına izin vermemek gerek.

Bunlar yapılır mı? Yapılması sağlanabilir. Yeter ki uyuşma ve unutma sarmalından çıkılsın.

(Birgün)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder