Kürtlerin ‘kayyum’ umudu (Barış Pehlivan)
Soru şu: 11 gün sonra yapılacak seçimler sonrasında, DEM Parti’nin kazanacağı belediyelere kayyum atanacak mı?
Ahmet Türk bu kritik soruya dair şöyle demiş: “Bu sefer kayyum atayacaklarına inanmıyoruz. Daha önce iki kez kayyum atadılar. Halk buna şiddetle karşı çıktı.”
Gelin görün ki Cumhurbaşkanı Erdoğan daha yeni şunları söyledi: “Kendi iradesi olmayan DEM yönetimi, dışarıdan aldığı emirlere göre hareket ediyor. Şehirleri yönetecek değil örgütün emrinden çıkmayacak kukla isimleri aday gösteriyor. Yani nereden, Kandil’den.”
Evet, arife tarif gerekmez ama yine de önümüzdeki süreçte ne olacağına dair yanıt aradım. Ve önce DEM Parti kulislerine kulak kabarttım...
Sahi, Ahmet Türk’ün “Kayyum dönemi bitti” çıkışı gerçekçi miydi?
Yaptığım görüşmelerde gördüm ki DEM Parti içinde belediyelerine yine kayyum atanacağını bekleyenlerden çok daha fazla sayıda bu politikanın miadının dolduğunu düşünen var. Parti içindeki ağırlıklı görüşe göre hendek operasyonları sonrası başlayan kayyumlara artık toplumun rıza göstermesi pek mümkün değil. DEM Parti Meclisi’nden bir isim “Kayyum artık stand-up’çıların skeçlerine bile konu olan bir mesele haline geldi” diye özetliyor bu görüşü.
Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde yeni bir sınır ötesi harekâta hazırlandığını hatırlatan DEM Partili bir başka kaynak ise “Devletin hem askeri operasyonları yapacağı hem de demokratik anlamda sorunu çözmeye dönük adımların varlığını da yokladığı kanaatindeyim” dedi.
DEM Parti’ye göre 2019’a nazaran bu seçimlerde “Oy versek de kayyum atanacak” algısı seçmende de düşük. Bunun da kazanılacak belediyelerin sayısını artırması bekleniyor.
‘Aksine sertleşme artacak’
Ancak...
Araştırmacılar DEM Parti kadar iyimser değil. HDP’nin eski yöneticilerinden olan Spectrum House Araştırma Merkezi Genel Direktörü Azad Barış’ı aradım. Bakın, Barış kayyum tartışmasına dair neler söyledi: “Bu siyasal rejimin fıtratı değişmedikçe her an kayyum atanabilir. Daha da ileri gideyim, Türkiye kamuoyunun sağduyusu karşısında bir çekince olmamış olsaydı İstanbul’a da kayyum atayacaklardı. Dolayısıyla özellikle bu kutuplaşmanın beraberinde getirdiği liberal kemik çevrelerde bile antiKürtçülük var. 10 yıldır örülmüş ağlardan korktuğundan dolayı ne yapıyor? Mesafe koyuyor. Dolayısıyla kayyum ile ilgili antidemokratik olsa bile bir şey söylemiyor. Söylediği zaman da cılız söylüyor, sesini çıkarmıyor. Özetle ben Ahmet Türk’ün söylediğine katılmıyorum. Bu siyasal rejim, bu donanımla bu akılla ve bu fıtratla, her zaman her yere kayyum da atayabilir ve elinden geldikçe antidemokratik her şeyi yapabilir.”
Konuştuğum Rawest Araştırma Direktörü Roj Girasun da sertleşmeyi bekleyenler arasında:
“Ben ‘Artık kayyum atanmaz’ düşüncesinin temenni olduğunu düşünüyorum. İyimserlikle bezenmiş bir umut sadece. Kürt siyasetçileriyle katıldığım kapalı toplantılarda benzeri cümleyi kurduklarına da şahidim. Ama ben öyle bir tablo görmüyorum.
Kaldı ki hiçbir somut gerekçe de sunmuyorlar. ‘Üç defa üst üste taşınamaz, devlet bir meşruiyet krizi yaşar’ gibi yuvarlak cümleler kuruyorlar.
Bir defa çözüm sürecinin de zemini yok. Kürt siyasetinin daha dengeli bir siyaset kurmasının kendi çıkarına olacağını düşünenlerin ideolojik olarak daha çok konuşmasıyla ilişkilendiriyorum bu son dönemdeki konuşmaları. Aksine ben önümüzdeki dönemde sertleşmenin artacağı görüşündeyim.”
Büyüme balonu (Öztin Akgüç)
Yerel seçim öncesi hemen hemen tüm ekonomik göstergeler kötüleşirken, kur yükselir, enflasyon hızlanır, bütçe açığı büyür, her şey baştan kâra giderken, veri açıklama tarihine uygun olmayan bir tarihte yüksek bir büyüme hızı açıklanıyor, yüzde 4.5; kişi başına gelir, ABD Doları bazında yüzde 255 oranında 10 bin 653 dolardan 13 bin 384 dolara yükseliyor. 2 bin 725 dolar artıyor. Açıklanan rakam, orta vadeli planın (OVP) 2023 yılı gerçekleşme tahmini kişi başına gelir 12 bin 415 dolardan da 989 dolar daha fazla. Türkiye OVP’nin 2025 kişi başına gelir hedefi 13 bin 717 dolar; 2023 yılında hemen hemen ulaşmış oluyor. Herhalde “Kişi başına gelir artışında dünyada açık ara ilk sırada olacağımız” ise henüz seçim sloganı olmadı.
Büyüme, gayrisafi yurtiçi milli hasıla artışı, mal ve hizmet üretim artışı ile ölçüldüğünden büyüyen bir ekonominin kur, enflasyon, işsizlik, dış ticaret, cari işlemler açıkları üzerinde olumlu etkisinin olması gerekir. Ekonomik büyümenin, diğer gösterge ve fiziki üretim rakamlarıyla da desteklenmesi gerekir. Büyüme hızı, yandaş yorumculara da pek inandırıcı gelmemiş olacak ki fazla övgü düzülmedi; “tüketimle tüketerek büyümek” gibi “bilimsel analizler” de yapılmadı veya rastlanılmadı. Bu denli hızlı gelir artışına karşın IMF dünya kişi başına gelir sıralamasında yine de altmış altıncı sıraya kaldık.
Büyüme, büyüme ölçüsü gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH) bir hesap döneminde üretilen mal ve hizmetlerin cari piyasa fiyatıyla değerleri toplamıdır. Çift sayısından, yinelemeden kaçınarak, nihai tüketim malları ile sermaye malı, makine, donanım, yeni inşaat üretiminde girdi olarak kullanılan ara malları hesaba katılmaz. Bir hesap döneminde üretilen mal ve hizmetleri fiziki olarak saymak, ölçmek, tartmak olanaklı olmadığından GSYH göstergelere, varsayımlara, ölçütlere, belirlenen katsayılara dayanılarak tahmin edilir; kesin değil, tahminidir. Cari piyasa fiyatlarıyla hesaplandığından önceki yıllarda mukayese için, fiyat farkını giderici, düzeltici, deflatör kullanılarak sabit fiyata indirgenir. Basit aritmetik bir oranın payı yüksek, paydası düşük hesaplanınca oranın değeri yükselir, hesabın yüksek büyüme hızına ulaşılır.
Rakamlar süslenerek, makyaj yapılarak başarı gösterisi, gerçeklerden farklı izlenim yaratmaya yönelik yöntemler “kozmetik”, “makyajcı” olarak nitelendirilir. AKP, rakamları süslemek dışında, seçimlere yakın flaşh haber ve kurgularla başarı gösterisi de yapar.
Geçen seçimlerin flash haberi, başarısı Karadeniz doğalgazı idi. Yerel seçim öncesinin flaşh haberi de yerli savaş uçağı “KAAN”. Ülkenin derinliğine gelişmiş, yerli girdiye dayanan sanayisi olmadığından, KAAN’ın diğer ürünler gibi montajı olması olasılığı yüksekti. Nitekim TUSAŞ eski genel müdürü, bir TV programında KAAN’ın F-16 motoru ile havalandığı bilgisini verdi.
Miting alanlarında pankartlarda diğer bir “başarı” övgüsü yer alıyor. Uzayın fetihi, uzay fatihi Erdoğan. Olay, uzaya giden ilk Türk astronotu. Uzay istasyonu bizim mi? Hayır. Mekik yerli yapım mı? Fırlatılan ülke Türkiye’yi mi? Hayır. Geri dönüş Türkiye mi? Hayır. Mekikte yalnız Türk astronotları, bilimadamları mı var? Hayır. Özetle olay, ABD yapımı Dragon uzay mekiğinde diğer ülkelerin astronotlarıyla uzay yolculuğunda bir Türk astronotun da yer alması. Ancak miting alanlarına “uzayın fethi”, “uzay fatihi Erdoğan” olarak yansıyor. Uzay nasıl fethedildiyse 2023 yılında kişi başına gelir de dolar bazında yüzde 255 oranında 2 bin 725 dolar da öyle arttı, ekonomi de büyüdü. “Halk inanır anlayışı” hâlâ sürüyor. TÜİK dezenformasyon kaynağı oluyor.
Türkiye gerçekten enerjide yeterliliğe ulaşınca derinliği olan ulusal sanayinin, savunma sanayisinin gelişmesi, emperyalizme karşı öncelikli ama dış telkin ayarlarıyla bu kapasite bir iktidarla da gerçekleşmesi olası değil.
/././
Çanakkale'yi anlamak (Sinan Meydan)
“Bizzat şimdi yanınıza hareket ediyorum. Benim oraya varışıma kadar sahile çıkmış olan düşman mutlaka denize dökülecektir.” (4 Mart 1915, 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal)
Dün 18 Mart Çanakkale Boğaz Zaferi’nin 109. yıldönümüydü. En çok konuştuğumuz tarihi konuların başında Çanakkale Muharebeleri geliyor. Peki ama Atatürk’süz bir Çanakkale Muharebeleri tarihi yazma hırsıyla tarihi gerçeklerin olabildiğince çarpıtıldığı bir ortamda Çanakkale Muharebelerini ne kadar iyi biliyoruz?
ÇANAKKALE CEPHESİ
28 Haziran 1914’te Avusturya Macaristan Veliahtı Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi üzerine I. Dünya Savaşı başladı. Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında bu savaşa girdi.
I. Dünya Savaşı başında, Batı cephesinde, 5-10 Eylül 1914’te Marne Meydan Muharebesi’nde Fransızların, İngiliz desteğiyle Alman ordularını durdurması ve burada savaşın siper muharebelerine dönmesi üzerine İtilaf Devletleri, Batı cephesinin yükünü hafifletmek amacıyla doğuya yöneldiler. Almanların müttefiki Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakmak, müttefikleri Rusya’ya yardım edip Rusya’nın savaştan çekilmesini engellemek ve Almanları doğudan sıkıştırmak istiyorlardı. Bunun için de Çanakkale Boğazı’ndan geçip İstanbul’u işgal etmeyi planlıyorlardı. İşte Çanakkale cephesi bu amaçla açıldı.
İNGİLTERE'NİN GELİBOLU'YA YUNAN ORDUSUNU ÇIKARMA PLANI
Ekim 1914’ten itibaren Londra’da, Çanakkale Boğazı’nın nasıl geçilebileceği sorusuna yanıt aranmaya başlandı. Başlangıçta İngiliz Genelkurmayı, Çanakkale Boğazı’nın sadece donanmayla geçilmesinin çok zor olduğunu düşünerek bölgeye eşzamanlı olarak bir çıkarma yapılması gerektiğini düşündü. Ancak böyle bir harekât için en az 60 bin kişilik kuvvet gerekiyordu. Batı cephesinde sıkışan İngiltere ve Fransa’nın, o sırada Çanakkale’ye yeterli asker göndermeleri çok zordu. Bunun üzerine İngiltere Deniz Kuvvetleri Bakanı Winston Churchill, 1 Eylül 1914’te, İngiliz Genelkurmay Başkanlığı’ndan, İtilaf donanmasının Çanakkale Boğazı’ndan geçebilmesi için Gelibolu Yarımadası’na Yunan ordusuyla çıkarma yapılmasını önerdi. Bu arada Churchill, Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos’la görüşüp bu konuda yardım istedi. Venzelos, bu isteği kabul etse de Genelkurmay Başkanı Yannis Metaksas ve Kral Konstantin karşı çıktılar. Yunanistan, önce Bulgaristan’ın Osmanlı’ya saldırması şartıyla savaşa girebileceğini bildirdi. Ayrıca Ruslar da İstanbul’u amaçlayan bir çıkarma planında Yunanistan’ın yer almasını doğru bulmadılar. Bu nedenlerle İtilaf Devletleri’nin Çanakkale Boğaz Harekâtı sırasında Gelibolu Yarımadası’na çıkarma yapma planı şimdilik devre dışı kaldı. Ancak 2 Ocak 1915’te Rusya, İngiltere’den, Kafkasya’daki Türk baskısını azaltmak için Osmanlı’ya karadan veya denizden baskı yapılmasını istedi. Bunun üzerine W. Churchill, Çanakkale Boğazı’nın sadece donanmayla geçilmesini istedi. İngiltere Savaş Meclisi, 28 Ocak 1915’te Çanakkale’nin sadece boğazdan zorlanarak geçirilmesine karar verdi. İtilaf Devletleri, “Hasta Adam” Osmanlı’nın, Çanakkale Boğazı’nda İngiliz-Fransız Birleşik Donanması’na karşı direnemeyeceğini düşünüyordu. Daha doğrusu öyle umuyorlardı.
İNGİLTERE'NİN HAREKÂT PLANI
Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Carden’in dört aşamalı harekât planı şöyleydi:
1- Boğazın girişindeki dış tabyaların (Anadolu Yakası’nda Orhaniye ve Kumkale, Rumeli yakasında Ertuğrul ve Seddülbahir) uzaktan ateşlerle susturulması.
2- Boğaza girilerek Anadolu yakasında Kepez’e ve Rumeli yakasında Kilitbahir’e kadar iç savunma sisteminin (sabit ve hareketli bataryaların) susturulması.
3- Darboğazdaki merkez tabyalarının ve bataryaların düşürülmesi.
4- Mayın hatlarının temizlenip Marmara’ya girilerek İstanbul’a gelinmesi.
BOĞAZ'I SAVUNMA PLANI
Çanakkale Boğazı’nı savunmak için kurulan Müstahkem Mevki Komutanlığı’nın başına Cevat Paşa, Çanakkale Deniz Komutanlığı’nın başına Amiral Marten getirildi. Ayrıca muhtemel bir çıkarmaya karşı Gelibolu Yarımadası Ege kıyılarını (Ece Limanı’ndan boğazın girişindeki Morto Limanı’na kadar olan şeridi) savunmak için kurulan Maydos Bölge Komutanlığı’nın başına da 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal getirildi.
Almanların planına göre asıl savunma Çanakkale Boğazı girişinde Seddülbahir ve Kumkale’den yapılmalıydı. Bunun için boğazın girişindeki dış tabyalar güçlü tutulmalı, boğazın merkezi ise zayıf bırakılmalıydı. Ancak bu durumda dış tabyalar susturulduğu an Çanakkale geçilebilirdi. Buna karşın Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, Çanakkale Boğaz girişinin daha zayıf bırakılmasını, asıl savunmanın Çanakkale Boğazı’nın içinde yapılmasını istiyordu. Böylece boğazda harekât alanı daralan düşman donanmasının daha kolay imha edileceğini düşünüyordu. Boğaz savunması, Cevat Paşa’nın bu planına göre yapıldı.
Çanakkale Boğazı’ndaki Türk-Alman savunma düzeni, boğazdaki kaleler, Anadolu ve Rumeli kıyılarındaki tabyalar, özellikle Kilitbahir-Çanakkale civarındaki merkez tabyaları, buralardaki sabit ve hareketli bataryalar ve boğazdaki mayın hatlarından oluşuyordu. (401 mayınlık 11 mayın hattı) Özellikle 8 Mart 1915’te Nusret Mayın gemisinin Karanlık Liman’a, Erenköy Koyu’na dikey olarak 100 metre aralıklarla, denizin 4.5 metre altına döşediği 26 mayın, İtilaf donanmasının kâbusu olacaktı.
BOĞAZ MUHAREBELERİ
İngiliz-Fransız Birleşik Donanması, 19 Şubat 1915 günü 07.45-17.20 arasında Çanakkale Boğazı girişindeki Seddülbahir ve Kumkale tabyalarını bombaladı. Ancak uzaktaki gemilerden top atışlarıyla yapılan bu saldırı başarısız oldu. Girişteki Türk topları susturulamadı. Hava şartlarının olumsuzluğu nedeniyle 20 Şubat-25 Şubat arasında Çanakkale Boğazı’na yönelik bir girişim olmadı.
25 Şubat 1915’te İngiliz-Fransız gemilerinden oluşan İtilaf donanması, saat 10.00’dan itibaren boğaz girişindeki kale ve tabyaları yeniden bombalamaya başladı. Bu sefer bombardıman başarılı oldu. Boğaz girişindeki kale ve tabyalar zarar gördü. Bunun üzerine Cevat Paşa, Seddülbahir ve Kumkale’deki personele geri çekilme emri verildi. 25 Şubat 1915 saldırısında boğaz girişindeki tabyalar susturuldu. Böylece Amiral Carden Planı’nın ilk aşaması başarılı oldu. İtilaf Devletleri’nin şimdiki amacı Çanakkale Boğazı’nın içindeki savunmayı kırıp boğaz yolunu açmaktı.
Bu arada birkaç gün sonra Çanakkale Boğazı girişinde susturulan kale ve tabyalara keşif amaçlı birlikler çıkarıldı.
4, 7 ve 8 Mart 1915’te İngiliz piyade keşif birlikleri, hem kıyıda keşif yapmak hem de sağlam tabya ve bataryaları kullanılamaz hale getirmek için karaya çıkmak istediler. Ancak bu küçük çaplı çıkarmalar sırasında Maydos Bölge Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in kıyı savunma planı çerçevesinde kıyılara yakın yerleştirilmiş olan Türk birliklerince karşılandılar. Örneğin 4 Mart 1915’te Seddülbahir’e çıkan bir İngiliz taburu, 27. Alay 10. Bölük’ten Bigalı Mehmet Çavuş ve arkadaşlarının kahramanca direnişi karşısında geri çekilmek zoruna kaldı. Yaralanan Mehmet Çavuş, komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in önerisiyle imtiyaz madalyasıyla onurlandırıldı.
İtilaf Devletleri, 18 Mart 1915’e kadar bir taraftan Kabatepe açıklarındaki gemilerinden Gelibolu Yarımadası’na top atışları yaparken diğer taraftan mayın arama-tarama çalışmalarına devam ettiler. Bu arada 16 Mart 1915’te İngilizFransız Birleşik Donanma Komutanı Amiral Carden, psikolojisinin bozulması üzerine görevi Amiral John de Robeck’e devretti.
18 Mart sabahı saat 10.00 gibi İngiliz- Fransız Birleşik Donanması’nın Çanakkale Boğazı’ndan girmesiyle başlayan boğaz/deniz savaşı, akşam saat 18.00 gibi sona erdi. Yaklaşık 7-8 saat içinde kıyılardaki Türk topçularının isabetli atışlarıyla ve boğaza Nusret Mayın Gemisi’nin döşediği mayınlara çarpan düşman donanması ağır hasar görüp geri çekildi.
18 Mart Boğaz Muharebesi’nde Türk tarafının 26 şehit, 53 yaralısı, Almanların ise 3 ölüsü 15 yaralısı vardı. Dolayısıyla Türk-Alman toplam kaybı (79+18) 97 kişiydi. Sadece 6 top hasar aldı. Toplam 2250 cephane harcandı. Buna karşın İngiliz-Fransız Birleşik Donanması’nın kaybı çok daha büyüktü. 18 gemiden 3’ü (Bouvet, Ocean, Irresistible) battı, 4’ü (Inflexible, Golva, Suffren ve Agamemnon) ağır hasar aldı. Toplam 44 top ve 800 insan kaybettiler. Ayrıca irili ufaklı birçok küçük tekneleri ve 7-8 muhripleri battı.
Sonuçta İtilaf Devletleri, kıyılardaki toplara ve Nusret Mayın Gemisi’nin Erenköy Koyu’na döktüğü mayınlara takıldılar. Diğer mayın hatlarına ulaşamadılar bile. Böylece Çanakkale Boğazı’nın sadece donanma ateşiyle aşılamayacağını gördüler. Çanakkale Boğazı’nı aşmak için Gelibolu Yarımadası’na çıkarma yapmaya karar verdiler.
ÇANAKKALE'DEKİ ATATÜRK ETKİSİ
18 Mart 1915’da Çanakkale Muharebelerinin ilk aşaması, Çanakkale Boğaz Muharebeleriyle tamamlandı. Bir ay kadar sonra 25 Nisan 1915’te yaklaşık 8 ay devam edecek Çanakkale Kara Muharebeleri başlayacaktı.
25 Nisan 1915 sabahı Arıburnu sahillerine çıkan düşmana karşı kahramanca direnen ve gittikçe eriyen 9. Tümene bağlı 27. Alay’ın yardımına 57. Alay’la 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal yetişecekti. Mustafa Kemal, gün boyu devam eden savaşta düşmanı durdurmayı başaracaktı. Eğer Mustafa Kemal o gün o müdahaleyi yapmasa düşman Gelibolu Yarımadası’nın merkezini, Kilitbahir Platosu’nu kontrol edebilir ve Çanakkale Kara Muharebeleri bir günde kaybedilebilirdi.
25 Nisan 1915’te Arıburnu’nda düşmanı durduran Mustafa Kemal, 1 Haziran 1915’te albaylığa terfi etti. 9 Ağustos 1. Anafartalar Zaferi, 21 Ağustos 2. Anafartalar Zaferi ve 10 Ağustos Conkbayırı Taarruzu ile Çanakkale’yi geçilmez yapan Mehmetçiğin başında “Anafartalar Kahramanı” olarak abideleşecekti.
Mustafa Kemal, tam 9 ay 13 gün Gelibolu Yarımadası’ndaki muharebe alanlarında kaldı. Çanakkale’de kahramanlığın rütbeye göre dağıtıldığını sananlara da şunu hatırlatalım: 6 Ağustos 1915’ta başlayan düşman çıkarması sonrasında 8 Ağustos 1915 akşamı Anafartalar Grup Komutanlığı’na getirilen Albay Mustafa Kemal, bu görevde 4 ay boyunca 10 tümen civarında, 100 bini aşkın kuvveti idare etti. Çanakkale’de 5. Ordu Komutanı Liman von Sanders’ten sonra en uzun süre en kalabalık kuvveti yöneten komutan Albay Mustafa Kemal’di.
/././
Laik Cumhuriyet direnişçisi Ali Sirmen...(Zülal Kalkandelen)
Çocukluğumdan bu yana eve düzenli olarak alınan tek gazetenin Cumhuriyet olduğu bir ailede büyüdüm. Gazeteyi elime alır almaz ilk baktığım köşelerden biriydi Ali Sirmen’in köşesi. Türkiye ve dünya hakkında çarpıcı çözümlemeleri, mizahı da işin içine katan cesur yorumları, Kemalizmi sosyalist ilkelerle bir araya getirmek için savunduğu görüşlerini ve laikliğe yürekten bağlılıkla yazdığı yazılarını hep ilgiyle ve imrenerek okurdum.
Ali Sirmen, 50 yıl boyunca yaşattığı köşesinde kalemini her zaman halk için kullandı, gazeteciliğin onurunu hep korudu. Birçok meslektaşım gibi benim için de bir okul işlevi gören gazetemizin temel direklerinden biriydi.
İKİNCİ CUMHURİYETÇİLİĞE KARŞI YILMADAN MÜCADELE ETTİ
Onun köşesinde ilk kez adım geçtiğinde duyduğum mutluluğu bugün gibi anımsıyorum. 30 Ekim 2018’de “2. Cumhuriyet batağı ve CHP” başlıklı yazısında, “AKP iktidarı sürecinde iyice solmuş bulunan 2. Cumhuriyetçilerin kökenlerini ve gerçek yüzlerini mükemmel biçimde anlatan bir kitap var şu anda elimde” diyerek “İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri-İkinci Grup’tan Yetmez Ama Evetçi Liberallere 90 Yıllık İhanetin Mirası” adlı kitabımdan söz etmiş ve şu önemli satırları yazmıştı:
“Bu müstesna eseri herkese özellikle de CHP’de strateji belgesi hazırlayanlara hararetle tavsiye ederim. Bu kitabı okuyunca, artık 2. Cumhuriyetçilerin tarih içinde hak ettikleri yeri nasıl aldıklarını, ama bunu yapıp emperyalizm ve gericiliğin terkisinde ilerlerken de ülkeye ne kadar zarar verdiklerini açıkça göreceksiniz.” (https://www.cumhuriyet. com.tr/yazarlar/ali-sirmen/2-cumhuriyetbatagi-ve-chp-1125838)
Tahmin edebileceğiniz nedenlerle basında çok az sayıda yazarın hakkında yorum yaptığı bir kitaptı bu ve doğal olarak yıllardır 2. Cumhuriyetçilik batağı ile mücadele eden Sirmen’in gözünden kaçmamıştı.
Bunları hatırlatarak aslında Ali Sirmen’in vefatının hem gazetecilik hem de Türkiye açısından nasıl bir kayıp olduğunu anlatmak istiyorum. Basında sayıları neredeyse parmakla gösterilecek kadar az kalan Aydınlanma çınarlarından birine veda ediyoruz...
SON YAZISINDA ASIL SUÇLULARI İŞARET ETTİ
Ali Sirmen’in 6 Mart 2024’te “Dünyada Bugün” adlı köşesindeki son yazısının başlığının “Laiklik Nedir?” olması ise yalnızca bir rastlantı değildi elbette. Çünkü o, hayatının son anlarına kadar bu mücadeleyi hiç bırakmadı, dinci gericiliğe karşı dimdik durdu.
Bu nedenle kaleme aldığı son satırları burada tekrarlamayı bir görev biliyorum: “Önde gelen isimleriyle laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu bizzat kendi kararıyla sabit bulunmuş olan AKP’ye karşı yaptırım olarak Hazine yardımının azaltılması gibi ihlal fiilinin ağırlığı ile orantılı olmayan ve herhangi bir caydırıcı yanı da bulunmayan kararlar verilen ülkelerde laikliğin gerçekten korunduğu söylenemez.”
Aslında AKP döneminde gericiliğe nasıl geçit verildiğine işaret ederken hukukçu olmasının da etkisiyle, sorunun bamteline basıyor, yargının laikliği koruma görevini yapmadığını söylüyordu.
Genel yayın yönetmenimiz Mine Esen’in pazartesi günü köşe yazısında belirttiği gibi, Cumhuriyet ailesi olarak biz “Belleğimiz Ali abimizi” kaybettik. Türkiye de yeri doldurulamayacak bir laik Cumhuriyet direnişçisini kaybetti.
/././
Ali Sirmen’i uğurlarken...(Altan Öymen)
Bu yazımın konusu, dünkü cenaze töreni... Değerli gazeteci-yazarımız Ali Sirmen’i toprağa verdik. Kadim dostum Ali Sirmen’i saygı ve sevgiyle anmayı, o törenle ilgili izlenimlerimi anlatarak masa başında da sürdürmek istiyorum.
Tören dün sabah saat 11.30’da Cumhuriyet gazetesinin Şişli’deki merkez binasının bahçesinde başladı. Ben oraya amcamın oğlu Onur Öymen’le birlikte gittim. Onur Öymen, Ali Sirmen’in ilkokul sıralarından başlayıp, ortaokul ve lise yıllarında devam eden sınıf arkadaşı... İkisinin de annelerinin mesleği öğretmenlik... Cumhuriyetin ilk döneminde yetişen tüm öğretmenler gibi tüm çocukların çağdaş bir eğitim görme olanağını bulmasını istiyorlar. Mümkünse dil öğrenmelerini... Yüksek eğitimlerini başarıyla tamamlayıp, meslek sahibi olmalarını.
Hep birlikte, etraflarına danışıp o imkânı da sağlamaya çalışıyorlar. Onları Galatasaray Lisesi’nin ilk bölümüne vermeyi hedefliyorlar. Ve bunu başarıyorlar. Galatasaray, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında olduğu gibi Cumhuriyetin ilk yıllarında da o çağdaş ve başarılı öğrenim imkânını sağlamaya en müsait eğitim kurumlarından biri. Çocuklar oraya giriyorlar. Ve toplam 12 yıllık bir öğrenim döneminden sonra da üniversite öğrenimine başlıyorlar.
Onur siyasal bilgiler okuyup diplomat adayı, Ali Sirmen hukuk fakültesine girip hukukçu oluyor. Ama bir süre Fransa’da kaldıktan sonra gazeteciliği seçiyor.
Benim onu tanımam gazeteciliği sırasındadır. 1960’lı yıllarda aynı gazetelerde çalışmaya başladık. O, Akşam’da, Cumhuriyet’te, Milliyet’te köşe yazıyordu. Ama zaman zaman, ihtiyaca göre de iç politika veya politika olaylarını izliyordu. Dış ve iç politika bir yana, spordan magazine, yemek konularından, tıp sorunlarına kadar çeşitli konularla da ilgileniyor, toplantılara katılıyor, yazılar yazıyordu.
Bazen, hepsini birden de yapıyordu. Onun o zaman gazetedeki durumunu izlerken, onu her işin üstesinden gelen bir “joker” gibi görüyordum.
Sonradan yollarımız, Milliyet gazetesinde, Cumhuriyet gazetesinde, bazen birlikte çalıştığımız, bazen dünyadaki diğer olayları izlediğimiz ülkelerde habercilik rekabeti içinde bulunduğumuz zamanlar oldu. Ama tabii, o rekabet durumlarında da aramız hiç bozulmadı. Tam tersine, yakın dostluğumuz hep devam etti. Hele bir gün gelip de birlikte hapiste kalmamız sırasında daha da pekişti.
Dün Cumhuriyet’te başlayan törende bütün bunlar ve benzeri durumlar gözlerimin önünden geçiyor. Hele, o olayları hatırlatan kişilerle karşılaşınca durum benim için daha da duygusallaşıyor.
Mesela “hapis”ten söz ettim. Benim hapiste kalışlarım, hepsi bir arada, üç ayı geçmez. Ali’ninki üç yılı da geçti. Dört yıl civarına ulaştı. Şimdi ise 7-8 yıl hapiste tutulanlar var. Hem de kesinleşmemiş hatta iptal edilmiş kararlara rağmen durumları hâlâ değişmemiş insanlar var. Onların yanında da 3-4 yıl hapis cezalarının önemi azalıyor.
Ali Sirmen’i Cumhuriyet gazetesi önündeki törende anarken, yüzlerce insanın arasında izlerken, insanın aklından bunlar da geçiyor. Ama bir bakıyorsunuz, o yüzlerce insanın arasında törene gelmiş olan bazı dostları görüyorsunuz ki size, 1970’li yıllardan bu yana kadar karşılaştığımız olaylar dizisini hatırlatıyor. Şu görülüyor: Daha sonraki yıllarda ülkemizde her türlü muhalefete karşı uygulanan baskılar, daha da şiddetlenmiş, daha da gaddarlaşmış ve onların sorumluları, sonraki yıllarda ne cezalandırılmış, ne de haklarındaki soruşturmaların sonuçlandırılmasına yeteri kadar çalışılmış.
Ali Sirmen’in yakın dostlarından biri rahmetli Uğur Mumcu’ydu. Cumhuriyet binasının bahçesindeki törenin konuşmasını Cumhuriyet Vakfı Başkanı yazar ve politika insanı Alev Coşkun yaptı. Konuşmayı izleyen yüzlerce kişi arasında, rahmetli Uğur Mumcu’nun eşi, TBMM’nin önceki başkan vekillerinden Güldal Mumcu da vardı. Cumhuriyet’in Genel Yayın Müdürü Mine Esen, İstanbul Barosu’nun önceki başkanı Turgut Kazan, gazeteciler arasında Şükran Soner, Oktay Ekşi, Nilgün Cerrahoğlu, Zeynep Oral, Işık Kansu, Ataol Behramoğlu, Mustafa Balbay, Mine Kırıkkanat, Barış Terkoğlu, Zülal Kalkandelen ve Hüseyin Yıldız vardı. Birçok eski dostu ise gördümse de konuşamadım. Zincirlikuyu Camisi’ndeki cenaze törenine katılanlar arasında, önceki Genelkurmay başkanlarından Orgeneral İlker Başbuğ, emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, gazeteci dostlarımdan Hulusi Turgut ve Yalçın Bayer’i de görebildim.
Bunlar, Ali Sirmen’in cenaze töreninde gördüklerimin ve düşündüklerimin bir kısmının özeti. Özetin özeti de şu: Ali Sirmen değerli eşi Mine Sirmen ile birlikte her zaman hatırlanacak. Yazılarının değeri, zaman içinde daha da iyi anlaşılacak.
(Cumhuriyet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder