Ense Tıraşını Göreceğiz (Işık Kansu)
Öyle görünüyor ki yarın yapılacak yerel seçimlerin birkaç sonucu olacak:
Başta Adana, Ankara, İstanbul, İzmir, Mersin olmak üzere önemli illeri yeniden yitirecek olan kibir timsalinin ense tıraşını seçim sonrası hep birlikte izleyeceğiz.
“Sakın bizi bırakıp gitme” diye ağlaşan ortakları ile birlikte siyaseten çok sıkıntıya düşeceği kesin. Çoluğu, çocuğu, damatları, ihalecileri, yağdanlıkları, iliştirilmiş medyası, debdebesi, büyüklenmesi, kini ve de en önemlisi ekonomistliği ile baş başa kalacak.
2023 seçiminde yaşadığı gerileme, geçmişte birlikte yola çıktıkları ile giderek ayrışması, ittifak ortaklarıyla bile benci tutumu yüzünden uzaklaşması sonucu beliren yalnızlaşma; giderek dalga dalga bürokrasi, parti örgütü ve meclis grubuna yansıyacak.
Yerel seçimler öncesi miting alanlarında karşı sloganlar, çığlıklar ve pankartlarla tanık olduğu korku duvarını aşma örnekleri ile daha çok yüz yüze gelecek.
İktidarının gölgesinde beslediği tarikat, cemaatler ve hiç kuşkusuz müzmin ihaleciler, çıkar kapılarının artık kapanmaya yüz tuttuğunu görünce çark edecekler.
Çünkü halk bir kere, “Hadi yürü, anca gidersin” dedi mi, ne zart zurt kalır ne böbürlenme ne de koltuğa yapışma...
CHP açısından da büyük kentlerin kazanılması başka bir ortam yaratacak:
CHP, kendi ilkelerinden ödün vermeden, seçim boyunca dile getirdiği “Türkiye ittifakı”nı, başka bir partiyi yanına almadan tek başına sağlamış olacak.
Bir başka anlatımla, Cumhuriyeti kuran siyasal örgüt olarak CHP, yeniden ulusal birliği oluşturan, yurttaşların büyük çoğunluğunun iradesi ile çoğulcu demokratik sistemi yerine oturtan, Cumhuriyet rejimini onarma görevini üstlenen bir konuma ulaşacak.
Yerel seçimler sonrası, AKP’nin çoğunluğu sağlayıp anayasayı değiştirerek dinsel bir meşruti monarşiyi tam anlamıyla yaşama geçirme tasarımı ise suya düşecek.
Öyleyse, haydi sandığa...
TAŞERONUN KIYIMI
Rusya’da sivilleri hedef alıp toplu öldürüm gerçekleştiren IŞİD (IrakŞam İslam Devleti) adlı terör örgütünü bölgenin başına bela eden ABD’dir.
ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde, Irak ordusundan uzaklaştırılan askerlerin çoğunluğunun katılımıyla ve ABD’nin bölgeye getirdiği silahlarla kuşanarak kurulmuş olan IŞİD, her ne kadar ilk dönemlerinde ABD karşıtı bir çizgi izlese de bugün onun taşeronu konumundadır.
AKP’nin de büyük desteği ile ABD ve diğer sömürgen ülkelerin çıkarları doğrultusunda Irak ve Suriye’de istikrarın bozulmasından yararlanarak on binlerce militan ve milyonlarca dolarlı kaynağa sahip bir örgüt haline gelen IŞİD, Ortadoğu’da tıpkı PKKYPG gibi ABD’nin bölge ve petrol çıkarları için paralı askeri, vurucu gücü durumundadır.
Rusya’daki son eylem de ABD ve ortaklarının, Rusya ile doğrudan dalaşmamak için yarattıkları Ukrayna bunalımı/savaşının bir boyutu olarak görülmelidir.
Bu büyük emperyalist didişme, her zaman olduğu gibi, masum insancıkların topluca ölümüne yol açmıştır.
/././
AKP’nin Amerikan açılımı (Mehmet Ali Güller)
Seçime üç kala, Ankara-Washington hattında dikkat çeken temaslar yaşanıyor.
ABD Temsilciler Meclisi Silahlı Hizmetler Komitesi heyeti Ankara’da. Komite başkanı Mike Rogers, kıdemli üye Adam Smith ile üyeler Salud Carbajal ve Veronica Escobar, sırasıyla Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, TBMM Milli Savunma Komisyonu Başkanı Hulusi Akar ve MİT Başkanı İbrahim Kalın’la görüşüyor.
Öte yandan Dışişleri Bakan Yardımcısı Mehmet Kemal Bozay, ABD Temsilciler Meclisi’nde enerji, ticaret, mali hizmetler ve bütçe komiteleri mensuplarından oluşan bir heyetle görüşüyor.
Tarafların açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla toplamda Erdoğan’ın 9 Mayıs’ta ABD’ye yapacağı ziyaretten Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğine, Ukrayna’dan Gazze’ye, Karadeniz’den Akdeniz’e, Yunanistan’dan AzerbaycanErmenistan konusuna, PKK/YPG’den IŞİD’e, F-16’dan enerji güvenliğine neredeyse her konuyu ele almışlar. Sanırsın Temsilciler Meclisi üyeleri değil, ABD hükümetinin bakanları!
ERDOĞAN’A AÇILAN KAPI
ABD heyetinin Türkiye’nin güvenlik kare ası durumundaki Akar-Güler-Fidan-Kalın dörtlüsü ile görüşmüş olması pek çok açıdan dikkat çekici. Bu dörtlü, belki de AKP içinde Türk-Amerikan ve NATO ilişkilerinin en hararetli savunucuları durumunda...
Bu dörtlünün özellikle İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanması sürecindeki rolleri, Meclis adına muhataplarına söz vermeleri, fazlasıyla dikkat çekiciydi.
Nitekim, ABD’nin talebiyle İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanması, öncelikle F-16 satışı kapısını açtı. Erdoğan şimdi o kapıdan geçerek 9 Mayıs’ta ABD’de, dört yıldır istediği şekilde, Beyaz Saray’da Joe Biden ile görüşmeyi umuyor.
SAVUNMA VE EKONOMİ KAPANI
Arada olanlar mı?
ABD yatırım bankası JP Morgan, “Türkiye’yi 2024’ün potansiyel büyük hikâyelerinden biri olarak görüyoruz” dedi. Bir diğer ABD yatırım bankası Goldman Sachs, seçim sonuçlarından bağımsız olarak Türkiye’de hem parasal hem de mali politikanın devam edeceğini raporladı. Kısacası ABD finans kapitali, 31 Mart sonrası için Erdoğan’a göz kırptı.
Ve yine bu süreçte ABD’nin talebiyle Türk-Yunan normalleşmesi başlatıldı, Doğu Akdeniz’deki “Mavi Vatan” tutumundan geri adım atıldı, 7 Ekim’den bu yana İsrail’e yüksek perdeden sözlü tepki gösterildi ama uygulamada örneğin ticaretin kesilmesi konusunda en ufak adım atılmadı.
Savunma Sanayisi Başkanı Haluk Örgün, 18 Şubat’ta Antalya’da yaptığı konuşmada, başkanlık bünyesinde bir “NATO müdürlüğü” kuracaklarının “müjdesini” verdi. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli, 13 Mart’ta yaptığı açıklamada, stratejik mekanizma altında “Türkiye-ABD Savunma Ticareti Diyaloğu” grubu kurduklarını duyurdu. Ve en önemlisi; NATO’nun yeni planlamalarında Türkiye’ye önemli roller verildi.
31 MART TAKTİĞİ Mİ, MAYIS PROGRAMI MI?
Açık ki son aylarda ortaya çıkan bu tablo, yeni bir duruma işaret ediyor. Siyasi ve ekonomik nedenler, Erdoğan’ı yeniden bir “Amerikan açılımı”na itmiş görünüyor. Bunun ne kadarının gönüllü ne kadarının zorunlu olduğu ayrıca tartışılır.
Kuşkusuz Türkiye’de her “Amerikan açılımı”, aynı zamanda “Kürt açılımı” ve “yeni anayasa açılımı” potansiyeli de taşır. Baksanıza, Erdoğan daha dün oy veren kitlesini bile hedef aldığı DEM Parti’nin yönetimine bugün “Parti yönetimi ülkeye ve kendi tabanına siyasi irade sahibi olduğunu ispatlamalı” çağrısı yapıyor; TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş “yeni anayasa” için hazırlıklara başlıyor.
Peki Erdoğan ve Kurtulmuş’un hamleleri 31 Mart seçim taktiği mi, yoksa “mayıs programı”nın adımları mı? Göreceğiz.
/././
Hisseli seçim kumpanyası (Miyase İlknur)
İki gün sonra yapılacak seçime yönelik öyle bir seçim kampanyası dönemi geçirdik ki uzun yıllar belleklerden silinmeyecek türden.
Ne çok ilk yaşandı bu dönemde. Saymakla bitmez.
Bir partinin adaylaştırmadığı isimleri rakip partinin havada kapıp aday yapması geçmiş seçimlerde de yaşanmıştı. Ama bu seçimde “Partimizden adam aparıyorlar”, “Bizim eskilerimizi bize karşı kullanıyorlar” suçlamaları bu kadar havada uçuşmamıştı doğrusu.
Adayların seçim afişlerinde partilerinin amblemlerine ve genel başkanlarının resimlerine yer vermemeleri de bu seçime özgü bir durum. Geçmişte sadece Bedrettin Dalan, yolsuzluklarla anılan yıpranmış partisi ANAP’ın amblemine yer vermeyerek seçimi kazanacağını ummuş ama hezimete uğramıştı. Bu kez hem iktidar hem muhalefetten pek çok aday, Dalan’ın yöntemini izledi. Umarım akıbetleri Dalan’a benzemez.
Bu seçimin bir başka ilginçliği de başka partilerin seçime girip girmemeleri konusunda diğer partilerin kendilerini karar verici konumda görmeleri. YRP’nin büyükşehirlerde seçime girmesi CHP’nin yüreğine su serperken DEM’in metropollerde kendi adayını çıkarması AKP’nin umudu oldu. Birbirlerinin rakiplerine alkış kıyamet, aynı havuzdan oy alanlara “Bölücü” hakaretleri gırla gidiyor.
MEDET YA DEMİRTAŞ
AKP cumhurbaşkanı seçimlerinde yaptığı gibi, bir yandan DEM Partisi ile işbirliği yaptığı için CHP’yi PKK ile iş tutmakla suçlarken diğer yandan da haksız hukuksuz yere içeride tuttuğu ve “İmralı’dakine hesap vereceksin” diye tehdit ettiği Selahattin Demirtaş’tan mektup bekliyor. DEM Partisi ise “Bizim adaylarımız var. Kendi adaylarımızı destekliyoruz” diyor ama ortada aday yok. Adaylar kendi seçim bölgeleri dışında zaten DEM Parti’nin kazanması kuvvetle muhtemel yerlerde seçim çalışması yapıyor.
Bir pandomim de adayların mal varlıklarını açıklamasıyla koptu. İlk olarak mal varlığını açıklayan ve diğer adaylara da mal varlıklarını açıklamaları için çağrı yapan Mansur Yavaş durup dururken icat çıkardı. Ne gerek vardı mal varlığı açıklamaya ve diğer adayları da buna zorlamaya. Cümle âlem biliyor ki mal varlıkları listesinde olanlar devede kulak. Hangi siyasi ya da belediye başkanı mal varlıklarını kendisinin ya da eşinin üstüne yapar ki?
Ha, geçmişte yakınlarının ve dostlarının üzerine yapan şaşkın belediye başkanlarını biliyorum. Sonradan emanetçileri bu malları geri vermediğinde nüzul inip hastanelik olanları da...
ALLAH’IN YEDİEMİN SEÇTİĞİ AİLE
Mal varlığı tartışmaları sayesinde Londra’da daire, Antalya’da arsa birim fiyatları konusunda emlakçı kadar bilgi sahibi olduk. Bir de Allah’ın en güvenilir emanetçisinin Turgut Altınok olduğunu bu vesileyle idrak ettik. Sadece kendisi değil kardeşleri ve cümle sülalesinin de yaradan tarafından yediemin seçilmesi de ne gurur verici değil mi?
Sanırım peygamberlikten sonraki makam Allah’ın yediemini olmak herhalde. Düşünsenize koca İslam coğrafyasında emanetçi olarak bula bula Altınok sülalesini bulmuş.
Seçim olur da videosuz, sahte pankartsız, afişsiz olur mu?
Çok şükür siyasilerin porno videoları artık out; onun yerine sahte afişler, pankartlar ve gizli kamera kayıtları in.
Kılıçdaroğlu’na yapılan ayıp
KILIÇDAROĞLU’NA YAPILAN AYIP
17/25 Aralık operasyonunda telefon görüşmeleri, video kayıtları FETÖ tarafından piyasaya sürülünce önce bunlara montaj, sonra da yasal olmayan şekilde elde edilmiş deliller dendi. Ama söz konusu CHP olunca gizli ve uzun süre şantaj malzemesi olan görüntülerden dava açılabiliyor.
Bu görüntülerin de pek işe yaramadığı anlaşılınca bu kez “Kılıçdaroğlu Gönüllüleri” adına “İmamoğlu’na oy yok” pankartları çeşitli ilçelere asılıyor. Bunu AKP’nin yaptığını çocuk bile anlarken CHP içinde ya da medyada yeminli Kılıçdaroğlu düşmanları hemen üzerine atlıyor. Merzifon eşeği, utanmaz, pişkin gibi hakaretlere maruz kalan Kılıçdaroğlu’nun en son ölümü için duaya bile çıkılmış demek ki o da sert bir yanıt verdi sosyal medya hesabından.
Edep yahu!...
Çok ilginç bir seçim kampanyası dönemi geçirdik. Umarım seçim günü yeni ilginçlikler yaşamayız.
/././
Seli önlemek için ırmak kenarına cam döşediler (Murat Ağırel)
Bartın’da yaşayan bir arkadaşım, Bartın’da ırmak kenarına yapılan bazı çalışmaları gönderdi ve anlattı. İşin gerçeğini dinleyene kadar sevinmiştim.
Hatırlarsınız çok yakın zamanda Bartın’da yoğun yağmur yağışı nedeniyle sel felaketi yaşanmıştı. Bir daha yaşanmaması için alınan tedbirlerdir diye düşündüm ilk başta.
Ancak anlaşılan durum farklıymış.
Bartın Irmağı, Bartın Çayı Doğal Sit Alanı “nitelikli doğal koruma alanı” olarak 2020 yılında tescil edilmiş. Karar alınırken de ırmağın koruma amaçlı imar planları oluşturulmuş. Hatta ırmak etrafına tesisler de yapılarak turizm hedeflenmiş.
İmar planı yapım işi için de aynı yıl ihale açılmış ve 137 bin Türk Lirası ödenerek Özok Planlama adlı firmaya iş verilmiş. 293 hektarlık alanın planlaması yapılmış.
Umut edilen ve tasarlanan Bartın’ın Venedik gibi olması diye valilik açıklama da yapmış.
Kafam karıştı tabii. Sel, taşma olmasın diye ırmağın ıslahı derken bambaşka işler başlamış.
Bartın Irmağı ve yan kollarının olası sel ve su taşkını gibi afetlere karşı önlem oluşturması için ıslah edilmesi amacıyla etap etap bir çalışma gerçekleştirileceği kamuoyuna açıklanmış. Ardından da hemen işe başlanılmış.
4 Ocak tarihinde Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından ırmağın birinci kısmındaki inşaat işlerinin yapılması için bir ihale açılmış.
İhale “pazarlık” usulü yapılmış yani 21/b ile. Deprem, sel, yangın vb. durumlarda kullanılacak yöntem ile yani. “Eee Bartın’da sel oldu bu maddeye sığınalım” denmiş.
İhale yapılmış ve 21 Ocak tarihinde de sözleşmeye bağlanmış. İhale bedeli 464 milyon Türk Lirası. Bitiş tarihi 18 Kasım 2023.
Ne var bunda ne güzel işte çalışma başlamış, diyorsunuz.
Haklısınız, haklısınız da yapılan iş ırmak kenarındaki yerlere “cam daraba” ile başlamış. Evet bildiğiniz cam set yapılıyor ırmak kenarına!
Eee haklı olarak Bartın halkı soruyor:
Yapılan işlerin olası bir taşkın ya da sel afetini ve onun etkilerini azaltmada nasıl bir faydası olacak?
CHP milletvekili Aysu Bankoğlu da ırmağın Türkiye’nin ender ekosistemlerinden biri olduğunu dile getirerek sorular sormuş:
“Bartın Irmağı’nın ‘kesin korunacak hassas alan’ statüsünün, 2020 yılında ‘nitelikli doğal koruma alanı’ statüsüne indirildiğini biliyoruz. Şimdi ise ırmakta inşaat çalışmaları yapılıyor. Böyle nadir ve özel alanlara verilen tahribat ekolojiyi ve kültürel varlığı çok ciddi şekilde ve belki de geri dönüşsüz bir şekilde etkiliyor. Peki, Bartın Irmağı’nda sürdürülen inşaat çalışmalarının ırmağın ekosistemine zarar vermesi durumunda sorumlu kim olacak?”
CHP’li Bankoğlu uyarısının devamında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki’ye sorular da yöneltmiş.
Özetle şunları soruyor:
“Bartın Irmağı ve çevresinde yapılması öngörülen projeye ilişkin herhangi bir bölge komisyonu raporu, görüşü veya kararı var mıdır?
Proje kapsamında şirketlerin yaptığı çalışmalar nelerdir? Onay kararı olmaksızın yapılan bu çalışmaların, ‘nitelikli doğal koruma alanı’ olarak ırmağa vereceği tahribatın sorumluluğu hangi kişiler veya kuruma aittir?
Son beş yılda, bahsi geçen ihaleyi alan firmalar 21/b olarak bilinen pazarlık usulüyle gerçekleştirilen Bartın başta olmak üzere diğer şehirlerde hangi ihaleleri almıştır?
Proje kapsamında, ırmak kenarlarına kaldırımdan başlayarak bir metreye yakın yükseklikte bir duvar örülmesi ve cam kapak yapılması şeklinde bir ıslahın tercih edilmesinin sebebi nedir?
Gerçekten ırmağın kenarına yapılan bu cam darabaların selleri önleyeceğini düşünüyor musunuz? Bununla ilgili bir tespit var mı?”
Ben konunun uzmanı olmadığım için yorum yapmayı uygun bulmadım. Ancak yapılan uygulama ve ihalenin şekline bakacak olursak biraz “yangından mal kaçırıyormuş” gibi bir durum var ortada.
Ayrıca ilk defa selleri önlemek için ırmak kenarına cam setler yapıldığını duydum. Takdir kamuoyunun.
/././
Soluksuz, iğneyle kuyu kazılmış araştırmalarıyla Prof. Dr. Suat Gezgin (Şükran Soner)
“Bilim insanı, hele de araştırmacı gazetecilik eğitimciliği üzerinden yapılıyorsa, öğrenci yetiştirebilme, hele de doktora çalışmalarında yol göstericiliğin işlevsel olabilmesinin başkaca bir yolu da olamayacağına göre, doğal bir durum değil mi?” der gibi söyleniyor olabilirsiniz.
Günümüzde çoğunluğun profesörlük unvanlarının, dipnotlarla doldurulmuş, alıntılarla donatılmış “araştırmalarıyla” doktora sınavlarını kazanarak bilimsel kariyer unvanlarını yükseltmekte oldukları gerçeğinin bilincinde olarak... Üniversitelerimizin giderek derinleşen çok boyutlu sorunlar yumağında, eğitimsiz diplomalı gençleri toplumun içinde yaşam savaşımına attıklarının sonuçlarını, sorunlarını yaşıyor, bedellerini hep birlikte ödüyorken...
Prof. Dr. Metin Kutal’ın öğrencisi olarak, önce İLO’nun kuruluşunu sağladığı enstitünün mezunu olarak benim gazeteciliğe başlamam sonrası hiç kopamadığım, basın yayın fakültesinden sadece iki değerli, hayranlıkla izlediğim Kutal’dan sonra ikinci kişi Prof. Dr. Suat Gezgin olmuştu. İLO’nun zengin katkıları üzerine, ikisinin birden arka arkaya gelen çabaları ile araştırma, öğrenci, bilim insanı yetiştirme donanımındaki gelişmelerin boyutlarını her gittiğimde hayranlıkla izliyordum.
Bizim hocaların daktilo üzerinden gazete çıkarabilmemiz için kullanmamıza verdikleri dönemlerden sonrasında, öğrencilerin yetiştirilmesi olanaklarında, teknoloji devrimi niteliğinde yapılanlar ile araştırma olanakları sunumunda yok yoktu. Yakın tarihlerde övgüye değer çalışma duyamadığımız gibi, sağlanmış olanakların uçup gittiğini gerçekleriyle de yüzleşiyoruz.
***
Suat Gezgin’in emeklilik sonrası önce Galatasaray, sonrasında Yeditepe üniversitelerine geçiş yaptığından haberliydim. Son iki koca cilt, Osmanlı dönemi ile Cumhuriyet dönemi İstanbul basınının saymaktan yorulduğum akla gelebilecek her yönlerine ilişkin profesörlerden başlayan her kademeden doktoralı uzmanın çalışmalarını, İBB yayımlamayı üstlenince, Cumhuriyet Kitap sayfasında paylaşmayı gönüllü görev bilmiştim. Cumhuriyet YouTube yayınında konuğumuz olurken elbette, geçmişten de parça parça bildiğim yurtiçi, uluslararası araştırmaları, bilimsel çalışmalarını bir kez daha bütünlük içinde paylaşma olanağını bulduk.
Elbette gazetecilik tarihimiz, onurlu araştırmacı gazetecilikte örnek işler, kişiler ile utanılası sahibinin sesi, kirli çıkar ilişkilerinin pazarlamacıları arasında gelgitlerin arasında gibi. Osmanlı döneminde sadece kalmış, padişahların gazabı olarak yaşansaydı anlamak kolaydı. Ne yazık ki Cumhuriyet, Atatürk devrimlerinin sonrasında, kimileri askeri darbelerin ürünü, ne yazık ki çoğunluğu sivil darbeci iktidarların her tür kirliliği pazarlama tutkuları kapsamında yaşananlar... Yaşatılanlar, ülkemiz insanlarının günümüzdeki büyük çoğunluğunun yaşadıkları insanlık dışı kayıplarının yaratıcısı, sivil düzenin sınır tanımaz kirli otoriter ittifaklarının aynası gibiler.
En çok milletvekilliğin kaymaklı nimetlerinden yararlanan gazeteciler de ezilenlerin yanında hak arayışında direndikleri için yaşamlarını yitiren, öldürülen, cezaevlerinde süründülen gazeteciler de bizden... Suat Hoca, bilimsel kariyerlerini ağırlıklı yurtdışında yapmış, ülkemiz basın özgürlüğü sorununun değerini ikili birikimleriyle zenginleştirmiş olarak, uzun soluklu araştırmalara da doyamamış kimliği ile masaya yatırıyor. Seslenişlerine, uyarılarına kulak vermek gerek.
/././
Muammer Aksoy haklı çıktı - Av. Erol Ertuğrul (Olaylar Ve Görüşler-Cumhuriyet)
Cumhuriyet kurulduktan sonra, dev devrimler gerçekleştirildi. Hukuk devrimi bu devrimlerin başında gelmektedir. Din bağlantılı yasalarla bir yere varılamayacağından gelişmiş ülkelerden bize uyarlanarak yasalar alındı. Ceza yasamız İtalya’dan, medeni yasamız İsviçre’den alındı. Hukuk devriminin başında Mahmut Esat Bozkurt bulunuyordu. Dini esaslara dayalı Mecelle’nin yerine getirilen medeni yasamıza unutulmaz gerekçeyi Mahmut Esat Bozkurt yazdı, “Din, vicdanlarda kaldıkça saygındır ve temizdir. Dinin hüküm halinde kanunlara girmesi, çoğu kez hükümdarların, zorbaların, keyif ve isteklerinin tatmin aracı olmuştur. Dini dünyadan ayırmakla yüzyılımızın devleti, insanlığı tarihin bu kanlı sıkıntısından kurtarmış ve dine gerçek ve sonsuz bir taht olan vicdanı ayırmıştır.” Ne yazık ki bu unutulmaz gerekçe, medeni yasanın değiştirilmesi sonucunda yasa metninden çıkarılmıştır.
TÜRK AYDINLARI
Ceza yasamızın 141 ve 142. maddeleri bir sosyal sınıfın bir başka sosyal sınıf üzerinde egemenlik kurmasının propagandasını yapmayı suç sayıyordu. Bu madde nedeni ile Türk aydınları geçmişte çok sıkıntılar çektiler. Aziz Nesin, Yaşar Kemal, İlhan Selçuk gibi birçok aydınımız işkencelerden geçirildiler, cezaevlerinde yattılar. 163. madde ise şeriatçı, dinci çalışmaları engelliyordu. Bu maddelerin ceza yasamızdan çıkarılması sırasında birçok aydınımız özellikle 163. maddenin kaldırılmasına karşı çıktılar.
Prof. Dr. Muammer Aksoy, 163. maddenin ceza yasamızdan çıkarılmasına karşı çıkıyordu. Muammer Aksoy 19 Mayıs 1989’da kurulan Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu genel başkanıydı. Milli petrol politikasının bayraktarıydı. Sevgili Aksoy, 163. maddenin düşünce özgürlüğü ile ilgisi olmadığını, eğer bu madde kaldırılır, dinci ve bu yoldaki çalışmalar suç olmaktan çıkarılırsa, ülkemizde şeriatın yolunun açılacağını, dinci görüşlerin ülke yönetimine geleceğini, bu durumun Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş anlayışına ve Türk devrimine aykırı olduğunu ileri sürüyordu. Aksoy, 31 Ocak 1990 günü Ankara’da evinin önünde alçakça bir saldırı sonucunda yaşamını yitirdi. Cenaze töreninde onun resmini taşıyan Uğur Mumcu onun için “kalpaksız Kuvayı Milliyeci” diyordu. 12 Nisan 1991’de TCK’nin 141 ve 142. maddeleri ile birlikte 163. maddesi de kaldırıldı.
2002’de ülkemizde Anayasa Mahkemesi kararı ile laiklik karşıtı hareketlerin odağı olduğu belirtilen AKP, ülkemizin yönetimini ele aldı. Tam bir kadrolaşma gerçekleştirildi. Ele geçirilen yargı kullanılarak tüm kurumlar susturuldu, Cumhuriyetin ordusu dahil tüm kurumlar etkisizleştirildi. Dini uygulamalar giderek yol aldı. 163. madde kalktı, 2023 seçimlerinde Hizbullahçı, şeriatçı bir parti TBMM’ye girdi.
Diyarbakır’da “Yaşasın şeriat” afişleri, Şeyh Sait’i öven afişler sokaklara asıldı. Çağlayan Adliyesi’nde şeriat yanlısı sloganlar attılar. Atatürk’e en ağır hakaretleri edenler özgür dolaşırken şeriatı eleştirenler gözaltına alındı. Gözaltı kararı kuşkusuz bir savcı kararıdır. Bizim savcılarımızın sanlarının başında cumhuriyet sözcüğü vardır. Yani savcılarımız Cumhuriyeti korumak görevindedirler. Atatürk’e hakaret edenleri görmezden gelirken şeriatı eleştirenleri gözaltına aldıran savcılar acaba hangi hukuk fakültesinden çıkmışlardır. Kaldı ki yasalarımıza göre şeriat suçtur. Şeriat din değil, dinci bir yönetim sisteminin adıdır. Atatürk’ün “Milleti mahveden, harap eden kötülükler hep din kisvesi altında gelmiştir” sözleri unutulmamalıdır.
LAİK CUMHURİYET
Milli eğitim bakanı tarikatlarla işbirliği yapıyor ve bunu övünerek anlatıyor . Okullarımızda imamlar, tarikatçılar ders veriyorlar. Bunlar çoğu kez de ahlak adına yapılıyor. Nietzsche, “Kim namus ve ahlak şövalyeliği yapıyorsa bilin ki en namussuzu odur” diyor. Ümmetçiliğin öne çıkarılması, demokrasi ve laikliğin geriletilmesi en çok da emperyalizmin işine gelir. Çünkü emperyalizm düşünen, tartışan değil, susan ve biat eden kullar arar.
Okullarda bilimsel yöntemler terk edildi. Dini söylemler öne çıkarıldı. Cumhuriyeti ve laikliği özümsemiş olan toplum şeriat istemiyor. AKP laik Cumhuriyeti yıkıp yerine bir din devleti getirmek için tüm gücüyle çalışıyor. Ulusumuzun güvendiği tüm kurumlar şeriata inanan, anayasayı tanımayan bir kadronun eline geçmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı veren kadroların yaptığından başka bir yol kalmamıştır: Direnmek ve karanlığa, bağnazlığa, dinciliğe karşı bir savaş vermek zorunludur.
35 yıl önce sevgili Muammer Aksoy TCK 163. maddenin kaldırılmasına şeriatın ve dinciliğin önünü açacak diyerek şiddetle karşı çıkmıştı. Sevgili Aksoy haklı çıktı.(Av. Erol Ertuğrul)
(CUMHURİYET)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder