soL KÖŞEBAŞI - 2 MART 2024 -

 

'Örgüt dinamiği' (Aydemir Güler)

Siyaseti örgütsüz ve halksız yapmayı seçen yaygın bir konformist anlayış var ve bu anlayış solu esir almış bulunuyor. Bu esarete alternatif olarak yapılacak tek şey “otobüs” kaldırmaktır! 

Erdoğan’ın yeni başlamadığı ama artık ifrata vardırdığı bir tarzı var. Sanki iletişim olanaklarının ülke sathına yayılmadığı, bir meydanda veya bir toplantıda söylediğini sadece orada hazır bulunanların duyacağını varsayıyor. Örnek olsun, bir yerde diyor ki, ekonomi iyi değil, şunu şunu yapamayız. Ertesi gün başka bir mecliste konuşuyor ve ekonomi kötü diyenleri batırıp batırıp çıkarıyor. 

Elbette bu çelişki muhalefet ve medya tarafından işleniyor, hatta üstünde tepiniliyor. Ama Erdoğan tarzından memnun, yenilerine yelken açıyor. Belli ki, kendi mesajlarının hedef alınan parçalı kitleler üstünde etkili olacağını düşünüyor. Kendisiyle çelişkiye düştüğünü fark etmemesi veya bunun duyulmayacağını varsayması saçma. Demek ki sonuçtan memnun! 

Deprem bölgesinde salladığı tehdidi hatırlayın. Yerel yönetimi kazanmazsa sorunların çözümü için parmağını kımıldatmayacağını ilan etmişti. Sonra başka bir yere gitmiş, bu tür bir düşüncenin muhalefete ait olduğunu söyleyivermişti. 

İşin tuhaf tarafı, AKP bugüne kadar haklı çıktı. Deprem bölgesinde kitleler iktidarın bir şey yapmamış olduğunu bilmenin ötesinde uğradıkları yıkımın suçlusu olduğunun da ayırdındaydılar. Ama oy davranışını öfke veya hesap sorma iradesi değil, “varsayımsal bir umut” belirledi. Bu, geçen yılın gerçekliğidir. 

Şimdi de iktidar yanlısı olmayan yerel yönetimin cezalandırılacağı bilgisinin kitlesel bir tepkiye neden olması yerine, karşılık bulması muhtemeldir. Örnekleri çoğaltabilirsiniz; emeklilerin ezildiklerinin farkında olmadıklarını ve kendilerinden sakınılan kaynakların patronlara yönlendirildiğini duymamış olduklarını düşünmemeliyiz. Konu asla bir enformasyon eksikliği değildir. Ama kitlelerin oy davranışını, az önce uydurduğum kavramla “varsayımsal umut”a dayandırmış olmaları büyük bir olasılıktır…

Bu bir kişiliksizlik midir?

Sorunun bu biçimde ortaya atılması, “evet” yanıtını davet ediyor. Ancak siyasette kitleleri böyle eleştirmek manasız olacaktır. Hele Nâzım’ın koyduğu çıtaya yanaşmamız bile imkânsızken… Kabahatin çoğu bizim canım kardeşlerimize, halkımıza aittir; lakin bu saptama bizi daha ileri götürmeyecektir. Bizim çıkış yolu aramaya yoğunlaşmamız gerekir. 

Deneyelim…

Birinci yol, şuradan geçer. Kitleler iktidarın çelişkili mesajına itibar ediyorsa, bu, sözün içeriğinden ziyade söyleyenden ileri geliyor olmalıdır. Söyleyen, sözün üstünde tepinen muhaliften “daha iktidar sahibi” görülmekte ve insanlar güçlüyü seçmektedirler. Ne yapılacaksa o yapacaktır!

Ne yazık ki, bu ara sonuç da içimizi açmıyor, önümüzü aydınlatmıyor. Zira güç dengesi verilidir ve iktidarın daha güçlü görünmesi eşyanın tabiatına uygundur. İnsanları sahip olmadığınız bir güce ikna edemezsiniz. Bu düzende güçlünün değil haklının yanında durma çağrısı bir onur manifestosudur ama siyaset güç ilişkilerine dayanır. 

İkinci yolu, örgüt dinamiği açabilir. Ancak henüz ülkenin ve kendilerinin kaderini değiştirecek ölçüde güç kazanmamış olsalar da, bir araya gelen, kol kola giren insanlar yukarıdaki yetersiz terime başvurursak “kişiliksizlikten” uzaklaşabilirler. Şantaja, tehdide, güç gösterilerine karşı dik durabilmek için “kalabalık” olmanın ötesine geçmek, örgütlenmek gerekir. Örgütsüzlerin toplamından çıksa çıksa güruh çıkar. Örgütlü insanlar ise birlikte bir özne oluştururlar. 

Çıkış yolu budur: örgütlenmek!

İktidar veya Erdoğan, toplumu iletişimsiz bölmelerin toplamı zannetmiyor. Örgütsüzlerin enerjisiz olduğunu biliyor. 
Burada da kalmıyorlar. Sorun sadece halkın örgütsüzlüğü değil. Bir de, burjuvazinin örgütlülüğü söz konusu. AKP iktidarı burjuva siyasetini örgütlü hale getirmek gibi bir ayrıcalığa sahip. Örgüt dinamiği esas olarak ezilenlerin, halkın malı ve kurtuluş kanalı olması gerekirken gasp edilmiştir! 

O kadar ki, geçenlerde geleneksel olarak solun “tapulu arazisi” sayılan bir meslek odası seçimini iktidar yanlıları kazanınca solda hazin bir değerlendirme yapıldı, solcu mecralarda da bu değerlendirme esas alınarak haberler yayınlandı. Buna göre AKP-MHP yandaşı meslek erbabının oylamada çoğunluğu oluşturmasının nedeni “kamu kurumlarında, belediyelerde çalışan ‘yandaş’ oda üyelerinin ticaret odalarının desteğiyle ve çeşitli firmaların sponsorluğunda otobüslerle seçime taşınmasıydı.” 

Anlaşılan bir bölüm sol, örgütlü davranmanın bir sağcı özelliği olduğunu kabul etmiş bulunuyor. Bu kabulle hareket edenlere “siz de otobüs kaldırsaydınız, siz de dayanışmayı örgütleyip kaynak yaratsaydınız” demenin bir manası olmayacaktır. Siyaseti örgütsüz ve halksız yapmayı seçen yaygın bir konformist anlayış var ve bu anlayış solu esir almış bulunuyor. Bu esarete alternatif olarak yapılacak tek şey “otobüs” kaldırmaktır! 

Solun, halkın, ülkenin en temel sorunu da budur. Gasp edilen örgüt dinamiği geri alınmak zorundadır. Acilen! 

                                                                /././

Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi: Türkiye kime karşı savunuluyor? (Erhan Nalçacı)

Türkiye hem dünyanın içinde bulunduğu koşullarda yayılmacı bir ülkedir. Aynı zamanda emperyalizmin güdümünde bir ülke. Bu iki zıt dinamik dış politikada bir salınıma neden oluyor.

İki hafta kadar önce Türkiye adına (Türkiye sermaye sınıfı adına demek gerekir) Savunma Bakanı Yaşar Güler Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi’ne imza koydu, böylece Türkiye sürece fiilen katıldı.

Söz konusu girişimin tarihi çok eski değil, Ukrayna-Rusya Savaşı çıktıktan sonra Rusya Kaliningrad’a balistik füze yerleştirince Alman Başbakanı Scholz tarafından 2022’de önerildi. Füze ve uçak saldırılarına karşı bütünleşmiş bir hava savunma sistemi kurulması ve aynı zamanda bunun NATO’nun Avrupa savunmasını güçlendirmesi amaçlandı.

Nasıl korunacak Avrupa hava sahası? Muhakkak radarları birbirine bağlayan bir sistem vardır, hava hedefleri içinse kısa, orta ve uzun menzilli füze sistemleri söz konusu. Otuz beş km’ye kadar Alman füzeleri, 100 km’ye kadar ABD Patriyotları ve onun ötesi için ABD-İsrail ortak yapımı olan balistik sistemler.

Bir kere baştan söyleyelim, Türkiye artık kime karşı korunacaksa İsrail füzelerinden yararlanacak. Bir kez daha İsrail sermayesinin işlemeye devam ettiği Filistin katliamı burada bir engel oluşturmamış gözüküyor. Sermaye sınıfının ikiyüzlü pragmatizmi galebe çalmış.

Aşağıdaki haritadan Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi’ne hangi ülkelerin katıldığına ve Rusya’yı nasıl kuşattığına bakabiliriz:

Avrupa Gökyüzü Kalkanı’na 2022’de üye olan devletler (Almanya, İngiltere, Belçika, Bulgaristan, Çekya, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Hollanda, Norveç, Slovakya, Slovenya, Romanya ve Finlandiya ) koyu yeşil ile 2023’te üye olanlar (Danimarka, İsveç, İsviçre ve Avusturya) ve 2024’te üye olanlar (Yunanistan ve Türkiye) açık yeşille gösteriliyor. Polonya, İtalya ve Fransa sürece katılmadılar.

Haritada görüldüğü gibi 21 Avrupa devleti sürece katılmış ve Rusya doğusundan ve güneyinden kuşatmaya alınmış. Adının savunma sistemi olduğuna da bakmayın, eğer bir ülkenin saldırılarını boşa çıkartacak bir sisteme sahipse bir askeri ittifak kolayca saldırabilir anlamına gelir.

İlginç olan bir nokta hemen her zaman paylaşım savaşlarında tarafsız kalıp savaştan kaçırılan paraları istifleyen bir savaş fırsatçısı görünümündeki İsviçre’nin sürece katılması. İşin vahameti hakkında fikir verebilir.

Fransa ve İtalya ise kendilerinin ortak olarak geliştirdiği SAMP-T füze sisteminin kullanılması yerine İsrail-ABD füzelerinin kullanılması nedeniyle süreci şimdilik protesto etmişler. Burada herhangi bir ilke aramayın, kendi silah tekellerinin kazancı üzerinden bir restleşme var.

Şimdi esasa gelip sorabiliriz, Rusya’nın Türkiye’ye saldırma olasılığı var mı diye.

Bir kere Türkiye Rus sermayesinin başlıca yatırım alanlarından biri haline geldi. Akkuyu Nükleer Santrali hızla ilerliyor, hatta ikincisinin de Rus sermayesi tarafından yapılması konuşuluyor. 

Türk Akımı ve Mavi Akım Boru Hatları büyük yatırımlar. Trakya’da kurulması planlanan ve Avrupa’ya doğalgaz taşıyacak gaz istasyonu da öyle. 

Türkiye ve Rusya arasında savaşa ve Rusya’ya karşı uygulanan ambargoya rağmen artan ticaret hacmini de düşündüğünüzde, Rus sermayesinin Türkiye’ye askeri olarak saldırmasının, dolayısıyla Türkiye sermayesinin kendini savunmaya almasının hiçbir rasyonel nedeni yok.

Aksine buradaki çıkarları Batı emperyalizmine karşı savunmak durumunda. Örneğin, Almanya ve Rusya arasındaki doğal gaz teminini sağlayan Kuzey Akımı Hattı’nı ABD göz göre göre bombalayarak sabote etti ve Alman sermayesi bunu yalayıp yutmak zorunda kaldı. NATO’nun Karadeniz’e girmesi birçok olası belanın dışında Mavi Akım ve Türk Akımı’nın sabotaja uğraması anlamına geliyor.

Türkiye işçi sınıfı Rus kapitalistlerin açgözlülüğünden, işçi düşmanlığından ve geliştirdikleri stratejilerden korunmak zorunda, bu başka bir konu. Akkuyu’daki kötü çalışma koşullarını ve Sputnik grevini düşünmek yeterli.

Ancak Türkiye sermayesi bir cinayet şebekesinden başka bir şey olmayan Batı emperyalizmine tedirgin edici bir şekilde yaklaşıyor. İsveç’in NATO’ya üyeliğine geçit verilmesi, F-16’ların satışının onaylanması, Kanada’nın uyguladığı askeri ekipman için ambargoyu kaldırması, Türkiye’nin diğer iki NATO üyesiyle Karadeniz Mayın Güvenliği Anlaşması imzalaması, Ukrayna’ya silah temininde Türkiye’nin NATO şemsiyesinde rol alması, şimdi de Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi’ne dahil olması emekçi sınıflar adına kaygımızın artmasına neden oluyor.

Ukrayna’nın itildiği vekâlet savaşında çok kritik bir noktadayız. Bunu bu köşede birçok kez işledik. Ukrayna’nın paylaşılmasının yanı sıra ABD Rusya’yı Pasifikte Çin’in yanında savaşamaz hale getirmek için bu savaşı körükledi. Savaş ve ekonomik yaptırımlar, Ukrayna’nın bir cephaneliğe çevrilmesi Rusya’yı yıpratacaktı.

Rusya yıprandı bir ölçüde tabi ki, çok sayıda emekçi çocuğu cephede öldü gitti. Ancak ne ekonomik olarak ne savaş kapasitesi olarak çöktü. Aksine tam tersi oldu, Avrupa resesyona girdi. Ukrayna ordusunun 1000 km’lik cephede düzenlediği saldırıların hiçbir başarı kazanamadığı ve savaşma yeteneğini kaybettiği anlaşıldı.

Bunu başta ABD olmak üzere Batı emperyalizminin başlıca ülkeleri kaldıramazlar. Burası bir Afganistan değil, apar topar çekilecekleri.

Her türlü olasılığı konuşuyorlar aralarında. Ukrayna’ya asker göndermekten bahsetti Macron ve her ne olursa olsun savaş kazanılmalı dedi. NATO Genel Sekteri delice şeyler söylüyor, Ukrayna’ya verilecek F-16’ların Rusya içlerini vurabileceği gibi.

Bu koşullarda bir borç krizine yuvarlanmış Türkiye’ye sermayesinin yönelimine dikkatlice bakmalıyız. 

Diyalektik düşünememek aslında hiç düşünememek demektir. Türkiye hem dünyanın içinde bulunduğu koşullarda yayılmacı bir ülkedir. Aynı zamanda emperyalizmin güdümünde bir ülke. Bu iki zıt dinamik dış politikada bir salınıma neden oluyor.

Böyle bir durumda emekçi halkın örgütlü hale gelmesi çok yaşamsal. Bu bela ancak halkımızın örgütlülüğü ile aşılabilir.

                                                            /././

Bizim davalarımız (Orhan Gökdemir)

Davalarımız işte bundan ibaret. Kendimizi değil çocukları savunuyoruz, kadınları savunuyoruz, laikliği ve cumhuriyeti savunuyoruz. Şeriata geçit yok, bunu diyoruz!

Eskiden, 1980’li yılların ikinci yarısından sonra, DGM’ye, açılımı Devlet Güvenlik mahkemesidir, çağrılırdık. Ankara DGM, 12 Eylül cuntasının el koyduğu Çankaya Çevre Sokak’taki CHP binasında faaliyet gösteriyordu. Bina DGM’ye dönüştürülürken içindeki parti arşivleri de yakılarak yok edilmişti. Hatırlıyorum, duruşma salonları şimdi üç kişinin zor sığdığı “adliye sarayı” salonlarına göre konser salonu büyüklüğündeydi. Hâkim karşısına çıkana kadar bodrumdaki hücrede bekletilirdik. Burada jandarmalarla gerginlik yaşamak sıradan olaylardandı. Çoğunlukla sebep tuvaletti. Sabahın köründe kaldırılıp, birbirimize kelepçelenerek, cezaevi ring aracına tıkılırdık. Haliyle mahkemeye gelene kadar uzun zaman geçerdi aradan. Tuvalete götürmekte ayak sürürlerdi nedense. Bir keresinde hücreye işemekle tehdit ederek ikna etmiştik jandarmaları. Büyük olasılık bu tür hallerde hücreyi onlara temizletiyorlardı. 

O zamanlar devletin hassasiyetleri “bölücülük ve yıkıcılık” olarak belirlenmişti. Maazallah bizde ikisi de vardı. DGM bilgimi bunlara borçluyum.

Kuşkusuz bu özel yetkili mahkemelerin adalet yetmezliği ile ünlü pek çok hâkimi vardı. Ama savcıları hakimlerinden ünlüydü. Acımasız bir devletin aşırı kışkırtılmış savcılarıydı onlar. O savcılardan biri Nuh Mete Yüksel’di. Devlete düşman olduğunu sandığı hemen herkese acımasızca saldırırdı. Hukuku, yasayı çiğneyerek yapardı bunu. Gözaltına alıp tutuklattıklarının yolu mutlaka Ankara Emniyeti’nin bodrum katındaki DAL’dan, Derin Araştırma Laboratuvarı, geçerdi. İşkence, standart bir sorgulama yöntemiydi burada.  

Başlarında, başsavcı, Nusret Demiral vardı. Öldüğünde “hikayemizi” şöyle anlatmıştım soL’da; 1987’de karar verdik Toplumsal Kurtuluş’u çıkarmaya. İlk sayısından itibaren her sayısı kovuşturma ve dava yağmuruna tutuldu. Devlet Kürt ve Kürt halkı terimlerinin kullanılmasını istemiyordu. Yalçın Küçük ise dergide sürekli bu devlet tabusunun üzerine gidiyordu, bu tabuyu kırmaya kararlıydı. Dergiye gelen bütün soruşturmalar iki kişinin, DGM Başsavcısı Nusret Demiral ve yardımcısı Yüzbaşı Ülkü Çoşkun’un adını taşıyordu. 

Askere gittim, üç hafta sonra polisler kışlanın kapısına dayandı. Evraklarda yine aynı DGM savcılarının ismi vardı. Üç günü çeşitli karakollarda, 12 günü Ankara Emniyeti’nin ünlü merkezi DAL’da olmak üzere 15 gün gözaltında kaldım. DGM’ye taşındık sonra, sırayla sorguya alınıyoruz. 15 gün su yüzü görmemişiz, saç sakal birbirine karışmış, ışık görünce gözlerimizi kapatıyoruz 15 günlük karanlıktan sonra. Sıra bana geldi, alıp bir odaya soktular. Meşhur savcı Ülkü Çoşkun masada, nefretle bakıyor bana. Ama yanında bir de beş altı yaşında bir çocuk var, galiba hafif özürlü de. Sorguyu çocuğun şahitliğinde yapıyor. Arada çocuğa kayıyor gözlerim, babasının bu kayıtsızlığı karşısında dehşete kapılıyorum. Kendimden çok çocuğun haline üzülüyorum.

O sorgulardan sonra bir kısmımız tutuklandık, Yalçın Hocayla birlikte bir süre de hapis yattık. Ama sonra savcılarımızın işlerini pek de ciddiye almadıkları, hatta Aziz Nesin’in yazısını Yalçın Küçük’e ait sanıp Aziz Nesin yerine Yalçın Küçük’e ceza istedikleri ortaya çıktı. İlk duruşma gülüşmeler eşliğinde yapıldı. Nusret Demiral baktı olmayacak yardımcısını bizim davadan aldı, yerine Nuh Mete Yüksel’i atadı. Yeni gelen de tahliyemizi talep etti, öyle çıktık. Sadece benim için istedikleri ceza 250 yıl civarındaydı.

***

Uğruna savaştıkları, kutsal belledikleri devlet onların da aleyhine döndü zamanla. İslamcılar iktidarı ele geçirince kasetlerini falan yayınlayıp etkisizleştirildiler, kaldırıp bir kenara attılar hepsini. 

Mete Yüksel, ıskartaya çıkarıldıktan sonra oturup “Nuh’un Gemisi” adlı bir kitap yazdı, anılarını anlattı. Sorguladığı, tutuklattığı solculara da yer ayırmıştı kitabında. Haftada bir hücreye buyur ettiği Yalçın Küçük hakkında şöyle diyordu: “Yalçın Küçük ile çok sık karşı karşıya geldik. Kırmızı atkısı ile Ankara DGM’ye sıkça geldi. Ancak bugünkü Yalçın Küçük’ü farklı görüyorum. Bugünkü Yalçın Küçük vatansever bir insan olarak mücadele veriyor. Ülkenin birliği ve laik cumhuriyeti savunuyor.”

12 Eylül hukukunun son kahramanları bunlar. Bir bir ölüp çekildiler tarih sahnesinden. Ama o arada yarattıkları hukuksuzluk bir hukuk ölçüsü haline geldi, adaletsizlik adaletin temel kuralı oldu. Hepsine esinini veren Kenan Evren’in ruhu dolaşıyor ülkede o günlerden beri…

Biz ise değişik sebeplerle mahkeme kapılarındaki mesaimizi sürdürüyoruz. Onları kışkırtan efendileri laikliği ve cumhuriyeti cami avlusuna terk edip kaçtı. Aydınlığı işkencede öldürdüler, geriye zifiri bir karanlık kaldı. O karanlıkta türedi Ortaçağ kaçkını zombiler. Cumhuriyet, laiklik, doğal olarak kadınlar ve çocuklar hedeflerinde, biz yine savunmadayız.
***
O savcıların bu kadar şevkle savundukları rejim yıkılıp devlet İslamcılarca ölü ele geçirilince bizim mahkeme mesailerinin şekli şemali de değişti. Şimdiki savcılar “Tayyiban Rejiminin” savcısı artık. Ne cumhuriyet var duruşma salonlarında ne laiklik haliyle. Adalet derseniz her zamanki gibi adliyelerde görülmüş şey değil. Rejimin eskisiyle yenisi arasındaki tek ortak yan bu adaletsizlik, bu hukuksuzluk.

soL’da yazmaya başladıktan sonra Cübbeli Ahmet ile yaptık açılışı. “Bademleme” iddiasında bulunarak hakaret ettiğimiz iddiasındaydı. Dava açılınca onun “bademleme” değil “badeleme” olduğunu öğrendim. Şeyhin müritlerine “cinsel organını emdirme” ritüelinin tarikatçasıymış bu. Cahillik işte! İlk duruşmada beraat ettim, kurtuldum cübbeli gölgesinden.

Nurettin Yıldız “pedofil” dememize içerlemişti. Mahkemede ceza aldık, inatlaştık Anayasa Mahkemesi lehimize karar verdi. O günden sonra sesi içine kaçtı biraz, mis gibi oldu.  

İhsan Şenocak nam zat şampiyon Kadın Milli Voleybol Takımını hedef almıştı. Burunlarını bile göstermemeleri gerekirken kısa şortlarıyla hoplayıp zıplamalarını hazmedemiyordu. “İhvan usulü IŞİD” demiş bulunmuşum kendimi tutamayarak. Önce karakolda sonra mahkeme salonunda aldık soluğu. Milli takımı savunmayı da benim gibi bir bölücü yıkıcıya nasip ettiler böylece. 

Mustafa Armağan adlı tarihçi taklidi yapan gerici, Mustafa Kemal’in evlatlığı Afet İnan ile yattığı kanısındaydı. Çankaya Köşkünü gezmiş, yatak odalarının yakın olduğunu görünce varmıştı bu kanıya. “Yatak odası tarihçisi” demiş bulunmuşum. Bu kibar deyimi o gün bulamadığımdan ve biraz kabaca söylediğimden davaya dönüştü o da. İki hafta önce mahkeme bu cevaba ceza verilmesine yer olmadığına karar verdi. 

Eğlenceli yanı şu; bu davanın karakol safahatından sonra arabulucu aradı. Davacıya 30 bin lira verirseniz uzlaşacak dedi. “Duruşmaya gelsin elden vereyim” dedim. Mahkeme böylece tarihçiliğine yaptığım eleştirinin bedava olduğuna hükmetti. Artık bedava işler arasındadır. 

Önceki gün Yıldız Teknik Üniversitesi şeyi Bedri Gencer’in şikâyeti üzerine açılan davanın duruşmasındaydık. Dostlarımız, yoldaşlarımız büyük ilgi gösterdi davaya. Geldiler, destek verdiler, şenlikli bir gün geçirdik hep birlikte. Davanın konusu “öküzün tanrısı öküz olur” dememiz. 41 yurttaşımızın ölümü ile sonuçlanan Elâzığ depremi ile bebelerin yatağa atılmaması arasında bağ kurması üzerine sarf etmişim bu sözü. Tamamı şöyle, “Atların ve ineklerin resim çizme kabiliyetleri olsaydı, tanrılarını at veya inek şeklinde çizerlerdi.” Demek atın tanrısı at, ineğin tanrısı inek, öküzün tanrısı öküz olur. Sufiler bunu daha veciz bir şekilde ifade etmişler, “kendini yücelt ki tanrın yücelsin” demişler. Demek ki kendini alçaltırsan tanrın da alçalır. Dediğimiz bu.  Herkesin tanrısı kendine benzer. Bebeleri yatağa atmayı emreden ilahın pek çok benzeri türedi laiklik tepelenince. Gerine gerine gezinip, itiraz edene dava açmakla meşguller artık.

***

Arada Uğur Dündar, Cüneyt Özdemir ve Cüneyt Zapsu parantezleri var ama uzatmayayım. Demem o ki davalar dönemlerinin aynasıdır aynı zamanda. O aynada devleti yönetenlerin hassasiyetlerini görürsünüz. Komünizm ebedi korkularıdır. Kürt sorunu uykularını kaçırmaya yeter de artar. Şimdi bir de laik cumhuriyet korkusuna kapıldılar ki çaresi yoktur.  

***

Depremi bebelerin yatağa atılamamasına bağlamak düşünce özgürlüğü, bunu söyleyene “saçmalama” demek suç. Cumhuriyeti ölü ele geçirenler çocukları götürüp tarikatlara teslim ediyor çünkü, modern esir ticareti için yolu açıyor. Yedinci yüzyılda küçük bir kabilenin sosyal ilişkilerini “evrensel bir model”, uyulması gereken bir “sünnet” olarak dikte ediyor. Ülkenin her yanından kadın ve çocuk çığlıkları yükseliyor haliyle.

Çocuk evliliği sadece dini sebeplerle değil kültürel sebeplerle de gizlice el altından sürüyordu zaten. Bu arkaik kültürel geleneği dinle tahkim ediyorlar şimdi. Sonuç ortada, Türkiye çocuk yaşta evlilikte Avrupa birincisi. Sapkınlık deyip geçemeyiz, dinle tahkim edilmiş yeni Tayyiban Rejimi yüzleştiğimiz. 

Davalarımız işte bundan ibaret. Kendimizi değil çocukları savunuyoruz, kadınları savunuyoruz, laikliği ve cumhuriyeti savunuyoruz. Şeriata geçit yok, bunu diyoruz!

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

19 Mayıs’ta gençliğin hali: İşsiz, geleceksiz ve yoksulluğa mahkûm -Aziz Çelik / Birgün-

Gençler bir yandan işsizliğin pençesinde kıvranırken iş bulabilenler ise eğitimleriyle uyumsuz işlerde düşük ücretlerle çalışmak zorunda kal...