Siyasetin tasfiyesi (Aydemir Güler)
Partisizleşme yoluyla siyasetin tasfiyesi, bir model. Sahipçisi çok. Politizasyondan yana sıkıntısı olmayan halkı örgütlü kılmak, bir başka model. Sahipçisi TKP.
Siyasetle, toplumsal sorunlarla ilgili kesimler sık sık kitlelerin halinden şikâyet eder. Kimse okumuyor, düşünmüyor, anlamıyor… Entelektüel ortamlarda kolayca onay bulan bu fikir aslında hayli zayıftır. Eğer kast edilen ilgisizlik ise, Türkiye hiç de apolitik değildir. Bu kadar dertli ve gergin bir ülkede nasıl siyaset dışı kalınabilir ki? Kalınamıyor…
Bir zamanlar pop kültür ve futbol gerçekten siyasetin üstünü örtmeye yarardı. Sadece kulüpler değil stadyumları dolduran yüzbinler de çoktandır siyasetin tam göbeğinde. Televizyon dizileri ideolojik mücadelenin önde gelen aracı… Din de bir zamanlar, gerçek dünyanın sorunlarını havale etmeye yararmış. İş çoktan değişti…
Hayır, hiçbir şey siyasallaşmayı gizlemek için kullanılmıyor. İnsanların birbirlerine hangi partiye oy vereceğini sormanın mahrem sayıldığı, ayıplandığı, bayağı depolitize edilmiş ülkeler var dünya üzerinde. Türkiye hiç öyle değil.
* * *
Bizim sorunumuz bilmemek, ilgilenmemekten ziyade, bayağı yüksek siyasallık düzeyiyle son derece düşük örgütlülük arasındaki çelişkidir. Bu çelişki entelektüele katlanılmaz gelse de, geniş kitlelerin kendilerini var edebilme yöntemi haline geldi. Yani işe yarıyor!
Örgütsüz insanlar kendi başlarına çözüm üretemeyeceklerinin farkındalar. Çareyi güçlüye sığınmakta buluyorlar. Güçlü dediğin aslında sorunların yaratıcısıymış, başlarına gelen felaketin sorumlusundan başkası değilmiş; bunu bilmez de değiller. Elbette örgütlülüğün kırk yılı aşkın zamandır ağır biçimde cezalandırılmış olmasının da payı büyük bu tabloda.
Burada şikâyetin manası, işlevi yok. Örgütsüzlüğün ilacı örgütlenmektir ve günümüzde devrimcilik başka ilkelerin yanı sıra, tam da kitlelerle örgütleyici bir ilişki kurup kuramadığınızla ölçülmek durumundadır. Bu sınavdan geçer not alamayıp mangalda kül bırakmamak veya suçu “okumayan, düşünmeyen” halka yıkmak, aptalca bir aydın apolitizmidir. Bunu gayet politik örgütler de yapabiliyor!
* * *
Düzen siyaseti ise kitlelerin politizasyonundan pek memnun olmadığını bu seçimde sergilemiş bulunuyor. Zira yüksek politizasyonla düşük örgütlülüğün kalıcı bir denge oluşturması olanaksızdır. Endişeliler…
Yoksa bir parti, kendisini sembolize eden, her görene hatırlatan amblemini neden geri çeker? Bugün iktidar partisi seçimde parti kimliğini, mümkün olsa tümden iptal edecek!
AKP’nin dibinden ayrılmayan MHP faşistlere özgü o vurgulu partizan kimliğini yardakçılıkla likide ediyor. Bir parti sabah akşam başka bir partiyi niye över! Överse kendisini geri çekmiş olur.
Görece daha yeni sahneye çıkmış bir parti, içine girdiği denklemin neresinde olduğunu en güçlü biçimde ilan etmez mi? Öyle olmalı; ama görüyoruz ki, muhalefet etmek için piyasaya çıkan Yeniden Refah ve Zafer partileri bugünkü iktidar bloğundan fazla uzaklaşmamak diye bir ilkeye sahipler. Oradan dökülenleri toplayacaklar çünkü.
Ana muhalefette durum daha vahim. Başkentte CHP listeleri AKP-MHP’lilerle dolup taşıyor. İstanbul’da belediyeciliğin sağı solu olmaz diyen afişler asılıyor; “İmamoğlu aklın yolu” imiş! CHP’nin iktidardan farkı, tarikat bağlarının karşılaştırılamayacak kadar zayıf olması. Ama CHP adayları bundan pek memnun olmasalar gerek, kendilerine tarikat arıyorlar. Daha önemlisi, laiklikle özdeş görünmemek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Feodaller, taşrada seçimlerde partileri aralarında bölüşmezler. Bir aşiret temsilcilerini partilere dağıtır. Yani feodalite düzen partilerinin listelerine el koyar. Sonuç olarak aynı soy isimleri rakip listelere yerleşir. Bu durum metropollerde müteahhitlik şirketleriyle sürüyor! Partinin önemi yok, sermayenin önemi var…
Eskiden bir parti kendisini ve bütün adaylarını aynı seslenmeyle özdeş hale getirmeye çalışırdı. Akılda kalacak çarpıcı bir seçim sloganı! Şimdi partiler atomlarına, yani adaylarına ayrışıyor. Her özel isim bir slogan. Şurası mesut olacaktır, burası sinemdedir, beriki yavaş değil hızlıdır… Adayın ismine göre aynı parti bir kente barış, ötekine savaş vaat edebilir! Sonuç olarak aynı partinin farklı seçim çevrelerinde ortak bir dile sahip olması ilkesi artık terk edilmiştir.
Galiba bütün adaylarını bir “Reis” siluetinin arkasına saklayan AKP, bu ilkenin en önemli istisnasını oluşturuyor. Ama iktidar partisinin her şeyi olan “en büyük başkan”, diğer başkan adaylarını eziyor. AKP, belki de bu nedenle, muhalefetin darmadağınık halini fırsata çeviremeyecek… Yani durum daha kötü. Ampul karartılıyor, ama ışık saçan aday çıkmıyor!
* * *
Bu tablo siyaseti tasfiye etmektedir. Bu kadar politize olmuş bir toplumun stadyumlara ve pembe dizilere mahkûm edilmesi hayaldir. Uyuşturucu bağımlılığı bir yere kadar yaygınlaştırılabilir.
Böyle olunca sözünü ettiğim tasfiye bir “partisizleşme” biçimini alıyor. Dedik ya, memleketin sorunu örgütsüzlük. Düzen de bütün ağızlardan örgütün, yani partinin ne gerekli ne önemli olduğunu söylüyor.
İşin tuhaf tarafı bu dalga, solu da etkisi altına almış durumda. Hangi sol partinin nerede neden aday çıkardığını, ne kadar CHP’ye ne kadar DEM Partiye eklemlendiğini çözebilene aşk olsun! Düzenin kiri pası, onun eteklerine tutunan solun üstüne akıyor, bulaşıyor. Doğrusu oradan uzak durmaktır.
Partisizleşme yoluyla siyasetin tasfiyesi, bir model. Sahipçisi çok.
Politizasyondan yana sıkıntısı olmayan halkı örgütlü kılmak, bir başka model. Sahipçisi TKP.
/././
Türkiye sermayesinin Irak’a akması ne anlama geliyor? (Erhan Nalçacı)
Böylece ABD ile yakınlaşma Türkiye’yi sadece kuzeyde Rusya ile karşı karşıya bırakmıyor, güneyde Hint Okyanusunda Çin ile de gerilmeyi getiriyor.
Türkiye sermaye sınıfının özellikle son 10 yılda kritik ikileminin Türkiye’nin ABD’ye bağlı bir emperyalist unsur mu yoksa kendi için emperyalist bir devlet mi olacağı olduğunu tartışmıştık. Hemen sonrasında ABD’ye doğru çubuk bükmenin belirtilerinin arttığını izledik.
Bu ikilemin muhalefetle (kaldıysa) AKP arasında olduğu sanılmamalı, aksine her düzen partisinin içinde bulunuyor. Ancak kritik yarılmanın AKP’nin içine yerleştiğini biliyoruz ve seçimden sonra bu fay hattının ne yönde ve nasıl kırılacağını göreceğiz.
Türkiye sermayesi tekrar ABD’ye bağlansa bile bunun eskisi gibi olmayacağını, yayılmacı bir devlet olarak son dönemde geliştirdiği yeteneklerle farklı bir düzeyde bağlanacağını söyleyebiliriz.
Ancak bu genellemeler soyut ve anlaşılmaz gelebilir, en iyisi bugün Irak’a Türkiye’den sermaye ihracatının aldığı son duruma göz atmak olacak.
Irak aslında petrol zengini bir ulus olmasına karşılık Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra emperyalist yeniden yapılandırma içinde ABD’nin düzeltici savaşına maruz kaldı. Ülke yıkıldı, talan edildi, bütünlüğü bozuldu, ABD müttefiki fiili bir Kürt devleti oluştu içinde. Hala tam bir egemenlik hakkından bahsedemeyiz, çünkü ABD’nin işgali sınırlansa da sürüyor.
Irak burjuvazisi bu zorluklar arasında kendine bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor.
Dünya ise 19. ve 20. Yüzyıllardan çok farklı, artık metalar başta Çin olmak üzere doğuda üretiliyor ve batıya akıyor, hammaddeler ise doğuya taşınıyor. Bu karşılıklı büyük hacimli ticaret yolları emperyalist hegemonya mücadelesinin başlıca aracı ve hedefi haline geliyor.
Irak devleti 2005’te bu gerçeğe dayanarak Basra Körfezi’nden Avrupa’ya kara yolunu kullanarak metaların taşınacağı bir güzergâh üzerine çalışmaya başladı. Önce Irak-Suriye-Türkiye yolu düşünülmüştü, ancak ABD’nin alçakça gerçekleştirdiği Suriye komplosu bunu imkânsız kıldı. Ve aşağıdaki haritada görülen Iraklıların Kuru Yol dedikleri Türkiye tarafının Kalkınma Yolu diye tanımladığı alternatif güzergâh ortaya çıktı.
2023’de imzalanan anlaşmaya göre Kalkınma Yolu güzergâhı görülüyor. Basra Körfezi’ndeki Faw Limanı’ndan başlayan yol Bağdat ve Musul’dan geçerek Ovaköy Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye giriyor ve oradan Mersin Limanı’na ve Avrupa ülkelerine uzuyor.2023’de Türkiye ve Irak devletleri arasında imzalanarak yürürlüğe giren anlaşma 22 milyar Dolarlık bir yatırımı gerekli kılıyor ve Türkiye tarafı 6-7 milyarlık kısmını yükleniyor. Birkaç hattan oluşan hızlı demiryolunu ve paralel seyreden karayolunu ise Türkiyeli şirketler inşa edecekler. 2029’da tamamlanması beklenen proje yol boyunca sanayi ve ticaret bölgelerinin oluşturulmasını da öngörüyor. Bunda da Türkiye sermayesine öncelikli bir pay düşüyor. Kalkınma Yolu Kızıldeniz ve Süveyş Kanalı’ndan gerçekleşen ticaret yollarına göre ulaşım süresini anlamlı derecede kısaltıyor ve iki ülkeye önemli bir vergi geliri bırakıyor.
Türkiye işçi sınıfı emekçilerin iktidarında ülkeler arasındaki iktisadi ve kültürel işbirliği ile sınırları eritmeyi ajandasına yazıyor zaten. Bu nedenle böyle bir bütünleşme projesine karşı olmaz. Ancak emperyalizmin günümüzdeki dünyasında her sermaye ihracatı boyutuna göre bir hegemonya inşasına evriliyor.
Emperyalizm sermaye ihracatına ve buna dayalı tekelci sermayeye ait devletin başka bir ülkeyi kendi çıkarı doğrultusunda yönetmesine dayanır.
Dışişleri Bakanı Fidan geçen gün verdiği demeçte “Süleymaniye, Bağdat, Kerkük ve Musul’da geleceği hep beraber kuracağız” dedi. Bundan 30 sene önce böyle bir laf söylenemezdi, bu doğrudan bir ülkenin yönetilmesine katılacağız anlamına geliyor.
Geçen hafta Bağdat’ta Fidan, Kalın ve Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in katılımı ile Irak devleti yetkilileri ile bir zirve yapıldı. İki ülke arasında “terörle mücadele, ticaret, su ve ulaştırma” alanlarında ortak daimi bir komitenin kurulmasına karar verildi. Irak tarafı ilk kez PKK’yi “yasaklı örgüt” statüsüne itti.
ABD işgali sonrasında Irak’ta çok fazla çıkar grubu bulunuyor. Bu projenin gerçekleşmesi için güvenlik sorunundan Kürt sermayesinin Irak devletinden ayrışan çıkarlarına kadar bin bir başlık var. ABD’nin projeyi engelleyici potansiyelinin yanı sıra İran’ın bölgesel çıkarlarına ve Irak’taki yönetebildiği unsurlara da bakmak gerekiyor. Türkiye’nin yaza doğru planlandığı büyük çaplı sınır ötesi operasyon da dâhil karmaşık formülü kavramaya çalışmak gerekiyor.
Ancak sürece ABD’ye bağlı bir emperyalist unsur olma yönünden bir kez bakalım.
2019’da Basra Körfezi’nde yapımı süren devasa büyüklükteki Faw Limanı’nın inşası ve işletilmesine Çin talipken muhtemelen ABD’nin yönlendirmesi ile inşaatı Güney Koreli bir firma aldı.
Her ne kadar bu yolun işlemesi Çin ile olan ticarete bağlı olsa da yolun hegemonyasının bir NATO ülkesine kayması Çin için sorun olacaktır. Sürekli alternatif ticaret yollarının arayışında olan ve kendi hegemonyasını da bunun üzerine inşa eden Çin burada bir güvenlik sorunuyla karşı karşıya bulunuyor. Kendi için emperyalist olmayı amaçlayan bir Türkiye burjuvazisi için Çin’in hegemonyasında kendisini var etmek söz konusu olabilirdi. Ancak ABD’ye bağlı bir emperyalist unsur olarak Türkiye Çin’e ve İran’a karşı itilme tehlikesi ile karşı karşıya.
Buradaki büyük formül ABD aracılığı ile Türkiye’yi Kürt siyasetleri ile uzlaşmaya, Suriye devletine daha çok zarar vermeye doğru da itecektir.
Böylece ABD ile yakınlaşma Türkiye’yi sadece kuzeyde Rusya ile karşı karşıya bırakmıyor, güneyde Hint Okyanusunda Çin ile de gerilmeyi getiriyor.
Türkiye işçi sınıfı siyaseti emperyalizmin her çeşidini karşısına alarak AKP’nin içindeki fay hatlarını ve kırılmanın getireceği olası sonuçları dikkatle izliyor.
/././
Halk sağcı mı? (Orhan Gökdemir)
Cumhuriyetin ve laikliğin artık emekçilerin bir sorunu olduğunun farkındayız. Çünkü cumhuriyet yoksa laiklik yoksa halk da yok. Ve bunları kabul ediyorsa bir halk kesinlikle soldadır.
Halkımız sağcı mı? Seçim sonuçlarına bakılacak olursa sağcı. Peki sağcılık ne? Sözlük anlamıyla “toplumsal hiyerarşiyi veya toplumsal eşitsizliği kabul eden veya destekleyen siyasal duruş veya etkinlik”, özetle “gericilik, tutuculuk” demek. Bir halk eşitsizlikten yana olabilir mi, mevcut hiyerarşiyi kabul edebilir mi, gerici olabilir mi? Sorumuz bu.
Önceki gün AKP’nin ve bilumum sağcıların kalesi olan İstanbul Arnavutköy’deydik. AKP önde her türlü sağcılığın cirit attığı bir yer Arnavutköy. Şehrin kıyısında bir yer burası, sokakları çamur içinde. Tabii yoksulluk da diz boyu. Hüda-Par dolaşıyor sokaklarında ama artık TKP de var. İlçenin arka sokaklarından birindeki Arnavutköy İşçi Evi arı kovanı gibiydi dün. Yağmurlu bir havada koşup gelenler işçi evinin mütevazı salonuna sığmadı. Orada bir saat boyunca halkın çıkarına olanı anlattık, “sizin olanı sizden çaldılar, biz de onlardan alacağız, halkın olanı halka vereceğiz” dedik. Bunu ilk kez duyanlar çoğunluktaydı belli ki ama “olur mu” diyen çıkmadı aralarından.
Perşembe günü akşamı az gerideki Başakşehir Şahintepe Mahallesinde “Şahintepe Halk Dayanışması”nın konuğuyduk. Rezerv alan ilan etmişler mahalleyi. Devlete çökenler mahalleye de çökme planı içindeydi özetle. Onlar da el koymanın, kamulaştırmanın sorunların tek çözümü olduğunda hem fikir. Sadece bizden çaldıklarına el koymakla yetinemeyiz tabii. Bunun ön şartı devleti halkı için bir devlet haline dönüştürmek.
Halk ülkedeki eşitsizliğin, yoksulluğun, kışkırtılmış gericiliğin, sınırsız özelleştirmenin arkasında yatan emperyalist yağmanın farkında. Ama eli kolu bağlı, çaresiz hissediyor kendini. Var olan seçenekler arasında bir kurtuluş yolu arıyor haliyle.
Peki, ne diyeceğiz bu halka? Hangi gerekçeyle kızacağız, küseceğiz, sağcılıkla itham edeceğiz. Sağcılık arayan önce sağlı sollu muhalefet partilerine bakmalı. Hepsi gericiliğin diliyle konuşuyor, hepsi gericilikle yarış içinde. Seçim çalışmasını Nakşi şeyhinin mezarında başlatan, seçmene “zikirmatik” ve seccade dağıtan güya sol partiler var aralarında. Mitingi “tilavetle” açıp, koltuğuna imam üfürüğüyle oturanlardan daha sağcı değil halk. Adını koyalım, “toplumsal hiyerarşiyi veya toplumsal eşitsizliği kabul eden veya destekleyen siyasal duruş veya etkinlik” sağcılık için “efradını cami ağyarını mani” bir tanımsa eğer buna halktan çok CHP uyar.
***
Bunun için halka anlattığımız ilk şey “yıkmak” ve “el koymak”. Kısa komünizm programı bu. Mevcut hiyerarşiyi kabul etmiyoruz, yıkacağız diyoruz. Toplumsal eşitsizliği reddediyoruz. El koymak tarihsel deneyimimiz, “kamulaştırma” diye özetliyoruz.
Kamulaştıracağız çünkü halka ait ne varsa özelleştirdiler, sermayeleştirdiler. Mülksüzleştirenleri mülksüzleştireceğiz, dediğimiz bu. Yıkacağız diyoruz çünkü yıktıklarımızı yeniden yaptılar. El koyacağız diyoruz çünkü el koyduklarımızı bizden çaldılar. Vatanı mülkü sanan yeni nesil zombiler dolaşıyor ortalıkta. Laiklik diyoruz çünkü hilafet ilan ettiler. Cumhuriyet diyoruz çünkü monarşiyi geri getirdiler. Fransız Devriminden bu yana bütün devrimlerin yaptığı gibi çürüyeni-çürüteni yıkacağız ve yerine yenisini kuracağız. Halkımıza eşitlikçi sosyalist bir cumhuriyet borcumuz var. Davasına tarafız, toplumdan, eşitlikten, barıştan, çevreden, emekten yanayız. Cumhuriyetin ve laikliğin artık emekçilerin bir sorunu olduğunun farkındayız. Çünkü cumhuriyet yoksa laiklik yoksa halk da yok. Ve bunları kabul ediyorsa bir halk kesinlikle soldadır.
***
Ülkeyi, şehirleri yağmalama, özelleştirme ve sermayeleştirme şekillendirdi. Sağcı-sermayeci-piyasacı partiler geldiler, inşaat yaptılar ve arsa rantı yarattılar. Yarattıkları bu rantı yandaşlarına ve büyük sermayeye aktardılar. Susasanız su, acıksanız ekmek parayla artık. Eğitim, sağlık paraya tahvil edildi, patronlara teslim edildi. Devlet, bir parti başkanının yönettiği kuralsız bir anonim şirket. O devletin bütün varlıklarını o şirketin patronuna teslim edip adına “varlık fonu” dediler. Devlet artık bir fondan ibaret.
Belediyeler de öyle, şirketleşti tamamı, piyasaya göre çalışır hale getirildi. Bir sürü “ceo” ve onların başında yönetiyormuş gibi yapan bir patrondan oluşuyor belediye. Tarikatların, gerici dernek ve vakıfların tek beslenme kaynağı bunlar. Halktan çalmak için bir düzeneğe dönüştürdüler belediyeleri. Yani hem çalıyorlar hem çaldırıyorlar. Bu talanın devam etmesi bir yalanın devam etmesine bağlı. “Aman AKP gitsin de” diyenler işte bu yalana yaslanıyor. AKP gitse de gitmese de büyük sermaye kazanmaya devam ediyor çünkü. Yağmayı bile dinselleştirdiler arada. Hırsızlık israf, yağma haram. En gerici en sağcı partiyi bile temize çekmeye yarıyor bu denklem. AKP’den kurtarma misyonu gerçek sağcılığı görünmez kılıyor, halk nezdinde meşrulaştırıyor.
***
Ama çıkış yok bu yoldan. Düzen çürüyor ve sadeleşiyor. Sırları çürüyüp döküldükçe şeffaflaşıyor, temelindeki sınırsız yağma bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Artık karşı karşıya duran iki sınıftan ibaretiz. Yağmacılar bir tarafta ve yağmacılara direnenler diğer tarafta.
Halk da sadeleşiyor. Solculuk dediğimiz halkın fıtratındandır. Halkın yıkıp el koymadan tebaa ve ümmet olmaktan sıyrılması, bağımsız bir varlık olarak ortaya çıkması imkansızdır çünkü. Ve eğer halk bunlara arkasını dönme eğilimindeyse, sağcılaşıyorsa, halk olmaktan da uzaklaşıyor demektir.
Bunun için halka anlattığımız ilk şey “yıkmak” ve “el koymak”. Kısa komünizm programıdır. Mevcut hiyerarşiyi, toplumsal eşitsizliği reddediyoruz. El koymak tarihsel deneyimimiz, “kamulaştırma” diye özetliyoruz.
Sadece halk değil vatan da yıkma ve kamulaştırma eyleminin sonucu olarak ortaya çıktı. Monarşileri devirdik ve mülklerini kamulaştırdık. Kamu ve kamusal alan o ilk eylemimizin sonuçlarıdır. El koyan halk yönetme hakkı elde edince adına cumhuriyet dedik. Halk ve yurttaş kurumsallaşmış dinden de yakasını kurtarmalıydı, laikliğin temelidir. Kentler artık bizimdi, komün de, belediye, bu el koymanın getirilerindedir. Ne güzel, komün komünizmden, Türkçesi paylaşmaktır, geliyor. Esası birlikte üretmek ve ürettiklerimizi paylaşmaktan ibarettir. Sadeleşiyoruz.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder