Küresel asgari kurumlar vergisi (III): Türkiye'ye olası etkileri (Binhan Elif Yılmaz)
Türkiye'de üretim yapan, faaliyet gösteren çok uluslu şirketlerin vergi mükellefiyeti nasıl olacak?
OECD/G20 BEPS Kapsayıcı Çerçevesindeki iki sütunlu yaklaşımda yer alan İkinci Sütunun küresel asgari kurumlar vergisinin ilkelerini belirlediğini önceki yazılarımda belirtmiştim. Amaç, kârların ekonomik faaliyetlerin gerçekleştirildiği, üretimin yapıldığı yerde vergilendirilmesini sağlamak. Buna göre çok uluslu şirketlerin faaliyet gösterdikleri ülkelerdeki kurumlar vergisi oranıyla küresel asgari kurumlar vergisi oranı (yüzde 15) arasındaki fark kadar ek vergiyi, Gelire Dahil Etme Kuralına istinaden nihai olarak ekonomik faaliyetlerin gerçekleştirildiği, üretimin yapıldığı ülkede ödemeleri gerekiyor. Uygulamanın 1 Ocak 2024 ve sonrası vergilendirme dönemleri kapsayacak şekilde başlaması bekleniyor.
Anlaşıldığı üzere küresel asgari kurumlar vergisi çok uluslu şirketler için yurt dışı kârlara uygulanacak bir vergi. Böylece asgari yüzde 15'lik kurumlar vergisi oranından daha düşük vergi uygulayan ülkelerde çok uluslu şirketler için bir ek vergi uygulaması olacak ve kârları vergi cennetlerine kaydırma avantajı ortadan kalkabilecek.
Örneğin çok uluslu bir şirket kazancını sağladığı ülkede yüzde 10'luk kurumlar vergisine tabiyse, ana ülkede yüzde 15'e ulaşmak için 5 puan ek vergi uygulanacak. Ek vergi sayesinde vergi gelirlerinde artış ortaya çıkacak.
Türkiye'de üretim yapan, faaliyet gösteren çok uluslu şirketlerin vergi mükellefiyeti nasıl olacak?
Türkiye'de kurumlar vergisinde iki ayrı mükellefiyet şekli var. Kurumların kanuni merkezi ya da iş merkezinden biri ya da ikisi Türkiye'de ise tam mükellef, ikisi de Türkiye'de değil ise dar mükellef kurumdur. Dolayısıyla bir kurumun tam mükellefiyete tabi olması için kanuni ve iş merkezlerinden birinin Türkiye'de olması yeterlidir. Tam mükellef kurumlar gerek Türkiye içinde gerekse Türkiye dışında elde ettikleri kazançların tamamı üzerinden vergilendirilirler. Türkiye'de büro-acente bazında hizmet veren dar mükellefler, sadece Türkiye'de elde ettikleri kazançları üzerinden vergilendirilirler.
Çok uluslu şirketler birden fazla ülkede yönetimini ve merkezlerini dağıtarak faaliyet gösteriyor. O nedenle asgari kurumlar vergisinin mükellefi olacak çok uluslu şirketler bu iki mükellefiyetten birine girecek. Kanuni merkezi ya da iş merkezi Türkiye'de olmadığı için vergilendirilemeyen çok uluslu bir şirketin Türkiye'deki faaliyetinden elde ettiği kâr vergilendirilip vergi gelirlerini arttırabilir.
Türkiye'de kurumlar vergisi oranı kurum kazancı üzerinden 2004 yılında yüzde 33 iken 2006 yılı sonrasında vergi rekabeti ve ekonomik büyüme gerekçeleriyle yüzde 20'ye kadar indirildi. 2018-2020 yılları arasında yüzde 22 oldu. 2024 yılı için yüzde 25 oranında uygulanacak. Ayrıca elektronik ödeme ve para kuruluşları, yetkili döviz müesseseleri, varlık yönetim şirketleri, sermaye piyasası kurumları ile sigorta ve reasürans şirketleri ve emeklilik şirketleri için oran yüzde 30 olacak.
Uygulanan bu oranlar sonucunda kurumlar vergisi gelirinin genel bütçe vergi gelirleri içindeki payı 2006'da oran indirimi sonucu önceki yıllardaki yüzde 10-11'lik seviyelerinden yüzde 8,4'e kadar geriledi. 2008-2015 arasında ortalama yüzde 10 olarak gerçekleşti. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının ülkemizi tercih ettiği yıllarda kurumlar vergisi hasılatında artış görüldü. 2016-2019 yılları arasında yüzde 10-11'di. Ancak son yıllarda yaşanan yüksek enflasyonun şirketlerin fiktif kârlarını arttırıcı etkisiyle 2021'de yüzde 15,3, 2022'de yüzde 21,6 ve 2023'te de yüzde 17,5 civarına yükseldi.
OECD üyesi ülke olan Türkiye de OECD/G20 Kapsayıcı Çerçeve kararlarını kabul ettiği için yakın zamanda iç hukukta düzenlemelere gitmek durumunda. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Kapsayıcı Çerçeve kapsamının Türkiye ve ABD arasındaki son ortak beyanları uygulama konusunda siyasi uzlaşı zaman çizelgesinin revize edildiğini ve haziran ayı sonuna kadar uzatıldığını 12 Mart günü duyurdu (Türkiye ve ABD'nin 1. sütun yürürlüğe girmeden önceki geçiş sürecinde mevcut tek taraflı önlemlere yönelik geçici yaklaşım uzlaşısına ilişkin güncellenmiş ortak beyanına göre). Bu durumda küresel asgari kurumlar vergisinin yürürlüğe girmesi ile birlikte uygulamadaki Dijital Hizmet Vergisi benzeri uygulamaların sona ermesi bekleniyor. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu Dijital Hizmet Vergisi uygulayan ülkeler bu vergiden vazgeçecek. 2023 yılında bu vergiden 10,3 milyar TL vergi geliri tahsil edilmişti. Vergi gelirlerinin küçük bir kısmı ama yine de önemli bir gelirden vazgeçilmesi anlamına geliyor.
Türkiye'nin kurumlar vergisi hâlihazırda asgari kurumlar vergisi oranı olan yüzde 15'in üzerinde. Her ne kadar kurumlar vergisi oranı yüzde 15'in üzerinde olsa da belirli sektörlere, yatırımcılara veya bölgelere yönelik önemli vergi teşvikleri sağlanınca efektif vergi oranı diğer gelişmekte olan ülkelerden daha düşük hale gelebiliyor. Bu yeni durum bazı kazançları vergileme imkânı tanıdığından vergi gelirlerinin artması mümkün gözüküyor.
Teşvikler; genellikle çevre ve iklim değişikliği odaklı olup; örneğin elektrikli araçları geliştirme, yenilenebilir enerjiye yönelme, tarımı sürdürülebilir kılma, sıfır karbon, enerji dostu şehirler tasarlamaya yönelik kurumlara özel sübvansiyonlar, istisnalar, devlet kredileri, hibeler gibi teşvikler olabilir.
Ancak, vergi teşviki ya da istisnalar ile beraber efektif vergi oranı küresel asgari kurumlar vergisi oranının altına inerse ek vergi uygulanabilecek. Bu durumda teşvikin şirket için bir avantajı kalmayacak, çünkü vergi teşvikinin faydası, asgari kurumlar vergisi nedeniyle azalacak. Öte yandan şirkete tanınan vergi teşvikine rağmen efektif vergi oranı asgari kurumlar vergisi oranının üstünde kalıyorsa, bu durumda ek vergi uygulanmayacak.
Vergi teşvikleri bu vergi reformunda önemli bir yol ayrımı. Çok uluslu şirketler merkezlerini ya da şubelerini konumlandıracakları yerleri yeniden planlayabilir. O nedenle küresel asgari kurumlar vergisi oranını benimseyen ülke sayısı arttıkça, teşviklerin etkinliği azalabilir.
OECD/G20 Kapsayıcı Çerçevesi yine de vergi teşvikleriyle ilgili hedefler ne olursa olsun, şirketlerin yayıldıkları ülkelerde uygulanan kurumlar vergisi oranına dayalı vergi rekabetini ortadan kaldırmak için tasarlandığı konusunda iddialı…
Küresel asgari kurumlar vergisinin kapsamını belirlemek için kullanılan gelir eşiği, ülke bazlı raporlama için kullanılan ile eşdeğerdir. Asgari küresel kurumlar vergisi uygulaması, cirosu en az 750 milyon Euro olan şirketler için geçerli olacak. O nedenle bu gelir eşiğinin tespiti verginin uygulanmasında önemli bir konu. 2023 yılı itibariyle bu eşiğin üstünde Türkiye'de binin üzerinde çok uluslu şirket olduğu tahmin ediliyor, tabi raporlanmışsa. O nedenle vergiye tabi şirketleri belirleyen sınırlar çok yüksek olduğu için kısa vadede beklenen gelir artışı pek fazla olmayabilir.
Türkiye'de KVK m.32/A, indirimli kurumlar vergisini düzenliyor. Teşvik belgesi olan yatırımlardan elde edilen kazançlara uygulanan indirimli kurumlar vergisi bağlamında efektif vergi oranı yüzde 15'in altına indirilmiş oluyor. Bu durumda küresel asgari kurumlar vergisi uygulaması başladığında çok uluslu şirketin Türkiye'deki iştirak/şubelerinin indirimli kurumlar vergisi oranı küresel asgari vergi oranının altında kalacağından Türkiye yatırım avantajını yitirebilir. Ama normal şartlarda efektif vergi oranı yüzde 15'in altında kaldığından Türkiye'de alınmak üzere ek vergi getirilebilir.
Türkiye, kurumlar vergisindeki teşvik düzenlemelerini gözden geçirerek küresel asgari kurumlar vergisine hazırlık yapmalıdır. Hatta diğer vergilerin (KDV, BSMV gibi) yüklerinin hafifletilmesine yönelik düzenlemeler yapılabilir.
Sonuçta dünyada mali, ekonomik ve çevresel adaletsizlikler artarak devam ediyor. Küreselde pandemi sonrasında servetin yaklaşık üçte ikisini en zengin yüzde 1'lik kesim elinde tutmaya başladı. Haliyle yoksulluk da arttı.
Emek üretim faktörü enflasyon altında ezilirken büyümeden aldığı pay sınırlı kaldı. Ama küreselde vergi reformları sermaye üretim faktörüyle, dolayısıyla dev çok uluslu şirketler ilgili yapılıyor.
Çok uluslu şirketlerin vergilendirilmesiyle başlanan sürecin bundan sonra zenginler için de devamının gelmesi dileğiyle.
/././
Geriye kalan sadece kemik ve bez parçaları (Gökçer Tahincioğlu)
Giden gelmiyor ama insanların verilecek bir yanıta, adaletin kırıntısına ihtiyacı vardı. Bağışlamak için küçücük bir neden… Ama olmadı…
Bakın koca bir devletin koca koca kurumları küçük bir çocuk gibi ne yalanlar söylemiş:
- - Deprem oldu, borular patladı, su bastı, arşivdeki belgeler kayboldu…
- - Bölgeye operasyon yapıldığına yönelik hiçbir kayıt yok.
- - 11 kişinin gözaltına alındığına yönelik belge yok…
Küçük bir çocuk gibi benzetmesi uygun değil bu durum karşısında. Küçük çocuklar büyük ve karanlık yalanlar söylemez.
* * *
Yıllar önceydi.
Bolu Dağ Komando Tugay Komutanlığı'nda görevli bazı komutanların isminin geçtiği bir faili meçhul cinayetle ilgili başlatılan soruşturmayı o dönem çalıştığım Milliyet gazetesinde haberleştirmiştim.
Gazetenin dahili telefonundan, bilinmeyen bir numaradan arandım akşama doğru. Alaycı bir ses, öldürülen kişiye ve bana küfürler ediyor, hepimizin sonunun aynı olacağını söylüyor, bundan sonra eve gidip gelirken dikkatli olmamı öğütlüyordu.
Bütün bu soruşturmalardan, davalardan hiçbir şey çıkmayacağının altını kalın kalın çizerek.
Sırtını başkalarının, devletin gücüne dayayıp aklına eseni yapanlar böyle korkaktır… Kendi gücüyle konuşamaz, kendine güvenerek hareket edemez, arkasına aldığı güce rağmen ismini bile veremez.
Sonuçsuz kalma ihtimalinin yüksekliğine rağmen verilen adalet mücadelesi kadar, o adamın sözleri de haklıydı. Devletin bu cinayetler için adım atmayacağını biliyordu. Mücadele bitmeyecek olsa da haklılığı ne büyük can sıkıntısıydı.
* * *
Meşhur Bolu Tugayı'nın ismi, yıllar sonra, AKP-cemaat operasyonları/didişmeleri/rekabeti sürerken yeniden gündeme geldi.
Garip garip operasyonlara, soruşturmalara meşru bir zemin yaratmak adına, 90'lı yılların dosyaları da yeniden açılmış, şaşırtıcı bir biçimde hızlıca iddianameler hazırlanmaya başlamıştı.
Kimin açtığının bir önemi yoktu. Bu dosyaların tamamı yıllar önce davaya dönüşmüş olması gereken, AİHM kararlarına konu olmuş, kanıtları uzun mücadeleler sonucunda açığa çıkarılmış dosyalardı…
Ve başka bir akıl devreye girince, kumpas davalarının parçası sayılarak önemli bir bölümü sanıkları aklayarak sonuçlandırıldı.
* * *
O davalardan biri de Kulp davasıydı.
Bölgede görevlendirilen Tuğgeneral Yavuz Ertürk komutasındaki Bolu Dağ Komando Tugayı, 8-25 Ekim 1993 tarihleri arasında Kulp-Muş-Lice üçgeninde bir operasyon düzenledi.
Kulp Alaca Köyü ile Şenyayla bölgesi arasındaki operasyon ise diğer bölgelerdeki operasyonlardan farklıydı.
Yerleri yurtları belli, daha önce PKK tarafından da tehdit edildiklerini ancak örgüte yardım etmediklerini askerlere anlatan isimlerin de aralarında bulunduğu 11 kişi, askerler tarafından evlerinden çağrıldıktan sonra gözaltına alındı.
Ancak bir gözaltı merkezi yoktu.
Askerler, Kepir denilen bölgede, açık havada, soğuk havaya rağmen 11 kişiyi günlerce "gözaltında" tuttu.
Öyle bir tablo vardı ki yakınları kadınlar, dağa, tepeye tırmanıyor, "gözaltındaki" yakınlarına yemek getiriyordu.
Bir akşam, gözaltındaki isimlerden biri karısına, "artık yemek getirme" dedi, "bizi götürecekler."
Götürülmek iyiydi böyle bir ortamda. Götürülmek demek, resmi bir gözaltı kaydı, resmi bir merkez, avukat, adliye, mahkeme demekti… Götürülmek iyiydi…
* * *
Ertesi gün, 11 kişi gerçekten "gözaltında tutuldukları" yerde yoktular. Bölgedeki operasyonlarda gözaltına alınan diğer isimlerle birlikte, helikopterle götürüldükleri bilgisi verildi yakınlarına…
Ancak gözaltında değillerde, herhangi bir askeri-sivil merkezde değillerdi, adliyede değillerdi…
Bir daha hiçbirinden haber alınamadı…
* * *
Savcılığa başvuran aileler, bir yanıt alamayınca AİHM'ye başvurdular. 1997-98'de, Türkiye'ye gelen bir komisyon aileleri ve devletin gösterdiği tanıkları dinleyip rapor hazırladı.
2001'de AİHM, Türkiye'yi kayıplar nedeniyle tazminat ödemeye mahkûm etti. Helikopterle taşındıklarına, bir merkeze götürüldüklerine yönelik kayıt yoktu ama devletin beyanının aksine gözaltına alındıkları ve açık havada günlerce tutuldukları kesindi…
* * *
Olaydan tam 10 yıl sonra, AİHM kararını verdikten ve Türkiye bu karara rağmen harekete geçmedikten 2 yıl sonra, 2003'te, Alaca Köyü'ne 500 metre mesafede koyunları otlatan bir çoban, dere yatağında, toprak yüzeyine çıkan kemik ve bez parçalarını gördü. Hemen köylüleri ve avukatları haberdar etti. Diyarbakır İHD avukatları da geldiler olay yerine.
Kemikler muhafaza altına alındı.
Avukatların talebiyle, köyde yaşayan ve yakınları kaybedilenler, kemiklerin incelenebilmesi için kan ve doku örneği verdiler Adli Tıp'ta…
* * *
İnceleme 2 yıl sürdü.
Ve iki yılın sonunda Adli Tıp Kurumu, bulunan kemiklerin kaybedilen 11 kişiden en az 9'una ait olduğuna dair, yüzde 99,9 kesinlikle rapor hazırladı.
Düşünün, köyden, mezradan gözaltına alınıp, yakın bir mesafede günlerce tutulan ve sonra götürüldüğü söylenen insanların kemikleri, köyün yanı başından çıkıyor. Ailelerin yıllarca aradıkları yakınlarının kemikleri, bu kadar yakında…
Tuğgeneral General Yavuz Ertürk'ün 11 köylüyü öldürme emri vermekten yargılandığı Kulp Davası, zaman aşımından düşürüldü
* * *
Gözaltına alanlar belli, o gün orada görevli olanlar belli, kaybedilenler belli, çıkan kemiklerin kime ait olduğu belli.
Bu durumda ceza vermek zor olmasa gerek…
Ancak öyle olmuyor…
Genelkurmay Başkanlığı, o gün orada operasyon olmadığını söylüyor.
Olduğunu kanıtlamak yıllar sürüyor.
Askeri makamlardan, o gün orada kimlerin görevli olduğunun bilinmediği yanıtı geliyor.
İsimleri bulmak mümkün değil ancak komutan belli…
* * *
Dosya oradan oraya geziyor. Askeri savcılık, sivil savcılık, askeri savcılık, sivil savcılık…
Ve yıllar sonra, 2013'te, Bolu Dağ Komando Tugayı Komutanı Yavuz Ertürk, ifadeye çağrılıyor. Bir süre sonra açılacak davanın tek sanığı.
Dava, diğer bütün "yüzleşme" davaları gibi başka bir kente, Ankara'ya nakledildi.
Ülkenin belli bölümleri "güvensiz" bu mahkeme kararlarına göre.
Cennet vatanın bazı köşelerine, kentlerine nedense gitmek istemiyor kimse. Sanıklar bile…
11 kişi ölmüş, raporlar var ancak Ertürk ya da bir başka isim tutuklanmadı yargılama boyunca.
Önce yerel mahkeme, sonra istinaf beraat kararı verdi.
Yargıtay dosyayı karara bağlayacaktı ki, zaman tükendi…
Ne büyük aksilik ne büyük tesadüf!
* * *
Batman Barosu Başkanı Erkan Şenses, bölgede operasyon yapıldığını kanıtlayabilmek için ilgili askeri birimlerden bilgi alınmasını istedi.
Askeri birimlerden gelen yanıt, 1999'daki depremde boruların patladığı, su basması nedeniyle evrakın bulunamadığı oldu.
Küçük bir inceleme ile ortaya çıkarılabilir bu beyanların doğruluğu ancak elbette yapılmadı.
Şenses ve diğer avukatlar, yıllar boyunca mücadele ederek bütün olanı biteni açığa çıkardılar.
Ancak zaman doldu, diğer dosyalardaki gibi.
30 yıl, tam 30 yıl boyunca 11 insanı katledenler cezalandırılmadı.
Ve şimdi yakınlarına "kusura bakmayın, zamanaşımı" deniliyor.
Giden gelmiyor ama insanların verilecek bir yanıta, adaletin kırıntısına ihtiyacı vardı.
Bağışlamak için küçücük bir neden…
Ama olmadı…
Ellerinde sadece kemik ve bez parçaları kaldı.
Derin sahtecilik ve yapay zekâ (Mustafa Durmuş)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder