9 Mart 2024 Cumartesi

soL KÖŞEBAŞI -9 MART 2024 -

Seçim asla yalnızca seçim değildir (Aydemir Güler)

Bunun için önce yansıyacak olan gerçeği değiştirmek gerek. Yani önümüzdeki yaklaşık üç haftalık sürede emekçi halkı daha örgütlü hale getirmek, düzeni daha çarpıcı biçimde deşifre etmek…

Seçimin, konusu her ne ise, bir makama kimin geleceğini belirlemekten ibaret olduğu, zaten biraz fazla tuzukuruları yansıtan bir düşüncedir. Bu düşünce, memlekette onca fırtına eserken oyunu belirli bir partiye demirlemek biçiminde tezahür edebileceği gibi, sandığa gitmekte gösterilen üşengeçlikle veya “dünyayı ben mi kurtaracağım” kayıtsızlığıyla da dışa vurulabilir. 

Bunun karşısındaki teze göre ise seçim sadece bir seçim değildir ve daha büyük anlamları barındırmaktadır. Memleket elden gidecek veya kurtuluş saati çalacaktır! 

Oysa seçimin önemi, memleketin tarihi belli bir gün batmasından veya çıkmasından kaynaklanmaz. Herhangi bir seçimin böyle bir gücü yoktur. Seçim daha ziyade bir aynadır veya bir onay mekanizmasıdır. Eklemeliyim, olağan dönemlerde. “Olağanın” buradaki karşıtı devrimci durumdur; devrimci durumda bütün davranış kalıpları değişecek ve toplumun gerçekten hareket eden bir organizma olduğu asıl o gün görünür hale gelecektir. O zaman bir seçim başka çok şeyi ifade edebilir. Ama olağan durumlarda oyların toplam sonucu ya var olana ayna tutar, ya da olup biteni onaylar. Bunun ötesinde bir karar anı değildir seçim. Örneğin 2002 seçimleri Türkiye’de sermaye düzeninin krizli bir on yılı dinselleşme yolundan aşma kararının teyit edilmesidir. Veya 2011’de 1923 Cumhuriyetinin çözülme süreci çıplak biçimde aynaya yansımıştır. Geçtiğimiz yıl bir Cumhuriyet kurumu olarak TBMM’nin de, söz konusu çözülmenin girdabına kapıldığı seçim sonuçlarıyla gösterilip onaylanmıştır…

Seçimin ne olup ne olamayacağını daha fazla uzatmayacağım. Ama bir hatırlatma yapmadan da edemiyorum. Sömürü düzeninde, yani kapitalizmde parlamenter seçim sermayenin egemenlik mekanizmalarından bir tanesidir. Seçim düzeni değiştirmenin bir aracı olamaz. Ancak sermaye egemenliğinin güçlenip gerilemesinde seçimlerin de bir rolü vardır. İşte belirli bir tarihte yapılacak olan seçime bu sınırlılık içinde bir anlam yüklenebilir. Bu anlam her defasında kendine özgüdür, bir güncel bağlama oturur.

Peki, 31 Mart 2024’te ne olacaktır? 

Kimileri bu soruyu “fazla teorik” bulabilir. Böyle bir düşüncenin arkasında, teorinin gerçek yaşamla ilişkisini ihmal edilebilir gören bir varsayım sırıtmaktadır. Oysa 31 Mart’ın özgün anlamı somut oy davranışını kuvvetle etkileyecek bir faktördür. 

Günün kendine özgü anlamının dışında, bana sorarsanız, komünistler ilkesel olarak, ve hatta düzenden rahatsız olan herkes düzen değişikliği için mücadele veren komünist partiye oy vermelidir. Öyle ki, kazanır mı kazanmaz mı, verdiğim oy seçtiğim parti veya adayın ötesinde neye hizmet eder türünden “stratejik” sorular bu ilkenin karşısında çöptür. Strateji kuşkusuz değerlidir. Düzeni değiştirme mücadelesine güç katmaktan daha yüksek bir stratejik değer de yoktur.

Burada bu ilkeyi tartışmak değil 31 Mart’ın özgün anlamına ilişkin birkaç not düşmek istiyorum.

Bir: Türkiye büyük bir emekçi sıkışmasına sahne olmaktadır. Son birkaç yılda yaşadığımız emeğe saldırı benzersizdir. Seçimden önce bu saldırı toplumun temel ayrışma çizgisi haline gelmedi, getiremedik. Öyleyse 1 Nisan itibariyle şiddetin artacağından emin olabiliriz. 31 Mart buna set çekme yönünde bir işaret, bir deklarasyon, emekçiler açısından bir güçlenme göstergesi oluşturmalıdır.

İki: Bir üst paragraftaki derdin kaynağı halkın yaşananların farkında olmamasında değildir. Halkımız, son derece örgütsüz olduğu için, çaresiz bireylere ve cemaatlere bölündüğü için yaşananların karşısına dikilme gücünü kendinde hissetmemektedir. 31 Mart emekçilerin, yoksulların sınıfsal örgütlülüklerinin gelişmekte olduğunu ilan etmelidir.

Üç: Düzen belediyeciliği emeğe dönük saldırıyı her hizmetin alınıp satılır hale gelmesi yoluyla da şiddetlendirir. Birbirlerini tamamlayarak aynı çarkları döndüren ve bundan gerisi umurlarında olmayan düzen partileriyle karşı karşıyayız. Ortak paydalarının üstünü bir itiş kakışla örtüyorlar. İtiş kakış sözünü, dinci iktidarın karşısında laikliği gerçekten umursayan bir muhalefetin olmadığı anlamına kullanıyorum. İtiş kakış sözünü, hırsızın şeriatçısı moderni olmaz anlamında kullanıyorum. 31 Mart’ta söz konusu örtü mümkün olduğunca kaldırılmalı, düzen dışı seçenek güç kazanmalı, hırsızlarla işbirliği yapanın elinde patlamalıdır.

Dört: Olağandışı bir gelişme olmadığı takdirde 2028’e kadar seçim olmayacaktır. Miadı çoktan dolan Erdoğan-AKP-Cumhur ittifakı modelinin yerine ne konacağı bu süre içinde belirginlik kazanacak. 31 Mart bu oluşum sürecinin kritik bir momentidir. Oylar, bir belediye başkanını veya meclis üyesini belirlemenin ötesinde ülkenin kaderine ilişkin temelli bir tartışmaya katılmanın aracı olacaktır. Sermaye diktatörlüğünün, başkanlık rejimi kalıcılaştırılarak, halkı zerre kadar umursamadan, din istismarını yükselterek ve düzen siyasetinin iç çatışmalarını yumuşatarak sürdürülmesine karşı halkın sesi yükselmelidir. 31 Mart’ta bu ses yankılanmalıdır. 

Son olarak, bir noktayı tersinden ifade edersem, 31 Mart solun bölünmüşlüğünü gidermemelidir. Solun bir dizi kesimi uzun yıllardır eleştirdiğimiz bağımlılık ilişkisinde son aylarda sıçrama kaydetmiştir. CHP veya DEM Partiye yaslanan sol kesimlerin yukarıdaki maddeler çerçevesinde ilerletici bir işlevi üstlenmeleri mümkün değildir. 31 Mart, bu ilkesiz ve uzlaşmacı “sol” taktikleri itibarsızlaştırmalıdır.

Seçim yalnızca ilan edilmiş adaylardan hangisinin görevlendirileceği sorusuna yanıt aramaz. Seçim asla seçimden ibaret değildir. Yukarıdaki çerçeve Türkiye’de devrimci bir komünist parti olsa da olmasa da geçerlilik taşırdı. Bereket öyle bir parti var ve 1 Nisan’da ileriye doğru güçlü bir adım atmak mümkün. Ama “ayna” demiştim ya; bunun için önce yansıyacak olan gerçeği değiştirmek gerek. Yani önümüzdeki yaklaşık üç haftalık sürede emekçi halkı daha örgütlü hale getirmek, düzeni daha çarpıcı biçimde deşifre etmek…

                                                           /././

Öfkeyle şarkı söyleyen kadın: Nina Simone (Erhan Nalçacı)

Nina Simone’un müziği tüm dünyada sınıf mücadelelerinde niteliğin ve öfkenin birleşiminin nasıl etkili bir araç olabileceğini bize gösterdi.

Okuyucularımızın geçmiş dünya emekçi kadınlar günü kutlu olsun. Üzerinden bir gün geçmiş de olsa Nina Simone’u anmak için iyi bir fırsat.

Onun büyük bir öfke ve ciddiyetle söylediği şarkılarını dinleyenler sözlerini anlamasa bile sadece büyük bir yetenekle değil bir isyan ile de karşılaştığını hemen anlar.

                                           Nina Simone 1960’larda bir konseri esnasında

Nina Simone 1933 yılında ABD’de, Kuzey Karolina’da sekiz çocuklu yoksul bir emekçi ailenin çocuğu olarak doğar. Kilise korosunda söyler, müziğe olan yeteneği erken yaşta anlaşılır ve piyano eğitimi alır. New York’ta bir müzik okulunda Bach, Shopen, Schubert gibi klasik bestecilerin eserlerinin yorumu üzerine çalışır. Filedelfiya’daki Curtis Müzik Enstitüsü sınavlarına girer ancak üstün performansına karşılık okula muhtemelen ırkçı eğilimler nedeniyle kabul edilmez.

Bir gece kulübünde çalmaya başlar ve şarkı söylemesi de istenir. 1950’lilerde kategorize edilmesi kolay olmayan bir tarz geliştirir. Klasik müzik eğitimi ile piyano çalarken özgürce kontralto sesiyle şarkı söyleyen Nina hızla tanınır, çok sayıda plak doldurur. Caza benzer ama sanki caz da değildir yaptığı müzik. Bu konuyu uzmanlarına bırakmak en iyisi, ancak bu yazıya konu olması Nina Simone’un Afrika kökenli ABD halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesinde aldığı yerden ve eşsiz sanatını 1960’lı yıllarda bu toplumsal mücadelede araç olarak kullanmasından kaynaklanıyor.

ABD tarihi; 2. Dünya Savaşı sonrası “Hadi şimdi orta sınıflaşıyoruz ve eğleniyoruz” tatavası yüzünden sanki toplumsal mücadeleler açısından sakinmiş gibi gözükür, oysa bütün tarihi şiddetli sınıf ve toplumsal mücadelelerle örülmüştür.

1950’lerin sonuna doğru ABD’de siyahi halk derin bir toplumsal eşitsizlik yaşıyordu, çok daha yoksul ve sağlıksız olmalarının yanı sıra sürekli olarak aşağılanıyorlardı. Buna karşı isyan 1955’ta Alabama’da patlak verdi. Kırk üç yaşındaki gündelikçi terzi Rosa Parks belediye otobüsünün “beyazlara” ayrılan bölümüne oturduğu için tutuklandı. Tutuklanışından üç ay sonra şunu söyleyecekti:

Öncelikle, bütün gün çalışmış olduğumdan ayakta duracak halim kalmamıştı… Şoför benden bir şey istedi ve ben de istediği şeye uymak istemedim. Polisi çağırdı, beni tutukladılar ve hapse attılar.

İsyan dalga dalga geldi. Her yerde siyahi halk toplumsal eşitlik için ayaklandı. Egemen sınıf bazı noktalarda geri adım atmak zorunda kalsa da büyük bir tutuklama ve şiddet kampanyası ile yanıt verdi.

Fotoğrafta 1960’ların başında toplumsal kalkışmaya karşı uygulanan polis teröründen bir sahne belgeleniyor.

1963’te toplumsal eşitlik için mücadele eden ve sürekli tehdit altında olan Medgar Evers evinin önünde bir mahkemeden dönerken kurşunlanıp öldürüldü. Aynı günlerde siyahilerin gittiği bir kilisenin bombalanması sonucunda dört kız yaşamını yitirdi.

Bu iki olay karşısında Nina Simone “Lanet Olası Mississippi” (Missisippi Goddam) şarkısını söyler. Aşağıdaki linkten öfkesini ve üzüntüsü izleyebilirsiniz. O dönemde böyle bir şarkıyı ortaya koyabilmek büyük cesaret işidir. Şarkının radyolarda çalınmasına izin verilmez.                      

                                  (https://youtu.be/pNlGJyx5AAM)

Kitlesel hale gelen ayaklanmada farklı tarzlar ve liderler ortaya çıkar. Martin Luther King pasif ve kitlesel bir direnişten yanayken Malcolm X gibi liderler ise bir iktidar sorunu tanımlamakta ve daha militan bir mücadeleyi örgütlemeye çalışmaktaydılar. Bütün bu çevrelerin içinde olan Nina Simone ikinci akıma daha yakındır. Şarkıları isyan hareketi tarafından marş gibi söylenir.

1963’te Martin Luther King Waşington’da düzenlenen yüz binlerin katıldığı mitingde ünlü konuşmasına yapar. 
ABD tekelci sermayesi bir yandan ayaklanmayı düzen içinde sindirmeye bir yandan da kirli ve canice pragmatizmiyle ezmeye çalışmaktadır. 1965’te Malcolm X muhtemelen FBI’ın yönlendirdiği bir suikastla öldürülür.

Martin Luther King’in sonunu getiren ise yoksullara ve işçi sınıfına dönmesi olmuştur. 1968’te başkentte gerçekleştirilen Yoksulların kamp eylemini düzenin sindirmesi mümkün değildi. Hemen sonrasında ise aşağıdaki fotoğrafta bir anı görülen Memfis’te temizlik işçilerinin grevine destek için katılmış, FBI tarafından düzenlenen bir suikastla öldürülmüştür.

Menfis’te 29 Mart 1968’de çekilen fotoğraf temizlik işçilerinin grevi esnasında işçilerin kolluk kuvvetlerinin basıncı altında “Ben bir insanım” dövizi ile yürüdükleri görülüyor. Martin Luther King birkaç gün sonra bu grevi desteklemek için geldiğinde öldürülecektir.

Nina Simone’un Martin Luther King öldürüldükten sonra söylediği ve derin üzüntüyü yansıtan şarkıyı aşağıdaki linkten dinleyebilirsiniz: Neden aşkın kralı öldü? 

                                               (https://youtu.be/d3jiFbOMr8E)

ABD tekelci sermayesi 1970’li yıllarda kısmen isyanı kontrol altına alabildi. Bunun için sadece cinayet ve baskıları kullanmadı. Bir yandan en yoksul siyahi gençliği uyuşturucu bataklığına sürüklerken bir yandan da bir kesimi Rockefeller gibi mali devlerin desteği ile “orta sınıfa” kazanmaya çalıştı. 

Nina Simone ise plak şirketlerinin hileleri, vergi borçları ile yurt dışına gitmeye zorlandı. Önce Afrika’ya, sonra Avrupa’ya giderek sanatını sürdürdü. Ancak daha popüler bir müzik tarzını seçti. 2003’te yaşama gözlerini yumdu.

Nina Simone’un müziği tüm dünyada sınıf mücadelelerinde niteliğin ve öfkenin birleşiminin nasıl etkili bir araç olabileceğini bize gösterdi.

Bugün ABD işçi sınıfı ise köken farkına bakmaksızın sınıf mücadelesini yükseltiyor ve düzen için çok daha tehlikeli bir sınıfsal zeminde örgütleniyor. 

                                                                /././

Karadenizli delikanlı (Orhan Gökdemir)

Karadeniz kasabalı esnaflardan ibaret değil. Kıyısında, dağlarının yamaçlarında hırçın ve asi çocuklar var hâlâ. Karadeniz biziz. 15’leri denize attıkları yerden karaya çıktık biz.

Yandaşların yandaşı Ahmet Hakan telaşlı. Şöyle diyor son yazısında; “Bundan üç ay önce bana ‘Erdoğan, İstanbul seçimlerinde sahaya çıkmalı mı?’ diye sorsalardı vereceğim yanıt şu olurdu: ‘Hiç karışmasa en iyisini yapmış olur.’ Ancak en son gelinen şu ‘başa baş’ noktasında ben artık farklı düşünüyorum. Ve diyorum ki Erdoğan, İstanbul’da sahaya inmeli. İlçe ilçe, semt semt mitingler yapmalı. Karadenizliliğini konuşturmalı. AK Parti’den kaçacak oyların kaçmasına engel olmalı. Seçim kazanma deneyimini devreye sokmalı. Seçmenini konsolide etmeli…”

Hepsini geçtim, “Karadenizliliği konuşturma” kısmına takıldım. Nasıl olacak o iş bilemedim. Bence ortalıkta konuşturulabilecek bir Karadenizlilik de yok zaten. Esnaflık konuşuyorsa Karadenizlilik susar! 

Peki bu telaş neden? Çünkü İstanbullunun önün koydukları Dalton’un Averell Dalton olduğu ortaya çıktı. En uzun ve en toy olanı yani. Averell’in özelliği aklıyla boyu arasındaki orantısızlıktır. Malum, bir de yeme takıntılıdır ve sürekli “ne zaman yiyeceğiz?” diye sorarak Joe’yu kızdırmasıyla meşhurdur.

Averell’in karşısında bir başka Karadenizli var üstelik. İş hayatına Akçaabat köftesi satarak başlamış, oradan müteahhitliğe, sonra müteahhitlikten siyasete atlamış. Bir kıyı ilçe başkanlığından büyük şehre zıpladı ilişkileri sayesinde, şimdi son makamından güç alarak ülkeyi düzlemeye çalışıyor. 

Fakat bunda da köftesi dışında bir Karadenizlilik bulmamız zor. Kasaba esnaflığı demek daha doğru bunlara. Koca ülkenin teslim olduğu işte bu. 

Karadenizlilik inşaat ve para kazanmaktan ibaret değil halbuki. Karadenizlilik demek asilik demek, gözü karalık demek, zekâ ışıltısı demek. Bizim Gamze Yücesan’ın deyişiyle, Karadeniz’de halk sınıflarının kültürüne içkin derin bir devrimci romantik damar vardır her zaman. “Karadenizliyim derken Fransız Marksist Daniel Bensaid’in emekçiler için kullandığı şu cümleleri tümüyle sahipleniyorum: ‘Koşullara bağlı olarak, bu kişiler en şaşırtıcı cesaret kadar en hazin korkaklığı da gösterebiliyorlardı. Onlar kahraman değillerdi. Çelişkiyle, naiflikle ve kurnazlıkla dolu karakterlerdi. Ama onlar, benimkilerdi.” Böyle devam ediyor damar tarifi. 

Romantik damar… İşte bu bizi gerçek Karadenizliliğe yaklaştırabilir. Duygusallık, dünyayı yeniden büyülü kılma isteği, hayalcilik, ütopyacılık, coşkunluk, insana olan inanç ve hesapsızlık, hepsi o damarın içindedir. Biz şimdi hepsini toplayıp adına devrimcilik diyoruz. Esnaflıkla ve kasabalılıkla taban tabana zıttır. 

***

Karadeniz hırçın kız,                                                        
Dağıt alnın üstünden perçem bulutlarını, o kara saçlarını
Sallayalım mendili Rize’den, Trabzon’dan.
Hazırlan düğününe Giresun’dan, Ordu’dan.
Karadeniz hırçın kız,  
Ver elini coşalım, dağlarla buluşalım, bir horon tutuşalım…

Karadenizli şair Yaşar Miraç’ın dizeleri bunlar. “Trabzonlu Delikanlı” kitabı, askeri darbeden iki hafta sonra, 1980 Eylül'ünün son günlerinde TDK Şiir Seçici Kurulu'nca birincilik ödülüne değer görülmüştü. Cunta yandaşı yazarlar, dönemin sağcı gazetesi Tercüman üzerinden şaire karşı saldırıya geçti. Sıkıyönetim şairin “Taliplerin Ağıdı” ve “Trabzonlu Delikanlı” kitabını yasakladı.

Cuntabaşı Kenan Evren, Yaşar Miraç'ın “Taliplerin Ağıdı” adlı kitabında Sinan Cemgil'i öven şiirini kastederek TDK için şunları söylemişti: “O kurum, bir zamanlar dağlarda gezen eşkıyayı öven, jandarmaları kötüleyen şiirler yazmış ve eşkıyayı kahraman yapmış bir şiir kitabına birincilik ödülü vermiştir.” “Netekim” TDK’nın sonunu getirdi bu. 

E bu işaretin karşısına kim durabilir? Yaşar Miraç da kendini sınır ötesinde buldu. Yıllar sonra Talat Turhan’ın evinde karşılaştık. Her haliyle bir Trabzonlu delikanlıydı.

***

Ver elini coşalım, dağlarla buluşalım, bir horon tutuşalım… Dağlarda horon tutuşan ne çok Karadenizli var. Mustafa Suphi benim gibi bir tarafı Samsunlu bir tarafı Giresunlu. Harun Karadeniz Alucra köylerinden birinden. Ortaokulu Bulancak’ta, liseyi Samsun’da bitirdi. Çünkü Alucra’da ortaokul, Bulancak’ta lise yoktu o zamanlar. Mehmet Fatih Öktülmüş Trabzonlu, Osman Yaşar Yoldaşcan Giresunlu, Sinan Kukul Trabzon Beşikdüzü’nden. Cihan Alptekin Rize Ardeşenli, Mahir Çayan Samsunlu. Terzi Fikri Fatsalı, Kazım Koyuncu Hopalı. Karadeniz’de doğdular ve inançlarının yoluna baş koydular. Bahtları kara fakat yüzleri aydınlıktır. 

***

Trabzon otogarındayım, Bulancak’a gideceğim, nasıl gideceğimi bilmiyorum. Birine yanaştım, ‘Bulancak’a nasıl gidebilirim?’ diye sordum, ‘bilmiyor musun orayı?’ dedi. ‘Hayır’ dedim, ‘madem bilmiyorsun niye gidiyorsun o zaman?’ dedi.” Gamze Yücesan’ın anısı. Anlaşılsın diye anlatıyorum, bu, başka türlü bir akıl yürütmedir. 

Birkaç gün önce İstanbul’un kenar ilçelerinden Beylikdüzü’nde seçim çalışmasındayız. Konuşmalar bitti, adet olduğu üzere etrafta olup da yan gözle izleyenlere de “hoşça kal” turu yaptık. Selamlaşa el sıkışa köşede bir masaya yaklaştık. Üç kişi oturuyor masada. Rahatsızlar kendilerine yaklaşmamızdan, her hallerinden belli. Biri döndü, “biz Bayburtluyuz” dedi. Anladım demek istediğini. E Komünistiz ama biz de Giresunluyuz, Bayburt’un ne kabahati var? Doğduğun yerin toprağında değil sorun, sende. Hiç romantizm bulaşmamışsa Karadenizli olmadığın kesindir zaten. 

Ver elini coşalım, dağlarla buluşalım, bir horon tutuşalım…

Karadeniz kasabalı esnaflardan ibaret değil. Kıyısında, dağlarının yamaçlarında hırçın ve asi çocuklar var hâlâ. Karadeniz biziz. 15’leri denize attıkları yerden karaya çıktık biz. Denizin karanlığını denizde bıraktık, ondan bu kızıllığımız. 

Madem düştük denizine, bir Karadeniz kitabı yapacağız artık, şart oldu. Sözümüz olsun; Karadeniz bunu bilsin derinliklerin….

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder