10 maddede seçim sonrası emeği bekleyen tehlikeler (Aziz Çelik)
31 Mart 2024 seçimleri siyasi iktidarın ve onun izlediği ekonomi politikasının yenilgisiyle bitti. Emekçiler, dar gelirliler yoksullaştıran politikalara kırmızı kart gösterdi. 9 günlük bayram tatili de bitti.
Şimdi yeni bir dönem başlıyor.
Halk desteğini kaybetmiş hükümet ne yapacak? Hükümet halkın gösterdiği kırmızı kartın gereğini yapar mı? Yoksullaştıran ekonomi politikalardan vazgeçer mi? Hiç sanmıyorum. Bu yönde hiçbir belirti yok. Hükümet şimdi seçimsiz bir 3-4 yılın hesabını yapıyor ve bu seçimsiz dönemde acı reçeteyi uygulamak niyetinde.
Ancak toplumsal olayları mühendislik gibi tasarlayamazsınız. Toplumsal gelimeler sadece hesap kitap işi değildir. 31 Mart gibi beklenmedik tepkiler ortaya çıkabilir. Detaylı verilere ve istatistiklere gerek yok. Hükümetin izlediği ekonomi politikası emekçi sınıfları daha da yoksullaştırdı. Fiyatlar dizginlerinden boşaldı. Gelirler ve fiyatlar arasındaki bağ iyice koptu. Geleceksizlik duygusu, umutsuzluk artıyor. Borç sarmalı derinleşiyor. Maalesef bu politikalarında önemli bir değişiklik olmayacak. Önümüzdeki dönemde olabilecekleri on maddede yazmaya çalıştım.
1-Pahalılık artacak
Seçimden sonra enflasyon artmaya devam edecek. Başta elektrik ve doğalgaz olmak üzere ertelenen zamlar yapılmaya başlanacak. Simit fiyatının dahi baskı yapılarak ertelendiği düşünülecek olursa seçim sonrası zam yağmuru şaşırtıcı olmayacak. Zamlar sadece kamunun yönlendirdiği fiyatlar için söz konusu olmayacak. Vergi artışları da özellikle KDV artışları şaşırtıcı olmayacak. Hem baz etkisi hem de fiyat artışları nedeniyle enflasyon tırmanacak. Yüzde 36’lık yıllık enflasyon hedefinin tutması mucize olacak. Enflasyon tahmininde revizyon gecikse de enflasyonun kendisi gecikmeyecek.
TÜİK’in özellikle temmuz ayı öncesinde enflasyon ölçümünde nesnel olup olmayacağı belli değil. Özellikle son birkaç yıllık enflasyon ölçümündeki şaibeler TÜİK’in enflasyon ölçümü konusunda güven vermiyor. Pek çok emek gelirinde TÜFE belirleyici olduğu için TÜİK’in enflasyonu doğru ölçmemesi yoksullaşmayı daha da artıracak.
2-Kemer daha da sıkılaşacak/kamu harcamaları kısılacak
Hükümetin enflasyonla mücadeledeki yegane yaklaşımı sıkılaştırma ve talebin kısılması. Bunun kamu harcamaları ve emek gelirleri üzerinde doğrudan olumsuz etkisi olacak. Bir yandan memur maaşlarını, emekli aylıklarını kısacaklar, bütçe içindeki paylarını düşürecekler öte yandan diğer kamu harcamalarında da kısıntıya gidecekler.
Merkez Bankası tarafından 5 Nisan 2024’te Hükümete yollanan mektupta yer alan “asgari ücretin yılda bir kez güncellenmesi, yönetilen/yönlendirilen fiyatlar ile ücret ve vergi ayarlamalarında OVP’de sunulan enflasyon tahminlerinin gözetilmesi ve para politikasındaki sıkı duruşun ihtiyatlı maliye politikası ile desteklenmesi, öngörülen dezenflasyon patikasının tesis edilmesi açısından kritik bir önem taşımaktadır” ifadesi izlenecek politikanın özüdür.
Hükümetin ise elinde sadece çekiç var. O çekiç “talebi kısalım, enflasyon düşsün” ezberidir. Ellerinde sadece çekiç olduğu için herkesi çivi sanıyorlar. Başka araçları yok, başka yol bilmiyorlar. “Kamuda tasarruf” söylemi bu yaklaşımın sonucu. Kamu şirket değil. “Kamu tasarruf etsin” demek, kamu hizmetinden tasarruf edilsin halka hizmet azalsın demektir. Kamu harcamalarının kompozisyonun yeniden düzenlenmesi, yeniden yapılandırılması ve önceliklerinin değişmesi başka şeydir kamu harcamalarını kısmak başka şeydir.
3-Asgari ücret temmuzda artmayacak
Asgari ücret uzun bir aradan sonra 2022 ve 2023 yıllarında ocak ve temmuz aylarında yılda iki kez artırıldı. Gerek seçimler gerekse yüksek enflasyon nedeniyle asgari ücretin yılda iki kez artırılması kaçınılmaz oldu. Öte yandan bu asgari ücret artışlarının bizzat hükümet dahası Cumhurbaşkanı tarafından yapıldığı algısı yaratıldı ve asgari ücretin saptama yöntemi laçkaya döndü. 2022 ve 2023 yıllarında yapılan dört asgari ücret artışı Mayıs 2023 seçimleri açısından önemli bir rol oynadı.
Ancak 31 Mart 2024 seçimlerine gidilirken asgari ücrete Temmuz 2024’te ara zam yapılmayacağı ilan edildi. Bu tutum izlenen ekonomi politikasının beklenen bir sonucuydu. Nitekim Merkez Bankası da seçimden sonra hükümete yolladığı mektupta asgari ücrete ikinci bir zam yapılmaması istendi. İşverenler de asgari ücrete ikinci bir zamma karşı. Türk-İş’in asgari ücret için yeri göğü inletmesi ise beklenmiyor. Tersine sendikalı işçi ücretlerinin asgari ücrete yakınsaması nedeniyle asgari ücret artışında çok ısrarlı değiller. Bu durumda temmuzda asgari ücret zammı mümkün görünmüyor.
3-Emeklilere ara zam olmayacak
Seçimden önce emeklilere dönük çok sayıda müjde balonu uçuruldu. AKP yöneticileri sahada emeklilerin öfkesinin büyük olduğunu gördüler. Ancak hükümet sıkı para politikasından taviz vermedi ve seçimden önce emeklilere dönük iyileştirme yapılmadı. Emekli bayram ikramiyesi de beklenenin çok atında kaldı. Bunun yerine banka promosyonu gibi uydurma müjdeleri devreye soktular. Emeklilere seçim öncesi zam yapılmaması izlenen kemer sıkma politikasının katılığını gösteriyor. Kritik bir seçim eşiğinde emeklilerin oy davranışını etkileyecek adımı atmayan hükümet seçim sonrasında hiçbir adım atmaz. Temmuz ayı öncesinde emekli aylıklarında bir düzeltme ihtimali sıfırdır. Temmuzda ise yasa gereği işçi ve Bağ-Kur emeklilerine 6 aylık resmi enflasyon oranında zam yapılacak.
Emekliler açısından kritik unsur ise halen 10 bin TL’ye tamamlanan emekli aylıklarında temmuzda yeni bir tamamlama işlemi yapılıp yapılmayacağıdır. Eğer yeni bir tamamlama işlemi yapılmazsa ve 10 bin TL TÜFE oranında artmazsa emeklilerin bir bölümü resmi enflasyon kadar bile zam alamayacaklar.
4-Memur ve emeklileri enflasyon altında ezilecek
Temmuz ayında kamu görevlilerini ve onların emeklilerini büyük bir sürpriz bekliyor. Enflasyonun yaklaşık 5 puan altında zam alacaklar. 18 Mart 2023’te BirGün’de yazdığım “Memurlar ve emeklileri için büyük kayıp kapıda: Tehlikenin farkında mısınız?” başlıklı yazımda Temmuz 2024’te memurları ve memur emeklileri bekleyen tehlikeyi yazmıştım. İsteyenler yazının ayrıntılarına bakabilir: tinyurl.com/2dcat8bl
Memur-Sen, Hükümet ve Hakem Kurulunun ortak ürünü olan toplu sözleşmedeki zam formülü nedeniyle temmuz ayında memurlar ve memur emeklileri resmi enflasyon kadar bile zam alamayacak. İzlenen ekonomi politikası nedeniyle hükümetin bu kaybı telafi edecek bir yasal düzenleme yapması mümkün değil. Öte yandan Temmuz 2023’te memurlara yapılan ilave ödemenin (halen 12 bin 147 TL) emekli aylıklarına ve ikramiyelerine yansıtılmaması nedeniyle memur emekli aylıklarının maaşa oranı düşmeye devam edecek.
5-Borç sarmalı derinleşecek
Hükümet talebi baskılamak için kredi ve kredi kartı faizlerini yükseltse de alım gücü düşen vatandaş kredi kartına yükleniyor. Bireysel kredi kartı borçları Mart 2024 sonu itibarıyla 1 trilyon 400 milyar liraya yaklaştı. Taksitsiz borçlar 780 milyar TL oldu. Mart 2023’te kredi kartı borcu 550 milyar TL, taksitsiz borç ise 271 milyar TL idi. Böylece kredi kartı borcu bir yılda yüzde 150, taksitsiz kredi karı borcu da yüzde 187 oranında artmış oldu. Dikkat çekici olan artan kredi kartı faizlerine rağmen borçlanmanın derinleşmesidir. Derinleşen yoksulluk nedeniyle bu tefecilik sisteminin daha da derinleşeceği ve borç krizinin dahada büyüyeceğini söylemek kehanet değil. Finans kapital kazanırken dar gelirliler daha da yoksullaşacak.
6-Emeklilikte adalet başka bahara kaldı
Gerek kademeli emeklilik gerekse emeklilik sistemindeki diğer adaletsizlikler kolay kolay düzelmeyecek. Çünkü sosyal güvenlik sisteminin giderlerini kısmayı hedefliyorlar. Bu yüzden EYT sonrası gündeme gelen “1 gün farkla 17 yıl geç emeklik” gibi adaletsizliklerin düzelmesi ve kademeli emeklilik konusunda adım atılması kısa vadede söz konusu değil. Yeni EYT benzeri bir emeklilik düzenlemesi en azından seçime kadar gündeme gelmeyecek. Ayrıca emekliler arasında giderek derinleşen emekli aylığı adaletsizliğini giderecek bir intibak düzenlemesi de gündemde değil.
7-İşsizlik tehlikesi
Seçimler öncesinde istihdam düzeyi korunmuş ve artmış olmasına rağmen buna çok kıymet atfedilmediği, bir diğer ifadeyle istihdamı korumak ve artırmanın AKP’nin oylarını korumaya ve artırmaya yetmediği görüldü. Bakılması gereken yer doğrudan istihdamdan ziyade geniş tanımlı işsiz sayısı ve oranındaki artıştır. 2024'te geniş tanımlı işsizlik pandemi dönemi hariç en yüksek düzey ve orana ulaştı. Pandemi öncesinde yüzde 20’nin altında olan geniş tanımlı işsizlik oranı pandemide yüzde 29’a kadar çıktı ve ardından Ocak 2023’te yüzde 21’e kadar geriledi. Ancak Ocak 2024’te yüzde 26,5’a yükseldi. 2023 Ocak ayında 8,3 milyon olan geniş tanımlı işsiz sayısı Ocak 2024’te 10,5 milyona yaklaştı. 1,4 milyon olan zamana bağlı eksik istihdam sayısı 3,2 milyona çıktı.
Düzensiz ve daha kısa sürelerle çalışanlar artan ekonomik sıkıntılar karşısında daha fazla çalışmak istediler. 2023 Ocak ayında 2,9 milyon olan potansiyel işgücü 2024 Ocak ayında 4 milyonu geçti. Potansiyel işgücü iş bulma ümidini kaybeden işsizler ile referans haftasında iş aramayan ama iş bulursa çalışmaya hazır olanları ifade ediyor. Seçimler üzerinde asıl etkili olanın istihdam düzeyinden ziyade geniş tanımlı işsizlikteki hızlı artış olduğu görülüyor. Hükümetim izlediği yüksek faiz ve sıkılaştırma politikalarının işsizliği artırıcı yönde bir etki yaratacağını söylemek mümkün. Önümüzdeki dönemde hem açık hem de geniş işsizlikte artış şaşırtıcı olmayacak
8-Daha fazla esneklik kapıda-Kıdem tazminatı yine hedefte
Seçim sonrasında çalışma hayatında daha esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerinin artırılması gündeme gelecek. Bir süredir Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu ve Bakanlık tarafından hazırlıkları yapılan çalışma mevzuatı değişikliklerinin esnekliği artıracağı sır değil. Orta Vadeli Programda öngörülen esnek düzenlemeler belirli süreli iş sözleşmesinin yaygınlaştırılması gibi işverenlerin uzun süredir talep ettiği düzenlemeler yanında kıdem tazminatının Tamamlayıcı Emeklilik Sistemine (TES) aktarılarak tasfiye edilmesini de içeriyor. Seçim sonrasında bu hazıklıkların hızlanması şaşırtıcı olmayacak. İşçilere verilecek sembolik bazı tavizler karşılığında bu tip köklü değişiklikler gündeme gelebilir.
9-Hukuksuzluk artacak
Hükümetin hukuka dönmesi ve otoriter rejimden vazgeçmesi yönünde işaret yok. Yarattıkları yargı aygıtı adalet dağıtmıyor. AKP’nin “Kopenhag kriterleri, “AB üyeliği” diye çıktığı yolda evrensel hukuk kurallarını ve hukuk devletini “gayri milli” ilan eden Carl Schmitt özentisi bürokratik oligarşinin yargı sistemini belirlediği ucube bir yapı ortaya çıktı. İşin ironik yanı hukukta içe kapanan bu zihniyetin iktisadi alanda pespaye bir neoliberalizmin koruyucusu işlevi görmesi. Bunca yoksulluğu, adaletsizliği ve eşitsizliği hukuk devletiyle sürdürmek zor. O yüzden neoliberalizm (acı reçete) daha otoriter bir rejime ihtiyaç duyuyor. Yukarıdaki sert yoksullaştırmanın hukuk içinde yapılması zor. O yüzden daha fazla hukuksuzluğa ihtiyaç duruyorlar.
10-Toplumsal muhalefetin rolü ve erken seçim
Emeği bekleyen bu yakın tehlikeler karşısında birbiriyle bağlantılı iki çıkış yolu var: demokratik muhalefetin yükselişi ve erken seçim. Demokratik bir rejimin olmazsa olmazı olan toplu hak arama yolları rejimin bürokratik oligarşisi tarafından kriminalize edilmeye çalışılsa da emeğin toplu eylem yoluyla hakkını araması temel anayasal ve evrensel bir haktır. Sendikal hareketin fazlasıyla hükümet kontrolünde olması önemli bir dezavantaj olmasına rağmen “güneş çarığı çarık ayağı sıkacaktır”. Yoksullaştırıcı politikalara karşı toplumsal tepki artacaktır.
Öte yandan hükümetin seçimlerde aldığı ağır yenilgi kısa bir süre sonra erken seçim tartışmasını gündeme getirecektir. İzlenen ekonomik politikanın yaratacağı tahribat erken seçim beklentisini artıracak ve hükümetin meşruiyetini zayıflatacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde Türkiye’nin gündemi yapay bir Anayasa tartışması değil erken seçim olacaktır.
***
BirGün’ün 20 yılı kutlu olsun!
BirGün onca zorluğa rağmen 20 yılı geride bıraktı. Otoriter bir rejim altında 20 yıldır emekten, hukuktan ve gerçekten yana gazetecilik yapmak kolay iş değil. Yayına başlamasından kısa bir süre sonra yaklaşık 20 yıldır düzenli olarak yazdığım BirGün’ün 20. yaşını kutluyorum. BirGün’ü bugünlere taşıyan emekçilere ve okurlara alkışlar. Nice 20 yıllara!
/././
İran’ın İsrail’e misillemesinin anlattıkları (İbrahim Varlı)
Beklenen oldu, İran günler öncesinden duyurduğu “misilleme” saldırısını gerçekleştirdi.
300’ün üzerinde İHA, seyir füzesi ve balistik füzeyle gerçekleştirilen saldırı 1 Nisan’da İsrail’in Suriye’de İran konsolosluğunu vurmasına bir yanıttı.
Ortadoğu’da savaş çanlarının çalmasına neden olan saldırıyı pek çok açıdan okumak mümkün.
>> Bu bir “kontrollü” saldırı mıydı?
Saldırı 8 Ocak 2020’de Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin intikamını almak için Irak’taki Amerikan üslerine yönelik “haberli” saldırının benzeri. İran, ABD’ye dolaylı şekilde Erbil ve Anbar’daki üslerini vuracağını bildirmiş ve saldırı sınırlı kalmıştı. Benzer şekilde dün gece pek çok noktadan havalanan Şahid dronları da adrese teslim şekilde İsrail’deki noktaları hedef aldı. Askeri hedefler dışında bir yeri vurmayacağını açıklayan Tahran’ın 48 saat içerisinde İsrail’i hedef alacağını Amerikan kaynakları günler öncesinden duyurmuştu. Tarafların tümü neredeyse saldırının kapsamı, hacmi ve planı konusunda bilgi sahibiydi. İran Genelkurmay Başkanı Bakıri de sivil yerleşim yerleri ile ekonomik bölgelerin vurulmadığını kaydederek, çok daha fazla füze atabilme kabiliyetine sahip olmalarına rağmen İsrail'e saldırının uyarı seviyesinde kalmasına çaba gösterdiklerini kaydetti. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan da ABD ve bölge ülkelerini saldırıdan 72 saat önce misillemenin mahiyeti konusunda bilgilendirdiklerini açıkladı.
>> Misilleme amacına ulaştı mı?
İran kamikaze İHA’ları ve balistik füzeleri İsrail “demir kubbesi” ve Amerikan uçakları tarafından büyük oranda havada imha edildi. Tahran saldırının amacına ulaştığı kanaatinde. Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri ve İran’ın BM temsilciliği de askeri operasyonun başarıyla sonuçlandığını devamını amaçlamadıklarını açıklayarak kontrollü bir müdahaleyi teyit ettiler. Buna karşılık İsrail de savunma sisteminin başarılı olduğunu duyurdu. Kamikaze İHA’lar ve füzeler ABD desteğiyle büyük oranda imha edilmiş olsa da misillemenin amacına ulaştığı söylenebilir. Bu bir askeri gözdağıydı ve sonuçlarından bağımsız olarak mesaj yerine ulaşmış oldu.
>> Netantahu’nun planı işledi mi?
7 Ekim’den bu yana Gazze’ye ölüm yağdıran Netanyahu yönetimi her geçen gün uluslararası destek ve “meşruiyeti”ni yitiriyordu. Birçok batılı ülke İsrail’le ilişkisini sorgulamaya başladı. İspanya, Norveç gibi ülkeler bağımsız bir Filistin devletinin kurulması için seslerini yükseltiyor. Belçika, Hollanda, İtalya, Kanada ve İspanya, İsrail’le silah anlaşmalarını askıya almış durumda. İçeride ise Netanyahu’ya karşı öfke seli büyüyor. Ülke ikiye bölünmüş durumda, “Bibi”nin ülkeyi uçuruma sürüklediğini söyleyenlerin sesi çoğalıyor. Netanyahu’nun bu sıkışmışlığı aşmak için çatışmaları yayma planı içe yaramış gibi.
>> Türkiye’nin sessizliğinin nedeni?
AKP iktidarı neredeyse gün boyu sessizliğe büründü. İsrail ile ticaretin köşeye sıkıştırdığı iktidarın bu edilgen tutumunun pek çok nedeni var. Bir NATO ülkesi olarak İsrail ve İran arasında sıkışan AKP, bekle gör politikası izliyor. Para arayışındaki Saray rejimi yüzünü batıya dönmüş durumda ve 9 Mayıs’ta ABD’ye gidecek olan Erdoğan İsrail’e yüksek perdeden söz söyleyebilecek durumda değil.
>> İsrail’in İran'a karşı psikolojik üstünlüğü aşındı mı?
Bu saldırının en büyük sonucu şu oldu; İsrail, yıllardır İran'a karşı psikolojik bir üstünlüğe sahipti. Gerek İran içlerinde gerekse de Suriye, Irak, Lübnan gibi bölge ülkelerinde sık sık İran hedeflerini dilediği gibi hedef alabiliyordu. Tıpkı 7 Ekim’deki Hamas saldırısında olduğu gibi 13 Nisan misillemesi de bir eşik oldu, o psikolojik üstünlüğü yerle bir etti.
>> ‘Dokunulamaz’ İsrail efsanesi yıkıldı mı?
Bir diğer önemli sonuç ise; “dokunulamaz” denilen İsrail efsanesine darbe vurulmuş olması. 1973’teki Arap-İsrail savaşından bu yana ilk kez bir ülke İsrail’i resmen hedef aldı. Bu saldırıyla İran prestijini artırdı, Filistin’in “gerçek” hamisinin kendisinin olduğunu Arap ülkelerine gösterdi.
>> Tahran’ın Ortadoğu’daki pozisyonu nasıl etkilenir?
İran bu saldırı ile Ortadoğu’daki pozisyonunu güçlendirdi. Aynı zamanda “İran, intikam alacağız diyor ama yaptığı bir şey de yok" söylemlerine de son vermiş oldu. İçeride ekonomik kriz, toplumsal huzursuzluklar gibi nedenlerle zorlu bir dönemden geçen Molla rejimi intikam isteyen kendi kamuoyunun gazını aldı. Toplumsal sorunları bir süreliğine de olsa “güvenlik” şemsiyesi altında görünmez kılmayı başardı. Benzer şekilde Hizbullah’tan Husiler’e, Haşdi Şabi’den Filistin’deki İslamcı örgütlere “vekil aktörler”i de cesaretlendirdi.
>> Ne İsrail Siyonizmi ne Molla despotizmi mi?
Ne kendi halklarına kan kusturan İran’daki Molla rejiminin ne de İsrail’deki aşırı sağcı faşist Netanyahu yönetiminin savunulacak yanları var. Bu iki gerici despotik rejimin kapışmasından da insanlık yararına bir şey çıkmaz. Ancak İran veya farklı bir aktörün sırtını ABD emperyalizmine dayamış İsrail gibi devletlere yanıt vermesi önemli. Gerek Amerikan emperyalizmine gerekse de bu gücün desteğini arkasına alarak Filistin’e kan kusturan Siyonist İsrail yönetimine –İsraillilere değil- vurulan her darbe önemli. Amerikan emperyalizmine de, İsrail siyonizmine de, İran dinci despotizmine de hayır. Her türden gericiliğe karşı mücadeleyi yükseltmekten başka çare yok.
>> Bu saldırı topyekûn bir savaşa dönüşür mü?
Karşılıklı çatışmaların topyekün bir savaşa dönüşmesi mevcut jeopolitik denklemde zor. Böylesi bir savaşın her iki ülke ve tüm küresel sistem açısından faturası oldukça ağır olur. Ukrayna savaşı ile cebelleşen, enerjisini Hint-Pasifik’e ayıran ABD de Ortadoğu’da bölgesel bir savaştan şimdilik yana değil. Son söz; Ortadoğu’daki iki gerici yönetimin karşı karşıya geldiği bu çatışmanın kazananı küresel güçler, emperyalistler, bölgesel despotlar, kaybedenleri ise yine her zamanki gibi halklar olur.
/././
3. Dünya Savaşı: Korku mu, arzu mu? (Selçuk Candansayar)
Yedinci ayında olan İsrail-Hamas çatışması hafta sonu yaygınlaşma riski içeren bir derinliğe evrildi. İran, Şam’daki temsilciliğine yönelik saldırıya misilleme olarak ilk kez doğrudan İsrail topraklarına saldırı düzenledi. Saldırının bence en önemli yeniliği İran’dan yola çıkan droneların saatlerce süren yolculuklarının eşzamanlı olarak sosyal medyada takip edilmesiydi.
İran’ın saldırısı bir zarar ya da yıkıma neden olmadı. Handiyse “göstermelik” bir misilleme olarak değerlendirenler çoğunluktaydı. Bu garip halin sonucunda komplo teorilerinin bini bir para oluverdi. Derin mi derin analizleriyle kimsenin göremediğini gören kerameti kendinden menkullerin ağzını sulandıran bir hava esti. Öyle ki, Hakan Ural ile bu alanda çalışan akademisyenleri ortaklaştıran bir muamma oluştu.
Komplo teorileri ve analiz patlatmalarını bir yana bırakırsak “olay” hakkında verilen tepkilerin bir diğer boyutu 3. Dünya Savaşı’nın (3DS) başlayıp başlamadığıydı. Ek olarak 3DS’nin çoktandır başladığını, Hamas, İsrail, İran, ABD çatışmasının bu savaşın sadece yeni bir aşaması olduğunu söyleyenler de oldu.
***
Sosyal medyadaki mavi tiksiz hesaplarda 3DS ile ilgili yorumlara yakından bakıldığında olası bir dünya savaşına karşı gösterilen tepkilerde korku kadar bir tür arzu da olduğu görülüyor. “Çıkarsa çıksın, çıksın da bitsin, çıksın da ne olacağını görelim” benzeri ifadeler hiç de az değil.
Savaştan korkanlar kadar savaşı arzulayanların da olması yaşadığımız zamanın temel duygusunun “kaygı” olduğunu gösteriyor. Kaygı hissi geleceğe yönelik olarak yaşanılsa da aslında “şimdi” ile ilgilidir. Şimdi kendimizi nasıl hissediyorsak geleceğe o gözle bakarız. Şimdi bilinçli ya da bilinçdışı olarak kendimizi güçsüz, güvensiz ya da yetersiz hissediyorsak, gelecek de gözümüze başa çıkamayacağımız bir “tehlike” olarak görünmeye başlar. Olası gelecekte her ne olacaksa olsun üstesinden gelemeyeceğimizi hissediyorsak bugünden korkmaya başlarız.
Misal, bir öğrencinin on gün sonraki sınavla ilgili bugünden kaygılanmasının nedeni, sınav yapılacak konular hakkında bugün kendisini bilgisiz hissetmesidir. Aynı öğrenci, çalışma öğrenme becerisinin yetersiz olduğunu düşünürse, önündeki on gün boyunca sınav konularını öğrenemeyeceğini içten içe hissederse, kaygısı katmerlenir ve bu kaygı ders çalışma becerisini de bozar. Bu kısır döngü sınav gününe kadar giderek şiddetlenerek kıyamet paniği hissine yol açar. Bir noktada öğrencinin tek beklentisi artık geçip kalmak değil sınavın olup bitmesidir.
***
Bugün dünya halkları egemenler arası çatışmalara karşı kendilerini güçsüz, çaresiz ve en önemlisi “bir başına” hissediyorlar. Dünyanın düzen(sizliğ)i içinde o denli yapayalnızlaşmış durumdalar ki, ne olup bitene, ne de olacak olması muhtemel olanlara karşı çıkabilecek bir güçleri yok sanıyorlar. Her geçen gün bir egemenin diğerine saldırdığı bir dünyada, vekâlet savaşları, düşük yoğunluklu çatışmalar, ticaret boykotları, ambargolar, göçmenler, mülteci akınları, savaş droneları ve hepsini aşan örtük bir nükleer savaş riski gibi kavramların, analizlerin, teorilerin altında kendilerini daha da yalıtılmış, yalnızlaştırılmış ve güçsüz, hem de çok güçsüz ve çaresiz hissediyorlar. Öyle ki “ne olacaksa olsun yeter ki bu kaygı geçsin” aşamasına gelmek üzereler.
Ne olacaksa olsun hissinin en önemli tehlikesi otoriter/karizmatik ve şiddet yanlısı liderliklere yönelik eğilimin artmasıdır. Tek başına ölümü beklemektense bir liderin ardında grup içinde eriyip “kimliksizleşip” öldürmeye giderek kendisini koruyabileceğini sananların sayısını artırabilecek bir dönemdeyiz.
Egemenler halkları birbiriyle savaştırırken, savaştan en çok korkanları yine bu yolla savaşa ikna ediyorlar. Kaygı içinde beklemektense savaşın yıkımından sağ çıkma umuduna tutunmaktan başka çare bulamayanları savaşa çekiyorlar. “Ardımdan gelmezsen öleceğin kesin ama benim için öldürürsen belki sağ kalma olasılığın olabilir” demeye getiriyorlar.
Yapayalnız insanlar gerçekten sağ kalmanın ancak savaş çıkmazsa mümkün olduğuna inanamaz. Bu inancı onlara altına sığınabilecekleri din, dil, etnisite ayrımı olmayan büyük bir barış çadırı kuranlar verebilir. Sağ kalmak için öldürmek zorunda değiliz, ne maktul olmak istiyoruz ne de katil diyerek çağıran bir barış çadırı.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder