İsmi lazım değil! (Barış Terkoğlu)
Deterjanla ovuyorsun, çamaşır suyuna basıyorsun lekesi çıkmıyor. Sonunda çöpe atmamak için yer bezi yapıyorsun. Lekeyi lekeliyle temizliyorsun.
Türkiye, günlerce “o”nun verdiği yargı kararlarını konuştu. Bir öyle hüküm verdi, bir böyle. Arada olan oldu. Ülke ayağa kalktı. Neyse ki akıl galip geldi de tablo değişti.
İyi de oturup konuşmamız gerekmez mi? Nasıl oldu da görünen köyler kılavuzlara mahkûm oldu.
Hakkında çok şey yazıldığını, herkesin başka bir şey söylediğini görünce onu yakından tanıyan yargı mensuplarını aradım. Adını yazmıyorum. “o” diyorum. Çünkü malum, Türkiye’de kimi yargı mensuplarını konuşma tabusu var. Ellerindeki gücü kendilerini korumak için kullanıyorlar. Zaten mesele kişi değil, hikâyenin kendisi.
Sosyal medyaya yansıyanları zaten okudunuz. Ötesine geçelim.
KAPATILAN RÜŞVET KONUŞMALARI
İlk hikâyeyi şöyle anlatayım...
Adliyeye bir dolandırıcılık dosyası geliyor. Elbette soruşturmada telefon kayıtları, yazışmalar inceleniyor. Savcı bir de ne görsün! Dolandırıcılık şüphelisinin, “o”nunla dosyasının kapatılmasına dair mesajları var. Devreye adliyeyi yöneten iki kritik savcı giriyor. Dosya kapatılıyor. Aslında olan bitenin HSK’ye iletilmesi gerekirken iletilmiyor. Böylece “o”nun rüşvet aldığı iddiasının olduğu dosya buharlaşıyor.
İkincisi bir başkasından. “O” sadece bir yargı mensubu değil. Adliyede önemli komisyonlarda da görevliydi. Bu seferki olayda bir hâkim, elindeki dosya nedeniyle hatırlı bir kişiyle karşı karşıya geliyor. “Hatırlı kişi”, verilmesi gereken kararı hâkime telkin ediyor. Hâkim, namuslu davranıyor. Kararlarının bağımsız olduğunu, telkin edilen kararı vermeyeceğini söylüyor. Gelgelelim hatırlı kişi, “o”nunla görüştüğünü, çıkması gereken karar konusunda anlaştığını ve söz konusu hâkim istediği kararı vermezse “o”na şikâyet edeceğini söylüyor.
Üçüncü hikâye adliyedeki bir başka mahkemeden. “O”, müdahale etmek istediği bir dava için asliye ceza hâkimi izindeyken “kendisi adına usulsüz yetkiyle iddianame kabulü” yapıyor. Yetmiyor, yönlendireceğini düşündüğü hâkime sık sık telkinlerde bulunuyor. Sonunda sert bir şekilde reddediliyor.
UYUŞTURUCU DAVALARINA MÜDAHALE
Dördüncü hikâye, mahkemesini yakından izleyen bir yargı mensubundan: “Duruşma savcılarının tecrübesiz olmasını isterdi. Özellikle bazı uyuşturucu davalarında beraat mütalaası almak için yönlendirirdi. Eğer dosyada üye hâkimlerden muhalif olan varsa dosyayı karar vermeyerek ertelerdi. Mahkemesindeki hâkimlerden tecrübeli olan bir hâkim onunla bu konularda karşı karşıya geldi. Gelgelelim ‘o’, sürtüştüğü hâkimi, Adalet Bakanlığı’nda bağlantılı olduğu tanınmış bürokrat sayesinde Şanlıurfa’ya sürdürdü.”
Özel hayatıyla ilgili meselelere girmiyorum. Kimi hâkimler için soruşturma konusu olan ve herhangi bir yurttaş için suçun sınırlarında dolaşan olaylar nedense onun için hiç sorun olmamış.
Adı adliye dışında “taksitçi” lakabıyla anılan yargı mensubu “o” hakkında meslektaşlarından dinlediklerimden yazabildiğim kısımlar böyle.
Tanıyanlar keşke hakkındaki soruşturma iddiaları doğru çıksaydı diyor. Belki tanıklarla konuşulur, belki kapatılan dosyaları açılır, belki şikâyetler yeniden incelenirdi...
LEKELİLERE YAPTIRILAN KİRLİ İŞLER
Peki buradaki ana mesele ne?
Elbette kişi meselesi değil. Daha önce de bu köşede defalarca okudunuz. Evet, Türkiye’de yargının kalitesi hep tartışma konusu oldu. Ama son yıllarda özel seçilmiş bazı mahkemeler farklı bir şey yaşadı. Kimi cemaatlerin, kimi partilerin, kimi nüfuzluların istediği kararı aldırabildiği, gerektiğinde kendi kararlarını bile kaldırabildikleri hale dönüştü.
Bu süreçte, siyasi ya da cemaat militanları dışında, yeni bir hâkim tipi belirdi: Geçmişine dair leke taşıyanlar.
Geçirdikleri soruşturmalar yukarıdaki isimlerce kapatılan, haklarında somut iddialar araştırılmayan, görevde kalmalarını bağlantılarına borçlu olanlar.
İşte bunlar birer kullanışlı aparata dönüştü. İstenilen kararı istenilen zamanda veriyorlar. Ülkenin demokrasisi, bağlı olduğu anayasa, uygulamak zorunda oldukları ceza kanunları umurlarında bile olmuyor. Geçmişte verdikleri açıklar, taşıdıkları lekeler, onları kurtaranlara borca dönüşmüş durumda. Haliyle istenilen zamanda istenilen kararı vermekle kalmıyorlar, gerektiğinde aradan yıllar da geçse kendi kararlarını bile değiştirebiliyorlar. Yargının cemaat ve siyaset bağlarından kurtulması kadar, bu lekelilerden kurtulması da önemli.
İşte benim “o” dediğim kişinin anlaşılamayan ama çok konuştuğumuz kararlarının ardında da bu lekeli hal var. İyi haber ise şu, emin olun “o” gibiler sayıca yargının çoğunluğunu oluşturmuyor.
İnancını, ideallerini, en önemlisi aklını yitirmiş bir sistem ancak lekeli insanların omzunda yükseliyor.
/././
‘Eksikliği’ arzulamanın absürtlüğü ya da 2024’ten 1921’e (Ergin Yıldızoğlu)
Muhalefet bayram ziyaretlerini tamamlayıp dört yıllık hesaplara dalarken siyasal İslamın “yeni anayasa” arzusu gündeme oturmaya başladı. Siyasal İslamın partisi AKP’nin önde gelenlerinden TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, “Şimdi tekrar, aynen 1921 Anayasası’nda olduğu gibi Türkiye’nin katılımcı, güçlü bir anayasa yapma imkânı bu Meclis’te vardır” dedi.
Siyasal İslamın entelijansiyasının malum sorunu yine nüksetti. “Gerçeklikle”, gerçekliğin anlıklarında, ideolojinin, filtresinden geçerek oluşan resmi arasında derin bir uyumsuzluk söz oluştu. Yine düşündükleri şeyin “gerçek” olduğuna inanmaya başlıyorlar. Yine ülke “Bir deli kuyuya bir taş atmış, on akıllı akıllı çıkaramamış” durumuna doğru sürüklenmeye başladı.
ANAYASA VE TARİH
“Anayasa”lar iki anlamda tarihseldirler! “Anayasa” tarihsel olarak kapitalizmle, feodal egemenin (adamın, hanedanın) egemenliğini sınırlama arzusu ile bireysel ve ekonomik özgürlükleri genişletmekle ilgilidir. İkincisi, bir anayasa o toplumun, belli bir tarihsel “durumundaki” sınıflar matrisinin çelişkilerini, kültürel birikimini, sosyoekonomik “bütünlüğündeki” gerginlikleri, kapitalizminin gelişmişlik ve başka üretim tarzlarıyla “eklemlenmişlik” düzeyini, hatta kapitalist/emperyalist sistem içindeki konumunu yansıtır.
Anayasa, kapitalist sınıflarla, kapitalizmin eklemlendiği üretim tarzlarının sınıflıları arasındaki, temel ekonomik siyasi çelişkilerin (egemenlik ve sömürü ilişkilerinin) yeniden üretiminin yasal güvencesini sunar, olan rejimlerin sürekliliğini korumayı amaçlayan, “güçler ayrılığı” sisteminin yasal çerçevesini oluşturur. Kısacası anayasa kapitalizmin ekonomik siyasi kültürel yeniden üretim sürecinin çok önemli bir parçasıdır.
1921’deki daha sonra Türkiye olacak coğrafyanın içindeki, sınıflar matrisinin çelişkilerini, kültürel birikimini, birbirine eklemlenmiş üretim tarzları ve ilişkilerinin türlü sınıf ve kültürlerinin birlikte oluşturduğu sosyoekonomik yapı içindeki gerginlikleri, hatta bu yapının kapitalist/emperyalist sistem içindeki konumunu, 2024 Türkiye’siyle karşılaştırmaya başladığımızda, Numan Kurtulmuş’un önermesinin absürtlüğü hemen ortaya çıkar.
Bu bağlamda, 1921 Anayasası’na, ne gerekçeyle (ki “daha katılımcı” olduğu doğru değildir) olursa olsun geri dönme arzusu, işte bu yüzden tarihsiz (tarih dışı) ve talihsiz bir arzudur.
‘BUNU İSTİYORSUN, ASLINDA NE İSTİYORSUN?’
Psikanalistin, analiz edileni dinlerken aklında hep şu soru vardır: “Bunu diyorsun ama aslında ne diyorsun?” Analiz edilen de bu sorunun cevabını bilemiyorsa, analist o cevabı bulmasına yardımcı olmaya çalışacaktır.
1921 Anayasası’na dönmeyi arzulayan siyasal İslamın entelijansiyasına “Sen bunu arzuluyorsun ama aslında ne arzuluyorsun” sorusuyla yaklaştığımızda, onun, aslında 1921 Anayasası’nı, içerdiklerinden değil, içermediği şeylerden, onu izleyen anayasalarla kıyaslandığında “eksikliklerinden” dolayı arzuladıklarını görüyoruz.
Bu bağlamda, Sinan Meydan arkadaşımız yazısında, 23 maddelik anayasada, 12 “eksiklik” saptıyor (12/04). Ben bu “eksikler” listesindekilerden yalnızca birkaçını aktarmakla yetineceğim:
1921 Anayasası’nda, “vatandaşlık” tanımı, laiklik, cumhuriyet kavramı, güçler ayrılığı, yargı organları, temel hak ve özgürlükler, kadınların siyasal hakları eksiktir. Atatürk ilkeleri olarak anılan “kurucu ilkeler” yoktur. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ama bunun nasıl kullanılacağı belli değildir. Anayasanın kurduğu rejimin tanımı yoktur, hatta yeni bir rejim kurup kurmadığı da belirsizdir. Devletin başkenti Ankara değildir.
Bu eksikleri, bugünkü koşullarda bir araya koyunca da karşımıza, laikliği, kadın haklarını ve diğer hak ve özgürlükleri, “ruh”, madde ve mekân olarak cumhuriyeti dışlayan bir meşruti-monarşi gibi anakronik bir devlet biçimi, bir dinci “restorasyonu” tamamlamayı amaçlayan son bir “cephe savaşı” hamlesi, “süreç olarak faşizmin” son durağı çıkıyor. TEHLİKE ÇOK BÜYÜK!
/././
Analiz: Beklenen oldu! (Ergin Yıldızoğlu)
Devletler arası ilişkilerin doğası gereği İran İsrail’in 1 Nisan saldırısına cevap vermemezlik edemezdi. Elçilik, ülke toprağı sayıldığından, İsrail; İran’ı kendi toprağında vurmuş oluyordu. Öyleyse İran’ın cevabı da aynı biçimde olmalıydı. Ancak ortada üç soru vardı: İran, hemen mi cevap verecek yoksa zamana yayarak vekillerini mi kullanacak? Cevabın şiddeti durumu kurtaracak, İsrail’in misilleme yapmasına gerek bırakmayacak düzeyde mi kalacak? Yoksa İran bugün kadar görülmemiş şiddette ve etkinlikte bir vuruşla büyük can kaybına yıkıma yol açarak İsrail’in başlattığı tırmanmayı hızlandıracak mı?
İran’ın cevabı hem geniş çaplı hem de İsrail’e fazla zarar vermeyecek biçimde gerçekleşti. İran, İsrail misilleme yaparsa daha şiddetlisi gelecek derken cevabını sınırlı tuttuğunu, süreci burada kapatmak istediğini ifade ediyor. İsrail’in saldırıdan yedi saat sonra hava sahasını tekrar ticari uçuşlara açmış olması da benzer yönde yorumlanabilir. Biden’in G7’yi “diplomatik” tutum belirlemek için toplama çağrısı ABD’nin de bir tırmanmadan yana olmadığına işaret ediyor.
Tüm bu gelişmelerin bir boyutu daha var: İran saldırısı karşısında İsrail’i korumak için ABD ile Avrupa ülkelerinin yanı sıra Sünni-Arap ülkelerinin teknolojik kapasitelerinin de devreye girdiği aktarılıyor. Eğer bu sonuncu istihbarat doğruysa, Gazze soykırımına, yıkıma karşın İbrahim Anlaşması’nın hâlâ ayakta olduğu, Sünni Arap rejimlerinin gözünde Filistin halkının pek bir değeri de olmadığı anlaşılıyor.
Diğer taraftan İsrail’in hava savunma kalkanı kendini kanıtlıyordu, kimi uğursuz ittifaklar ayaktaydı ama Haaretz’de bir yazarın vurguladığı gibi bir tabu da kırılmış oluyordu: Otuz üç yıl sonra ilk kez bir ülke İsrail’i doğrudan hedef aldı!
Bunlar aktörlerin özgün niyetlerini göz önüne almayan soğuk kanlı gözlemler. Ancak bir adım geri çekilip bakınca resim biraz daha karmaşıklaşıyor: 7 Ekim’e kadar geri gidersek Hamas’ın bu kadar kanlı ve maksadını çok aşan saldırıyı ya da vahim hesap hatasını (ki bu uzak bir olasılıktır) Gazze’de gittikçe aşınmakta olan iktidarını Gazze halkının canı pahasına canlandırmak, İsrail ile Körfez ülkeleri arasına başlamış yakınlaşmayı bir bölgesel savaşı tetikleme pahasına sabote etmek için düzenlemiş olduğunu görebiliyoruz.
Netanyahu’nun ise tek amacı vardı: İktidarda kalıp hapse düşmekten kurtulmak. Bu amaçla Ben GvirSmotrich faşitlerine yönetimi teslim ettti, onları Gazze ve Batı Şeria’da etnik temizlik ve soykırım politikasını kabullendi. Böylece İsrail’in dünyadaki yumuşak gücünü tamamen yok etti, uzun dönemli güvenliğini, hatta bekasını bütünüyle tehlikeye attı. Netanyahu, devam edebilmek için savaşı tırmandırmak istiyordu ama Hizbullah ve diğer İran vekilleri saldırılarını düşük düzeyde tutuyor, tırmanmaya fırsat vermiyorlardı. Bu koşullarda, çatışmaları ABD’yi bölgede doğrudan taraf olacak biçimde içine çekecek, İsrail’in Batı kamuoyunda yalnızlaşması sürecini tersine çevirecek yönde tırmandırmak gerekiyordu. Netanyahu bu amacına İran’ı doğrudan savaşa girmeye zorlayarak ulaşabileceğini düşünüyordu.
Bunları göz önüne alarak bakınca, eğer ABD’nin İsrail üzerindeki basıncı, İran’a yönelik tehditleri etkili olmazsa, ki olmayabileceğini düşünmek için çok neden var.
Şimdi Netanyahu rejiminin İran’a daha sert bir cevap vererek savaşı daha da tırmandırma olasılığı yüksek. İlk anda gelen haberler, İran’ın İsrail’e yönelik saldırısının İran ekonomisini vurmuş, halkta temel gıda maddelerine doğru stoklama paniği yaratmış olduğu anlaşılıyor. Batı Şeria ve Refah’a girmek için çırpınan Gvir ve Smotrich faşistlerinin Netanyahu üzerindeki basıncı da göz önüne alınca, çatışmaların karşılıklı vuruşlarla devam ederek yayılma olasılığı hiç de zayıf değil!
/././
İran, İsrail’in dokunulmazlığını deldi (Mehmet Ali Güller)
İran’ın 14 Nisan’da İsrail’e yaptığı SİHA ve füze saldırısını altı maddede inceleyelim:
1) Öncelikle İran’ın saldırısı uluslararası hukuk düzlemi içindedir; İsrail’in 1 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluğuna düzenlediği terör saldırısına hukuk temelli yanıttır; BM’nin 51. şartının meşru müdafaa hakkına dayanmaktadır.
İRAN SAVAŞ AÇMADI, YANIT VERDİ
2) İran’ın amacı İsrail’e savaş açmak değildi, diplomatik temsilciliğine düzenlenen saldırıya yanıt vermekti. Dolayısıyla verilecek askeri yanıt belli sınırlar içinde olmalıydı.
Yanıt öyle olmalıydı ki hem Netanyahu’ya koz verilmemeliydi, hem de İsrail’e İran’ın yapabilecekleri gösterilmeliydi.
Çünkü Netanyahu’nun amacı zaten İran’ı kışkırtmaktı. İran ölçüsüz yanıt verirse, bu ABD’yi İran’a yanıt vermeye zorlayabilirdi. İsrail’in en büyük arzusu, Ortadoğu’da ABD’nin fiilen kendi yanında gireceği bir bölgesel savaş kışkırtmaktır.
Diğer yandan İran’ın ölçüsüz yanıtı, siyasi çıkmazdaki Netanyahu’ya alan kazandırırdı; Batı ülkeleri İsrail’in etrafında kenetlenirdi. Hem içeride hem dışarıda yalnızlaşan Netanyahu için ölçüsüz bir yanıt, siyasi ilaç olurdu.
3) İran devleti, Netanyahu’nun tuzağına düşmeyen bir alt ölçü ve muhataplarına askeri kabiliyetini gösteren bir üst ölçü arasında yanıt hazırladı: Yakın bölgedeki bir İsrail hedefine değil, doğrudan İsrail’e yöneldi.
Böylece İran meşru müdafaa hakkını, ilk kez doğrudan İsrail’e “ulaşarak” kullanma fırsatına çevirmiş oldu. Hem İsrail’e ama daha önemlisi hem de ABD’ye, 2 bin kilometreye yakın uzaklıktaki İsrail topraklarını vurabileceğini gösterdi. Bir savaş durumunda İran’ın İsrail’in her yerini vurabileceği ortaya çıktı. Ama aynı durum, derinliği fazla olan İran için geçerli değil.
İRAN ‘CAYDIRICILIK’ KAZANDI
4) İran’ın attığı 200’den fazla SİHA ve füzeden kaçının İsrail’i vurduğunun çok önemi yok. İsrail hükümeti “Yüzde 99’unu engelledik” diyor, ABD kaynaklarına göre ise yüzde 7’si hedefine ulaşmış olabilir.
Kaldı ki İsrail’den ziyade İran saldırısını hafifleten ABD’ydi. ABD, İngiltere ve Fransa’yla birlikte, İran füzelerini Suriye’deki, Ürdün’deki üslerinden füzelerle ve uçaklarla engellemeye çalıştı. Unutulmamalı, Türkiye’deki Kürecik Radarı dahil pek çok ABD/NATO tesisi fiilen İran’a karşı İsrail’i savunmaktadır. İran’dan kalkan her füze Kürecik dahil bölgedeki üslerden izlenmektedir.
İran’ın kaç füzesinin hedefini vurduğunun çok önemi yok; asıl önemli olan İran’ın o mesafeden vurabildiğini göstermiş olmasıydı. Artık İsrail ve ABD de biliyor ki İran saldırı ölçeğini büyük tuttuğu anda tablo bambaşka olacaktır. İşte Tahran’ın asıl kazancı bu caydırıcılıktır.
Nitekim ABD yönetiminin İsrail hükümetine “sakın yanıt verme” ültimatomu bundandır, “Yanıt vermeye kalkarsan bizim desteğimiz olmayacak” uyarısı bundandır.
TEKNİK YÖN
5) İran’ın İsrail’i vurması, Netanyahu’yu Gazze konusunda daha da sıkıştıracaktır. Şimdi özellikle Avrupa ülkeleri, savaşın bölgelleşme riskini görerek, İsrail’i Gazze’de ateşkese zorlayacaktır. Çünkü AB’nin başı, Ukrayna cephesinin zorluklarıyla yeterince dertte zaten.
Netanyahu’nun her şeye rağmen kendi siyasi geleceği için İran’a yanıt vermeye kalkması ise İsrail’de taşları geri dönülmez şekilde yerinden oynanacaktır.
6) İşin teknik boyutu dikkat çekici. İran füzeleri uydu bağlantılı herhangi bir GPS sisteminin güdümünde hedeflerine yönelmediler. Tıpkı ABD’nin Tomahawk seyir füzeleri gibi hedeflerini önceden yüklenmiş haritalara göre optik aygıtlarla saptadılar.
1979 DÜZENİNE DARBE
Sonuç olarak İran, İsrail’i vurarak sadece diplomatik temsilciliğine yapılan terör saldırısına yanıt vermiş olmadı, daha önemlisi İsrail’in ABD kaynaklı dokunulmazlığını delmiş oldu.
Böylece ABD’nin 45 yıldır inşa etmeye çalıştığı 1979 düzeni büyük yara almış oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder