8 Nisan 2024 Pazartesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 8 Nisan 2024 -

 

Menzil de yenildi İsmailağa da (Barış Terkoğlu)

Demokrasi aptal bir rejim midir?

Suyuna ilaç katıp uyutulabilir mi?

Kalbi, beyni, ciğeri sökülebilir mi?

Sandıkların kapanmasını beklerken elimdeki kitabın sayfalarını çeviriyordum. Genç gazeteci İsmail Arı“Menzil’in Kasası”nı yazmış. Holdingleşmiş bir cemaatin fotoğrafını çekmiş.

Arı, Adıyaman Menzil’deki seçim sandıkları konusunda bilgi veriyor. Buna göre resmi nüfusu 3 bin olan cemaat köyünün, geçen yıl 14 Mayıs seçimlerindeki seçmen sayısı 1814. Geçen seçim, köyde 5 ayrı sandık varmış. Erdoğan oyların neredeyse tamamını, 1769’unu almış. Kılıçdaroğlu’na 4, Sinan Oğan’a ise 1 oy çıkmış.

Daha da ilginci...

Beş sandıktan üçünde oyların tamamı Erdoğan’a çıkmış. Belli ki muhalefet Menzil’deki sandıklarda yoktu.

Kitapta, bir Menzilci, nasıl oy kullanıldıklarını anlatmış:

“Menzil’de normalde kadınlar oy kullanmaz. Toplu oy kullanılır, sandığa atılır. Zaten muhalefetin de sandık görevlisi gelmez. Devletin atadığı sandık görevlileri de genelde Menzil mensubu olur.”

ERDOĞAN'I DESTEKLEYEN CEMAATLER

Necmettin Erbakan’ın cemaat liderlerine Başbakanlık’ta verdiği iftar yıllarca konuşuldu. Oysa Erbakan, siyasette, cemaatlerin desteğini pek az hissetti. Bir zamanlar parçası olduğu İskenderpaşacıların hocası Esad Coşan’ın 1991 seçimlerindeki sözleri nasıl unutulur: “Mercedeslere kurulup saltanat sürüyorsun”“Almanya’dan valizlerle gelen paralarla zenginleşmiş insan”“Kardeşlerimizin parasıyla bütçesi kabarmış, şişmiş insan”“Ne ayet bilirsin ne Arapça bilirsin”...

Sebebi belli. Tarikatlar inanca değil hep devlete susadı. Devlete yakın olmak, devletten beslenmek, devletin kanatları altında örgütlenmek asıl tutkuları oldu. Çünkü güçlerinin kaynağı uhrevi değil, dünyevi idi. Kimin daha çok parası, daha çok bürokratı, daha çok yargıcı varsa onun şeyhi daha çok uçtu. Erbakan’ı değil ANAP’ı ya da DYP’yi desteklemelerinin altında da bu vardı. İdealler ile gerçekler arasındaki dengeyi kuran ise Erdoğan oldu. Cemaatlerin Erdoğan’a desteğinin nedeni, dinden daha çok, elinde tuttuğu iktidar gücüydü. Bu yüzden, Erdoğan’a desteklerini açıktan yapıyor, hatta birbirleriyle yarış yapıyorlar.

Gelelim bugüne...

İKİ TARİKATIN KAVGASI

31 Mart’a doğru yeni bir durumla karşılaştık. Hem Menzil hem İsmailağa bölündü. Ortak noktası, şeyhlerinin ölümüydü. İsmailağa Şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu da Menzil Şeyhi Abdulbaki Erol da yakın zamanda hayatını kaybetti. İki cemaat de iç savaşa tutuştu.

Menzil şeyhi, dokuz halife bırakmıştı. Altısı hayattaydı. Üçü şeyhin çocuğuydu. Bir cemaat klasiği yaşandı. Öteki halifelerin esamesi okunmadı. Şeyhin mirasını üç çocuğu bölüştü. Eski tövbeler iptal olurken her mürit seçtiği bir çocuğa yeniden biat etti. Öyle ki bütün İslam ümmetini birleştireceği söyleyen cemaatçiler, Menzil köyünde üç kardeşin üç ayrı camisinde üç ayrı namaz kıldırdı. Kurumlar adlarıyla, binalarıyla ayrıştı. En son seçim haftasında sokak ortasında gruplar kavgaya tutuştu. Ama sürecin şimdilik galibi, Erdoğan’ın ve medyasının desteğiyle, ölen şeyhin büyük oğlu Saki Erol oldu.

İsmalağa’daki ise iki yıl önce ölen şeyhin ardından ertelenmiş bir kavgaydı. Cemaat içinden güçlü bir lider çıkaramayınca, mezardaki Mahmut Hoca’ya rabıta devam ettirilmişti. Ama farklı güç odakları baş gösteriyordu. Cübbeli Ahmet, resmi açıklamayla aforoz edildi. Tarikat, AKP desteğiyle, Mahmut Hoca’nın dünürü Hasan Efendi’nin liderliğine geçti.

31 Mart’a giderken hem Menzil’deki hem İsmailağa’daki kavgada kazananı siyaset belirledi. Erdoğan, seçimden bir gün önce, Hasan Kılıç’ı ziyaret ederek açıkça tarafını belli etti. İşin ilginci kenara itilenler de tasfiye olmamak için “en Erdoğancı benim” pozisyonu aldı. O kadar ki Cübbeli Ahmet, AKP-MHP’ye oy vermeyenlerin günahkâr olacağına dair fetva bile verdi.

BABALARININ MALLARI  

Tarikatların liderliklerine artık Erdoğan karar veriyor. Erdoğan’ın elini tuttuğu lider olurken ötekiler lanetlenmemek için Erdoğan’ın ceketinden tutmaya devam ediyor.

“Allah için” diyerek mal, kadro, mürit biriktiren cemaatler; güçlerini her seçim iktidara pazarlıyor. Toplu oy kullanmaya dayalı, hür iradeyi ortadan kaldıran, din ile korkutarak yurttaşlara zorla mühür bastıran topluluklar seçimi aracı kılıp demokrasiyi yok ediyor. Kandırılan, örselenen, parçalanan demokrasi ve yurttaşlar oluyor.

31 Mart bir başka kırılmaya da işaret ediyor. İstanbul ve Adıyaman dahil, cemaatlerin etkili olduğunu iddia ettiği havzaları açık farkla muhalefet kazandı. 31 Mart seçimlerdeki yenilgi sadece AKP’ye değil, müritlerini siyasete pazarlayan tarikatlara da tokat oldu!

Demokrasi akıllandığı gün, din tüccarları da ortada kalmayacak.

                                                /././

İktisat topluma yarar mı? (II) (Bilsay Kuruç)

İktisat konuşmaya devam edelim. Herkesin bildiği iki fiyata bakalım. Bizi nereye götürüyorlar?

İKİ FİYATIN ÖYKÜSÜ

Kapitalizmdeyiz. Önce iki fiyatı görüyoruz, sonra diğerlerini görürüz. Biri “para”nın fiyatı, faiz. Öteki emeğin “fiyatı”, ücret. Yaşadığımız kapitalizmde bazı meslektaşlarımız “para”nın fiyatının her şeyden önce ve kesintisiz konuşulması gerek diyorlar. İzleyelim.

Daha önceki yazıları yinelemeyeyim. Şunu biliyoruz: Türkiye 20 küsur yıl önce dünya kapitalizmine bağlandı. Bir sermaye-siyaset ittifakı ile. Giydiği kapitalizm modelinin sahibi bir sermaye-siyaset ittifakıdır. Bu organik ortaklığa “ortakyaşam” diyoruz. Burada para meselesi önde, insan arkadadır. Kapitalizmimizin ana damarı paranın yönetimi Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’na (TCMB) aittir. “Para”nın bu modelde iki fiyatı var: TL fiyatı, faiz ve “dolar” fiyatı, döviz kuru. TCMB’ye paranın yönetiminde, böylece iki temel iş birden yüklenmiştir ve şöyle olmuştur: Bir, ekonominin tüm faizleri için kılavuz olan, TL cinsi “politika faizi”ni ayarlamak. İki, ekonominin tüm “dolar” (döviz) likiditesini (akışkanlığını) yönetmek. (Para “akan”, likit bir şeydir!)

Çetin iş. Niçin? Çünkü bu ülkenin kapitalizmi kendi üretim gücü ile “net” dolar kazanamıyor. Giydiği model ülkeye daha yüksek üretim gücü vermiyor. Götürdüğü dolar, daima getirdiğinden çoktur ve böylece ülke ekonomisi hep açık verir. Şöyle diyelim: İktisatçının “Reel kesim” dediği şirketler dünyası hep “döviz pozisyon açığı” taşır. Ülkenin dış açığının kaynağı burada yatar. Bu açık TCMB’nin, para yönetimi için muhtaç olduğu döviz (dolar) rezervini baskı altında tutar, zorlaştırır, eritir.

İKİNCİ DEVRE

Senaryo 2000’lerin başında, şok yaratan bir dolar ve mal girişiyle başlamış, bu yapay bollukla yerleşmişti. O birinci devre idi. Açıklar ise yapısaldı, sürekliydi. Şirketler daha fazla dolar getiremiyordu ve borç stokları artıyordu. Zorluklar 2017-18’den başlayarak yerleşti, arttı. Ve ikinci devre başladı. TCMB’nin üzerine ağır yük bindi. Şirket borçlarını kapatmak için TCMB kendi rezervlerini eritti ( Şu 128 milyar dolar!). Ve rezerv tutabilmek için kısa vadeli dolar borçlanmasına (“swap”) başladı. Bu pratik (“eksi”ye geçiş) artarak sürdü ve anlaşıldığına göre, bugün rezerv tablosu “eksi 70 milyar dolar”dan az olmayan bir tutarı gösteriyor.

Modelin sahipliği, yani “ortakyaşam” bir çıkarlar ortaklığıdır. Dolar girişleri bunu perçinler. Dolar gelmezse ortaklık “Dolar yok, TL verelim” noktasına dayanır. Bedeli ne ise ödenecektir. Nasıl bir yol bulunacak, bedeli kim ödeyecek? İkinci devrenin özelliği bu oldu. “Faiz sebep, enflasyon sonuç” doktrinini yarattı. Pratiği, kredi faizlerini olabildiğince düşürerek parayı ucuzlatmaktı. Sermayeyi sıkıntıdan uzak tutmak yetmezdi, ona bir kazanç kapısı da açmak gerekiyordu.

“Faiz sebep” doktrini TCMB’nin “politika faizi”ni “ortakyaşam”ın devamı için en hassas gösterge yapıyor. O kapitalizmimizin “asgari faizi”, kılavuzu demektir. Bunu, TCMB’nin ayda bir toplanan Para Piyasası Kurulu (PPK) söyleyecektir. Bankaların gecelik borçlanma faizinden Hazine’nin tahvillerine kadar tüm faizler silsilesi önce kılavuza bakacaktır. TCMB’nin kapitalizmimizin ikinci devresindeki “makûs talihi” böyle başlıyor. “Ortakyaşam”ın yüksek yerlerinden gelen “faiz sebep” görüşü “politika faizi”nin olabildiğince düşürülmesi, düşük tutulmasıdır. Yani, TL’nin olabildiğince ucuzlatılmasıdır. “Dolar”a duyarlılığı gitgide artan ekonomide TL’nin ucuzlayıvermesi birdenbire enflasyona gebe kalması ile sonuçlanır ve öyle oldu. TCMB bir yandan rezervlerini tüketip “eksi”ye geçerken bir yandan da ucuzlayan TL ile “ortakyaşam” için kredi bolluğu perdesi açıldı. 2021’in son ayları o günden bugüne uzanan bir ilginç iktisat pratiğinin, “enflasyon senaryosu”nun başlangıcı oldu. Bu “dolar yok, TL verelim”in doruğu idi. Bedeli kim ödeyecek sorusunun yanıtı ise açık değil mi? “İkinci fiyat” öder. Aşağıda.

Sermaye ucuz krediyi sever. Doğaldır. İş yapabilmek, yatırımla “yeni varlıklar” yaratabilmek için fırsattır. Ancak bu kez tablo farklıydı. Tüm katmanlarıyla kredilendi ve “mevcut varlıklar” üzerinden kazandıran bir “varlık enflasyonu” doğdu. Önce taşınmazlar ve konut fiyatları zirve yaptı. Bu dalga dalga yayıldı. BİST’e bulaştı. Dünya borsaları sürekli düşerken orası yılda yüzde 150 artışa oturdu. Katılımcılar bir milyondan sekiz milyona çıktı! Kısaca, “mevcut varlıklar” üzerinden servet yolu açan bir “enflasyon senaryosu” sermaye için dört başı mamur bir “rant ziyafeti” oldu. İktisatçı için dikkate değer olan, bu “varlık enflasyonu”nun nasıl TÜFE’yi gecikmeksizin pompaladığı ve topluma “klasik enflasyon”u yerleştirdiğidir. Bunu ayrı konuşmak lazım. İktisat-toplum bağlantısını merak ediyorsak, gözden kaçırılmayacak nokta ise kapitalizmimizde “paranın fiyatı”nın sermaye ve siyaset hesabına nasıl serbestçe kullanıldığıdır. Geçen haziran ayına bu serbestlikle gelindi. Şu soru doğdu: Sonra? Üçüncü devre mi, uzatmalar mı?

‘PEYNİRE KÜSTÜK MÜ?’

Kapitalizmimizdeki ikinci fiyatın nasıl oluştuğunu uluslararası alanın bilgisine de hakkıyla vakıf olan nadir bilim insanı Prof. Dr. Mesut Gülmez en ince ayrıntılarla bizlere anlatıyor. Çarpıcıdır. Ve düşündürücü, hatta acı tarafı Prof. Dr. Gülmez’den başka bir araştırmacı bilim insanının buradaki çıplak gerçekleri anlatmamış, üzerinde durmamış olmasıdır. Budur.

Kapitalizmimizin birinci fiyatı bir “asgari” olan paranın “politika faizi” idi. İkincisi ise burada emeğin “fiyatı” olan “asgari ücret”tir. Biliyoruz, asgari ücret topluma öncelikle sosyal politikalarla bakabilmenin özelliği, kalitesi olarak 20. yüzyılın dönemecinde doğmuştur. İlginçtir, düşündürücüdür, bizde ilk ciddi sosyal politika atılımı Milli Mücadele’nin en çetin günlerinde, Sakarya savaşı sırasında yapılmıştır: 10 Eylül 1921 tarihli, 151 sayılı Zonguldak Havza-i Fahmiye (Kömür Havzası) Amele Kanunu ile! Emekçiye sekiz saatlik iş gününü, sosyal hakları ve asgari ücret anlayışını getirerek. Yaklaşan Cumhuriyetin erdemidir. Oradan 1932’de İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey’in 192 maddelik ilk iş kanunu taslağına ve oradan da 1936’nın asgari ücreti yasalaştıran İş Kanunu’na gidilecek. Kurallar ve yetkiler açık seçiktir. Uygulama zaman boyunca geliştirilir ve 1970’lerde İLO Sözleşmesi’ne konulan imza ile günün uygarlığında beklenen yerini alır. Sosyal bakıştan, haklardan ve kurallardan uzaklaşan kapitalizmimiz ise ucuz emeği sever. Seçim zamanlarında siyasetin tribünlerinden yayılan “enflasyona ezdirmeyeceğiz!” sesleri duyduğumuz sırada asgari ücret çoktan sosyal politika boyutundan “arındırılmış”tır. Sadece rakam olarak vardır. “Ortakyaşam”ın ucuz emek temelli iktisat politikasına aittir. O kadar.

Prof. Dr. Gülmez kısa süre önce usta kuyumcu titizliğini ve insani değerlerde ödün vermez kimliğini yansıtan iki yazı yazdı: “Aralık 2023 Süreci: (1) Asgari Ücret Tiyatrosu’nun İkinci Perdesi: İlk Toplantı ve Sonrası; (2) Asgari Ücret Tiyatrosu’nun Rüzgâr Gibi Geçen’ Üçüncü Perdesi: ‘...Çarşamba Öğleden Sonrasından Bellidir.” Bunları ibretle okumak lazım. Aşağı yukarı sekiz milyon civarında ve sendikasız olan asgari ücretli kuralların yok olduğu, kendini fiilen ilga etmiş görünen bir “Asgari Ücret Komisyonu”ndan haber bekliyor. Buna, ülkede ücretlerin en az yüzde 40’ının “asgari” oluşuyla tüm ücret skalasını aşağı çekişini de ekleyebiliriz. Medya “Rakam kaç çıkacak?” dışında tümüyle duyarsızdır ve yasal olarak asgari ücret üzerinde herhangi bir yetkiye sahip bulunmayan cumhurbaşkanının “kaç para vereceğini” beklemektedir! Haber değeri olan tek şey o rakamdır! Şu bile ilgi çekici değildir: Türk-İş heyetinde bu yıl yer bulan asgari ücretli işçilerden biri toplantıda yaptığı konuşmada “çocuklarının kendisine ‘peynire küstük mü?’ diye sorduğunu” anlatıyor; bir başkası da “Oğlum geldi dedi ki ‘Baba, okulda Öğretmenler Günü kutlayacağız. Bana 10 lira verir misin?’ dedi. Ben de dedim ki ‘Oğlum 10 lira param yok.’ ‘Bizde neden para olmuyor?’ dedi. Sabaha kadar uyuyamadım. Bir yerlerden, çocuğuma 10 lira verebilmek için borç aldım”, bunu anlatıyor.

TCMB “politika faizi”ni ayda bir açıklar. “Asgari ücret” ise yılda bir açıklanır!

“Gelecek yazı: İktisat topluma yarar mı (3), Seçimde ne oldu?”

DOGSBOROUGH, DULLFEET, GIUSEPPE VIOLA VE DİĞERLERİ

Geçen hazirandan sonra kimi yetkili ağızlardan ve hatta birkaç meslektaştan “Enflasyonun nedeni ücret artışlarıdır!” gibi ifadeler duyulmuştu. Devam ediyor mu, bilmiyorum. Bunları bilim terazisinde tartmaya girişmek insanın kendini hafife alması demek olur. Bu ifadelerin adresinin sadece “bir şeyler” beklenen dünya finans piyasaları olduğunu, “Ücretleri donduracağız!” mealinde birer mesaj taşıdığını tahmin etmek gerçeğe yakındır, eğer mesajların alıcısı varsa. İktisat pek şaka da kaldırmaz. Diyelim ki bir genç meslektaşıma “Arazi, konut gibi taşınmazlardaki büyük fiyat artışlarını asgari ücret artışları ile açıklayabilir miyiz? Bir ekonometrik çalışma yapabilir misin” diye sorsam, önce yüzüme tuhaf tuhaf bakacağını, sonra da nezaket dışına çıkmadan “Böyle şaka yapmayın, lütfen” diyeceğini düşünmek zor değildir.

Yukarıdaki adlar, biliyorsunuz, Berthold Brecht’in yarattığı karakterlerindir. Siyasetçi, iktisatçı, maliyeci, bankacı, mühendis eksikliği çekiyor muyuz? Bilmiyorum. Yanıtlar farklı olabilir. En çok bir Berthold Brecht eksikliği çektiğimizi düşünüyorum. Neyin içinde yaşadığını çok iyi gözleyerek, bilerek, düşünce dünyasına bunu kendi malzemesiyle sunmayı, yerleştirmeyi görev edinen bir insan.

                                                            /././

Odadaki filler (Ergin Yıldızoğlu)

Bir haftadır, “Peki şimdi ne oldu-ne olacak?” türünden tartışmaların yapıldığı “odanın” ortasındaki, üçü yetişkin, bir de yeni büyümeye başlayan dört “fil” var. Bu “fillerin” varlığını yadsıyarak o sorulara doğru cevaplar bulunamaz. “Süreç olarak faşizm” durdurulamaz.

Birinci “fil”, siyasal İslam: Sİ aslında bir toplumsal hareket (çok parçalı yapısı bu gerçeği değiştirmez) , 20+yıldır, “bağımlı kapitalist” bir ekonomik/siyasi zemin üzerinde devleti, ekonomiyi, toplumu dönüştürerek kendi siyasi ideolojik egemenliğini inşa ediyor. Bu dönüşümün, özellikle son genel seçimlerden sonra hızlanan sonuçları, dikkate almadan ilerlenemez. Örneğin, “adam” giderse “hareket” ve “dönüşümler” eriyip gider beklentisi, onu orada tutan güç ilişkilerini, toplumsal “artık-değeri” edinen ve bölüştüren, yaygın ve derin “sosyal/ kültürel sermaye” dinamiklerini görmezden geliyor. Bu dinamikler bir “adamın” gitmesiyle sönümlenmez.

Neoliberalizm: Siyasal İslamın kökleri 1970’lere, Soğuk Savaş ilişkilerine, hatta Cumhuriyetin ilk yıllarındaki iktidar savaşlarına kadar gider ama devleti ele geçirmesi, neoliberalizmle yapılandırılarak uluslararası sermayenin kullanımına tamamen açılmış, “bağımlı” Türkiye kapitalizminin içinde gerçekleşmiştir.

Son ekonomik krizin gelişme sürecine bakınca (uluslararası mali piyasalardaki dalgalanmaların bu “bağımlı” kapitalizmin dış kaynak edinme kapasitesi üzerindeki etkileri bir yana), siyasal İslamın toplumsal “artık-değerin” bölüşümü üzerinde etkisi arttıkça kaynakları, kendi egemen sınıfının özelliklerine uygun bir iktidarı inşa etme, devleti dönüştürme yolunda kullanmaya başlamasıyla, krizin derinleşmesinin örtüştüğü görülür: Siyasal İslam, “artık-değeri” edinme süreçlerini, “bağımlı” Türkiye kapitalizminin krizinin yönetimine değil de kendi siyasi-kültürel sermayesini üretmeye yönlendirdikçe ekonomik kriz daha da derinleşti. Karşımızda, “irrasyonel”, yanlış ekonomi bir yönetimi değil, farklı sınıfların farklı rasyonaliteleri arasındaki, adeta yaşamsal uyumsuzluk var.

Uluslararası sermaye ve yerli uzantıları, yüksek faiz, kamu harcamalarında kısıntı, ücret artışlarında sınırlama, hâlâ kaldıysa özelleştirme, kısacası tüm kaynakların borç servisine yönlendirileceği konusunda güvence istiyorlar. Ancak, bu ekonomik model krizi, dolayısıyla yoksullaşmayı daha da derinleştirmekle kalmayacak, toplumsal dokuyu seyreltirken, siyasal İslamın “artık-değer” edinme, paylaşma düzeninin direnişine de çarpacaktır.

Odadaki 3. “fil” devlettir. Siyasal İslam 2002’den bu yana devleti, moleküler (kadro, teknoloji, ideoloji, finans...) düzeyde ve kimi zaman cepheden ataklarla (anayasa, başkanlık sistemine geçiş, 15 Temmuz sonrasındaki büyük “temizlik”) yeniden şekillendiriyor. Bu sürecin getirdiklerinin, “güçler ayrılığının” ortadan kalkmasında, seçimlerde devlet kadrolarının rejim için çalışmasında, yargının bir cezalandırma aracına dönüşmesinde, adaletin keyfileşmesinde, polisin siyasal İslamın militanlarının, tarikatların gösteri yürüyüşlerini seyrederken sosyalistlerin ve Kürtlerinkini şiddetle bastırması gibi pratiklerde görüyoruz.

Bu üç “fil”, rejimin tepesindeki “sıkışma”, ekonomide çözümsüzlük, devletin aldığı özgün biçim“bağımlı” Türkiye kapitalizminin uluslararası sermaye açısından kullanılamaz duruma geldiğini gösteriyor.

Bu da bizi yeni büyümeye başlayan “fil”e getiriyor. “Bağımlı” Türkiye kapitalizminin tarihine bakınca, finans oligarşisinin (yerli ve yabancı) çıkarlarına önce 1960 anayasasının dar geldiğini görüyoruz; sonra taleplerini 1980 anayasasına sığdıramadılar. Son yıllarda, ekonomik krizin toplumsal krize dönüşme riski artıyor, oligarşi de siyasal İslamın 2010 anayasasının düzenine yerleşmiş görünüyordu. Ancak mart seçimlerine giderken siyasal İslamın ekonomik ve kültürel düzenine karşı öfke yükselince, sanırım oligarşi, Leopard romanındaki aristokratın deyimiyle “Şeylerin aynı kalmasını istiyorsak şeyler değişmek zorunda kalacak” noktasına geldi, şimdi devletin başına politikalarını benimsemeye hazır ama siyasal İslamla da uyumlu yeni bir “adam” arıyor. Sosyalistlerin ve laik demokratik Cumhuriyetçilerin, Kürt siyasi hareketinin dikkatine sunulur.

                                                    /././

Atlantik-Avrasya hattındaki yeni sorun (Mehmet Ali Güller)

NATO 5 Nisan günü Brüksel’de 75. yaşını kutladı. Kutlama programına katılan dışişleri bakanları, dört ay sonra yapılacak zirvede alınacak kararların ilk taslakları üzerinde görüş alışverişi yaptı.

ABD/NATO’nun önünde iki temel konu var: 1) NATO AsyaPasifik’e nasıl genişletilecek? 2) Ukrayna’daki “uzun savaş” nasıl sürdürülebilecek?

Bir de NATO’nun önünde yeni genel sekreterin belirlenmesi sorunu var. 16 Mart’ta yazmıştım: “ABD, İngiltere ve Almanya’nın adayı Hollanda Başbakanı Mark Rutte. Ancak Romanya Devlet Başkanı Klaus Iohannis de adaylığını açıkladı. Genel sekreter oybirliğiyle seçileceğinden ve Romanya kendine oy vereceğinden, bir uzlaşma olmadığı takdirde bir tıkanma yaşanacağı görülüyor. Bu, 2014’ten beri genel sekreter olan Jens Stoltenberg’in belki de beşinci uzatma almasına neden olacak.”

Yeni bir seçenek daha belirmiş görünüyor: Estonya Başbakanı Kaja Kallas’ın ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın desteğiyle NATO’nun yeni genel sekreteri olabileceği değerlendiriliyor.

ABD’NİN NATO’YU PASİFİK’E GENİŞLETME ÇABASI

NATO’nun Asya-Pasifik’e nasıl genişletilebileceği konusu, ABD açısından en önemli konu. Çünkü ABD gelecekte hesaplaşacağı asıl rakibinin Çin olduğu gerçeğine göre hazırlık yapıyor. Bu amaçla AUKUS, QUAD gibi ittifaklar kurdu, Japonya ve Güney Kore’yi bir savunma ortaklığı içinde askerileştirmeye başladı.

Ancak NATO’nun kuruluş tüzüğü, ABD’nin elini sıkıştırıyor. Çünkü NATO bir “Kuzey Atlantik” örgütü. Washington bunu dolaylı aşmak için iki hamle yaptı:

1) Japonya ve Güney Kore’yi NATO ortağı yapıp bu ilişkileri koordine edebilmek için de Tokyo’ya “NATO irtibat ofisi” açmaya çalıştı. Fransa’nın itirazı nedeniyle ofis şimdilik kurulamadı.

2) ABD’nin 50. eyaleti Hawaii, Pasifik’te bulunduğu için ve NATO da tüzüğü gereği Kuzey Atlantik örgütü olduğu için, 5. maddenin kapsamı dışındaydı. ABD’nin Hawaii Adaları’nı sorumluluk alanına katabileceği öne sürüldü.

UKRAYNA’DA NATO ORTAK MİSYONU

Fakat ABD açısından daha sıcak ve yakın konu ise ikincisi; Ukrayna’da “uzun savaş” stratejisini sürdürebilmek.

ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken, “Ukrayna’nın eninde sonunda NATO üyesi olacağını, bunun için net bir yol haritasının şimdiden belirlenmesi gerektiğini” söyledi. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg de “Ukrayna’yı uzun yıllar boyunca desteklememiz gerekiyor” dedi.

Ancak Trump’ın ayak seslerinin de duyulmaya başladığı Washington’da Ukrayna konusunda Biden politikalarına itirazlar yükseliyor. Bu durumda Ukrayna nasıl desteklenecek?

ABD’nin buna bulduğu “yol” şu: Ukrayna’da NATO ortak misyon kurmak! Bunu “Savaşa gireceğimiz anlamına gelmiyor, NATO’nun koordinasyon, eğitim, planlama imkânlarını Ukrayna’yı desteklemekte kullanmak anlamına geliyor” diye sunuyorlar. ABD’nin bu tarz hamlelerinin bir bütünlük içinde olduğunu da belirtelim. Zira daha önce de NATO ile Ukrayna’nın Polonya’da “Taktik-Analiz Merkezi” kurması ele alınmıştı.

CHP’NİN ÖNÜNDEKİ SORUN

Meselenin bizi ilgilendiren kısmı öncelikle şu: “Savaşa girmeyeceğiz” denilerek kurulsa bile, Ukrayna topraklarında “NATO ortak misyonu” kurmak, Moskova açısından NATO’nun savaşa iyice dahil olması anlamına gelir. Diğer yandan Ukrayna cephesindeki eksik mühimmat için ABD’nin Türkiye ile “ortak üretim” yoluna girmesi, Türkiye’yi bu savaşa iyice bulaştırmış olacaktır.

Yani Erdoğan’ın Beyaz Saray’daki 9 Mayıs programı, ülkemiz için risklerle doludur. Dolayısıyla Türkiye’nin yeni birinci partisinin, Atlantik’te ağırlık artırmaya çalışan ikinci partisi üzerinde bağımsızlıkçı, bölgeci ve Atlantik-Avrasya hattında dengeci bir basınç oluşturup oluşturmayacağı kritik önemdedir.

                                                     /././

Millet faturayı Saray’a kesti; Saray aşağılara bakıyor (Orhan Bursalı)

Postacı seçim sonuçlarını halkın mektubu olarak Saray’a bıraktı, tabii ki. RTE evirip çeviriyor, bu bize mi diye bakıyor.

                                                ***

AKP, seçimlerde ağır yenilginin faturasını kime kesecek, laflarını dinliyoruz. Bir Saray bakışı bu, aslında fatura isme yazılı: AKP başkanı ve cumhurbaşkanı, adres Saray.

Tabii RTE de tek başına değil, Saray ve çevresindeki konglomera yönetimi, memur bakanlar, AKP yönetimi...

Hepsi RTE’nin seçimi, adamları. Hepsi bu ülkeyi yönetiyor. Ekonomiyi yönetiyor. Sosyal hayatı, ideolojiyi, dış politikayı, güvenliği... Sayın sayabildiğiniz kadar.

Sayılamayanlar da var: Mülteci meselesi, kaçakçılar ülkesi, uyuşturucukarapara ülkesi, azgın emek sömürücülüğü; yoksulluk, eşitsizlik, kayırıcılık, hukuksuzluk, anayasa tanımazlık, daha sayın sayabildiğiniz kadar.

Bunları da yönetenlere fatura kesildi.

POSTA SİZE!

Şimdi postacı kapısı çalarak seçim faturasını Saray’ın eline tutuşturdu.

Bu kadar ağır faturayı Saray yanlış adres olarak görüyor. Postacı çoktan gitmiş. AKP içinde kime bu fatura tartışması var. Kimi devlet parmağı sallama diyor vb.

Ama hiçbiri Saraybaşına bakmıyor. Çünkü orası dokunulmaz, bağışıklık kazanmış ve tüm tartışmaların dışında. Onu hedef alacak ve tasarruflarını tartışacak tek kişi yok partide, böyle bir süreç başlarsa, AKP ne olur?

Saray eline tutuşturulan faturayı halka havale etti bile. 81 ilde halka sorulacakmış bu fatura neden diye?

Gerek mi var sormaya, ülkeye baksınlar, AKP’li belediyelere baksınlar, halka baksınlar, ülkenin tüm alanlardaki uluslararası endekslerine baksınlar, hepsi görür.

MİLLETTE YANLIŞLIK MI VAR

Taksim’de, İsrail ile ticaretin kesilmesini isteyen gençlere ağır polis müdahalesi yapılıyor ve ters kelepçe ile götürülüyorlar, oraya baksınlar. İsrail’de milyonlar hükümetlerini protesto edebilirken burada ise insanların seslerini İsrail adına mı yoksa ticareti yapan iktidar sermayesi adına mı, boğuyorlar?

Saray ve çevresi her şey yolunda gidiyor aslında, neden böyle oldu, millette bir yanlışlık var havasında.

Yenilgiyi yanlış bir algı yönetimi olarak görüyor olabilirler.

Veya Büyük Türkiye, Türkiye Yüzyılı, 2071’e yürüyüş hayallerini satışları çok mu bulutların ötesinde, göğün en üst katlarında asılı kaldı?

Eskisi gibi milletin dilindeki çalıyorlar ama çalışıyorlar düşüncesi, acaba yerini sadece çalıyorlar düşüncesine mi bıraktı. Buna da bakabilirler.

Saray’ın içinde ve çevresinde tartışan figürlere bakıyorum, sadece AKP ve iktidarına, halka karşı bir kibir oluşmasına takılıp kalmışlar. Kibir, tabii ki görülmemiş ölçekte.. Ama sorunu salt buraya indirirseniz, başka bir kibre takılı kalırsınız.

Türkiye’nin, milletin hali pürmelaline odaklanacaklarına kibir tartışması tartışan tarafların ne kadar boş işlerle uğraştıklarının da belgesidir.

Şimdilik Saray’ın tümü, yenilginin ana nedenlerini zerre dikkate almadan, halka neden bana oy vermedin sorgulamasına girişecek gibi.

Yarın: AKP’nin oy oranını kim 35.5 gösteriyor?

(Cumhuriyet)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder