'Herkes başının çaresine…' veya Defne için (Aydemir Güler)
Antakya geri gelmelidir. Çaresizlik ve umutsuzluk geri püskürtülmelidir. İleri kültür gericiliğe meydan okumalıdır.
Bayram günlerinde Hatay’daydık… 6 Şubat depremlerinde yıkılan kentlerimiz içinde en iyi tanıdığım yer Hatay il merkezi. Eskiden Antakya dediğimiz, büyükşehir statüsüne geçeli beri, biri Defne diğeri Antakya olmak üzere iki merkez ilçesi olan yerleşim…
Defne/Antakya’ya ilk olarak Partinin örgütlenme çalışmaları vesilesiyle gitmiş olmalıyım. 2000’lerin ilk on yılı içerisinde, birkaç kez, birkaç günlüğüne… O kadarı bile buranın “bir başka” olduğunu sezmeye yetmişti. Ama dikkat; “başkalığı” az rastlanır kültürel zenginlik kaynaklarıyla betimlemek doğru olsa bile, bu zenginliği giderek liberal bir kavram haline gelen “mozaik” sözcüğüne sığdırmak beyhude çaba olur.
Çünkü mozaiğin güzelliği, çoğunlukla, parçaları bir arada tutan yapıştırıcı malzemeyi unutturur. Yapıştırıcı yüzyıllara direnen sabit bir şey! Oysa sözünü ettiğimiz örnekteki gibi bir toplumsal-kültürel zenginliği var eden, asla sabit olmayan mücadelelerdir. Mozaik bu dinamizme dair bir şey anlatmıyor. Bana sorarsanız, bu şehrin özgün sosyal güzelliğinin kaynağı olarak, asıl mücadele dinamiklerine bakılmalıdır.
Hem bir yer, emekle, mücadeleyle zenginleşip güzelleşmişse, bu özelliklerine kendine saklamayacak, bütün memlekete bulaştıracaktır. Yoksa elimizde toplumsal bir değer mi, turistik bir mal mı var, birbirine karışabilir…
Neyse; gide gele tanışıklık kurduğum, 2012-2013 yıllarında kendimi parçası hissedeceğim şehri 2010’da adamakıllı dolaştım. Çok kültürlülüğüyle, hoşgörüsüyle, insanındaki olgunlukla, trafiğin akışındaki saygıdan kadınların giyim kuşam özgürlüğüne kadar bir sürü özelliğiyle, konukseverliği ve paylaşımcılığıyla, sanki sürekli başka yerlerden ne kadar da farklı olduğunu gözünüze sokan bir kenttir burası. Sevmeden edemezsiniz.
Ama sonra bu güzelliğin üstüne Suriye savaşı bir karabasan gibi çöktü. Geceleri elektrikler kesilir, silah sevkiyatı başlardı. Sokaklarında “çarşı iznine” çıkmış cihatçı katiller gezerdi. Siyasi iktidar savaş kışkırtıcılığında sınır tanımıyor, bu da Hatay’ın bütün güzelliklerinin üstünü örtüyordu… 2011-2013 yılları, güzelliğin kaynağında mücadelenin yattığını yaşadığımız ve öğrendiğimiz dönem oldu. Kendi payıma en çok o sıra sevdim bu kenti.
Bu şehir ve hatta ilin bütününe damga vuran özellik, bölge halkının Türkiye toplumunun parçası olurken ortalamadan sapan bir eşitlikçi-dayanışmacı kültüre sahip çıkmasıdır. İleri kültür geri olanı kuşatır, çoğunlukla asimile eder, kendine benzetir. Hatay’da da gericilik hep vardı; üstelik gayet örgütlü bir politik gericilikti bu. Devlet aklı farklılıkları kontrol altına almak için kötülüğü örgütlemişti. Ama bu kötülük kuşatılmıştı; laikleştirilmişti, tahammülsüz yanları törpülenmişti, taassubu ayıplanmış, en azından “barış içinde bir arada yaşamaya” zorlanmış bir gericilik damarıydı bu. Sözünü ettiğim kazanım kendiliğinden olmamış, mücadeleyle kazanılmıştır.
Suriye’yle içiçelikten söz edilir; doğrudur… Ama sadece aynı dili konuşan, aynı gelenekleri yaşatan, aynı inançlara sahip olanları akla getirirsek hata yaparız. İçiçelik derken yalnızca Arap Aleviliği kast edilmemelidir. Suriye toplumu gibi Hatay da büyük bir çeşitlilik barındırır. Bu çeşitliliğin hem bütünü hem de içerdiği her bir öge, laikliğe, barışa, dayanışmaya mecburdur. Ama laiklik için, barış için, dayanışma için mücadele edilmesi gerekir.
Dünya gericiliği Suriye’ye, mücadelenin gardının düştüğü bir momentte, bu ülke neo-liberal politikalara açılmaktayken saldırdı. Az kaldı başaracaklardı…
Hatay’ın ileri kültürü de 2010’lara geldiğinde zayıf düşmüştü. Hatay solculuğu CHP ortalamasına, neme lazımcılığa demir atmış görünüyordu.
Aslında kentin örgütlülüğü ülke ortalamasının çok üstündeydi. Ama şöyle düşünün; kimsenin savaş istemediği bir bölgede savaş tamtamlarını susturacak enerji yoktu! Barış hakkında konuşmak kolaydı, ama savaşı durdurmak imkânsız sayılıyordu. Savaşa karşı eyleme geçme fikri bildik AKP yasakçılığının duvarına çarpıp “elden ne gelir ki” umutsuzluğuna dönüşüyordu. Farklılığını gözünüze soksa da, iş en kritik konuya geldiğinde, Antakya karamsar ve yorgun Türkiye’ye teslim oluyordu!
Oysa ülkeyi ileri çekmek yakışırdı bu kente… Geriliğe teslim olanın güzelliği nerde kalır? Tarihi binaları, sokakları, tapınakları, Asi Nehri, portakal bahçeleri bütün göz kamaştırıcılıklarıyla aynı yerde dursa da, sokaklarında çeteler gezen bir kent nasıl sevilir?
Eğer o alçakların caddelere, köprülere babalarının malı gibi davranmalarına izin vermeyen Armutlu, Harbiye delikanlıları olmasa, bu sorunun yanıtı olumsuza dönerdi. O çocuklar rahat bırakmadı komşu ülkenin halkına kan kusturanları. Kente güzelliğini kazandıran mücadeledir.
2012 sonunda ve 2013 baharında, Barış Derneği olarak, Dünya Barış Konseyi ile birlikte iki uluslararası konferans düzenledik il merkezinde. İlkindeki kapalı salon toplantısını, ikincisinde açık hava mitingi izledi. Cihatçı kovalayan gençler mitingin düzenini sağladı. Sonra, komünistlerin ön ayak olduğu barış mücadelesi, Haziran Direnişi’nin bu coğrafyadaki biçimlenişinin harcına katıldı.
2013 Haziranında Taksim’de patlayan direnişin en sert yaşandığı yerlerden birinin Antakya/Defne olması rastlantı değildir. Tarihi kurcalanırsa eminim görülecektir ki, bu kent hep böyle mücadelelerle güzelleşmiş, zenginleşmiştir. Herhalde en güzel evlatlarını yitirme pahasına kazanılan mücadelelerle…
2023 Şubat’ında bir başka kâbus çöktü şehre. Katliama dönüşen depremin, göçün, “benim eve az hasarlı yazın; öyle yazın ki, enkaz bile olsa başımı sokabilecek bir çatım olsun” çaresizliğinin kentidir artık, Antakya ile Defne. Çarşısı, camileri, kiliseleri, havrası, konaklarıyla tarihi merkezi ayağa kaldırmak belki de işin en kolay kısmı. Ama depremi felakete dönüştüren bu düzenin, halkımıza söylediği “herkes başının çaresine baksın”dır ve bu mesajın kabullenilmesi, şehrin çirkinlik batağına gömülmesi olacaktır.
Antakya zenginliğini de güzelliğini de tarih boyunca mücadelelerle kazanmış olmalıdır. Bu kent savaş kışkırtıcılığının çirkefinden mücadeleyle başı dik çıktı. Şimdi ondan da büyük bir sınav bekliyor Hatay’ı. Bu bölgeye, bu halka yaraşan, sınavı verip yeniden ayağa kalkmaktır. 31 Mart Defne seçimi buna yetmemiş olsa da, bir işaretten çok daha fazlasını ifade etti. Antakya geri gelmelidir. Çaresizlik ve umutsuzluk geri püskürtülmelidir. İleri kültür gericiliğe meydan okumalıdır. Mücadele güzelleştirir. Mücadeleyle kazanılan orada kalmaz, büyür, taşar, yayılır…
/././
Halkımız sosyalizm yerine ne istesin? (Erhan Nalçacı)
Sosyalizm bu yüzden günümüzde bir yaşamda kalma mücadelesidir. Şirketlerin, tekellerin arasındaki savaştan uzak kalmaya, dünyaya ve insanlığa hak ettiği şansı vermeye dayanır.
Bu ara çok tartışılıyor, halkımız ne talep etsin, ne için mücadele etsin diye.
Siyasi harita tamamen CHP kırmızısına mı boyansın?
Parlamentonun güçlendiği bir ülke mi olsun?
Vergi adaleti mi sağlansın?
Ücretli ve emeklilerin maaşları enflasyon oranının üzerinde mi artsın?
Bunlar istenebilir tabi, haklı da olabilir. Ama ya sosyalizm. O sadece ulvi bir amacımız olduğunu gösteren iç rahatlatıcı bir duvar süsü mü?
Oysa sosyalizm bir bütün gelecek planıdır. Düzen içi hedefler de koysanız toplumsal mücadele sosyalizm hedefiyle ilişkilenmeli, emekçi halk sosyalizmi temel hedef haline getirmelidir.
Sosyalizme ulaşmadan halkımız içinde bulunduğu durumdan kurtulamayacaktır çünkü. Hatta ara hedeflere de ulaşamayacaktır.
Neden sosyalizmi halkımızın her şeyden çok istemesi gerektiği hakkında uzun uzun yazılabilir. Burada sadece birkaç başlığı kısaca hatırlatalım:
Düzen büyük bir çocuk suistimali yaratmıştır
Bir ülkede emekçi halkın refahı ve mutluluğu çocuklarının çok yönlü olarak geliştiğini, bilimsel düşünceyi öğrendiklerini ve nitelikli bir işte üretime katıldıklarını görmeleri ile çok yakından ilişkilidir. Oysa düzen bırakın onları anne babalarından daha gelişkin kılmayı açık bir çocuk suistimalini örgütlemektedir.
Sermaye sınıfı aslında gelişkin kadrolara gereksinim duyar ama bu süreç emekçi çocuklarına düşünmeyi öğretmekten geçmektedir. Düşünmeyi öğrenmiş emekçi nesiller ise en çok korktukları şeydir. Bu yüzden düzen bütün olanakları ile çocukların zihinsel gelişmelerine saldırıyor.
İlk ve orta öğrenimde düşünmenin temelini oluşturan tarihsel ve bilimsel referanslar budanıyor. Bunların yerini her geçen gün daha fazla dinsel referanslar getiriliyor. Okullar camilerle eşleştiriliyor, okul koridorlarında imamlar geziyor, derslere giriyor, öğretmenleri tehdit edebiliyor.
Eğer aile emekçi sınıfların alt tabakasındaysa zaten İmam Hatip seçeneğine yönlendiriliyor. Bu yüzden yoksul aileler toplumsal eşitsizliğin en acı yanlarından birini dile getirirken “laiklik parayla” diyorlar. Üst tabakalar çünkü çocuklarını dinsel referansların daha seyrelmiş olduğu özel okullara yollayabiliyor.
Ancak emekçi çocuklarını bekleyen başka bir şey daha var, sermaye sınıfı büyük bir açgözlülükle çocuk işçi çalıştırmanın resmi yolunu tarif etmiş bulunuyor. Çocuklar akademik eğitimden yoksun kalırken üretim bantlarında kazaya uğrayarak, sakat kalarak ve ölerek sömürülüyorlar.
Eğer aile giderek erise de orta ve üst gelir grubundaysa çocuğuna özel okulun yanı sıra internet ve dijital aletlerin verdiği olanakları sunuyor. Ancak düzende çocuk suistimali her yerde. Daha önce bu konuya değinmiştik, bilgi tekelleri çocukları bağımlı hale getirmek ve bir zombiye çevirmek için en alçakça taktikleri geliştiriyorlar.
Gençleri bekleyen işsizlik ve nitelikli iş kaybının getirdiği depresyon ve mutsuzluktan bahsetmedik bile.
Bu korkunç ve çok yönlü çocuk suistimalinden kurtulmak sermaye sınıfından kurtulmayı gerektiriyor, bu yüzden sosyalizm bu başlıkta bir zorunluluk haline geliyor.
Emekçi halk için akılla ve onurla yaşamak ancak sosyalizmde mümkün
Seçim sonuçları çok tartışıldı, burada sadece bir noktasını ele alacağız. Deprem illerinde yerel seçim sonuçlarına bakıldığında çoğunlukla AKP’nin kazandığı görüldü.
Oysa jeolojik bir olayın toplumsal bir felakete dönüşmesinin ve 50 binden fazla insanın enkaz altında can çekişerek ölmesinin nedeni son 22 yılda AKP’nin devlet olanaklarını küçültürken piyasayı büyütmesi ve konut inşaatı ve rantını başlıca sermaye birikim araçlarından birisi haline getirmesi değil miydi?
Bu bölgede yaşayan seçmenler yoksa CHP ve diğer düzen partilerinin bu konuda çok da farklı olmadığını keşfetmiş olabilirler mi?
Değil, keşfetselerdi farklı davranırlardı muhakkak. Depremde yaşamları ve evleri yıkılan ailelerin konuta ihtiyacı vardı ve konut anahtarları AKP’nin elindeydi.
Muhtemelen 31 Mart seçimlerinin en acı sonuçlarından biri olarak anılacak bu olay.
Sosyalizm sadece bir onur meselesi değil bugün, yaşamda kalma mücadelesi aynı zamanda
Son olarak daha önce işlediğimiz İsrail karşıtlığında AKP’nin ne kadar samimi olduğu konusuna bakalım.
Son günlerde Gazze katliamında İsrail’i suçlayan yönetimin İsrail ile Türkiye arasındaki ticareti engellemediği çok konuşuldu. Ancak AKP bu karşıtlıkta samimi bile olsa, AKP döneminde devlete ait ne üretim, ne liman, ne dış ticaret olanağı bırakıldı. Özel sektörün kim ile ticaret yapacağına karar verecek güçlü bir yürütme yok artık Türkiye’de.
Yürütme ancak sermaye işlerini görürken önünü temizlemeye çalışıyor.
Ve mesele sadece İsrail ile ticaret mi?
İsrail’i yaratan, kollayan, bugün cinayet işleme özgürlüğünün arkasında duran ABD, AB, NATO ve genel olarak Batı emperyalizmi değil mi? Şimdi bütün düzen siyasetlerinin Batı emperyalizmi yanlısı olması nasıl açıklanacak?
Sosyalizm olmadan bir ülke asla tutarlı, ahlaklı ve kararlı bir dış siyaset güdemez.
Ama sadece mesele ahlaklı ve tutarlı olmak mı?
İsrail ve İran arasında kışkırtılmış ve halen nereye varacağı belli olmayan gerilimde Irak halkının evlerinin üzerinden her iki yönde 300’den fazla bomba yüklü insansız hava aracı ve füze geçti. Herkes farklı yönlerinden bu olayın analizini yapıyor, bunlar yararlı da olabilir.
Ama şu söylenmiyor, dünya emperyalizmin kıskacında büyük bir akıl yoksunluğu ile bir felakete doğru sürükleniyor. Evlerimizin üzerinden on binlerce insansız hava aracı ve füze geçecek ve bazen kafamıza da isabet edecek.
Sosyalizm bu yüzden günümüzde bir yaşamda kalma mücadelesidir. Şirketlerin, tekellerin arasındaki savaştan uzak kalmaya, dünyaya ve insanlığa hak ettiği şansı vermeye dayanır.
İyi, doğru da halkımız ne anlasın sosyalizmden deniyor.
Önce biz inanalım sosyalizmin acilliğine, sonra halkımız seller gibi gelir.
/././
Son seçimin kaybedenleri (Orhan Gökdemir)
Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Birileri tam yol ilerlerken yerinde sayanlar kaybetti bu seçimi.
Ana muhalefet partisi seçime gerçekte bir genel başkanı olmadan girdi. İki, hatta üç genel başkanı vardı gerçi ama hiçbiri partiye bütünüyle egemen değildi. Ankara’da iki, İstanbul’da bir genel merkez kendi seçim çalışmalarını yürüttü. Ankara’yı bilmem, İstanbul’daki çalışmalar zaten bir partiye ihtiyaç kalmadığını gösterdi. Para ve güç varsa parti gereksiz bir aparattır, bu anlaşılmıştır. Haliyle uzun yıllar sonra kurucu partinin birinci olmayı başardığı son seçim aynı zamanda onun öteki dünyaya göçüşünün ilanı oldu. Mevta dualar ve Sezai Karakoç şiirleri eşliğinde uğurlandı. Cenazeye gelenlere seccade ve zikirmatik dağıtıldı. Kurucu partiyi gömenler hazır gelmişken Nakşi Şeyhlerinin ve “Abdurrahim Karakoç üstadın” mezarını da tavaf etti. Hep birlikte laik cumhuriyetin “ruhuna el fatiha” deyip dağıldılar.
Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Öncelikle Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak için karşısında sandığı adaya oy verenler kaybetti. Çünkü CHP’nin resmi Genel Başkanı Özgür Özel’in ilk işi yenilmiş AKP’den erken seçime gitme isteklerini bertaraf etmek ve Tayyip Erdoğan’dan randevu istemek oldu. Tayyip Erdoğan gitsin diye oy verilen Özel, Tayyip Erdoğan gitmesin diye kendini paralıyor adeta. Sultan rıza gösterirse sarayda yüz yüze görüşecekler. Sordular “ne görüşeceksiniz” diye. "Nezaket ziyareti değil önemli gündemlerim olacak" dedi. Yeni anayasaya konusunda da kapıları her zaman açıktı. Körün istediği bir göz… E bunun dışında ne tür bir “önemli gündem” olabilir ki. Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş pazarlığı yapacak hali yok ya…
***
Kemal Kılıçdaroğlu ve masanın etrafında topladığı AKP ve MHP artıkları “parlamenter sisteme dönüşü” ittifaklarının programı yapmıştı. Tayyip Erdoğan’ı devirecekler, başkanlık sistemine son verecekler ve parlamenter sistemi yeniden kuracaklardı.
Haşmetmeablarının Başdanışmanı “ata”sız Mehmet Uçum, 2021’de, “parlamenter sisteme dönmek isteyenler hayal görüyor” diyerek özetlemişti “iyi saatlerde olsunlar”ın hükmünü. Ama masadakilerin o hükümden haberi yoktu.
Oturdular pazarlık yaptılar, adaylarını belirlediler, kâğıt üzerinde makamlar dağıttılar. Millet İttifakı'nda yer alan siyasi parti genel başkanları Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacaktı. Sırf Meral Akşener öyle istediği için, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş'ın da Cumhurbaşkanı Yardımcısı olması sağlanacaktı. Mutabakat bu yöndeydi.
İlk seçimde mutabakat parçalandı, masa dağıldı. Parlamenter sisteme dönüş hayali kuran parti liderlerinin tamamı siyasetten tasfiye edildi ve masadan geriye sadece İmamoğlu ile Yavaş kaldı. Onların da parlamento ile falan işi yok. Mümkünse Beştepe sarayındaki geniş koltuğa oturacaklar, keyiflerine bakacaklar.
Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Öncelikle ucube başkanlık sisteminden kurtulmak için “güçlendirilmiş parlamenter sistem mutabakatına” oy verenler kaybetti.
***
Ekrem İmamoğlu üçüncü seçimini de kazandı ve son seçiminden de sonra da koltuğuna imam eşliğinde oturdu. “Oraya bir imam getirmek laikliğe aykırıdır” dediler. “Hayır, o benim kişisel alanımdı. Yaptığım şey; ailemle beraber, dua ile yola çıkmaktı, üstelik bunu yeni yapmadım ki… 2014'te Beylikdüzü Belediye Başkanı seçildiğimde de aynı duayı yaptım” dedi. Halbuki hiçbir şartta belediye binası kimsenin kişisel alanı değildir. Böylece laikliği de yeni rejimin ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlamış oldu.
Laikliğe karşı tek eylemi bu değil. Umreye gitti, Cuma çıkışında demeç verdi, türbe önünde fotoğraf çektirdi, kürsüden dua okudu, tilavetle miting açtı. Laikliğe karşı eylemlerinde Tayyip Erdoğan’dan ileridedir.
İngiliz iş gazetesi Financial Times, “masasında hem Kuran hem de Nutuk var” diye övdü elemanı. Müthiş pragmatiktir, yakışır. Gerekirse Mustafa Kemal Atatürk’ün resminin önünde poz verir, gerekirse imam eşliğinde koltuk duası yapar. İşe yarıyorsa iyidir, dediği budur. Pragmatizm emperyalizmin hayat felsefesidir.
Partisinin resmi genel başkanı Özgür Özel “sol politikalarla sağa açılacağız” diyordu seçimden önce. Seçim yaklaşınca, “İnadına CHP, inadına sol” sloganı atılması üzerine “Bu seçim sağ sol seçimi değil. Slogancıyı değiştirin” dedi telaşla. Tam yol giderken tam sol olamıyordu.
Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Öncelikle laiklikten, emekten, haktan, soldan yana beklentisi olanlar kaybetti.
***
Canı Tayyip Erdoğan’dan o kadar yandı ki, oylarıyla kendi Tayyip Erdoğan’ını yontup duruyor biçare halk. Ekremeddin İhsanoğlu’nda kurtuluş çaresi arıyor. Biliyoruz çaresizlik tuhaf şeyler yaptırır insana, vaktiyle Ekmeleddin İmamoğlu’na da koşmuştu tıpış tıpış.
Halbuki o “ben seçtim” sanırken atamalar yapılıyor uzaklardan. ABD Başkanı Joe Biden, 2019’da, New York Times editörlerine Türkiye’nin iç siyasetiyle ilgili şunları söylemişti; “Bence yapmamız gereken ona -Tayyip Erdoğan’a- karşı farklı bir yaklaşım izlemek. Muhalefetin liderlerini desteklediğimizi açık şekilde belirtmeliyiz… Onları Erdoğan’ı mağlup etmeleri için cesaretlendirebiliriz. Darbe ile değil, seçimle.” Bu konuşmadan sonra ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi Jeff Flake, güven mektubunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sunduktan kısa bir süre sonra, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Saraçhane’deki makam odasına koştu. Muhataplarına kısa mesajdır. Sadece bunlar değil, 24 Ocak 2002’da İstanbul’da bir balıkçıda İngiltere Büyükelçisi ile yemek yedikten sonra atandı o bütün makamlara. 3 Haziran 2023’te bir İngiliz vatandaşını Hazine ve Maliye Bakanı olarak görevlendirdiklerinde değişti hava.
Atanan ancak buna rağmen seçimi kazanamayan Hatay Büyükşehir eski Belediye Başkanı Lütfü Savaş şöyle özetlemişti bu seçilme halini; “Cumhurbaşkanı adayı sadece başarı ve birikimle olmuyor. Ulusal ve uluslararası karar vericilerin işaret edeceği bir insanı yapacaklar…”
İşareti çoktan aldı muhatabı. İstanbul’da seçim çalışmaları bile partisinin kontrolü dışında yapıldı. Alana CHP örgütünü sokmadı, İstanbul adaylarını tek başına belirledi. Hatta bazı ilçelere doğrudan belediye bürokratlarını atadı. Paralar havada uçuştu, sınırsız kaynaklarla adım adım bir seçim zaferi inşa edildi.
Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Öncelikle putları yıkmaktan yana beklentisi olanlar kaybetti.
***
Önceki seçimlerin oy çalma sonucu kaybedildiğine inandırdıkları binlerce insanı teyakkuza geçirdiler. Gönüllüler organize ettiler, oyları çaldırmayacaklardı. Her seçimde oy çalarak kazanan AKP nedense son seçimde hiç çalamadı. Üstelik ortalıkta ne oy bekçileri vardı ne AKP örgütünün militanları. Şöyle söyleyeyim, Üsküdar’ı elde tutacak kadar bile çalamadılar ve atı alıp Üsküdar’ı aşamadılar. Peki neden, soran bilen yok.
15 milyon seçmene 30 milyon “tam yol ileri” afişi düştü İstanbul’da. Seçmen başına iki “tam yol ileri” demek bu. E her “tam yol ileri”nin bir maliyeti var. Ama kurtuluş umuduydu “tam yol ileri”, “nereden geldi bu çeşmenin suyu” da diyemedik haliyle.
Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Birileri tam yol ilerlerken yerinde sayanlar kaybetti bu seçimi.
***
E AKP de kaybetti. Son yirmi yılda hiç seçim kaybetmedikleri için sonsuza kadar oturacaklarını sanıyorlardı makamlarında. Kamu kaynaklarıyla birer özel saray yaptırmışlar, saltanat ilan etmişlerdi dukalıklarında. Kalkmak zorunda kaldılar onlar da. Yerlerine gelenler jakuzu makuzi diye bir iki mırın kırın etmekle yetindi. O saraylara, jakuzili makam odalarına yerleştiler sonra. Ne içine yerleşmeyi reddeden var ne üniversiteye bağışlayan. Kervan öndeki eşeğin arkasında sorunsuz ilerliyor haliyle.
Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Düzenin tekerine çomak sokmayı hayal edenler kaybetti bu seçimi.
***
Bakın şöyle söyleyeyim, İstanbul’un sevimli köpeği Boji’yi bile Ömer Koç’a verdiler. O gün bugündür o özgür ruhtan haber alamıyoruz. AKP’den kurtardığınızı sandığınız İBB’nin üst düzey yöneticileri Koç Grubu şirketlerinde görev yapmış isimlerden oluşuyor çoktan beri. Bunların çoğu TÜPRAŞ özelleştirmesi sürecinde Koç Holding adına üst düzey görev yapan profesyonel şirket yöneticileri. Yani İBB’yi CHP yönetiyor sanıyorsunuz ama gerçekte Koç Holding yönetiyor.
“Tam sol ileri” dedik dinletemedik, e biz de kaybedenler arasındayız haliyle. Kaybettiğimiz para pul veya oy değil yalnız. Halkımızın ve ülkemizin bu karanlık gidişine son vermek için kaybettiğimiz zamana yanıyoruz sadece…
Seçim çalışmalarından kalma sözüm vardı, 1 Nisan’dan sonra görüşelim, demiştim. Haklı çıkmanın kederi içindeyim. Artık görüşelim kardeşim!
/././
Belediyeden akıl almaz tarih hatası (Yusuf Yavuz)
Büyükşehir Belediyesi yetkilisinin “Antalya’da 3500 yıllık Roma dönemi sütunlu cadde bulundu” açıklaması arkeoloji camiasında şaşkınlık yarattı: Daha Roma devleti kurulmamıştı.Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından Hıdırlık Kulesi’nde yürütülen seyir terası ve çevre düzenlemesi projesiyle ilgili kurum yetkilisi tarafından basına verilen demeçte, Roma dönemine ait 3 bin 500 yıllık sütunlu cadde bulunduğunun söylenmesi şaşkınlık yarattı. Antalya Büyükşehir Belediyesi Etüt Proje Şube Müdürü Ezgi Öz’ün verdiği demeçte kalıntıları ortaya çıkan yapının Roma Dönemi’ne ait 3 bin 500 yıllık sütunlu bir cadde olduğunu söylemesine arkeologlardan tepki ve eleştiri geldi.
Roma imparatorluğu henüz tarih sahnesine çıkmadığı Hitit dönemine denk gelen tarihleme hatasının, mimarlık tarihi açısından da yanlış olduğu vurgulandı. Mimari bir yenilik olarak bilinen sütunlu caddelerin en erken örneğinin, günümüzden 1900 yıl öncesine ait olduğu vurgulandı.
Arkeolog-yazar ve yayıncı Nezih Başgelen, “Haberi ve açıklamaları ciddiye alırsak M.Ö 1500'lerde, Hititlerin Anadolu’ya hakim olduğu döneme ait sansasyonel bir sutünlu cadde ile karşı karşıyayız. Kazı haberlerinin ilgiyle izlendiği verilen bilgilerin titizlikle kontrol edildiği bir iletişim dünyasında bu haberle düştüğümüz garip durum ve cehalet her açıdan düşündürücüdür” yorumunu paylaştı.
Antalya Müze Müdürlüğü ve KUDEB denetiminde Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından yürütülen ’Hıdırlık Kulesi Çevresi Arkeolojik Kazı ve Seyir Terası Projesi’nde çalışmalar sürüyor.
Kurumsal bilgilendirme yapılan çalışmaları aktardı
Antalya Büyükşehir Belediyesi, 17 Nisan’da başına servis ettiği haberde, kurumsal iletişim çerçevesinde yapılan çalışmalar hakkında kamuoyuna bilgiler aktardı. Alandaki kazı ve düzenleme çalışmalarına değinilen haberde, “Son olarak kulenin güney kısmında tarihe ışık tutacak sütunlu bir yapı gün yüzüne çıkarıldı. Ayrıca kulenin güney kısmında da ortaya çıkarılan desenli taban mozaiklere de uzman arkeologlar tarafından konservasyon çalışması yapılıyor” bilgisine yer verildi.
Ertesi gün sansasyonel tarihleme hatası yapıldı
Ancak Büyükşehir Basın Biriminin servis ettiği bu haberin hemen ardından 18 Nisan tarihinde kurum yetkilileri tarafından yapılan açıklamada, Hıdırlık Kulesi’ndeki çalışmalar sırasında ortaya çıkan sütunlu yapı hakkında sansasyonel ifadeler kullanılması dikkat çekti.
‘Roma dönemine ait 3500 yıllık sütunlu cadde bulundu’
Antalya Büyükşehir Belediyesi Etüt Proje Şube Müdürü Ezgi Öz, çalışmalar sırasında Roma Dönemi’ne ait 3 bin 500 yıllık sütunlu bir cadde bulunduğunu savunarak, “Kaleiçi’nin önemli bulgularından biri. Üç Kapılara kadar uzanıyor. Burada da denize kadar olan bağlantısını bulduk. Aslında o caddeyi ayağa kaldırıyoruz. 3 bin 500 yıl önce Roma Dönemi’ne ait. Kültür Bakanlığımız devamının olduğunu öngörüyor, tahmini 800 metre olduğunu düşünüyoruz. Şu ana kadar yaklaşık 100 metrelik kısmına ulaştık” dedi.
‘Tarihe önem veren bir başkanla çalışmak çok güzel’
İHA’ya demeç veren Şube Müdürü Ezgi Öz, proje kapsamında Hıdırlık Kulesi’nin dışının konservasyonu ve yenilenmesiyle ilgili de çalışmalar yaptıklarını belirterek, “Bizim için koruyarak kullanmak çok önemli. Bu anlamda tarihe önem veren bir başkanla çalışmak bizim için çok güzel” diye konuştu.
Tarihi hata, ‘büyük keşif’ diye sunuldu
Antalya’da Roma dönemine ait 3 bin 500 yıllık sütunlu cadde bulunduğu iddiasıyla verilen haberin “büyük keşif” diyerek yerel ve ulusal basında yayınlanmasının ardından arkeoloji camiasından tepki ve eleştiri geldi.
Anadolu’da Hititler’in hakim olduğu, mimari bir yenilik olarak sütunlu cadde kavramının henüz ortaya çıkmadığı döneme tarihleme yapılması şaşkınlıkla karşılandı.
Arkeolog-Yazar Nezih Başgelen: ‘Başlığı görünce çok şaşırdım’
Arkeolog-yayıncı ve yazar Nezih Başgelen, Kültürel ve Doğal Mirası İzleme Platformu’nda paylaştığı değerlendirmesinde, “Önce haberin başlığında mı bir hata var diye hemen metni ve verilen açıklamayı okudum. Orada da aynı durumun daha da ayrıntılı bir şekilde yetkili açıklaması olarak yer aldığını görünce gerçekten çok şaşırdım. Haberi ve açıklamaları ciddiye alırsak, M.Ö 1500'lerde, Hititlerin Anadolu’ya hakim olduğu döneme ait sansasyonel bir sütunlu cadde ile karşı karşıyayız (!) Antalya gibi tarihi ve arkeolojisi yakinen bilinen ve tüm dünyanın ilgi odağındaki bir yerde böyle bir bulguyu basına verirken uzman açıklamasında çok daha dikkatli olunması gerekirdi. Kültür ve sanat alanlarında kazı haberlerinin ilgiyle izlendiği, verilen bilgilerin titizlikle kontrol edildiği bir iletişim dünyasında bu haberle düştüğümüz garip durum ve cehalet her açıdan düşündürücüdür” ifadelerini kullandı.
‘O tarihte ancak aslanlı yol bulabilirsiniz’
Antalya Büyükşehir Belediyesi yetkilisinin tartışma yaratan açıklamayla ilgili arkeolojikhaber.com sitesinde de bir eleştiri yazısı yayımlandı. Gazeteci-Yazar Yaşar İliksiz imzasıyla yayımlanan yazıda ise şöyle denildi:
“Bugün görmezden gelmemiz mümkün olmayan bir ‘hatalı’ haber yayınlandı. Üstelik bu haber ,bir site tarafından değil bir ajans tarafından yayınlandığı için, o ajansa abone pek çok haber kurumu da aynı hataya düşmüş oldu. Haber, ‘Antalya’da deniz manzaralı 3 bin 500 yıllık 800 metre uzunluğunda sütunlu cadde keşfedildi’ başlığını taşıyor. İçerikte keşif Roma Dönemi'ne ait deniliyor. Peki Roma Devleti ne zaman kuruldu? Gerçek kuruluş tarihi tartışmaya açık ama efsanevi kuruluş tarihi bile M.Ö. 753. Yani Roma Devletini götürseniz, götürseniz 2750 yıl önceye götürebilirsiniz ki o da ancak küçük bir şehir devleti olarak. M.Ö. 300'lü yıllarda Büyük İskender'in Antik Makedonya Krallığı'nı dünya devletine dönüştürdüğü göz önünde tutulursa daha büyük bir Roma devletinin fanteziden ibaret kalacağı aşikardır. Eğer bu cadde söz konusu tarihte yapılmış olsaydı ‘Hitit Dönemi sütunlu caddesi’ demek uygun olurdu! Oysa mimari tarihine göre böyle bir keşif de mümkün değil. O tarihte bulsanız bulsanız ‘aslanlı yol’ bulabilirsiniz!”
‘En eski sütunlu cadde 1900 yıllık’
Mimari terim sözlüklerine göre sütunlu caddenin Antik Roma mimarisinin yeniliklerinden biri olduğu ve ilk örneklerinin M.S. I. yüzyıla tarihlendiği bilgisine yet verilen yazıda, “Yani en eski sütunlu cadde 1900 yıllık iken Hıdırlık Kulesi arkeolog ve restoratörlerinin 3.500 yıllık sütunlu cadde keşfetmiş olması arkeoloji ve mimari tarihini dünya çapında değiştirecek bir keşif olurdu! Antalya Büyükşehir Belediyesi Etüt Proje Şube Müdürü Ezgi Öz, bu konuda en kısa zamanda açıklama yapmalıdır. Eğer bu hatalı bilgi kendisine o projede görev alan biri tarafından verildi ise durum daha da vahim. Ciddi bir koordinasyonsuzluk ve hatta daha vahimi liyakatsizlik söz konusu olabilir” görüşüne yer verildi.
‘Kazı çalışmasında korkunç hatalar yapıldı’ iddiası
Sosyal medyada da tartışılan tarihleme hatasıyla ilgili habere yapılan çok sayıda yorumdan biri de şöyle:
“Hıdırlık Kulesi çevresinde yapılan çalışmalar o kadar bilimsellikten uzak ki, dehşetle izliyorum. Kulenin çevresi resmen eşeleniyor. Ortaya çıkan kalıntıları doğru dürüst yorumlayacak bir arkeolog görmüyoruz kazının başında. Bu haberi yadırgamayın. Yarım yamalak bilgili, tarih, kronoloji bilgisi sıfır olan kişiler kazıda ortaya çıkanları da ancak bu kadar yorumlar. IHA muhabiri, uzman geçinenler ne söylerse onu yazıyor. Onun Roma'dan, 3500 yıl önceki Anadolu tarihinden haberdar olmasını zaten beklemiyorum. Korkunç hataların yapıldığı bu kazı çalışmasında bir de ağır demirlerden imal edilen koruma örtüleri faciası var.”
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder