IMF'siz IMF programı tasdiklendi: 'Yoksullaştıran politikalar başarılı, durmayın'
IMF Direktörü Kammer, "Biz de Türkiye'ye izlenen programı tavsiye ederdik" dedi. Emekçileri yoksullaştıran, sermayenin yüksek kârlılığını sürdüren program "başarılı" bulundu.IMF ve Dünya Bankası’nın her yıl Nisan ve Ekim aylarında birlikte düzenlediği toplantıların bu yıl ilki Washington’da başladı.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, burada ilk olarak IMF Başkan Yardımcısı Gita Gopinath ile görüştü.
Gopinath görüşmeyle ilgili mesajında, "Türkiye ve dünyanın ekonomik görünümü üzerine mükemmel sohbet" ettikleri yorumunda bulundu. Görüşmenin detayları ile ilgili Gopinath ya da Şimşek'ten bir açıklama gelmedi.
Öte yandan Türkiye'nin de içinde olduğu Avrupa bölgesi ekonomilerine ilişkin basın toplantısında IMF Avrupa Departmanı Direktörü Alfred Kammer, Türkiye'deki "ekonomi programını" desteklediklerini söyledi.
Para politikaları ve mali konsolidasyonda "bazı başarılar" gördüklerini belirten Kammer dezenflasyonda ilerlemenin uzun zaman alacağını dile getirdi.
'Biz de Türkiye'ye izlenen programı tavsiye ederdik'
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile dün görüştüklerini belirten Kammer, Şimşek'in "reformların uzun vadeli bir program olduğuna" dikkati çektiğini, bu programın yürütüleceğini söylediğini aktardı.
Türkiye'de yeni bir IMF programına ihtiyaç olup olmadığına dair soruya da Kammer "Öncelikle yürürlükteki reform programını destekliyoruz. Biz de Türkiye'ye oradaki ekonomi ekibinin izlediği programı tavsiye ederdik. Türkiye'yi desteklemeye yönelik herhangi bir IMF programına ilişkin görüşme yok" şeklinde yanıt verdi.
IMF ve AKP: Ayrılanlar hala sevgili…
Kammer'in açıklamaları iktisatçıların bir süredir ''IMF'siz IMF programı'' uygulandığı yönündeki tespitini destekler nitelikte.
Bu tespite göre Türkiye, IMF'den yeni bir ''destek paketi'' almasa da bu paketin koşacağı şartları yerine getiriyor.
IMF, ülkelerle yaptığı "stand-by" anlaşmalarında kriterler belirliyor ve bu kriterlere uyulması şartıyla borç veriyor. Borcu alan ülke, belirli aralıklarla, yapılan anlaşma çerçevesinde kararlar alıyor mu diye denetleniyor. Türkiye ise bu kriterlere karşılıksız uyuyor.
Kapitalizmin dünya çapındaki düzenleyici kurumları arasında yer alan IMF ile Şimşek yönetiminin hemfikir olduğu program, Mayıs 2023 seçimleri sonrasında “rasyonel” politikalara dönüş adı altında devreye sokuldu. Bu program seçimler öncesinde muhalefetin iktidara gelirse uygulamayı vaat ettikleriyle büyük oranda uyumlu.
İçerisinde yüksek faizler, geniş kesimler üzerindeki vergi yükünün artırılması, sermayeye çeşitli teşvikler ve kamuda tasarruf söylemiyle sosyal harcamaların azaltılması var. Döviz açığını kapatmak için uluslararası finansal sermayeye faiz artışları yoluyla yüksek getiri vaat ediliyor. Ücret artışlarının enflasyona yol açtığı iddiasıyla emekçilerin reel ücret kaybının sürdürülmesi hedefleniyor.
Birinci yılını doldurmak üzere olan kemer sıkma programının sermayenin yüksek kârlılığını devam ettirdiği ve varlıklı kesimlere servet aktarımını sürdürdüğü görülüyor.
IMF'nin 'çürüme' senaryosu
Mehmet Şimşek'in katıldığı toplantıların sonunda dünya ekonomisine ilişkin raporlar yayımlanacak. IMF'nin ülke ve bölgelere ilişkin ayrıntılı istatistiklerini içeren veri bankası da güncellencek.
Geçtiğimiz Ekim ayında yapılan son toplantıdan çıkan verileri soL'daki köşesinde değerlendiren iktisatçı Prof. Korkut Boratav, kapsamlı bir ekonomik dönüşümün tasarlandığını söylemişti.
Boratav, IMF'nin öngördüğü senaryonun "sermayenin tahakkümünü bu kez yeniden uluslararası ortama ve 2028’e taşımayı" hedeflediğini belirtmişti.
IMF programlarının Türkiye'de daha önce iktidar değişikliklerinde belirleyici rol oynadığını hatırlatan Boratav, şu değerlendirme bulunmuştu:
"IMF, 2023-2028 döneminde Türkiye ekonomisinin durgunlaşarak kendine özgü bir istikrara ulaşacağını beklemektedir. Temel varsayım, geçmiş yedi yılda neoliberal ilkeleri çiğnemiş olan 'aykırı' politikalardan geleneksel reçeteye dönüştür. 'Sağduyulu bir ekonomiye geçiş', parasal ve malî disiplin yöntemleriyle gerçekleşecektir."
/././
Köy Enstitülerinin Mayası (Ayşe Şule Süzük)
"Yeni insan'ın niteliklerinden siyasetin yoluna, halk üzerine tartışmalardan, umudun nerede olduğuna dair geniş bir yelpazedir Köy Enstitülerinin bugüne devrettiği."
Bugünden, başka deyişle şimdiden 84 yıl öncesinde eğitimine başlamış Köy Enstitülerine dair bir hikâye anlatmak istiyorum. Elimizde bugünün verileri, bugünün bilinci, bugünün tarih bilgisiyle geriye bakalım. Ve memleketimize, halkımıza dair düşünelim. Önce biraz hatırlayış, tezimde yazdığım bölümün parçaları aşağıda:
Köy Enstitüsü Eğitim Modeli Neden Ortaya Çıktı?
Cumhuriyet Halk Fırkası içinde 1930'ların ortalarından itibaren köye, toprağa ve tarıma yönelik bir gündem giderek ağırlık kazanır. Toprak reformu tartışmaları ile devam eden sürecin, romantik güzellemeler yapılan köyden artık daha gerçekçi bir köye dönüştüğü görülür. Köye yönelik bu odak değişikliğinin nedenleri arasında 1930 Serbest Fırka tecrübesinden sonra yaşananların Cumhuriyet Halk Fırkası kadrolarınca “bürokrat bir zümrenin elinde, etkisiz bir devlet cihazı hâline gelen; mahallî teşkilatı, şekilden ibaret olan” bir partinin “bürokratlar kulübü” olmaktan çıkarılmak istenerek halkla, gençlikle buluşma ihtiyacı sayılabilir.
Bir başka gelişme ise görünüşte onaylanan Cumhuriyet rejimine karşı özellikle halifeci ve saltanatçı kesimler tarafından sergilenen kalkışmalardır. 23 Aralık 1930’da Menemen’de Kubilay’ın öldürülmesi, 6 Şubat 1933’de Bursa’da yaşanan Hoca ve Şeyhlerin gerici kalkışması henüz sosyal yapının değişmediğini gösterir nitelikte gelişmeler olarak Kemalist kadrolara, taşrada devrim ideolojisinin yerleştirilmesi için uyarıcı etki yapmıştır.
1930’lu yıllar boyunca özellikle de 1937’de yoğunlaşan toprak reformu tartışmaları, kırsaldaki yapısal ilişkileri değiştirmeye yönelik bir içeriğe hiçbir zaman kavuşamamıştır. İşte bu noktada kırsalı ideolojik olarak kuşatmak ve en baştan dillendirildiği üzere “köylünün efendisi”ne uzanmak için yeni bir yaygın eğitim modeli planlanır.
Köy Enstitüleri resmî olarak 17 Nisan 1940’ta 14 yerde birden açılmıştır. Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’tur.
Köy Enstitülerinde Eğitim Nasıldı?
Enstitüler, bir yandan eğitime erişimi olmayan köy çocuklarını eğitmeye öncelik verir bir yandan da ülkenin dört bir yanına Kemalist devrimin düşünsel ve ideolojik temellerini aktararak “yeni insan”ı yeni bir eğitim modeli eliyle yaratmayı hedefler.
Basit bir örgün eğitim modelinden daha fazla, yaşayarak ve yaparak öğrenmenin yaygın bir biçimde uygulanması ile halk eğitimini merkeze alan bir model sunmuştur. Enstitülerde ziraat, hayvancılık, inşaat gibi işlerle köyün kalkınmasının yanında öğrencilerin ve köy halkının sanatla buluşması, niteliksel ve insani olarak gelişmesi önemsenmiştir. Bu kurumlar, teorik bilgi dışında ağırlıklı olarak pratik ve uygulamalı bilginin, günlük yaşamdaki gerekli donanımın verilmesi gayreti içindedir. Öğretimin içeriği ve programın biçimi, köyün şartları ve gereksinimlerine göre yeniden belirlenen bir esneklik içinde planlanmıştır.
Köy Enstitülerinin Başarıları
Başlangıçta elde hazır bir programı olmayan genelgeler üzerinden planlanan eğitim faaliyetleri ile öğrencilere çeşitli başlıklarda davranış ve tutum geliştirmeyi öngörmüştür. Kazandırılacak becerileri ve alışkanlıklar arasında bisiklet ve motosiklet kullanma, yüzme, ata binme, dağa tırmanma, sandal, yelken, motorlu deniz araçları kullanma, mandolin, ağız armoniği, flüt gibi bir müzik aletini çalma, yerel ve ulusal oyunları oynama, radyo ve gramofondan müzik parçaları dinleme yer almaktaydı. Ayrıca genelgede yer alan kültürel etkinlikler; köy hayatını konu edinen kitaplar başta olmak üzere öğrencilerin bilgilerini arttırıcı nitelikte yayınları içeren kütüphane oluşturulmasını, her enstitünün bulunduğu yerin coğrafi ve tarihi özelliklerine göre etnografik, jeolojik ve tarımsal değer taşıyan eşya ile “yurt müzesi” kurulmasını, öğrencilerin öğretmenlerle birlikte görev aldığı eğlenti ve müsamerelerin düzenlenmesini kapsar.
Program çerçevesinde Enstitü öğrencilerine kazandırılacak davranış ve tutumlara dair genelge bunun en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. Buna göre öğrenciler her işte tasarrufla hareket ederek başta sağlıklarına sonra da çocuk, kadın, ihtiyar, hasta ve düşkünlere yardım etme dikkati içinde olacaklardır. Hiçbir güçlükten yılmayacak şekilde yetiştirilecekler; korkak, mütereddit, kararsız, iradesiz olmamalarına dikkat edilecektir. Planlı ve hızlı iş görmek ve işleri başarmak başta öğretmen ve öğrenciler için esas prensip olacaktır. Bütün bunlarla birlikte cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik ve inkılâpçılık prensiplerini halkın yükselmesi için ana prensipler bilerek çalışacaklar, bu prensipleri hiçbir engel tanımadan hayata tatbik edebilen insanlar olacaklardır. Enstitülerin topyekûn eğitim harekâtı çerçevesinde kırsala yönelik son derece devrimci hamlelerle eğitim ve devrimci insanın yaratılması sorununa müdahale araçları olarak kurgulandıkları anlaşılmaktadır.
Köy Enstitülerinin Kapatılma Süreci
Köy Enstitüleri Tasarısı’nın mecliste tartışılmaya başlanmasından itibaren farklı nitelikte pek çok eleştirinin gündeme geldiği görülür. Geniş bir yelpazede ve son derece farklı kesimler tarafından sıralanabilecek tepkiler 1943’te toplanan II. Eğitim Şûrası’nda iyiden iyiye gün yüzüne çıkar. Türkiye’nin o yıllarının güç dengelerini ve Cumhuriyet Halk Fırkası içindeki siyasi kanatları görmek açısından veriler sunmaktadır. Örneğin Kâzım Karabekir, enstitülere yalnızca köy çocuklarının alınmasının ülkede kentli ve köylü ayrımını doğuracağını öne sürerek, tasarıya şiddetle karşı çıkmıştır. Parti programındaki sınıf ayrımını yadsıyan “kaynaşmış kitle” vurgusunu gerekçe göstererek köy çocukları ile şehir çocuklarının farklı eğitim felsefesiyle yetiştirilmesini sınıf ayrımcılığı olarak niteler. Öte yandan karma eğitim yapısı gerici çevrelerin tepkisini çeker. İsmail Hakkı Tonguç’un daha enstitülerin kurulma aşamasında altını çize çize belirttiği karma eğitim zorunluluğu ve zorlukların nasıl aşılacağı 02.10.1940 tarihli mektubunda ifade edilmiştir.
Şöyle der Tonguç:
“Müesseselerinizdeki kız talebe işi, pek çok emeğinizi harcamanız lazım gelen çok ciddi, önemli ve büyük bir meseledir. Kızları bir tarafa, erkekleri de diğer tarafa ayırarak müesseseyi iki kafes haline getirmek asla doğru değildir ve bu ayırmanın bir neticesi olarak mektuplaşan kız ve erkek iki talebeden kızı enstitüden uzaklaştırmak tedbiri cemiyetin kadına kıyan eski telakkisinin yaşatılmasından başka bir mahiyet ve manayı haiz değildir. Kızlar kızlıklarını, erkek çocuklar da erkekliklerini bilerek müessesenizin tabi hayatı içine sokulmalıdır. (…) Bayağı olan her şeyden kaçınmak ve korunmak şartıyla kız ve erkek talebeye hayatı bütünü ile yaşatmanız lazımdır.”
Ek olarak enstitülere saldırı gerekçelerinden biri komünizm paranoyasıdır. Eleştirenlere göre bu kurumlarda komünist ideolojiyi çağrıştıran bir eğitim programı uygulanmakta, öğrencilerin tarım ve teknik uygulamalarında, okul yapımında, temizlik ve bakım hizmetlerinde çalıştırılmaları Sovyetler Birliği’ndeki planlamayı ve kolektif çiftlikleri akla getirmektedir.
7 Ağustos 1946’da sağ eğilimli Recep Peker kabinesi kurulur ve Hasam Âli Yücel yerine Reşat Şemsettin Sirer Millî Eğitim Bakanlığına atanır. Yeni bakanın ilk icraatı “baba” unvanı ile tanınan İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğünden uzaklaştırarak okuldan okula sürmek olur.
En Önemlisi
Öte yandan faaliyette oldukları kısa süre içinde bu enstitülerden yetişen öğrencilerin nitelikleri dönemin hâkim sınıflarının “yurttaş”ına uymaz. Bu öğrenciler, özgüvenleri fazlasıyla gelişkin, vicdan duyguları güçlü ve haksızlıklara tahammül edemeyen tiplerdir. Bunun en büyük nedeni “yaparak öğrenme” yöntemiyle inisiyatif alabilme becerilerinin yarattığı etki olmalıdır. Her türlü adaletsizliğe karşı çabucak başkaldırma eğilimindeki öğrenciler bir yandan kolektif bir şekilde hareket etmeye başlamış, bu örgütlü hareket etme refleksi Tek Parti Dönemi’nin “halkçı” söylemine ve “sınıfsız sömürüsüz kaynaşmış bir kitle” anlayışına yönelik “Kral çıplak! dedirtmiştir.
Köy Enstitülerinin mayası tutmuştur. Hem de çok kısa bir sürede… Konuya dair anlatılacak, enstitülerden alınacak öyle çok ders var ki. Sadece eğitim başlığında da değil üstelik. “Yeni insan”ın niteliklerinden siyasetin yoluna, halk üzerine tartışmalardan, umudun nerede olduğuna dair geniş bir yelpazedir Köy Enstitülerinin bugüne devrettiği. “Orada bir köy var uzakta” romantizmiyle değil, fildişi kulelerde halka tepeden bakarak değil; kurarak, yaparak, işleyerek, eyleyerek, dayanışarak, memleketi severek olacak bunlar…
8 bakan değişti, maliyeti 15'e katlandı: Ankara-İzmir hızlı tren hattı vurgun kapısı oldu
11 yıl önce başlanan Ankara-İzmir hızlı tren projesinin yüzde 62,5'i tamamlanabildi. Bakan bir kez daha seçim öncesini işaret etti.
Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu, yıllardır tamamlanmayı bekleyen Ankara-İzmir Hızlı Tren Projesi'nin bir bölümünü 2026, tamamınıysa 2027'de bitirmeyi hedeflediklerini söyledi.
Uraloğlu ilk değildi. Kendisinden önceki 7 bakan da ''bitirmeyi hedeflediklerini'' duyurmuştu.
Temeli 2013 yılında atılan projenin iki şehir arasını 3,5 saate düşüreceği söyleniyor. İktidara yakın medyanın her seçim öncesi "müjdelediği" projede İzmir'den başlayan çalışmalar 11 yılın sonunda Afyonkarahisar'a ulaşabildi.
Projenin geldiği noktada incelemelerde bulunan bakan, "Yüzde 62,9 ilerleme sağladık” dedi. Oysa çalışmalara "1080 günde tamamlanacak" diyerek başlanılmıştı.
Aradan geçen sürede projenin maliyeti de katlandı. Projenin 4,3 milyar lira olarak açıklanan toplam maliyeti 2022 yılında 47,1 milyar lira, 2023 yılındaysa 62,5 milyar lira olarak revize edildi.
Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, “Demiryolları projeleri TL ile yapılıyor” açıklamasında bulunmuştu. 1,5 yıl önce sonuçlanan bir ihale kapsamındaysa 2,1 milyar avroluk sözleşme imzalandığı görülmüştü.
TCDD'nin satışı yeniden gündemde: 'Holdingleşme' modeli
Tamamlanamayan projeler, TCDD'nin holdingleştirilerek özelleştirilmesi için birer bahane haline getiriliyor.
Eski Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu, koltuğunu bırakmadan önce TCDD'de "işletmeyle ilgili yeni bir modele ihtiyaç duyulduğunu" söylemişti. "Bir dönem TCDD'nin taşıma kısmı ayrılmaya çalışıldı ama sonuç alınamadı. Altında çeşitli şirketlerin olacağı holdingleşme modeli planlandı. Biz şimdi benzer bir model üzerinde çalışıyoruz" diyen Karaismailoğlu'nun bu açıklamaları Özelleştirme İdaresi'nin 2016 yılında hazırladığı kısa, orta ve uzun vadeli özelleştirme planlarını akıllara getirmişti.
"Demiryolu taşımacılığının serbestleştirilmesi ve Türkiye Cumhuriyet Devlet Demiryolları'nın yeniden yapılandırılması" kapsamında kurulan TCDD Taşımacılık A.Ş. 2017'de faaliyetlerine başladı. Bu kapsamda yüksek hızlı trenler, konvansiyonel trenler, kent içi banliyö trenleri, Marmaray, Başkentray TCDD Taşımacılık tarafından işletiliyor.
Şirketin özelleştirmesi daha önce gündeme gelmişti. 2016'da planlanan "işletme hakkı ile özelleştirme" yönteminin yine masada olduğu anlaşılıyor.
/././
Darülaceze tarikat dizisini kovdu, pavyon dizisini buyur etti
Darülaceze, RTÜK'ün cezalandırmasının ardından tarikat ilişkilerini anlatan Kızıl Goncalar'ın çekim izinlerini iptal etmişti. Kurum bu defa "pavyon hayatını" anlatan İnci Taneleri dizisiyle anlaştı.Bu yılın en çok izlenen televizyon dizilerinden Kızıl Goncalar ve İnci Taneleri, çekimlerini tarihi binasında gerçekleştirmek için Darülaceze'ye başvurdu. Bir tarikat etrafında gelişen olayları anlatan Kızıl Goncalar'a önce izin verip daha sonra ''varoluş felsefesine aykırı'' olduğunu söyleyerek çekim iznini iptal eden kurum, kapılarını "pavyon hayatını" konu alan İnci Taneleri'ne açtı.
Kızıl Goncalar dizisi henüz ilk bölümünün ardından tarikatların ve kalemşörlerinin hedefi haline geldi. İsmailağa tarikatı açıklama yayınlandı, Yeni Şafak hedef gösterdi, RTÜK inceleme başlattı.
Çekimlerine iktidara yakın Siyasal Vakfı'nın tarihi binasında başlayan dizi önce buradan kovuldu. Binanın mülkiyeti Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne aitti. Gerekçe olarak diziyle ilgili oluşan kamuoyu baskısı ve RTÜK’ün inceleme başlatması gösterildi.
200 bin lirayı aldı, 'felsefesine aykırı' olduğunu fark etti
Yapımcı şirketin ikinci adresi Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı'na bağlı Darülaceze oldu. Ayda 200 bin liraya anlaşıldı.
Çekim iznini daha sonra apar topar iptal eden Darülaceze Başkanlığı, gerekçe olarak "manevi değerleri aşağılayan ve toplumsal huzura muhalefet içeren sahneleri" gösterdi.
Yapılan açıklamada dizinin, "kurumun varoluş felsefesine aykırı tutum" sergilediği belirtildi.
Kadın cinayetlerini romantize etmiş ve pavyonları güzellemişti
Manevi değerlere vurgu yapan kurum "varoluş felsefesine uygun" diziyi buldu.
DurakMedya'nın haberine göre, "pavyon hayatını" anlattığı sahneleriyle öne çıkan İnci Taneleri dizisi yeni bölümlerini Darülaceze'de çekmeye başladı.
Dizinin yapımcısı, senaristi ve başrol oyuncusu Yılmaz Erdoğan, Darülaceze Başkanı Hamza Cebeci ile görüştü ve bir de hatıra fotoğrafı çektirdi.
İnci Taneleri, yayınlanan ilk fragmanıyla tepkilerin odağı haline gelmişti. Azem karakterinin öldürmekle suçlandığı eşinin mezarı başında söylediği “Senin aşkın değil sadece, failin olmak da varmış” ifadeleri kadın cinayetlerini "romantize etmekle" eleştirilmişti.
Dizide, kadın bedeninin ve emeğinin sömürüldüğü pavyonların "aslında sanıldığı kadar kötü olmadığı" mesajı verilmiş, bu da "pavyon gerçeği gizleniyor" eleştirilerini beraberinde getirmişti.
İnci Taneleri'nde ramazan ayı boyunca pavyon dansı sahnelerine yer verilmemesi de dikkat çekmişti.
/././
'Sistem eleştirisi olmadan pavyonları anlatamazsınız' (Özkan Öztaş)
Türkiye'nin ilk pavyon belgeseli 'Beyazlar Sönsün'ün yapımcılarından Aycan Karadağ, son zamanlarda gündem olan İnci Taneleri dizisini soL'a değerlendirdi: "Piyasa dizilerinde gerçeklere yer verilmez."Senaryosunu Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı "İnci Taneleri" dizisinin fragmanında yer verilen ve milyonlarca kez izlenen oyuncu Hazar Ergüçlü’nün pavyon dansı kamuoyunun gündemine oturdu.
Sahneyle birlikte, pavyonlar da bir kez daha insanların sohbetlerinde yerini aldı. Sosyal medyada, bir kez daha pavyonların neyi temsil ettiği tartışılmaya başlandı.
Dizideki Dilber karakterinin "Gemileri Yakarım" şarkısı eşliğinde yaptığı gösteri sosyal medyada gündem olurken Dilber karakterinin dansı ve vücudundaki dövmesi de popüler olan başlıklar arasında yer alıyor.
Dizinin gündem olmasının akabinde kamuoyunda "pavyon ortamlarını övüyor mu, gerçekleri gizliyor mu" soruları tartışılırken diğer yandan kadın emeğinin ve bedeninin sömürülmesine dair tartışmalar da öne çıktı.
Diziyi, mekanı, kadın bedeninin ve emeğinin sömürülmesine dair tartışmaları bir pavyon belgeseli olan "Beyazlar Sönsün" belgeselinin yapımcılarından Aycan Karadağ'la konuştuk.
2018 yılında yayınlanan ve çeşitli ödüller alan belgeselin ilk gösterimlerinden birisi, bir pavyonda yapılmıştı. Yönetmenliğini Aycan Karadağ ve İbrahim Kucuş’un üstlendiği, senaryosunu Ayşe Neslihan Karaçolak’ın yazdığı “Beyazlar Sönsün” belgeselinin galası Ankara Palmiye Gazinosu’nda yapılırken, galaya pavyonda çalışanlar, Prof. Dr. Kurtuluş Kayalı, Prof. Dr. Aslı Yazıcı Yakın, Yönetmen Yılmaz Kılıç, Prodüktör Mihriban Tanık, Selin Kamburoğlu, Psikolog Şerefnur Kayataş gibi akademisyenler ve sinemaseverler de katıldı. Belgesel aynı zamanda bir saha araştırmasına da dayandığı için yönetmenlerin konuya dair sahip oldukları bilgiler önem arz ediyor.
'Sistem eleştirisi olmadan, seyircinin hoşuna giden konular verilir ancak'
Aycan Karadağ, İnci Taneleri dizisini her şeyden önce "hazırlandığı" mecrayı merkeze alarak değerlendiriyor ve sonuçta piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda hazırlanmış bir içerik olduğuna dikkat çekiyor: "Dizi ana akımda yayınlanıyor. Piyasaya yapılmış bir dizi yani. Dizi yayına girmeden haftalar önce başrol oyuncularından Hazar Ergüçlü’nün, Sincanlı Erkal’ın söylediği şarkı eşliğinde pavyonda oynadığı dans videosu ile tanıtım çalışması yapıldı. Dizi ve pavyon bu sayede tekrar gündem oldu. Pavyonun dışarıdan renkli olarak bilinen hayatı gösterilerek tanıtım çalışması yapılması zaten durumu özetliyor… Piyasa işi olduğu için pavyonun tüm gerçeklerini veremezler. Sorunları da anlatamazlar. Sistem eleştirisi olmadan, seyircinin hoşuna giden konular verilir ancak."
Beyazlar Sönsün belgeselinin afişi
'Bu tarz piyasa işlerinde pavyonun gerçeklerini görmek imkânsızdır'
"Beyazlar Sönsün", Türkiye'nin ilk pavyon belgeseli. Belgesel fikrinin ortaya çıkma sürecini Aycan Karadağ şu sözlerle anlatıyor:
"Beyazlar Sönsün (Pavyon) belgeseli, 2015 yılında İbrahim Kucuş’un bana gelip ‘Ankara’ya gidiyoruz ve pavyon belgeseli yapıyoruz’ demesiyle başladı. Daha önce pavyonun belgeseli hiç yapılmamıştı. En azından araştırmalarımızdan bunu görmüştük. Saha ve çekim süreçleri sonucunda 2018 yılında belgeselimiz yayınlandı. Tanık olduklarımız bizi çok etkiledi. Pavyonun renkli ışıkları altında sönen hayatları gördük. Ülkenin sosyo-kültürel yapısında gerçekten orada kimlik bulmaya çalışanları tanıdık. Özellikle pandemiden sonra pavyonlarda sömürünün daha da arttığını duyuyoruz. O yüzden bu tarz piyasa işlerinde pavyonun gerçeklerini görmek imkânsızdır. Dizi bir bölüm yayınlandı. Yüksek ücretlere yapılan bir iş. Oyunculuk ve dekor olarak benzer yanlar var. Kadın karakterin yaşadığı sorunlar üzerinden bazı benzerlikler olduğunu görebiliriz ama bu çok yüzeysel bir anlatımla gösterildi."
'Zannedildiği gibi sadece para için bu işi yapmıyor kadınlar'
Aycan Karadağ, kadın emeğinin ve bedeninin bir sömürü aracı olarak görüldüğü "pavyon ortamlarına" dair konuşurken her şeyin görüldüğü gibi olmadığını ve pavyonların yaygın bir kültür olduğunu vurguluyor
Karadağ "Pavyon özellikle Anadolu’da bir kültür olmuş durumda. Kadın-erkek çift olarak gidiyor, baba-oğul gidiyor. Sadece müzik dinlemeye veya dans izlemek için giden insanlar var. Gelen müşterinin kimlik kazanma durumu var. Bir yandan da kadın bedenin sömürülmesini görüyoruz. Kadınların yaşamları, pavyonda çalışma hikâyeleri, yaşadıkları sorunlar iyi incelenmesi ve doğru anlatılması lazım. Öyle zannedildiği gibi sadece para için bu işi yapmıyor kadınlar. Yaşanan sorunlar ve acılar filmlere, kitaplara sığmayacak boyutta" sözleriyle anlatıyor bunları.
Yılmaz Erdoğan'ın kaleme aldığı İnci Taneleri dizisi bir süre daha gündemde kalacak gibi görünüyor. Ancak tartışılan ve gösterilen her şey yine belli sınırların içerisinde ve piyasanın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde kalacak gibi görünüyor. Bir yanda "Dizinden sonra pavyon fiyatlarına zam geldi" haberleri yayılırken diğer yanda çürümenin ve sömürünün perde arkasında kaldığı içerikleri üretilmeye devam ediyor. (29/01/2024)
AKP 'yeni anayasa' hedefinden vazgeçmiyor: 'Yapacakları yaptıklarından belli' (İrem Yıldırım)
AKP'nin ve küçük ortağı MHP'nin yeniden başlattığı “yeni anayasa” nakaratı nelere gebe? Amaçlanan, hedeflenenlerle söylenenler arasındaki farklar neler?
Yerel seçimler geçti, yeni anayasa çağrısı yapan sesler yükselmeye başladı.
AKP ve MHP ortaklığı, uzun süredir yeni anayasa söylemini gündemden düşürmüyor. Erdoğan seçimin ardından bizzat telaffuz etmese de Bahçeli ilk grup toplantısında “yeni anayasa” dedi. Bahçeli, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin aksaklıklarını giderecek şeyin yeni anayasa olduğu çağrısını da yaptı.
“Yeni, sivil, çağdaş, demokratik, kapsayıcı ve kuşatıcı” bir anayasaya ihtiyaç duyulduğunu öne süren Cumhur İttifakı, bunu sağlamak için kolları sıvamaya başladı bile.
Öyle ki TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, tüm siyasi parti gruplarının temsilcilerinin yer aldığı TBMM Başkanlık Divanı üyeleriyle görüştü, nabız yokladı.
İşin içinde pek çok dinamik var, bunlara değineceğiz ancak anayasa mevzusu da tıpkı bu hafta sosyal medyanın da gündemine giren tartışma gibi “sınıfsal”.
Nedeni: Yeni liberalizm, kapitalist emperyalist ilişkiler, dinsellikle bulamaç olan AKP siyaseti ve ekonomisi
Anayasa Mahkemesi eski raportörü ve soL yazarı Ali Rıza Aydın, yeni anayasa tartışmalarını değerlendirdi. AKP’nin yeni anayasa talebinin arkasında yatan sebepleri konuşmak önemli, çünkü Aydın'ın da dediği gibi “Anayasa dediğimiz temel, kapsayıcı, üstün ve bağlayıcı belgeyi içinde bulunulan ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel koşullardan soyutlayarak okuyamayız”. Aydın anayasanın ideolojisiz olmayacağının altını çiziyor:
“Temel hak ve özgürlükleri, toplum içinde devleti ve devletin şekli olarak cumhuriyetin niteliklerini, devlet içinde siyasal iktidarı, siyaseti tanımlayan, aynı zamanda da tüm yazdıklarını sınırlandıran bir metnin; basit, renksiz, pasif, yaşamayan bir durumda yazılması, özünün olmaması düşünülebilir mi? Asıl vurgulanması gereken de 'anayasanın ekonomi politiği'dir. Dili, sözü nasıl yazılırsa yazılsın anayasanın ve anayasa değişikliklerinin özünde ekonomi politik yatar; anayasa sınıfsaldır.”
AKP ve ortaklarının “yeni, sivil, çağdaş, demokratik, kapsayıcı ve kuşatıcı bir anayasaya ihtiyaç duyulduğunu” dile getirmesi görünürdeki nedenler, Aydın bunun gerçekteki nedenleri saklamak için kullanıldığının altını çiziyor. Burada “yapacakları yaptıklarından bellidir” diyen Aydın yeni anayasanın altında yatan gerekçeleri şöyle açıklıyor:
“‘Yeni anayasa’ söylemi ve hedefini birçok nedenin içinde olduğu bütünsellikle okumak gerekiyor. Bu bütünselliği okuyacağımız tablo, yeni liberalizmle, kapitalist emperyalist ilişkilerle, dinsellikle bulamaç durumuna getirilmiş olan 21 yılı aşan AKP dönemidir, siyaseti ve ekonomisidir.”
Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine ayar, kamu kaynaklarına yağma için yeni yollar
Başkanlık rejiminin zaaflarının giderilmesi, daha fazla güven sağlaması gibi düzenlemeler öne çıkmakta. Aydın, “Parlamenter rejimin anayasası içine yama gibi yerleştirilen başkanlı rejimin devlet organlarıyla bütünlüğü kurulmuş, eksiklik ve güvensizliği giderilmiş duruma getirilmesi olarak anlatabiliriz” diyerek durumun röntgenini çekiyor ve dikkatlerden kaçan, kimsenin dile getirmediği bir diğer yana ışık tutuyor:
“Ki burada MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin isteğini aşan, düzen içi siyasetin de kanıksadığı bir durum söz konusu. Başkanlık rejimi aslında sermaye sınıfının istediği gerçeği yerli yerine oturmuş, AKP ve Erdoğan’a bağlama basit yaklaşımı da giderilmiş olacak. Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarıyla frenlenmesi gereken cumhurbaşkanı kararnameleri sorunu giderilmiş olacak. Meclis daha fazla işlevsizleştirilecek. Anayasa Mahkemesinin görmezden gelemeyeceği derecede artan hak ve özgürlük ihlalleri çözümlenmek yerine AYM işlevsizleştirilecek. Özelleştirmelerin, kamu kaynaklarını yağmalamanın önü daha fazla açılacak. Arabuluculuk anayasaya yerleştirilecek vs. Bunlar gibi çok çok başlık var.”
Laikliğe saldırı, emekçi sömürüsüne yasal kılıflar artacak
AKP iktidarının en temel saldırı alanlarından biri laiklik. AKP'nin 2008’de Anayasanın değiştirilemeyecek 2. maddesini değiştirmeye kalkışarak başladığı bu laikliğe saldırı sürecini, gerek yeni anayasayla gerek farklı araçlar kullanarak sürdürmesi kaçınılmaz. Aydın laikliğin sözde kaldığı yıllar vurgusu yaparak “Yeni anayasayı tabuta son çivi olarak görmemesi düşünülemez” diyor.
Yeni anayasanın gerçek nedenlerinin finalinde, emekçileri esnek, ucuz, güvencesiz duruma düşüren, sömürüyü derinleştiren yasal düzenlemelerin, yargı kararlarının ve uygulamaların sömürenler yönünden anayasal güvenceye kavuşturulması da var.
19 değişikliğin 12'si AKP'nin
Her anayasa değişikliği talebiyle geldiklerinde AKP’nin ilk söylediği söz “bu darbe anayasası değişmeli” oluyor. Aynı argüman, aynı vaatle bir kez daha kolları sıvama niyetindeler. Burada akla gelen ilk soru net: AKP’nin defalarca yaptığı “demokratik” değişiklikler zaten 1982 anayasasını yeterince değiştirmedi mi? Aydın, “anayasal gelişme/ilerleme” ile “anayasal gerileme”nin ilerlemeci/aydınlanmacı dönemlerle gerici dönemlerin yansıması olduğunu anlatarak yanıtlamaya başlıyor bu soruyu. Şöyle devam ediyor:
“AKP, 24 Ocak 1980 kararlarının, 12 Eylül 1980 darbesinin, Milli Güvenlik Konseyi yönetiminin yansıması olarak ortaya çıkan 1982 Anayasanın içinden çıktığı toplumsal ve ekonomik ilişkilerin proje partisi olarak kurulan ve 2002’den bu yana iktidarda kalan, ulusal ve uluslararası sermayenin istek ve gereksinmelerini yerine getiren, cumhuriyeti ve laikliği yıkan, her tür gericiliğe tüm kapıları açan bir siyasi parti. Anayasayı hem sermaye sınıfı ve kendi çıkarına tepe tepe kullandı hem de laiklik başta olmak üzere uygulamadı. Dahası iktidarı boyunca anayasa değiştirme rekoru kırdı, 2007, 2010, 2017 gibi köşeli müdahaleleri yaptı ama her seferinde de “yeni anayasa” nakaratını hiç dilinden düşürmedi. Koşulların da oluşmaması nedeniyle dinsel simgelerle dinsel giysi ve simgelerle aileyle ilgili değişiklikleri yapamadı.”
Hep parçacı yöntemlerle anayasal gerileme tezlerini yaşama geçirdiğini ama bunları yeterli görmediğini de ekliyor sözlerine ve devam ediyor:
“Askeri darbe anayasasını hedef alan zihniyet, 40 yıl boyunca 190’a yakın maddesiyle, 19 kez değiştirilen Anayasayı “yeni” adıyla değiştirmeyi planlarken “anayasayla darbe” hedefine yürüyor. 19 değişikliğin 12’sinde imzası var ama yetmiyor. Yok ettiği cumhuriyetin ve laikliğin anayasasını yazmak, emekçilerin mücadeleleriyle kazanılan hak ve özgürlüklerin gasp edilmesini ve sermayenin sınırsız tahakkümünü anayasal güvence altına almak istiyor.”
'Yeni anayasa arayışları cumhuriyete, aydınlanmaya, emekçilerin haklarını savunanlara kurdukları tuzak'
Ali Rıza Aydın Gelenek Dergisi’nde 2013 yılında kaleme aldığı Anayasaların Ekonomi Politiği Üzerine isimli yazıda “varlığı ya da yokluğu fark edilmeyen anayasalı dönem” tarifi yapıyor.
Tarifi şöyle sürdürüyor: “Darbe Anayasası dedikleri, kendileri yönünden varlığı ve yokluğu fark edilmeyen bir anayasa. Konu sermaye olunca, emperyalizm olunca, iktidar gücü olunca ekonomi politiği sömürü olan anayasa var; emekçiler, işsizler olunca yok. Konu sermaye sınıfının hak ve özgürlüğü olunca var, emekçilerin hak ve özgürlüğü olunca yok. Bu durumu yönetmeyi becerdiler ama emekçilerin örgütlü/sınıfsal mücadelesinden, laikliği dik duruşlarıyla savunmaya devam eden aydınlanmacılardan kurtulmadan, serbestçe devam edemeyeceklerinin farkındalar. Yeni anayasa arayışları cumhuriyeti, aydınlanmayı, ilerlemeyi, emekçilerin haklarını savunanlara kurdukları tuzak. Sınıfsız ve sömürüsüz toplum için savaşanlar bu tuzağa düşmeyecek.”
/././
'İffet Yasası' füzeleri gölgede bıraktı: Molla rejimi başörtüsü dayatmasını sıkılaştırıyor (Emre Alım)
İran, füzelerle birlikte başörtüsü dayatmasının da fitilini ateşledi. Protestoların 2 yıl önce fiilen sonunu getirdiği ahlak polisleri yeniden sokakları sardı. İranlı kadınlar değişimi soL'a anlattı.Geçtiğimiz hafta İran’dan ateşlenen füzeler İsrail’e ulaşmadan panik başkent Tahran’ı sardı. Sevinç gösterileri için sokağa çıkanlar kadar kenti terk edenler de yollardaydı.
İsrail’in saldırıya karşılık vereceğini düşünenler benzin istasyonları önünde uzun kuyruklar oluşturdu, Hazar kıyısındaki komşu eyalet Mazenderan’ın yolunu tuttu.
Gün ağardığında herkes tehlikenin sona erdiğinden emindi ancak bu defa füzeler kadar etkili bir başka tehdit baş gösterdi.
Tam adı “Tesettür ve İffet Kültürünün Teşvik Edilerek Ailenin Korunması Kanunu”.
Başörtüsünü düzgün takmadığı için ahlak polisi tarafından katledilen Mahsa Amini için düzenlenen protestolar sonrasında gündeme geldi. Eylemlerin birinci yıl dönümünde meclisten geçti.
Denetimler bir süre önce sıkılaştırılmış, yolda veya otomobilde örtünmeyen kadınlara yazılan cezaların sayısı artmıştı.
Protestoların ardından ilgası konuşulan ahlak polisi yeniden sokaklara dönmüş ancak basına yansıyan az sayıdaki örnekler dışında eskisi gibi hareket ettiği görülmemişti.
Ta ki 14 Nisan'a kadar.
Dışarıya gözdağı, içeriye baskı
Kanunun 13 Nisan’da uygulamaya konulacağı biliniyordu. Ancak anlaşılan o ki İsrail’e yönelik misilleme saldırısı beklenilmişti. Bir gün gecikmeli başlayan uygulama, saatler önce uluslararası alanda yapılan gövde gösterisinden güç alıyordu.
Sokaklar yeniden ahlak polisiyle doldu. Kontrol noktaları artırıldı. Zorunlu başörtüsü kuralına uymayan kadınlar gözaltına alındı. Direnenler yol ortasında darp edildi, şiddet karakolda sürdü.
22 yaşındaki Mahsa Amini de tıpkı bu şekilde gözaltına alınmış, 16 Eylül 2022'de karakoldan cansız bedeni çıkmıştı.
Ardından aylar süren protestolarda 500’den fazla eylemci polisin müdahalesi sonucu hayatını kaybetti, 20 bine yakın insan tutuklandı. Tutuklulardan dokuzu idam edildi. 100'den fazla kişi hâlâ idam istemiyle yargılanıyor.
Çoğunluk başörtüsü zorunluluğuna karşı
Eylemlerin kanlı şekilde bastırılmasından bu yana İran'da birçok kadın başörtüsü zorunluluğunu pasif protestolarla ihlal ediyor.
Kadınlar ahlak polisinin önünden geçerken saçlarını savuruyor, kamu kurumlarında yapılan itirazları umursamıyor. Kentin belirli bölgelerinde neredeyse her üç kadından biri başörtüsü takmıyor, kafe restoran gibi bazı kapalı mekanlardaysa başını örtenler yadırganıyor. Kadınlar protestolar öncesinde bunu hayal dahi edemediklerini söylüyor.
14 Nisan’da başlatılan ‘’Nur Planı’’nın hedefiyse, tersine dönmeye başlayan bu statükoyu yeniden tesis etmek. Uygulama başlayalı henüz 1 hafta olmadı ama soL’a konuşan İranlı kadınlar baskıların şimdiden yılgınlığa yol açtığını anlatıyor.
Birçok kadın başörtüsü zorunluluğuna pasif protestolarla direniyor. Fotoğraf: Merve BahtiyarBaşörtüsünü reddetti, işkence ve tecavüzle tehdit edildi
Bu denli şiddetli bir değişim yaşanacağını öngörmediklerini kaydeden Somayeh, ilk günleri şöyle aktarıyor:
“Bir ara başörtüsü planı ve güvenlik güçlerinin artırılması konuşuluyordu ama hepimiz bunun halkı korkutmak için olduğunu düşündük. Pazar günü arkadaşlarımın Instagram'da paylaştığı videoları gördüğümde, sokaklarda ve meydanlardaki polislerle birlikte bir tutuklama dalgasının yaşandığını fark ettim.’’
Yaklaşık 2 yıldır başörtüsünü çantasına bile almayan Somayeh, ahlak polisleriyle ilk karşılaşmasında tehditlerin hedefi olmuş. Gözaltına alınmaktan kaçarak kurtulabilmiş.
“Sokakta yanımda eşarp yoktu ve kaba bir görevli benden eşarp takmamı istedi. Cevap vermedim ve yoluma devam ettim. Birkaç sokak arkamdan gelip küfür etti, tecavüz ve işkenceyle tehdit etti. Umurumda değildi ama korku bütün varlığımı sarstı. O cümleleri duyunca dehşete düştüm. Böyle cümleler bir kadına, daha da önemlisi bir yurttaşa nasıl söylenebilirdi. Üstene bir de yumruk ve tekme atmakla tehdit etti. Her an saçlarımdan yakalayıp beni götüreceğini hissettim. Sokaktan geçen adamlar onun arkamda olduğunu ve kaçmamı söylediler. Benim ve tüm İranlı kadınların çok acı anıları ve artık yeniden bitmek bilmeyen korkuları var...”
'Bin adım ileri gittiklerini hissediyorum'
Bir yıl önce başlayan uygulamayla trafiğe çıkan bir milyondan fazla kadın, polis tarafından başörtüsüz olarak kameralarla tespit edildi ve SMS ile uyarıldı. O kadınlardan biri Farzaneh. Kimliği araç plakası üzerinden belirlenmiş, kuralı birden fazla kez ihlal ettiği için hem para cezasına çarptırılmış hem de 1 hafta süreyle arabası bağlanmış.
Tıpkı Somayeh gibi Farzaneh de sokaklarda ahlak polisi tarafından kovalanmış. Kendini eve güçlükle attığında hissettiklerini şöyle anlatıyor.
“22 ay boyunca çok çalıştım ve eşarp takmadım. Zor bir yoldu. Bu süre zarfında birçok yerde aşağılandım, birçok yere girmeme izin verilmedi, birçok hizmetten mahrum bırakıldım ama tüm bu zorluklara katlandım çünkü Mahsa Amini'nin öldürüldüğü günden ve protestolarda yüzlerce kişinin katledilmesinden sonra geri adım atmayacağıma yemin ettim.
Her baskı altında kaldığımda kendime 'bir adım geri gidersen, onlar yüz adım ileri gelecek' diyordum. Bunca bedeli hikayenin başına dönmek için ödemedik. Takip edildiğim günden beri korkunun yanı sıra güçlü bir aşağılanma duygusuyla yaşıyorum. Bütün karakterimin, cesaretimin, fikirlerimin bu hükümetin gücü, baskısı ve aptal ideolojisi altında ezildiğini hissediyorum. Yüz adım değil, bin adım ileri gittiklerini hissediyorum.”
'Öldürülen gençlere ihanet etmiş gibi hissediyorum'
Farzaneh, en temel haklarını bir kez daha yitirmek istemiyor. “Sevdiğim kıyafetleri seçebilmek, saçlarımda esen rüzgarı hissetmek yeter” diyor.
“Kırk yaşına girmek üzere olan bir kadınım. İslami mollaların ideolojisi, beni kendimden nefret eden biri haline getirdi. Bu iki yıl içinde öldürülen bütün gençlere ihanet etmişim gibi hissediyorum. O gün sokaklara çıktık ve istediğimizi aldık. Şimdi silah zoruyla geri çekilmek en büyük acımız.”
Kadınları görünmez kılmanın yeni kılıfı: Home-office
Molla yanlıları, muhaliflere yönelik daha sert politikalar izlenmesi için aylardır çağrı yapıyor. Bu doğrultuda çıkarılan yeni kanun, başörtüsü zorunluluğunu daha güçlü uygulamaktan ibaret değil. Eğitimde “tesettür kültürünün yaygınlaştırılması” için yeni programlar oluşturulacak, bunlara uymayan kurumların lisansları iptal edilecek. Üniversitelerde “aile odaklı İslami yaşam tarzını’’ merkeze alan araştırmalar önceliklendirilecek. Üniversite okurken evlenen öğrencilere teşvik verilecek.
Yabancı uyruklulara tesettür ve iffet alanındaki yasa ve yönetmelikler bildirilecek ve bunlara uyulup uyulmadığı denetlenecek. Tesettür giyim mağazalarının kiralarında en az yüzde 30 indirim yapılacak. ''Aile kurumunun ve İslami yaşam tarzının güçlendirilmesi'' için kadınlara “home-office ruhsatı” verilmesinin önü açılacak. Yasa hükümlerine uymayanlar 10 yıla kadar hapis cezasına çarptırılabilecek.
Yeni kanunun bir ayağını da ''tesettüre teşvik'' oluşturuyor. Fotoğraf: Merve Bahtiyar'Cesaretin anlatıcısı olacağımızı umuyoruz'
Her gün hatırlatılan ağır cezaların kendisini korkutmaya yetmediğini vurgulayan Somayeh, henüz ümidini yitirmediğini söylüyor:
“Korkum tutuklanmaktan değil. Benim korkum bu çabalarımızın boşa çıkması, bu korkudan dolayı geri dönüp başörtüsü takmak zorunda kalmamız. Eşarp takarak bu iki yılda kaybettiğimiz gençlere ihanet ettiğimize inanıyorum.
Birkaç günde hayatımız değişti ve tarihin tekerrür etmesinden kaygılıyız. Ama yine de gücümüzün korkularımızı aşacağını ve korkunun değil, cesaretin anlatıcısı olacağımızı umuyoruz.”
/././
İngiltere Başbakanı'nın 'dumansız nesil' hülyası: Sigaraya kırmızı, e-sigaraya yeşil ışık (Meryem Vitni)
Sunak’ın sermayeye savaş açıp tütün endüstrisinin dibini kurutmaya meraklı olmadığını bildiğimize göre, bu siyasi girişimin arka planına göz atma gereği var.Sigara şirketiyle tarihsel organik ilişkileri olan bir hükümet neden ve nasıl “dumansız nesil” hülyasına kapılır? Britanya’da Rishi Sunak hükümeti tam da bunu yaptı. 2009’dan sonra doğanlara sigara satışını yasaklayan bir yasa tasarısı hızla topluma pazarlandı, kısa sürede Avam Kamarası’nda İşçi Partili vekillerin desteğini alarak onaylandı. Buna göre, her şey yolunda giderse, 2027 yılından itibaren sigara satışının yasaklandığı yaş grupları her yıl artacak ve 2040’a gelindiğinde sigara tarih olacak.
Sunak’ın sermayeye savaş açıp tütün endüstrisinin dibini kurutmaya meraklı olmadığını bildiğimize göre, bu siyasi girişimin arka planına göz atma gereği var.
Sigaraya kırmızı, e-sigaraya yeşil ışık
Yasayla ilgili anahtar kavram “dumansız nesil”. Yasa, 2009’dan sonra doğacak nesiller için sadece sigaranın satışını yasaklarken, 18 yaş üstüne e-sigara (elektronik sigara) satışını spesifik olarak serbest bırakıyor. Yani, yasa hükmüyle genç nesiller sigara dumanından uzak tutulurken, e-sigaranın buharının tüm nesillerce ilelebet solunması meşru ve onaylı kılınıyor. Sunak yasası “dünyadaki ilk nesile dayalı sigara yasağı” şeklinde parlatılıyor, ancak e-sigara satışının kanunen garanti altına alındığı ilk düzenleme olarak nitelemek daha doğru bir yaklaşım.
Liberalizmin beşiği Britanya’da kamu idaresi, STK’lar ve bazı bilimciler uzunca zamandır son derece muğlak kanıtlarla e-sigaranın sigaraya göre daha güvenli olduğunu iddia ediyorlar. Bu görüşü savunanlara göre, toplum ölçeğinde bırakmayı ve başlamamayı hedefleyen tütün kontrolü politikaları da, üretim ve ticaretin önünü almaya çabalayan politikalar da beyhude, zahmetli, maliyetli ve özgürlükleri kısıtlayıcı oldukları için yanlıştır; mücadele piyasaya ve şirketlere müdahale ederek değil, ölümcül olduğu kabul edilen sigaraya karşı yapılmalıdır; piyasanın kendi çözümünü üretmesine yardımcı olmak üzere, şirketler daha az zararlı ürünleri geliştirmeye ve üretmeye yönlendirilmeli, bunun için teşvik görmelidir; sigaraya negatif teşvik uygulanırken, yeni nesil ürünler tüketicilerin bu ürünleri tercih etmelerini kolaylaştıran esnek düzenlemelere tabi kılınmalıdır.
Sunak yasa tasarısının ana hatları, bu görüşlerin savunulduğu ve 2023’te Royal College of Physicians’ın ev sahipliğinde Londra’da düzenlenen E-Sigara Zirvesi’nde çizilmişti. Yasa hakkında anaakım medya haberlerinde sanki farklı görüşlere mikrofon uzatılıyormuş gibi yapılsa da, aslında sadece bu Zirve’nin katılımcılarına yer verildiği görülüyor.
Oysa, günümüzde e-sigaranın olumsuz sağlık etkileri hakkındaki bilimsel çalışma külliyatı muğlaklığa izin vermeyen bir kapsama sahip hale geldi. Hakemli dergilerde yayımlanmış on binin üzerinde makale, 107 adet nüfus genelinde yürütülmüş araştırma var. Glantz ve arkadaşlarının Şubat 2024’te yayımladıkları meta analize göre, e-sigaranın kalp-damar, inme ve metabolik bozukluk riski sigaranın risklerinden farklı değil. Ancak bir kere liberal virüs ortalığı sardığında, kulaklar bilimsel kanıta dahi tıkanıyor.
Britanya’da devlet-BAT ilişkileri
1902’de devlet desteği ve öncülüğünde kurulan ve Britanya imparatorluk toprakları genelinde faaliyete geçen British American Tobacco (BAT), o günden bugüne emperyalist sistem içinde ayrıcalıklı bir konuma sahip, ulusötesi nitelikler sergileyen bir tütün şirketi. Son 40 yılda küresel yayılma stratejisini Britanya devletinin dış politikası ile eşgüdüm içinde yürüttüğü, son dönemdeki Myanmar ve Rusya’dan çıkma kararlarını bu çerçevede aldığı görülüyor. Günümüzde hâlâ Birleşik Krallık Hazinesi yüzde 7,48 sermaye payı oranında BAT hissesi sahibi. Gözde FTSE 100 şirketlerinden olan BAT faaliyet gösterdiği 180’den fazla ülkede her yıl 600 milyar adet sigaranın yanı sıra, piyasaları gitgide büyüyen e-sigara ve diğer yeni nesil tütün ve nikotin ürünü pazarlıyor. Bu faaliyeti sürdürmek için, devlet ve şirket arasında yönetici alışverişinin gerçekleştiği döner kapı mekanizması sürekli işlerken, şirketin vergi kaçırma, uluslararası sigara kaçakçılığı ve rüşvet skandalları örtbas ediliyor.
Declassified UK’nin haberine göre, söz konusu skandalların 2000’li yılların başında ayyuka çıkması sonucu Ticaret ve Sanayi Bakanlığı tarafından zorunlu olarak başlatılan soruşturma, yıllar içinde gazetecilerin bilgi edinme hukuku çerçevesinde yönelttikleri soruların yanıtsız bırakıldığı bir sır perdesi ardında tutuldu ve 2021’de doyurucu bir gerçekçe açıklanmadan aniden kapatıldı; 18 bin saat süren ve 2,3 milyon pound harcama yapılan soruşturma çöpü boyladı. Haberde yer alan yorumlara göre, BAT’ın özellikle Afrika’daki yasadışı faaliyetleri siyaseten o kadar hassas içeriğe sahip ki, bunların açığa çıkması Britanya devleti için fazla utanç verici olacağından soruşturma kapatılmış olabilir.
Daha önce, nesile dayalı satış yasakları Yeni Zelanda ve Malezya’da siyasi engellere takılarak gündemden düşürülmüştü. Malezya’da, Malezya E-Sigara Birliği hükümetten e-sigaraları satış yasağı kapsamı dışına çıkartmasını talep etmişti. Malezya sağlık bakanı satış yasağını engelleyenin tütün endüstrisi lobisi olduğunu açıklamıştı.
Tütün kontrolü önlemlerinin gerçek etkisini ölçmek için kolay bir yöntem onları çığlık testine tabi tutmak. Yeni Zelanda ve Malezya’da duyulan çığlık, sıra Britanya’da Sunak yasasına geldiğinde duyulmaz oldu. BAT’ın sessiz kalması, yasanın danışıklı bir süreçte kotarıldığı izlenimi veriyor. Hatta, dünyada yasalaşan ilk nesile dayalı satış yasağının e-sigaranın önünü açık bırakan bir örnek oluşturması özellikle istenmiş olabilir.
Sağcı rejimlerin favori sosyal/sağlık projesi olarak sigarayla savaş
Dünyada ilk dönem tütün kontrolü politikalarının sol eğilimli hükümetlerce benimsenerek hayata geçirildiği yönündeki bilgilere rağmen, günümüzde neoliberal müdahalelerle sosyal devletin altını oyan, bu nedenle meşruluk krizi yaşayan sağcı rejimlere can simidi olan iki politika alanının belirginlik kazandığını iddia etmek mümkün: sigarayla savaş ve uyuşturucuyla savaş. Bunlar sağcı siyasetler için mükemmel politikalar, çünkü liberal hassasiyetlere, diğer bir deyişle sermaye çıkarlarına, dokunmadan icra edildikleri sürece, hem çocuklarının maruz kaldığı etkiler hakkında endişeli ebeveynlerin korkularına hitap ettikleri için onları muhafazakâr siyasetin içine çekme kapasitesine sahipler. Hem de güvenlikçi devlete meşruluk kazandıran, siyasi riski olmayan, oldukça popüler, üstelik büyük oranda maliyetsiz politikalar.
Uyuşturucuyla savaş ayrı bir yazı konusu. Ancak sigarayla savaş siyasetinin en iyi sahnelendiği ülkelerin başında Türkiye geliyor kuşkusuz. Türkiye’de tütün ürünü üretimi ve tüketimi benzersiz bir tırmanış içinde, ama Erdoğan’ın sigara nefretiyle ilişkilendirilen, çoğu kağıt üstünde kalan, eksik ve yanlış uygulanan tütün kontrolü önlemleri ülke içinde farklı çevrelerce destek görürken, uluslararası arenada Türkiye’yi tütün kontrolü şampiyonu yaptı. Sigarayla savaş politikası, en somut, en fetişize edilmiş ifadesini Erdoğan’ın bırakma sözü alarak topladığı sigara paketleriyle Saray’da kurulan dev boyutlu sergi salonunda buldu.
Rishi Sunak’ın aynı yolu tercih ettiği belli. Britanya’da, başta Sunak’ın dahil olduğu Muhafazakârlar olmak üzere, neoliberal dönem iktidarları sosyal ve sağlık alanlarında inanılmaz geri adımlar attılar. Bir zamanlar sosyalist blokla yarışmak üzere geliştirilen ulusal sağlık sistemini çökerttiler. Bizzat Sunak iklim politikasında büyük tavizler verdi, ama sigaraya savaş açarak bir sosyal/sağlık politikası varmış görüntüsü vermeyi siyaseten uygun buldu, kendine yakıştırdı. Ne de olsa, iklim politikası dikenli ve pahalı, ama sigara karşıtlığı bir penny bile gerektirmiyor ve dünya lideri Erdoğan’ın gösterdiği gibi toplumsal destek buluyor, uluslararası prestij sağlıyor. BAT’ı da yanına aldı mı, iş tamam.
Yasaklar ve liberal virüs
Burada yazdıklarımızdan nesile dayalı satış yasağına karşı olduğumuz anlaşılmasın. Sigara ne kadar çabuk tarih olursa o kadar iyi. Ancak, Britanya’da kabul edildiği şekliyle, e-sigara kapısını açık bırakarak e-sigarayı olumlayan yasa, sadece o ülkede zayıf halk sağlığı etkisi göstermeyecek, dünya genelinde etkili olma potansiyeli yüksek gerçekçi politika opsiyonlarının önünü tıkayıcı olabilecektir.
“Dumansız” değil de, gerçekten tütün ve nikotinden azade nesiller isteniyorsa, tütün ve nikotin ürünlerini nicel ve nitel olarak sınırlandırarak ve/veya, nesile dayalı satış yasağında olduğu gibi, satışını aşamalandırarak yasaklamak doğru ve gerçekçi yaklaşımlar. Zira, kapitalist düzende tütün salgını ile baş etmek için arzın önüne set çeken politikalar şart. Ne var ki, bunların önü sıklıkla siyaseten tıkanıyor.
Tıkanma malum liberal virüsle ilgili. Sunak yasasına dönecek olursak, ret oyu vereceğini açıklayan vekillerden ikisi eski Britanya başbakanları, Boris Johnson ve Liz Truss idi. Johnson yasanın içeriğini kavrayamadığından olsa gerek sadece saçmalarken, libertaryan şahin Truss, Sunak yasasını yasakçılıkla suçlayan ağır eleştiriler yöneltti. Muhafazakâr bir hükümetin “en iyisini devlet bilir” tutumu sergilemesinden hayal kırıklığına uğradığını belirten Truss, “parmak sallayan dadı rolünde kontrol manyaklığının gerçek adresi İşçi Partisi’dir” dedi. Yapılan oylamada 6 bakan ve 59 Muhafazakâr milletvekili ret oyu kullandı, 100’den fazlası oylamaya katılmadı. Oylama sonrası BBC’ye yaptığı açıklamada Truss, “sırada, ‘sağlık polisi’nin gıda ve alkolü sınırlaması var,” dedi. Bu tepkilerin ilerleyen dönemde Sunak yasasını sekteye uğratıp uğratmayacağını göreceğiz.
Burada önemli olan, Truss’ın, gençlerin sigaraya erişimini engellemek “özgürlükleri sınırlandırır”, Britanyalıları “bebekleştirerek” tercih özgürlüklerini ellerinden alır, şeklindeki görüşleri ve bu görüşlerin Türkiye’de de satıcısının ve alıcısının bol olması. Türk E-Sigara Birliği’nin aynı savlarla zarar azaltımını ve e-sigaranın yasallaştırılmasını savunduğunu, Nevşin Mengü gibi isimlerin bunları “özgürlük savunucu” olarak takdim ettiğini görmüştük. Türk E-Sigara Birliği, yukarıda bahsi geçen Malezya E-Sigara Birliği gibi, Washington DC’de yerleşik Amerikan lobi örgütü Consumer Choice Center ve BAT tarafından fonlanan Dünya E-Sigara Birliği’nin üyesi.
Gerçekten de, Türkiye’de tütün politikasında önümüzdeki en kritik mesele yeni nesil tütün ve nikotin ürünlerinin üretim ve ticaretinin yasak kapsamına alınması ve yasadışı ticaretinin önlenmesi. Bunun için verilecek mücadelenin bir ucunda bilimsel kanıt üretimi varsa, diğer ucunda da liberal virüsle mücadele var.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder