Boykota çağrı: Yahu makarna da 800 lira olur mu? (Işıl Özgentürk)
Sevgili okurlarım pek çoğumuz dışarıda yemek yiyemiyoruz, serpme kahvaltı modasına uymadığınızı da biliyorum. Tek biletin 750 lira olduğu tiyatrolara da gidemiyoruz. Kitap ise neredeyse ateş pahasına. Çünkü yoksullaştık, yoksullaşmak en çok emeğiyle geçinen milyonlarca yurttaşı can evinden vurdu. Şimdi gelin hep birlikte nasıl yoksullaştığımızın resmini çekelim:
Efendim, evimin hemen yanında bir türlü bitmeyen bir metro inşaatı var. Artık çalışanlarla ahbap olduk. Öğle saatlerinde oradan çekerken kurdukları sofraya beni de davet ederler. Sekiz saat boyunca yerin altında ağır işçilik yapan dostlarım her gün aynı sofrayı kurar: Koca bir beyaz ekmek, bir avuç zeytin ve kola. Çoğu taşeron olan işçilerin asgari ücret almadıklarını adım gibi biliyorum. Alsalar ne olacak, kuş sütü bile bulunan sofralar mı kuracaklar, iyi ki kola var. Kola mideyi delerken insanı bir süre dinç tutabiliyor. Ve ağır işçi metrocuların en çok tükettiği: Ekmek, zeytin ve kola.
Mahallenin kahvesinde de kimselerin yüzü gülmüyor ve sigara içenler hangi tütüncü sarma sigarada bir liralık indirim yapmış bunun peşinde. Köpeği ve kedisi olanlar, lüks tüketime giren kedi ve köpek mamalarından, sürekli artan veteriner ücretinden yakınıyorlar. Bizim buralarda bir ara bütün kediler obezdi. Gelen besliyor, giden besliyordu. Bu ansızın kesildi ve tavuk eti karıştırılmış mamaya alıştıklarından kediler açlık çekmeye ve hırçınlaşmaya başladılar. Kedisini üç günlük serum tedavisi bittiği için kucağında getirip kahveye oturan bir kedisever, neredeyse ağlayacak çünkü bir anda 4 bin TL bulmak zorunda.
Ve tabii mahallenin gediklisi güzelim çingene karısı Nazlı, artık iki çocukla da gezse eski parayı toplayamıyor. Bir zamanlar Nazlı’ya çocukları için mama alanlar şimdi onu görünce yollarını değiştiriyorlar.
Eskiden apartmanda özellikle belli aylarda aşure dağıtılırdı. Birden bu aşure dağıtımı sona erdi, benim de canım aşure çekti. Pastaneye gittim, aklımda ortalama bir fiyat olduğundan listeye bakmak aklıma gelmedi, bir tas aşure aldım. O da ne! Fişe baktığımda gerçekten acayip şaşırdım: 225 lira! Hemen satın alamayacağımı söyleyip pastaneden uzaklaştım ama şaşkınlık içindeyim, o şaşkınlıkla kahveye gittim, “Bir tas aşure 225 lira olmuş” diye haykırdım. Herkes bana garip garip bakıp, gülerek “Ya bu deveyi güdeceksin ya da bu diyardan gideceksin” dediler.
Ama bir şey var, ben 225 lira aşureye şaşarken önümde on tane aşure alanlar vardı. Burası bir emekli semti, ne oluyor diye kafa yormaya başladım ve o zaman gördüm ki emekli paralarında aşırı bir sınıf farkı var. Şöyle dört yıl milletvekilliği yapan, aslında yan gelip yatan milletvekilleri emekli olduklarında 230 bin lira emekli parası alıyor. Ömrünü 400 metre yerin altında ölümüne çalışarak geçiren SSK emeklisi maden işçisi en fazla 28 bin lira emekli parası alıyor ama profesörlerin emekli maaşları dereceye göre 69 bin lirayı buluyor. Peki polisler ne kadar alıyor? Ortalama 29 bin 800 lira. Bekçiler, imamlar 22 bin alıyor. Ben eski emekliyim, 13 bin lira alıyorum, çoğunluk benim gibi. Ortada büyük bir haksızlık var. Milletin memur olabilmek için canını dişine takarak uğraşmasının nedenini şimdi anlıyorum.
Kahveden çıkıp biraz aşağı doğru yürüdüğümde anlı şanlı Bağdat Caddesi’ne varıyorum. Yemek ve kafeler tıklım tıklım. Buradaki kafelerde kahveler 100-250 lira arasında değişiyor. Millet birileri kalsın da oturalım, diye kuyruk olmuş bekliyor.
Hadi biraz da E-5 üstüne çıkıp İstanbul manzarasını tamamlayayım, diyorum. Vay canına bu bölgelerde yepyeni bir satış stratejileri geliştirilmiş. Marketlerde torbalar içinde az çürümüş meyve ve sebzeleri tarihi geçmiş gıdaları, çocuklar için zararlı ıvır zıvırı yığın halinde tam orta yere konmuş vallahi de billahi de pazarların akşamüstlerine yetişemeyenler oradan alışveriş ediyorlar. Ayrıca tezgâhtaki saca birazcık yağ sürülüyor ve ekmek o kızaran yağa batırılıyor. Böylece oluyor sana yağlı ekmek. Bazıları biraz insafa gelip salça sürüyor. Bu arada etsiz içli köfte acayip satıyor. Neyse ki biraz bulguru var.
Şimdi bunları neden anlatıyorum. Yapılan taramalarda ülkemizde 6-11 yaş arasındaki çocukların yüzde 89’unda kansızlık ve demir eksikliği tespit edilmiş ve gelişme zorluğu başını alıp gitmiş. Yani etsiz, balıksız, sebzesiz, meyvesiz sadece hamur işiyle beslenme en çok yeni kuşakları etkiliyor. Beyni gelişmeyen, bedeni cılız bir kuşaktan ne bilgisayar uzmanları ne de mühendis, doktor, iş insanı çıkar. Ülkemizde artık anneler çocuklarına hamura hamurun eşlik ettiği börekleri yediriyorlar.
Ve yoksul yemeği makarna 800 lira. İçinde ne deniz ürünleri ne de kıyma var. Yuh yani! /././
Saray suçlu arıyor, 900 milyar borca bak diyen yok mu?(Orhan Bursalı)
AKP içindeki seçimleri niye kaybettik, kim suçlu tartışmalarını izledikçe çok gülüyorum. Böyle devam etsinler. Önce kurtarıcı olarak maliye ekonominin başına getirilen Damat Berat Bey’e bakmaları gerekmiyor mu. Neydi o afra tafrası... Dolar artışını tutmak için 125 milyar dolar olarak simgeleşen Merkez Bankası paralarını habire piyasaya sürerek asla gerçekleşmeyecek bir hayalin peşinden giden Saray ve adamları değil mi? Buradan başlayalım.
Sonra kur korumalı mevduat diye uydurdukları kepazeliğin de arka planda Saray varken vitrinde gözleri körleşmiş bir kullanışlı adamı piyasaya sürmenin bedeli, sanıyor musunuz ki MB’nin tarihinde görülmemiş bir 900 milyarlık zarardır? Bunu birkaç katıyla çarpın ve üzerine büyük sosyal adaletsizliği ve tüccar spekülatif yiyici sermayenin semirtilmesini ekleyin.
Tüm bunların ifadesi de enflasyon yüksek faizin sonucudur sloganının aylarca ülkeyi yöneten liderin dilinden eksik olmadığını anımsayın.
Ne diyorlardı? Ekonomi tarihini yeniden yazıyoruz! Bu yalana ortak olanların besleme medyaları dahil hepsi suçludur.
CESARET SIFIR
AKP içindeki kurumsal tartışmalarda bunların hiçbiri yok. İstanbul seçimlerinin Kent Lokantaları nedeniyle kaybedildiğini söyleyen AKP’liye kızmayın! Erdoğan’ın azarını işitti. Fakat yukarıdaki gerçekleri dile getirme cesareti olmadığı için lokantalara indi. Kent lokantaları bir sonuç, nedeni ise Saray ve ekonomiyi tersyüz edenler. Erdoğan yahu ekonomiyi çökerttik Kent Lokantaları bunun sonucudur, asla demez.
Büyükşehir, Erdoğan’ın Kısıklı’daki ikametgâhının çok yakınında bir lokanta daha açmalı. Bir yanda Saray ve yakınında büyük kuyruklar! Türkiye’deki tezatı bundan daha iyi gösterebilecek hiçbir laf bulamazsınız!
BUNLAR NEYİN SİMGELERİ
Istakoz paylaşımı, AKP yöneticisinin kolunda gururla gösterdiği 500 bin liralık Rolex saati, seçimi kaybedip soluğu ailesiyle Maldivler’de alan AKP’linin paylaşımı ve diğerleri, AKP’nin 20 yıldır sürdürdüğü saltanatın, zenginleşmenin artık durdurulamaz dışa vurumlarıdır. Görmemişliklerinin de. Istakoz gösterisi, herkes oruçlu iken meydana ıstakoz sofrası kurarak yemeye benzer. Oruç tutmayabilirsin ama tutanlara saygıdan bunu yapmazsın.
Yahu AKP’li belediyelerin yaptıkları milyarlarca liralık borçları da mı AKP içinde tartışılmaz, hesap sorulmaz, vur patlasın çal oynasına ortak olunur?
Şimşek, tam IMF’nin adamıdır demiştik. IMF övgüsü geldi arkasından. Şöyle IMF’den 50 milyar dolar borç alsak keşke, diye yanıp tutuşuyor Saray. Ama bu en büyük balığı içlerinden bir türlü serbest bırakamıyorlar.
O zaman milletin tüm ipleri tam kopartması için zurnanın zırt dediği yer olduğunu biliyorlar.
Diyor ki Şimşek milleti enflasyonu düşüreceğimize inandırmalıyız. Yani demek istiyor ki, bu yükü senin sırtına yıkacağımız çok açık ama inan ki mutlu mesut olacaksın!
Yalanın bini bir para. Enflasyon esas yüzde 125, hadi diyelim yüzde 100 ama faizler yüzde 50.
Ve Saray kelle arıyor...
***
Rolex İsviçre saatidir ve rakipleri kendileridir. İsviçre saat sanayisinin o yıl satışı 30 milyar doları aşmakta. Hepsi İsviçre markasıdır ve AKP’li Rolex’çinin, Rolex’in 2023’teki 11.2 milyar dolarlık kârına katkıda bulunmuştur. Bu sadece 1 AKP’li için geçerli, toplamını bilmiyoruz. Sizce ülkede kaç milyon kişide bu saat var...
Şu grafiğe bakın:
R.T. Erdoğan Öğrenim Birliği’ne karşı (Özdemir İnce)
19 Nisan 2024 günü yayımlanan yazıdan sonra söyleşinin tamamını beş yazıya paylaştırmayı düşünüyordum ama bu durumda bazı çok önemli sorunlar değerlendirmeden uzak kalacaktı. Bu nedenle bu yöntemden şimdilik vazgeçtim. Bugün, 1993 yılında Refah Partisi MKYK üyesi ve adı geçen partinin İstanbul il başkanı olan R.T. Erdoğan’ın “2. Cumhuriyet Tartışmaları” adlı kitapta yer alan söyleşiden iki görüşünü ameliyat masasına yatıracağım:
Soru: Peki son olarak konu dağılacak ama demokrasi ve İslam hukuku noktasında bir şeyler sormak istiyorum. İnsanların benimsedikleri hukuk anlayışını terk etme gibi bir şansları var mı? (s.431)
RTE: Tevhid-i Tedrisat Kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindi. Harf İnkılabı vasıtası ile ülkenin tamamının bir anda sıfır okuryazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır?
Bir fazilet rejimi olarak takdim edilen demokrasinin ana özelliği çoğunluğu elde etmektir. Yani yüzde 51 yüzde 49’a tahakküm eder. Oysa bize göre yüzde 99’un yüzde 1 üzerinde dahi tahakküm kurma hakkı yoktur. Bir ferdin dahi bir ülke menfaati için hakları elinden alınamaz. Bizim geçmişimiz bunun referansları ile doludur. (s.432)
R.T. Erdoğan bu cevapla Öğrenim Birliği’ne (Tevhid-i Tedrisat) Harf Devrimi’ne kökten karşı ve demokrasinin özünden habersiz, Cumhuriyet ve devrimlerin düşmanı bir siyasetçi olduğunu kanıtlamaktadır.
Osmanlı döneminde neredeyse her azınlığın kendi dilinde öğretim yapan okulları vardı. Türkler için son dönemde açılan ilk, orta ve lise düzeyinde modern okullar ve irtica yuvası medreseler... Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğrenim Birliği Yasası) bu keşmekeşe son verdi, medreseler kapatıldı, yabancı dilde öğretim yapan okullar özel statüye bağlandı. R.T. Erdoğan’ın kapatılmasına ağıt yaktığı medreseler “okul” bile değildi.
“Bütün okulların Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplanması işlemi”ne indirgemek yasayı anlamamak olur. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun amacı ve kapsamı Cumhuriyetin bütün okullarını laikleştirmek ve öğretimde laik bir müfredat programı uygulamaktır. “Tevhid” ya da “birleştirme” budur. İdeolojik ve pedagojik bir girişimdir. İdari müdahale, ikinci derecede ve geçicidir.
2 Mart 1926 tarihinde kabul edilen “Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun”, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun ilkelerinin ışığı altında eğitim hizmetlerini düzenlemiştir. Devletin izni olmadan hiçbir okulun açılamayacağını öngören bu kanun aynı zamanda çağdışı derslerin okul müfredat programlarından kaldırılmasını da sağlamıştır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu eğitim öğretimdeki “medrese” ve “okul” ikiliğine son verdiği gibi, eğitim öğretimin içeriğini laikleştirmeyi amaçlamıştır. Bütün okulların MEB’e bağlanması, eğitim ve öğretimin biçim ve içeriğinin adı geçen bakanlık tarafından saptanması anlamına gelir. Ancak günümüzde, MEB’in bu görev ve sorumluluklarını yerine getirdiğini ileri sürmek mümkün değil.
R.T. Erdoğan’ın “Harf İnkılabı vasıtası ile ülkenin tamamının bir anda sıfır okuryazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır?” iddiası safsatadan ibarettir. Osmanlı’nın son döneminde dahi okuryazar oranını bol keseden yüzde 8-9 iken Harf Devrimi ile okur yazarlık oranı 1935’te yüzde 20.4’e, 1950’de yüzde 33.6’ya, 1960’ta yüzde 39.5’e, 2008 yılında ise yüzde 85.71’e ulaştı. Yasanın çıktığı 3 Mart 1924 günü okuryazar olanlar birkaç gün içinde yeni alfabeyi öğrendiler.
1993 yılında “Bir fazilet rejimi olarak takdim edilen demokrasinin ana özelliği çoğunluğu elde etmektir. Yani yüzde 51 yüzde 49’a tahakküm eder. Oysa bize göre yüzde 99’un yüzde 1 üzerinde dahi tahakküm kurma hakkı yoktur” diye konuşan R.T. Erdoğan, AKP’nin iktidar döneminde söylediklerinin tersini yaptı. Yüzde 51 ile yüzde 49’a tahakküm etmekle kalmadı Cumhuriyetin demokratik düzenini yok edip yerine “İmamokrasi” rejimini kurdu.
“İmamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesi” için kurulan ama “İmamokrasi” rejiminin kurulmasına olanak sağlayan imam hatip okulları da R.T. Erdoğan’ın nefret ettiği 3 Mart 1924 tarihli bu yasa sayesinde açıldı.
Sonuç olarak, R.T. Erdoğan 1993 yılında söylediği ve savunduğu düşüncelerini 2002 yılından sonra gerçekleştirmek isterken Cumhuriyet devleti ile toplumunu komaya soktu. (Devam edecek.)
/././
‘Biz bitti demeden hiçbir şey bitmez’ (Zülal Kalkandelen)
Siz kimsiniz?
Seçmenlerin oylarıyla belli bir süre için görev verilen bir siyasetçisiniz. Görev süreniz tamamlandığında yeniden seçim yapılınca siyasetçilerin geleceğini yine seçmenler belirleyecek ve halk bitti derse bitecek.
Sizin önerinizle yapılan anayasal düzenlemeye göre üçüncü kez aday olmanız olanaksız olduğu halde, ana muhalefetin size “mağduriyet kazandırmama” gerekçesiyle buna sessiz kalması yüzünden, geçen yıl tekrar aday olup seçime girmiş olabilirsiniz ama bu hukuksuzluğu yok etmez.
Üstelik TBMM erken seçim kararı almadığı takdirde, bugünkü koşullarda yeniden aday olmanız olanaksızken geleceği kendinizin belirleyeceğini söylemeniz, milletin vekillerinden oluşan ve duvarında “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazan TBMM’nin, dolayısıyla milletin iradesini yok saydığınız anlamına gelir.
Herhalde anayasayı sürekli çiğneyerek hukuk devletini yerle bir etseniz de iktidarı korumuş olmanızdan güç alıyorsunuz.
***
Durum buysa niye zaman zaman “Sandık hepimizin namusuna emanettir” diyorsunuz? Sandığı önemsemiyorsanız, neden yerel seçimlerden sonra “Vatandaşlarımız demokrasimizin sandık sınavından başarıyla çıkmasını sağladı. Seçmenin takdiri hangi yönde olursa olsun makbuldür, başımızın üstünde yeri vardır” dediniz.
Seçmenin takdiri makbulse, nasıl siz bitti demeden bitmiyor? Sandıkta kaybettiğiniz ortaya çıkınca bunu söylemenizin demokrasi ile bir ilgisinin olmadığının farkında mısınız?
AMA BİR DAKİKA… YOKSA BU BİR DEJAVU MU?
Acaba zamanda seyahat edip bir konuşmanızda, “Peki nasıl bir demokrasi? Bu demokrasi amaç mı olacak araç mı olacak? İşte burası tartışmaya açılmalıdır. Bize göre demokrasi hiçbir zaman amaç olamaz. Demokrasinin ancak ilmi noktada ele aldığımız zaman bir araç olduğunu göreceğiz. Bu medeniyet inanıyorum ki 21. asırda İslam medeniyetinin öne geçtiği bir asır olacaktır” dediğiniz İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminize mi ışınlandık?
Yoksa aynı dönemde, 1996’da Nilgün Cerrahoğlu’nun yaptığı bir söyleşide, “Demokrasi bir tramvaydır; gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” dediğiniz günlere mi döndünüz?
Öyleyse neden geçen yıl 14 Mayıs genel seçimlerinden önce yandaş televizyonların yaptığı ortak yayında, “Demokratik yolla iktidara geldik. Milletim farklı karar verecek olursa, demokrasinin gereği neyse aynen onu yaparız” dediniz?
***
Yoksa sürekli sergilediğiniz bu çelişkileri unutup dönek solcular gibi size inanıp sizi demokrasi havarisi ilan edeceğimizi mi umdunuz? Ama biz siyasal İslamcıların takiyesine kanacak “kullanışlı aptallar” değiliz ki!
Acaba siyasetçi Demirel gibi “Dün dündür, bugün bugündür” diye düşünüp o sözü “Dün demokrasi dediysem bugün de işime gelince otokrasi derim” diye mi yorumluyorsunuz?
Bizim gibi biat kültürünü reddedip demokratik, sosyal ve laik bir hukuk devletini savunanları zaten hiç umursamıyor ve ne kadar çelişkili konuşsanız da her koşulda her zaman peşinizden gelecek kitleye mi güveniyorsunuz? Ama bakın onların bir kısmı da artık sandığa gitmemeye ve size oy vermemeye başladı!
Bir de son soru: Bu kadar zikzaklama başınızı döndürmüyor mu?
Ama şimdi yazarken aklıma geldi: Belki de gerçekten sınırsız iktidardan başınız fırıl fırıl döndü!
(Cumhuriyet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder