Yabancı sözcüklerin kullanımı üstüne (Atilla Aşut)
“Türkçesi varken yabancısını kullanmayın” uyarısını çok sık yaptığımı biliyorsunuz. Başlıca iki nedeni var bunun: Birincisi; anadilimizin güzelim sözcükleri dururken, başkalarına hava atmak için yabancı sözcük kullanmaya çalışmak, acınası bir gösteriş belirtisidir. İkincisi; yazarken ve konuşurken en çok yanlışı, yabancı sözcükleri kullanırken yapıyoruz…
Sevinerek görüyorum ki yabancı sözcük kullanımına ilişkin duyarlılık okurlarımız arasında da hayli güçlü. Bu konuda sürekli mektuplar alıyorum. Birgül Ergev’in uyarıcı mektubu da bu bağlamda örneklemeli açıklamalar içeriyor:
“Attila Bey, iyi günler.
BirGün, her gün satın aldığım tek gazetedir. Diğerlerine internetten bakıyorum.
Bir kelimenin Türkçesi varken Arapçasında ısrar etmek niye? Hele de haber dilinde! Genç gazeteciler bu kullanımları adeta kalıp olarak ezberlemişler, eşanlamlısı var mı yok mu araştıran yok! ‘Ma’rûz’ (معروض), Arapça ‘arz’ (عرض) kelimesinden türemiştir. Bu ‘arz’ sözcüğünü ‘yer, dünya’ anlamındaki ‘arz’ (ارض) ile karıştırmayalım.
‘Arz’; sunmak, sergilemek, ortaya koymak anlamına gelirken ‘maruz’, (bir şeyle, bir şeye, bir eyleme) uğramak, karşılaşmak, etkisinde kalmak demek.
‘Maruz’ sözünün kullanımıyla ilgili olarak BirGün gazetesinden iki örnek:
-”Oyuncu G.V., kargo şirketi çalışanı tarafından tacize maruz bırakıldığını açıkladı.”
-“İstanbul’da Avukat S.S.’yi beş yıl önce şiddete maruz bırakan ...”
‘İstismara maruz bırakıldı’ yerine ‘istismara uğradı’, ‘işkenceye maruz bırakıldı’ yerine ‘işkenceye uğradı, işkence gördü’, ‘şiddete maruz kaldı” yerine ‘şiddete uğradı’ demek daha anlaşılır değil mi?
Bir de gazetemizin internet sitesinde ‘suç mahali’ diye yanlış yazılmış bir ifade var. Doğrusu ‘suç mahalli’dir. Gazetede bazen doğrusu, bazen yanlışı yazılıyor. ‘Mahal’ (:محل) yer, saha demek. Kelime ek alırsa sondaki /l/ harfi çift yazılıp okunur: ‘Olay mahalli, suç mahalli’ gibi. ‘Mahalle’ kelimesinde bu nedenle iki /l/ sesi var.
Değerli genç arkadaşlar, yüzyıl öncesinin dilini -üstelik de yanlış olarak- kullanmayın lütfen. Haber dilini sadeleştirin ki daha geniş kitleler anlasın sizi.”
HAFTANIN NOTU
BirGün’ün cesur yürekleri
Yayın yaşamına yeni başlayan gazete ve dergilerin ilk sayıları genellikle başarısız olur. Onlarca insan, bu iş için gece gündüz çalışır, kafa yorar, emek harcar. Özgün sayfa tasarımları hazırlanır, prova baskılar yapılır. Ama tüm çabalara karşın okurla buluşan ilk sayı, beklenen olumlu etkiyi yapmaz. Çünkü yaratılan beklentinin gerisinde kalmıştır yeni ürün…
BirGün’ün ilk sayısının çıktığı 14 Nisan 2004 tarihinde Trabzon’daydım. Meydan Parkı’ndaki havuzun çevresinde, solcu aydınlarla hararetli bir tartışmanın ortasında bulmuştum kendimi. Masaya BirGün’ün ilk sayısı serilmişti. Kimse beğenmemişti gazeteyi! Kimi manşetini, kimi içeriğini, kimi sayfa tasarımını eleştiriyordu. İlk sayı enikonu düş kırıklığı yaratmıştı, çoğunluğu ÖDP sempatizanı olan arkadaşlar arasında. Ortak görüş, gazetenin bu haliyle uzun ömürlü olmayacağı doğrultusundaydı. Hatta “Altı ay yaşayamaz” diyenler bile vardı… Zaten ülkemizin tarihindeki çok sayıda sol gazete girişimi ya hiç gerçekleşememiş ya da uzun ömürlü olmamıştı. BirGün’ün de benzer bir sonuçla karşılaşması şaşırtıcı olmayacaktı…
İşte başlangıçta pek şans tanınmayan o gazete, herkesi şaşırtan biçimde yılları devirerek günümüze ulaşmayı başardı. BirGün, devrimci inat ve kararlıkla nice güçlükleri aşarak 20. yaşını doldurdu. Bu süreçte okurların artan desteği ve gazete çalışanlarının özverisi belirleyici oldu. Gazetemiz yıllar içinde kendini yenileyerek, gelişip olgunlaşarak bugünlere erişti. Artık çocukluk döneminin eksikliklerini büyük ölçüde gidermiş, kurumlaşma yolunda önemli adımlar atmış, dayanışma ağını büyütmüş, ülkemizin ilerici kalemlerini sayfalarında buluşturmuş etkin ve saygın bir gazetemiz var!
Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Haziran 2013’teki Gezi Direnişi, gazetemiz BirGün için de “yeniden doğuş dönemi” olmuştur. O günlerde BirGün’ün yönetim sorumluluğunu üstlenen genç arkadaşlar adeta yeniden var etmişlerdir gazeteyi. “Cesur yürek” kardeşlerimiz, her türlü baskıyı, tehdidi, kumpas girişimlerini göğüsleyerek gazetemizi Gezi’nin sözcüsü ve toplumsal muhalefetin ortak dili yapmayı başarmışlar; devrimci direnişin bayrağını yükseklerde tutmuşlardır.
Yirmi yıllık süreçte gazetemiz ayrıca genç meslektaşlarımıza okul olmuş, onların iş içinde ve de araştırmacı gazetecilik ilkeleri doğrultusunda yetişmelerini sağlamıştır. Hepsini sevgiyle kucaklıyor, onlarla birlikte BirGün’ün parçası olmaktan onur duyuyorum.
/././
Seçimin simgesi: “Konuş, sen nerelisin?”(Gözde Bedeloğlu)
Tarih 31 Mart 2024. Türkiye, yerel yöneticilerini belirmemek için sandık başına gitti. Demokrasinin gerektirdiği üzere seçme ve seçilme Anayasal bir hak. Hele ki bizim gibi sokakta protesto hakkı kısıtlanmış ülkelerde sandık, yurttaşın neredeyse kendini ifade edebildiği tek araç. Ortaya sandık konuyor mu konuyor. Halka tercihi soruluyor mu soruluyor. Milli irade her şeyin üzerinde deniyor mu deniyor. Bunlar, demokratik siyasetin olmazsa olmazı mı, evet. Peki, ama ya demokratik yollarla iktidara gelip de otoriterleşmiş, baskıcı ve yasakçı tutumunu günbegün artırmış, güçler dengesini bozmuş, devlet kurumlarında tek bir sesi hâkim kılmış bir rejim altında seçime gidiliyorsa? İşte o zaman oya ve sandıklara sahip çıkma gerekliliği doğuyor. Olası hilelere karşı, sayımdan zarfların teslimine kadar adeta bir savaşçı modunda beklemek zorunda kalıyorsunuz. Günün sonunda insan, oyunu kullanıp telaşsızca evine gidebileceği bir düzene de ancak bu şekilde, mücadele ede ede ulaşabiliyor.
***
Seçim günü ekranlarımıza çok sayıda usulsüzlük haberi düştü. Mükerrer ve toplu oy kullanımı yapıldığına dair ihbarlar geldi, usulsüzlüklere itiraz eden sandık görevlilerine yönelik şiddet uygulandığı bildirildi. Diyarbakır’da muhtar adayları arasında çıkan kavgayı ayırmak isteyen DEM partili sandık görevlisi Emin Çelik silahla vurularak öldürüldü. Olayı haberleştirmek isteyen gazeteciler saldırıya uğradı. Doğudaki pek çok ilde, asker ve polislerden oluşan kalabalık gruplara toplu oy kullandırıldığı görüntülendi. İçlerinden bir tanesi vardı ki, 31 Mart günü meydana gelen bütün usulsüzlüklerin adeta simgesi haline geldi.
***
Şırnak’ta bir ilkokul. Önünde, DEM Parti milletvekillerinin de açıklamış olduğu gibi, şehir dışından oy kullanması için kente getirilmiş asker ve polislerden oluşan uzunca bir kuyruk var. Görüntüler seçim günü sosyal medyada defalarca paylaşıldı. Ancak İletişim Başkanlığı’ndan ‘taşımalı’ seçmen videolarını yalanlayan bir açıklama geldi. Süleyman Salğucak, okul önünde sıra bekleyen asker ve polislere tepki gösteren Şırnaklılardan biri. Düşünün ki, İzmir’in bir ilçesinde oy kullanmak üzere gittiğiniz okulda yörenizden yakınınızdan olmayan, sıra sıra dizilmiş, yabancı, onlarca erkek görüyorsunuz. Merak etmez misiniz, sormaz mısınız, kimsiniz, kimlerdensiniz, nereden geldiniz diye? İşte Şırnaklı Salğucak da öyle yapmış. Kamera kayıtta, sesi duyuluyor. “Konuş” diyor sıradakilere, “Konuş, sen nerelisin?” “Onlara da yazık” diyor sonra, “Halkın parasıyla onlarca otobüsle askerleri buraya zorla getirdiler.”
***
Şırnak Cumhuriyet Başsavcılığı, Süleyman Salğucak hakkında, seçim kanununa muhalefet ve seçmenin oy kullanmasını engelleme iddiasıyla soruşturma başlattı. Düşünün Konya’da, Antalya’da, Trabzon’da yaşayan bir yurttaşsınız, oy kullanacağınız okulun elli metre aşağısında, plakası şehrinize ait olmayan bir otobüsten inen ve tek sıra halinde yürüyen onlarca erkek görüyorsunuz. Okulun kapısından oy kullanmak üzere birer birer içeri giriyorlar. Küfretmiyorsunuz, hakaret etmiyorsunuz, fiziksel bir saldırıda bulunmuyorsunuz. Sadece yüksek sesle soruyorsunuz, “Konuş, sen nerelisin?” Kimse cevap vermiyor. Ama bu kez ifadeye çağrılıp soru sorulan siz oluyorsunuz. Talimat aldınız mı? Sizinle birlikte orada kimler vardı?
***
Sandığı, demokrasinin ‘kutsalı’ saymadan önce yapılması gereken çok önemli bir şey var; bu ülke topraklarında yaşayan ve eşit haklara sahip olan herkesin, Anayasa’da açıkça belirtildiği gibi seçme ve seçilme hakkını kullanırken kendini güvende hissetmesi. Soruşturmayı, ‘taşındığı’ iddia edilen bir otobüs dolusu asker ve polisi oraya kimin, nasıl ve neden getirmiş olabileceğini öğrenmek amacıyla değil de kameralar önünde duruma tepki gösteren Salğucak’ın sözlerine yönelik başlatmanın kimseye güven veren bir yanı yok. Seçim, nasıl ki halkın taleplerini iletebilmesi için demokratik siyasetin en önemli ifade araçlarından birisiyse, seçim sürecinin güven içinde tamamlanabilmesini sağlamak da yönetiminin demokratik olup olmadığının en önemli göstergesi. Öyle Şırnak’ta başka İzmir’de başka işletilemez. Eksik demokrasi, hiç demokrasidir.
/././
Tasarruf için örtülü ödenekten başlayın (Nurcan Gökdemir)
AKP iktidarları döneminde bugüne kadar yedi kez tasarruf genelgesi yayımlandı. İktidara geldikleri 2002 yılında önceki Başbakan Bülent Ecevit imzasıyla çıkartılan tasarruf genelgesini uygulama kararlılığında olduklarını açıkladılar ama bununla yetinmeyip 2003 yılında bir genelge yayımladılar. Yeni bir dönemin başladığının işaretinin verilmesinin amaçlandığı bu genelge ile kamu harcamalarını disipline etmek, israf harcamalarını durdurmak, kaynakları verimli kullanmak için vaatlerde bulundular. Ancak önceli birçok iktidarda olduğu gibi, bu dev kaynakla kabaran iştahları ve denetimsizliğin de cesaretlendirmesi ile AKP’liler de tam bir yağmaya başladı.
Söylemde de olsa “Bir lokma, bir hırka” geleneğinden geldiğini iddia eden, “Kimsesizlerin kimsesi olacağız” diyen AKP, bugün kamunun dev kaynaklarını elinde tutuyor ve onu hoyratça kullanıp zenginliğin tadını çıkartıyor. AKP’nin siyasi gücünün çoğunluğunu yoksullar oluştursa bile AKP artık ıstakozlu sofralara oturan imtiyazlı bir zengin sınıfı ile birlikte anılıyor.
GENELGE İLE OLMADI YASA ÇIKARTMA HAZIRLIĞI
Bürokrasinin merkezi Ankara’nın sokaklarında zenginliğin simgesi sayılan ithal araçlar hız denemeleri yapıyor, lüks gökdelenler birbiri ardına yükseliyor… Ankara’da büyük sermaye gruplarının yatırımları olmadığı düşünüldüğünde bu zenginlik sadece kamuda yaşanan kirli işlerle açıklanıyor.
Çakarlı araçların çokluğu, kentin lüks merkezlerinde çoğu iktidara yakın işadamlarından kiralanan kamu kurumu binaları ve ne iş yapıldığı bilinmeyen sayısız başkanlık binası Ankara’nın AKP öncesi dönemlerden farklı mütevazı görünümü ile tezat oluşturan manzaralar olarak öne çıkıyor.
31 Mart yerel seçimlerindeki başarısızlığını yoksul AKP’li seçmenin sandığa gitmemesi ile açıklayan ve bu israf görüntülerinin tüm yurttaşlarda tepki yarattığını gören AKP, şimdi yine bir tasarruf düzenlemesi hazırlığında. Bu kez hiçbirinin hayata geçmemesi nedeniyle inandırıcılığını kaybeden “genelgeler” yerine yasa düzenlemesi çalışmalara başlandığı duyuruluyor. Genelge ya da yasa, uygulayıcısı aynı oldukça isminin ne olduğunun çok da önemli olmadığı tespitini bir kenara koyduktan sonra devam edelim.
İKTİDARIN KARA BÜTÇESİ
“Bütçenin kara delikleri” olarak adlandırılan başta garanti ödemeleri, müteahhitlik giderleri, uçak, otomobil, bina kiralamaları, iktidara yakın sivil oluşumlara aktarılan paralar… Bunu dev bir listeye dönüştürmek mümkün. Ancak AKP iktidarlarında denetimsizliğin, israfın simgesi olarak öne çıkan bir başka kaleme bakmakta yarar var. Bu kalem sadece Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından kullanılabilen ve hiçbir koşulda hesabı verilmeyen Örtülü Ödenek.
Bütçede “Gizli Hizmet Giderleri” başlığı altında yer alan bu ödenek Kamu Maliye Yönetimi ve Kontrolü Kanunu’nun 24’üncü maddesinde şöyle ifade ediliyor:
“Örtülü ödenek; kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri, Devletin millî güvenliği ve yüksek menfaatleri ile Devlet itibarının gerekleri, siyasi, sosyal ve kültürel amaçlar ve olağanüstü hizmetlerle ilgili Devlet ve Hükümet icapları için kullanılmak üzere Cumhurbaşkanlığı bütçesine konulan ödenektir. Kanunlarla veya Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle verilen görevlerin gerektirdiği istihbarat hizmetlerini yürüten diğer kamu idarelerinin bütçelerine de örtülü ödenek konulabilir. Örtülü ödenek, bu amaçlar dışında, Cumhurbaşkanının ve ailesinin kişisel harcamaları ile siyasi partilerin idare, propaganda ve seçim ihtiyaçlarında kullanılamaz.”
ERDOĞAN’IN MİLYARLIK CEP HARÇLIĞI
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi öncesi başbakanlar tarafından kullanılabilen örtülü ödenek 2018 yılında yapılan değişiklikle Cumhurbaşkanının kullanımına açıldı. Sadece kanunlarla diğer kamu idarelerinin bütçelerine de ödenek konulabilmesine ilişkin hükme “Cumhurbaşkanlığı kararnameleri” ibaresi de eklenerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hareket alanı genişletildi.
Bir önemli değişiklik daha da yapıldı ve “Başbakan, Maliye Bakanı ve ilgili Bakan tarafından imzalanan kararname esaslarına” göre ödeneğin kullanılabilmesini sağlayan madde rejimin ruhuna uygun olarak “Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen esaslara” şeklinde değiştirildi.
Ancak hiç değişmeyen bir şey var ki amacı “istihbarat” harcamalarını finanse etmek olan örtülü ödeneğin ”Cumhurbaşkanının ve ailesinin kişisel harcamaları ile siyasi partilerin idare, propaganda ve seçim ihtiyaçlarında kullanılamayacağı…”
ADRES HEP GİZLİ
Geçmişte başbakanlar ve daha sonra cumhurbaşkanlarının bu sınırlamalara uyduğunu istisnalar olmakla birlikte harcama büyüklüğüne bakarak tahmin etmek mümkün. Ama örtülü ödeneğin nasıl denetimsiz ve keyfi bir “kara bütçe” olduğunun örnekleri de görüldü. Eski Başbakanlardan Tansu Çiller, kendisini emekli Orgeneral Necdet Öztorun olarak tanıtarak telefonla arayan ve “Yüzyılın dolandırıcısı” olarak isimlendirilen Selçuk Parsadan’a, parti çalışmalarına destek karşılığı 5.5 milyar lira aktarmış ve bu nedenle Yüce Divan’da yargılanmıştı. Örtülü ödeneğin nasıl kullanıldığına ilişkin bilgiler bununla sınırlı kaldı, bunu da kamuoyu, Parsadan açıkladığı için öğrenebildi.
Kamuoyu her ay ve yılsonunda harcamayı görebiliyor, ancak adresi her zaman gizli. Bu sır perdesine karşın Erdoğan’ın örtülü ödeneği kullanma alışkanlığının izlerini 31 Mart yerel seçimleri ve öncesindeki tüm referandum ve seçim kampanyaları döneminde harcamalarda kırılan tarihi rekorlara bakarak görmek mümkün.
SEÇİM DÖNEMLERİ HARCAMA PATLIYOR
En yakın tarihe bakarak devam edelim. Yılın ilk üç ayında harcama geçen yılın aynı dönemine göre beşe katlandı. Ülkenin milli güvenlik alanında abartılı harcama yapılacak bir olağanüstü durum olmadığı düşünüldüğünde tek akla gelen olağanüstülük yerel seçim oluyor. Örtülü ödenek harcaması, seçim öncesi Ocak-Şubat-Mart döneminde 2 milyar 504 milyon TL’ye ulaştı. Şubat ayı 1 milyar 896 milyon TL ile ay bazında kırılan rekor ile tarihe geçti.
Bu tutar 145 bin kişiye asgari ücret ödemeye yetecek bir büyüklük. 200 bin emekliye de 10’ar bin lira bayram ikramiyesi ödenebilir ve soluklanmaları sağlanabilirdi. Bu yapılmadı ama milyarlar belirsiz adreslere aktı.
Erdoğan’ın deyimiyle “Güneşteki buz hızıyla eriyen” halk desteğini yeniden kazanabilmesi için artık yurttaşları genelge yayımlayarak ya da yasa çıkartarak ikna etmek mümkün görünmüyor. Öncelikle Erdoğan’ın tasarruf ilkelerine uyması, Saray’daki muslukları kısması ve tüm kamu idarelerine örnek olması gerekiyor.
/././
Şimşek’e Türkiye’yi anlatma zamanıdır (Yaşar Aydın)
Sayın Bakan’ın ABD’de yaptığı konuşmada kullandığı ‘yerli halk’ sözü günlerdir konuşuluyor. Neredeyse duymayan kalmadı. Ne kastettiği, bilinçaltı mıydı tüm bunları bir kez daha tartışmanın hiçbir manası yok. Sorun kullandığı sözde değil sorun kendisinde, sorun iktidarda.
Bakan Şimşek yaklaşık 10 aydır ekonominin başında. Bir program uyguluyor. Bu programın başarıyla sürdürüldüğünü ve sonuç almaya yakın olduklarını söylüyor. Kime söylüyor onu şimdiki koltuğa layık gören Erdoğan ve onun Batılı dostlarına. Bakan Şimşek esas olarak kendini sorumlu hissettiği yer sadece orası ve kendi yaptıklarının hesabını da sadece oraya veriyor. Ne Türkiye ne de halkla ilgili bir derdi yok.
SERMAYE ADINA TEHDİT
Erdoğan’ın ekonominin başına getirdiği Şimşek -muhtemelen Batı’nın destek verme şartlarından biri- ağzını uluslararası güçler ve sermayenin talepleri için açıyor. O kadar pervasız ve tehditkar konuşuyor ki bu ülkenin bakanı olduğunu unutmuş gibi. Ya da öyle olmadığını düşünüyor.
Önce işçiyi tehdit etti. Ayakta durmaya, bu zor günlerde yaşamaya çalışan işçilere “size zam yok, bununla idare edeceksiniz” diyebildi. Yetmedi seçimden sonra bu sefer belediyeler aynı ayarı çekerek “bizde bir şey istemeyin” diyerek parmak salladı.
Emekliye, işçiye, belediyeye para yok diyen Şimşek kime karşı bonkör. Tabi ki bir sermaye, iki Saray. Onlar ne isterse var. Hatta daha onlar istemeden harekete geçiyor. Müteahhitlerin parası eksik edilir mi, garanti ödemeleri ihmal edilir mi, KKM’den kazanılan paranın hesabı sorulur mu? Asla. Hele Saray bir şey isteyecek ve bunu yapmayacak. Mümkün değil. Çünkü onun asıl görevi tüm bu kesimlerin önceliklerine göre elindeki parayı pay etmek. O paradan yoksul halkın payına ne düştü diye baktığımızda gördüğümüz kibirli bir suratın ağzından çıkan tehdit sözlerinden başka bir şey değil.
KİBRİ BAŞKA YERDE ARAMA
Saatler, ıstakozlar, tatiller çok konuşuldu. Ergen AKP’lilerin paylaştıkları zenginlik fotoğrafları da halkın öfkesini daha da artırdı. Bunların tamamı kepazelik. Katılıyorum. Ama hani Erdoğan’ın biz de olmaz dediği “kibir” bunlar değil. Asıl kibir halka yukarıdan bakma, başka diyarların insanı muamelesi yapmak, kendilerini her şeyin sahibi sanma halleridir. Erdoğan’ın da Şimşek’in de bilumum AKP’li elitlerin de konuşmasında, davranışında bu kibir var. Halk onların verdikleriyle yetinmek hatta şükretmek zorunda.
O yüzden dostlarıyla konuşurken “yerli halkı ikna etmeliyiz” diyor.
Soru şu; beyaz adamların tüm kaynaklarımızı yok etmesine, bizi sömürmesine ve sadece elimize tutuşturulan siyasal İslam dışında kalmasına razı olacak mıyız?
Bizim yerimiz belli. Siyah beyaz televizyon dönemlerinde izlediğimiz ilk western filminden bu yana Kızılderililerin yanında saf tutan bir kuşağız. 1854’de Şef Seattle’ın yaşadığı topraklara ilişkin beyaz adama yaptığı konuşmanın metni hâlâ başucumuzda duruyor.
Mehmet Şimşek’i Türkiye’ye yollayan dünün beyaz adamı bugünün emperyalist güçlerini tanıyoruz. Onların Türkiye’deki işbirlikçilerini biliyoruz. Üstelik bu bilgi yeni de değil. Bizimkiler 100 sene önce ülke topraklarını savunurken, 50 yıl önce ABD askerlerini İstanbul Boğazı’na kadar kovalarken onların kıblesinin neresi olduğuna cümle alem tanıklık etti bu ülkede.
Biz onları tanıyor ve biliyoruz da sanırım onlar bizi unuttu. Hatırlatmakta fayda var.
1 MAYIS’TA GÖRÜŞÜRÜZ
Erdoğan, şişmiş egosunun izin verdiği kadarıyla bizi, Anadolu halkını hayal meyal olsa da hatırlıyor. O yüzden endişeli. Gündem değiştirerek, meseleyi karambole getirerek durumu idare etmeye çalışıyor. Özgüven sorunu yaşayan sol muhalefet uyanmazsa yine ‘hallederim’ kafasında. Şimşek’in bu ülkeden, bu ülke insanının yapabileceklerinden haberi bile yok. Ya da umurunda değil. Ne olacak "Yapamazsak çeker giderim" diye düşünüyor.
Bu kibir abidesi iktidar kendi halkına meydan okur durumda. Açıkça yüzümüze baka baka “Ben ülkeyi batırdım ama zenginliğimden hiç de taviz vermeden tüm faturayı size ödeteceğim” diyor. Ve ekliyor: “Hiçbir şey yapamazsınız, demeyin.”.
Öyleyse şimdi hem Erdoğan’a, hem Cumhur’un diğer bileşenlerine hem de Şimşek ve onun uluslararası işverenlerine Anadolu’yu, bu toprağın halklarını bir kez daha hatırlatma vakti gelmiş demektir.
Size şu kadarını söyleyelim. Temmuz ayında asgari ücreti bir kez daha belirlemek zorunda kalacaksınız. Emeklinin durumunu düzeltmek için adım atacaksınız. Çalışanı TÜİK’in zammına, hayat pahalılığı altında inim inim yaşamaya ikna edemeyeceksiniz.
Daha çok mu borç bulursunuz, zengin ettiklerinizden daha çok mu vergi alırsınız, yoksa çekip gider misiniz orasını bilemeyiz. Ama bu devran senin/sizin dediğiniz gibi gitmez. Özellikle de sana söylüyoruz Sayın Şimşek.
Biz meydan okumaları severiz. Sizi anladık ve meydan okumanızı kabul ediyoruz. İlk iş olarak 1 Mayıs günü ülkenin tüm meydanlarından hepinizin anlayacağı şekilde tüm bunları bir kez daha tekrarlayacağımızı söyleyerek şimdilik burada bitirelim.
Görüşmek üzere.
(Birgün)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder