Ukrayna’da barış mümkünmüş! (Anıl Çınar)
Çünkü Türk patronlar ve siyasi temsilcileri dahil, barış görüşmelerinin en önemli savunucularının bütün bu oldu bittinin arka planında ellerini ovuşturduğunu bilmek zorundayız.
Geçtiğimiz hafta ABD’nin önemli diyebileceğimiz dış politika dergilerinden birinde, Foreign Affairs’te, Rusya-Ukrayna savaşındaki barış görüşmeleriyle ilgili bir makale yayınlandı.
Türkçe çevirisini soL’da bulabileceğiniz bu makale daha savaşın başında başlayan görüşmelerin, Belarus ve Türkiye’deki toplantıların neden başarısızlıkla sonuçlandığını araştırmaya çalışıyor.
“Bazı ayrıntıları daha önce bildirilmemiş olan” anlaşma taslaklarına, isimleri verilmeyen yetkililerle gerçekleştirilen röportajlara kendi hikayelerini bütünleyecek kimi detaylar eklemeyi ihmal etmiyor makalenin yazarları.
Aslında makalenin başlığı bütün niyeti ortaya koyuyor: “Akamete Uğrayan Ama İlerideki Müzakereler İçin Ders Çıkarılacak Bir Diplomasinin Gizli Hikâyesi”.
Barış görüşmelerinin sözü geçen “ayrıntılar”ına başka kaynaklardan ulaşmak gayet mümkünken ve görüşmeleri kimlerin hangi amaçla sonlandırdığına dair sayısız yorum mevcutken ilginç bir zamanlamayla ortaya çıkan bu makalenin niyetini sorgulamak gerekiyor.
Çünkü neyin “gizli” olduğu giderek büyük bir soru işaretine dönüşüyor.
Aslında barışı neyin kötürüm bıraktığı bütün gazetelerde anlatılıyor. O zamanlar İngiltere Başbakanı olan Boris Johnson, İstanbul Görüşmeleri sonrası “sürpriz” biçimde Kiev’de ortaya çıkıyor.
Rus milyarder Roman Abramoviç’in de hazır bulunduğu görüşmelerden sonra üzerinde anlaşma yapılması muhtemel bir taslak ortaya çıkıyor. Johnson’ın Kiev ziyaretiyse, böyle bir anlaşmanın olamayacağını “haber vermek” üzere gerçekleşiyor.
Oysa, Ukraynalı müzakerecilerden biri olan Oleksandr Chalyi, Aralık 2023’te kamuoyuna yaptığı bir açıklamada, “2022 Nisanı’nın ortasında, savaşı bir barış anlaşmasıyla sonlandırmaya çok yaklaşmıştık” diyordu.
Bir noktada Rusya, ama zorunluluktan ama diplomatik kapıyı aralamak için, Kiev’i alma çabalarından vazgeçmek durumunda kalıyor, kuvvetlerini kuzey cephesinden çekiyordu. Ukrayna ise bu savaşın bir sonunun olmadığını görüyor ama ABD-İngiltere ikilisi tarafından “cesaretlendiriliyor”du.
Sonuç olarak, barışın hayale dönüşmesi için, Moskva savaş gemisinin batırılması yetmiyor, katliamlar ve dedikodulara AB ve NATO’dan akan milyarlar eşlik ediyordu.
Burada gizli bir şey yoktu. Ukrayna savaşı, istenen emellere ulaşılana, uygun dengeler yakalanana kadar devam etmeliydi. Johnson’ın Kiev ziyareti bunun ilanından başka bir şey değildi.
Öte yandan Rusya, ABD liderliğindeki NATO’nun “asıl hedefi” değildi. Hırpalanmış, hizaya getirilmiş bir Rusya ile masaya oturma zamanı geldiğinde ellerin temiz olması gerekecekti.
Ukrayna’nın başarısız geçen 2023 saldırısından, NATO’nun Baltık’a yayılmasından, Avrupa’daki aklı karışıklara silahın ve gücün kimde olduğu hatırlatıldıktan sonra bir tür ABD barışı hikayesinin tohumları atılmaya başlanabilirdi.
Rus gücünün sınırları belli olmuş, ama ekonomisinin uyum kabiliyeti de anlaşılmıştı. 2024 Mart’ı ile birlikte Putin yeni dönemine adım atıyordu. Aşağı yukarı aynı tarihlerde Papa Francis Ukraynalılara “Kremlinle görüşmekten utanmayın” diyordu. CIA Direktörü Burns ise “Ukrayna bu yılın sonuna kadar yenilebilir” düşüncesindeydi.
Bunların bir bölümünün “iç siyaset” malzemesi olduğu elbette doğru. Ama böylece, onlarca gazete tarafından yayımlanan ama büyük medya tekellerince sansürlenen, yokmuş gibi yapılan veya dezenformasyona uğratılan gerçekler havalandırılabiliyor, uygun başka bir hikayenin yolu yapılabiliyordu.
Zaten, bu iş için malzemesiz de değillerdi. Hatta bütün malzeme bizzat Putin tarafından verilmemiş miydi?
Abramoviç’in müzakerecisi olduğu bir süreç için bahane bulmak o kadar zor olmamalıydı!
Hatırlanacaktır, yaklaşık iki ay öncesinde Putin ile ABD’li sağcı gazeteci Tucker Carlson arasında gerçekleştirilen uzun mülakatın önemli bir bölümü, “Rusçu” tarih tezlerine ayrılmamış mıydı? Ukraynalı diye bir halk, Ukrayna diye bir ülke yoktu. “Ukrayna sorunu”nun müsebbibi Bolşeviklerdi, Lenin’di.
Bütün bu savaşın asıl sorumlusu yayılmacı NATO’ydu. Halbuki Sovyetler yıkıldıktan sonra NATO’ya girmek için can atanlar da kendileri değil miydi? Yeltsin’in sorumluluğu vardı da, “kandırılan” Putin’in hiç mi sorumluluğu yoktu?
Yani, Foreign Affairs yazarlarına göre, barış görüşmelerinde Rusya’ya güvenmeyen, bütün bir Avrupa’yı Rus tehdidiyle kamçılayan ABD’nin bir bildiği vardı!
Demek ki ortada büyük bir gizem yok. Gizli bilgi de yok. Ortada savaşa ve “barış”a dair kafa karışıklığı mevcut. Ve işin aslı, bu kafa karışıklığı oldukça planlı bir saldırının ürünü.
Burada sahte bir barışın, böyle bir barış hayalinin ancak savaşlar arası bir mola olabileceğini söylemek gerekiyor.
Çünkü Türk patronlar ve siyasi temsilcileri dahil, barış görüşmelerinin en önemli savunucularının bütün bu oldu bittinin arka planında ellerini ovuşturduğunu bilmek zorundayız.
Bruegel düşünce kuruluşundaki bir araştırmacı bunu belki de en dürüst biçimde ifade edenlerden biri oldu. Guntram Wolff, “Ukrayna'da fabrika kurmanın hem düşük üretim maliyetleri ve güvenli talep ile hızlı bir pazar hem de teknik yenilikleri test etme şansı sunduğunu” söylüyordu.
“Orada ne üretirseniz üretin, yerel askeri uzmanlarla birlikte çalışarak en yeni sistemleri geliştirebilir ve test edebilirsiniz. Gerçek bir iş olanağı. Burası bir laboratuvar gibi.”
Askerlerin can verdiği, milyonların korkuya sefalete ve çaresizliğe ittirildiği ama küçük bir azınlığın zenginliğine zenginlik kattığı bir “laboratuvar"...
/././
Müzakereler Ukrayna'daki savaşı sona erdirebilir miydi? (SAMUEL CHARAP, SERGEY RADCHENKO - SOL/ÇEVİRİ)
Putin ve Zelensky, savaşı sona erdirmek için geniş kapsamlı tavizleri değerlendirme yönündeki karşılıklı isteklilikleriyle herkesi şaşırttı. Önümüzdeki günlerde de herkesi tekrar şaşırtabilirler.Geçtiğimiz günlerde ABD menşeili uluslararası ilişkiler ve siyasetbilimi dergisi Foreign Affairs'ta, Şubat 2022'den beri devam eden Rusya-Ukrayna Savaşı'nın hemen başlarında Belarus ve Türkiye'de gerçekleştilen "barış müzakerelerine" atıfla, savaşın aslında diplomatik faaliyetle sona erme ihtimalinin bir vakitler yüksek olduğu ancak müzakerelerin akamete uğramış ya da uğratılmış olduğuna dair bir yazı1 yayımlandı.
Sürecin başından bu yana savaşın sona ermesine yönelik yürütülen görüşmelere, pazarlık masalarına, bunların sonuçsuz kalmasının sebeplerine dair yazan gazetecileri "Putinci" olmakla itham eden önemli Batılı kaynaklardan birinde böyle bir yazının yayımlanmış olması Ukrayna’daki belirsizlikleri “bir yere” bağlama arayışlarının güçlendiğine işaret olabilir.
Öte yandan, iki yıldır savaş borularını son perdeden çalarak Rusya'yla diplomatik ilişkileri kötürüm bırakan devletlerin bunu "barışa götüren diplomasinin gizlenmiş tarihi" biçiminde sunmasının, bunun tersi bir imaj yaratmak ve kamuoyunu incelikli bir şekilde hazırlamakla ilgili olduğunu da söyleyebiliriz. Yazıyı bu gözle okumakta fayda olduğunu hatırlatarak ilginize sunuyoruz.
Çeviri: Nagihan Çakır
24 Şubat 2022 gününün erken saatlerinde Rus Hava Kuvvetleri Ukrayna kıyılarını vurdu. Aynı anda Moskova piyade erleri ve zırhlıları kuzeyden, doğudan ve güneyden ülkeye akın etmeye başladı. İlerleyen günlerde Ruslar Kiev'i kuşatma girişiminde bulundu.
Ukrayna'nın yenilip Rusya'nın kontrolüne girmesiyle sonuçlanabilecek bir işgalin ilk günleri ve haftalarıydı bunlar. Geriye dönüp bakıldığında bunun gerçekleşmemiş olması âdeta mucize.
Savaş alanında olanlar nispeten anlaşıldı. Pek anlaşılmayan ise, Moskova, Kiev ve bir dizi başka aktörün dahil olduğu, eş zamanlı yürütülen ve savaş başladıktan birkaç hafta sonra uzlaşmayla sonuçlanabilecek yoğun diplomatik faaliyet oldu.
Mart 2022'nin sonuna gelindiğinde, Belarus ve Türkiye'de gerçekleştirilen bir dizi yüz yüze toplantı ve video konferans görüşmesi, uzlaşı için bir çerçeve niteliğinde olan İstanbul Bildirisi'yle sonuçlanmıştı. Ardından, Ukraynalı ve Rus müzakereciler bir anlaşma metni üzerinde çalışmaya başladı ve önemli bir ilerleme kaydetti. Ancak mayıs ayında müzakere süreci koptu. Savaş şiddetlenerek devam etti, o zamandan bu yana da her iki tarafta on binlerce kişinin hayatına mâl oldu.
Peki ne oldu? Taraflar savaşı sona erdirmeye ne kadar yakındı? Nasıl oldu da bir uzlaşmaya varamadılar?
Savaşın genellikle gözden kaçan fakat hayati önemde olan bu bölümüne ışık tutmak için, iki taraf arasında yapılan ve bazı ayrıntıları daha önce bildirilmemiş olan anlaşma taslaklarını inceledik. Ayrıca, görüşmelere katılan birçok katılımcı ile, o dönemde önemli Batılı hükümetlerde görev yapan ve hassas konuları konuşabilmek için isimlerini vermediğimiz yetkililerle de röportajlar yaptık. Ek olarak, müzakereler sırasında görev yapan Ukraynalı ve Rus yetkililerin hem o döneme ait hem de daha güncel olan çok sayıda röportajını ve açıklamalarını inceledik. Bunların çoğu YouTube'da mevcut ancak İngilizce değil, bu nedenle de Batı'da yaygın olarak bilinmiyor. Son olarak, işgalin başlangıcından müzakerelerin kesildiği mayıs sonuna kadar gerçekleşen olayları kronolojik olarak inceledik. Tüm parçaları bir araya getirdiğimizde, karşımıza çıkan şey şaşırtıcı; üstelik, savaşı sona erdirmek üzere ileride gerçekleştirilecek diplomatik çabalara da mühim etkileri olabilir.
Kimi gözlemciler ve yetkililer (Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin dahil), savaşı sona erdirecek bir anlaşmanın masada olduğunu, ancak Ukraynalıların Batılı patronlarından ve Ukrayna'dan gelen baskılar ile Kiev'in Rusya'nın askeri zayıflığına dair kibirli varsayımları nedeniyle bu anlaşmadan uzaklaştığını iddia ediyor. Kimileri de, tarafların yalnızca önergeleri değerlendirip savaş alanında yeni ittifaklar kurmak için zaman kazanmaya çalıştığını veya taslak anlaşmaların ciddi olmadığını iddia ederek müzakerelerin önemini tamamen yoksayıyor.
Bu yorumların kimi doğru yanları olabilir ancak aydınlattığından daha fazlasını da gizliyor. Ortada elle tutulur bir kanıt yok, basit açıklamalara bile meydan okuyan bir hikâye bu. Dahası, bunun gibi, her şeyi tek bir nedene bağlayan açıklamalar, geriye dönüp bakıldığında olağanüstü görünen bir gerçeği örtbas ediyor: Moskova'nın emsalsiz saldırganlığı sürerken, Ruslar ve Ukraynalılar, savaşı sona erdirerek Ukrayna'ya çok taraflı güvenlik garantileri sağlayacak, kalıcı tarafsızlığa ve, ilerleyen süreçte, AB üyeliğine giden yolu döşeyecek bir anlaşmayı karara bağlamak üzerelerdi.
Gelgelelim, birtakım nedenlerden dolayı nihai bir anlaşma sağlanamamış oldu. Kiev'in Batılı ortakları Rusya ile, hele de Ukrayna'nın güvenliğini sağlamaya yönelik, yeni taahhütler yaratacak bir müzakereye pek yanaşmıyordu. Ukrayna halkının öfkesi, Rusların Irpin ve Buça'da sebep olduğu vahşetin ortaya çıkmasıyla pekişti. Rusya'nın Kiev kuşatması başarısızlıkla sonuçlanınca, Başkan Volodimir Zelenskiy, Batı'nın yeterli desteğiyle savaşı savaş alanında kazanabileceğine inanmaya başladı. Son olarak, tarafların güvenlik mimarisi konusunda uzun süredir devam eden anlaşmazlıkları çözme çabaları, savaşa çözüm ve kalıcı bölgesel istikrar getirme ihtimalini barındırıyor olsa da, dereyi görmeden paçayı sıvamışlardı. Basit bir ateşkesin bile imkânsız olduğu anlaşıldığı hâlde kapsayıcı bir anlaşmaya varmaya çalıştılar.
Müzakere ihtimalinin düşük göründüğü ve taraflar arasındaki ilişkilerin neredeyse yok olduğu günümüze geldiğimizde, 2022 baharında gerçekleştirilen müzakereler, mevcut koşullara dair pek fikir vermiyor. Ancak Putin ve Zelensky, savaşı sona erdirmek için geniş kapsamlı tavizleri değerlendirme yönündeki karşılıklı isteklilikleriyle herkesi şaşırttı. Önümüzdeki günlerde de herkesi tekrar şaşırtabilirler.
Güvence mi garanti mi?
Peki, Ruslar Ukrayna'yı işgal ederek neyi amaçladılar? 24 Şubat 2022'de Putin, ülkenin "Nazilerden arındırılması" şeklindeki muğlak hedeften bahsederek işgali meşrulaştıran bir konuşma yapmıştı. "Nazilerden arındırma"nın en makul yorumu, Putin'in Kiev'deki hükümeti devirmeye çalışması, muhtemelen bu süreçte Zelensky'yi öldürmesi veya ele geçirmesiydi.
Ancak işgalin başlamasından günler sonra Moskova uzlaşma zemini aramaya başladı. Putin'in çantada keklik olarak gördüğü bir savaş tam aksi bir hâl almaya başlamıştı, müzakereye açık olunduğuna dair bu erken ifade de, Putin'in rejim değişikliği fikrinden çoktan vazgeçtiğini gösteriyordu. Zelensky, savaştan önce de olduğu gibi, Putin'le özel görüşme isteğini dile getirdi. Putin, Zelensky ile doğrudan konuşmayı reddetmesine rağmen bir müzakere ekibi tayin etti. Arabuluculuk rolünü de Belarus Cumhurbaşkanı Aleksandr Lukaşenko üstlendi.
Müzakereler 28 Şubat'ta Lukaşenko'nun Belarus-Ukrayna sınırına yaklaşık 50 kilometre uzaklıktaki Liaskavichy köyü yakınındaki büyük sayfiye konutlarından birinde başladı. Zelensky'nin siyasi partisinin parlamento lideri David Arakhamia başkanlığındaki Ukrayna heyetinde Savunma Bakanı Oleksii Reznikov, Cumhurbaşkanı Danışmanı Mihail Podolyak ve diğer üst düzey yetkililer yer aldı. Rus heyetine ise daha önce kültür bakanı olarak görev yapmış olan, Rusya Devlet Başkanı'nın kıdemli danışmanlarından Vladimir Medinsky başkanlık ediyordu. Heyette ayrıca savunma ve dışişleri bakan yardımcıları da bulunuyordu.
İlk toplantıda Ruslar, Ukrayna'nın teslim olmasını talep eden bir dizi sert koşulu sundu. Ancak hiç şansları yoktu. Moskova'nın savaş alanındaki konumu kötüleşmeye devam ettikçe müzakere masasındaki konumunda eskisi kadar talepkâr olamamaya başladı. Böylece, 3 Mart ve 7 Mart tarihlerinde taraflar, bu kez Polonya sınırının hemen karşısındaki Beyaz Rusya'nın Kamyanyuki şehrinde ikinci ve üçüncü tur görüşmeleri gerçekleştirdiler. Ukrayna heyeti kendi taleplerini sundu: derhal ateşkes ve sivillerin savaş bölgesini güvenli bir şekilde terk etmelerine olanak sağlayacak insani koridorların kurulması. Belli ki, Ruslar ve Ukraynalılar taslakları ilk kez üçüncü tur görüşmelerinde incelediler. Medinsky'ye göre bunlar, Medinsky heyetinin Moskova'dan getirdiği ve muhtemelen Moskova'nın Ukrayna'nın tarafsız statüsü konusundaki ısrarını yansıtan Rus taslaklarıydı.
Bu noktada, heyetler Zoom üzerinden görüşmeye devam ettiler fakat yüz yüze görüşmelere yaklaşık üç hafta ara verildi. Bu görüş alışverişlerinde Ukraynalılar, savaşın sonuna ilişkin öngörülerinin merkezinde yer alacak olan konuya odaklanmaya başladı: Rusya'nın ileride tekrar saldırması durumunda diğer devletleri Ukrayna'yı savunmaya mecbur edecek güvenlik garantileri. Kiev'in bu konuyu Ruslarla veya Batılı ülkelerle yaptığı müzakerelerde ilk kez ne zaman gündeme getirdiği tam olarak bilinmiyor. Ancak 10 Mart'ta, o sırada Antalya'da bulunan Ukrayna Dışişleri Bakanı Dimitro Kuleba, Rus mevkidaşı Sergey Lavrov ile yaptığı görüşmede Ukrayna için "sistematik, sürdürülebilir bir çözümden" bahsetti ve Ukraynalıların NATO üyesi ülkelerden ve Rusya'dan almayı umduğu garantileri "görüşmeye hazır" olduğunu ekledi.
Kuleba'nın aklındaki, çok taraflı bir güvenlik garantisi gibi görünüyordu; bu da, rakip güçlerin, genellikle garantörlerden herhangi biriyle bağlantısız kalması koşuluyla, üçüncü bir devletin güvenliğini taahhüt ettiği bir düzenlemeydi. Bu tür anlaşmalar Soğuk Savaş sonrasında genellikle tercih edilmez olmuştu. NATO gibi ittifaklar, ortak bir düşmana karşı kolektif savunmayı sürdürmeyi amaçlarken, çok taraflı güvenlik garantileri ise, garantörler arasında garanti edilen devletin uyumu konusunda çatışmaları önlemek ve dolayısıyla o devletin güvenliğini sağlamak amacıyla tasarlanıyor.
Ukrayna bu tür bir anlaşmanın daha yumuşak bir versiyonuyla acı bir deneyim yaşamıştı: garanti yerine, çok taraflı güvenlik güvencesiyle. 1994 yılında, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması'na nükleer silahlara sahip olmayan bir devlet olarak katılarak, Budapeşte Memorandumu'nu imzaladı ve o zamanlar dünyanın üçüncü en büyük silah cephaneliğinden vazgeçmeyi kabul etti. Karşılığında da Rusya, İngiltere ve ABD Ukrayna'ya saldırmayacaklarına söz verdiler. Ancak yaygın bir yanlış anlamanın aksine, Ukrayna'ya yönelik bir saldırı durumunda anlaşma, imzacıların ülkenin savunmasına gelmelerini değil, yalnızca BM Güvenlik Konseyi'ni toplamalarını şart koşuyordu.
Rusya'nın geniş çaplı işgali ve Ukrayna'nın kendi başına varoluşsal bir savaş yürüttüğü gerçeği, Kiev'i hem saldırganlığa son vermenin hem de bunun bir daha asla yaşanmamasını sağlamanın bir yolunu bulmaya yöneltti. 14 Mart'ta iki delegasyon Zoom üzerinden görüşürken Zelensky, Telegram kanalında "Budapeşte'dekiler gibi olmayan" "normal, etkili güvenlik garantileri" imzalama çağrısında bulunan bir mesaj yayımladı. İki gün sonra Ukraynalı gazetecilerle yaptığı röportajda danışmanı Podolyak, Kiev'in aradığı şeyin, "imzacıların . . . şu anda da mevzubahis olduğu gibi, Ukrayna'ya bir saldırı gerçekleştiğinde kenara çekilmemelerini sağlayacak mutlak güvenlik garantileri olduğunu" söyledi. "Bunun yerine, bir çatışma durumunda Ukrayna'nın savunulmasında aktif rol alacaklardı."
Ukrayna'nın yeniden kendi hâline bırakılmak istememesi anlaşılabilir. Kiev, gelecekteki güvenliği için Rusya'nın iyi niyetinden daha güvenilir bir mekanizmaya sahip olmak istiyordu (hâlâ da istiyor). Ancak garanti almak zor olacaktı. Müzakarelerin yapıldığı sırada İsrail Başbakanı olan Naftali Bennett, iki taraf arasında aktif olarak arabuluculuk yapıyordu. Şubat 2023'te gazeteci Hanoch Daum ile yaptığı, internette yayımlanan röportajda, Zelensky'yi güvenlik garantileri sorununa takılıp kalmaktan caydırmaya çalıştığını hatırlattı. "Brooklyn Köprüsü'nü yoldan geçen birine satmaya çalışan bir adamla ilgili bir şaka var" diye açıkladı Bennett. "Dedim ki: 'Peki, Amerika size garanti verecek mi? Rusya'nın bir şeyi ihlal etmesi durumunda birkaç yıl içinde asker göndereceğini taahhüt edecek mi? Hele de Afganistan'dan ayrılmışken?' 'Volodimir,' dedim, 'vermezler.'"
Daha açık ifade etmek gerekirse: Eğer ABD ve müttefikleri savaştan önce Ukrayna'ya bu tür garantiler (örneğin NATO üyeliği şeklinde) vermek istemiyorsa, Rusya Ukrayna'ya saldırmak istediğini bu kadar aşikar bir şekilde gösterdikten sonra neden yapsındı ki bunu? Ukraynalı müzakereciler bu soruya bir yanıt verdi ancak sonuçta bu, riskten kaçınan Batılı meslektaşlarını ikna edemedi. Kiev'in tutumu, yeni ortaya çıkan garanti kavramının ima ettiği gibi, Rusya'nın da garantör olacağı yönündeydi; bu da, yeniden saldırması durumunda diğer garantörlerin müdahale etmek zorunda kalacağı konusunda Moskova'nın esasen mutabakata vardığı anlamına geliyordu. Başka bir deyişle, eğer Moskova ileride Ukrayna'ya yapılacak herhangi bir saldırının Rusya ile ABD arasında bir savaş anlamına geleceğini kabul ederse, bir NATO müttefikine saldırmaya ne kadar meyilliyse, Ukrayna'ya da yeniden saldırmaya o kadar meyilli olacaktı.
İlerleme
Mart ayı boyunca tüm cephelerde yoğun çatışmalar devam etti. Ruslar Çernigov, Harkov ve Sumi'yi almaya çalıştı ancak üç şehir de ağır hasar almasına rağmen inanılmaz bir başarısızlığa uğradı. Mart ortasına gelindiğinde, Rus ordusunun Kiev'e doğru ilerlemesi durmuştu, ağır kayıplar veriyordu. İki heyet de video konferans yoluyla görüşmeleri sürdürdü fakat 29 Mart'ta, bu defa İstanbul'da, yüz yüze görüşmeye döndü.
Bu noktada bir ilerleme kaydetmiş görünüyorlardı. Toplantının ardından taraflar ortak bir bildiri üzerinde anlaştıklarını açıkladı. Şartlar, iki tarafın da İstanbul'daki basın açıklamalarında geniş bir şekilde açıklandı. Ancak biz "Ukrayna'nın Güvenlik Garantilerine İlişkin Anlaşmanın Temel Hükümleri" başlıklı bildiri taslağının tam metninin bir kopyasını da edindik. Görüştüğümüz katılımcılara göre, bildiri taslağını büyük ölçüde Ukraynalılar hazırlamış, Ruslar da bunun bir anlaşma çerçevesi olarak kullanılması fikrini geçici olarak kabul etmişti.
Bildiride öngörülen anlaşma, Ukrayna'nın kalıcı olarak tarafsız, nükleer olmayan bir devlet olduğunu ilan edecekti. Yine Ukrayna, askeri ittifaklara katılma veya topraklarında yabancı askeri üs ya da birliklerin bulunmasına izin verme niyetinden vazgeçecektir. Bildiride olası garantörler ise Kanada, Almanya, İsrail, İtalya, Polonya ve Türkiye'nin yanı sıra, BM Güvenlik Konseyi'nin (Rusya dahil) daimi üyelerinden oluşuyor.
Bildiride ayrıca, Ukrayna'nın saldırıya uğraması ve yardım talep etmesi durumunda, tüm garantör devletlerin, Ukrayna ile ve kendi aralarında istişarelerin ardından, güvenliğinin yeniden sağlanması için Ukrayna'ya yardım sağlamakla yükümlü olacağı belirtiliyordu. Şurası dikkat çekici ki, bu yükümlülükler NATO'nun, uçuşa yasak bölge dayatmak, silah sağlamak veya garantör devletin kendi askeri gücüne doğrudan müdahale etmeyi içeren 5. Maddesi'nden çok daha net bir şekilde ifade edilmişti.
Önerilen çerçeve kapsamında Ukrayna kalıcı olarak tarafsız kalacak olsa da, Kiev'in AB üyeliğine giden yolu açık bırakılacak ve garantör devletler (Rusya dahil) "Ukrayna'nın Avrupa Birliği üyeliğini kolaylaştırma niyetlerini açıkça teyit edecek"ti. Bu olağandışı bir durumdu: 2013 yılında Putin, Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç'e, AB ile imzalanan ortaklık anlaşmasından vazgeçmesi için yoğun bir baskı uygulamışken, bugün Rusya Ukrayna'nın AB'ye tam katılımını "kolaylaştırmayı" kabul ediyordu artık.
Ukrayna'nın bu güvenlik garantilerini alma konusundaki menfaati açık olmasına rağmen, Rusya'nın bunları kabul etme gerekçesi açık değil. Daha haftalar önce Putin, Ukrayna'nın başkentini ele geçirmeye, hükümetini devirmeye ve kukla bir rejim uygulamaya kalkışmıştı. Putin'in kendi eylemleri yüzünden artık Rusya'ya her zamankinden daha düşman olan Ukrayna'nın AB üyesi olmasını, bağımsızlığının ve güvenliğinin ABD (ve başka ülkeler) tarafından garanti altına alınmasını birdenbire kabul etmeye karar vermesi pek mantıklı görünmüyor. Ancak bildiriye bakılırsa, Putin'in kabul etmeye yanaştığı şey tam olarak buydu.
Nedenine dair ancak tahminde bulunabiliriz. Bir kere, Putin'in yıldırım harekatı başarısız olmuştu, mart ayına gelindiğinde bu artık ortadaydı. Belki de, Ukrayna'nın NATO hedeflerinden vazgeçmesi ve kendi topraklarında asla NATO güçlerine ev sahipliği yapmaması yönündeki uzun süredir devam eden talebinin yerine getirilmesiyle, uğradığı zararı daha da büyümeden durdurmak niyetindeydi. Böylece, ülkenin tamamını kontrol edemese bile en azından en temel güvenlik çıkarlarını güvence altına alabilir, Rusya ekonomisindeki kan kaybını durdurabilir ve ülkenin uluslararası itibarını geri kazanabilirdi.
Bildiri ayrıca geçmişe bakıldığında çarpıcı olan başka bir hükmü de içeriyor, ki o da şu: Bildiri, iki tarafa da önümüzdeki 10 ila 15 yıl boyunca Kırım konusundaki anlaşmazlıklarını barışçıl bir şekilde çözmeye çalışma çağrısında bulunuyor. Rusya'nın 2014 yılında yarımadayı ilhak etmesinden bu yana Moskova, buranın Rusya'nın diğerlerinden hiçbir farkı olmayan bir bölgesi olduğunu iddia ederek statüsünü tartışmayı hiçbir zaman kabul etmiyordu. Kremlin, statüsü konusunda müzakere yapmayı teklif ederek durumun böyle olmadığını zımnen kabul etmiş oldu.
Savaş ve müzakere
Rus heyetinin başkanı Medinsky, müzakerelerin bitiminden hemen sonra 29 Mart'ta yaptığı konuşmada, son derece iyimser bir ses tonuyla, Ukrayna'nın tarafsızlığına ilişkin anlaşmaya dair tartışmaların uygulamaya konma aşamasına geldiğini, (anlaşmanın birçok garantöre sahip olacağı ihtimalinin getirdiği karmaşıklıkları da hesaba katarak) Putin ve Zelensky'nin yakın gelecekte bir zirvede anlaşmayı imzalamasının mümkün olduğunu belirtmişti.
Ertesi gün de gazetecilere, "Dün Ukrayna tarafı, Rusya ile gelecekte normal ve iyi komşuluk ilişkilerinin inşası için bir dizi önemli koşulu yerine getirmeye hazır olduğunu ilk kez yazılı olarak belirledi" diyerek sözlerine şöyle devam etti: "İleride imzalanabilecek olası bir anlaşmanın ilkelerini yazılı olarak tarafımıza teslim ettiler."
Bu arada Rusya da, Kiev'i alma çabalarından vazgeçmiş, kuvvetlerini kuzey cephesinden çekmekteydi. Rusya Savunma Bakanı Yardımcısı Alexander Fomin, kararı 29 Mart'ta İstanbul'da açıklayarak "karşılıklı güven inşa etme" çabası olarak nitelendirmişti. Esasen zorunlu bir geri çekilmeydi bu. Ruslar kendi gücünü abartıp Ukrayna direnişini hafife almış, başarısızlıklarını ise barış görüşmelerini kolaylaştırmak için zarif bir diplomatik önlem olarak kullanmıştı.
Geri çekilmenin geniş kapsamlı sonuçları oldu. Zelensky'nin kararlılığını güçlendirdi, hükümetine yönelik acil bir tehdidi ortadan kaldırdı ve Putin'in övülen askeri kuvvetlerinin savaş alanında mağlup edilmese bile geri püskürtülebileceğini gösterdi. Aynı zamanda, Kiev'e giden iletişim hatlarını serbest bırakarak Batı'nın Ukrayna'ya büyük ölçekli askeri yardımını da mümkün kıldı. Son olarak da, Rus kuvvetlerinin Kiev'in Buça ve Irpin bölgelerinde sivillere tecavüz ettiği, sakatladığı ve öldürdüğü gerçeğinin ortaya çıkmasına zemin hazırladı.
Buça'dan gelen haberler nisan başında manşetlere çıkmaya başladı. 4 Nisan'da Zelensky kasabayı ziyaret etti. Ertesi gün BM Güvenlik Konseyi ile video aracılığıyla konuşarak Rusya'yı Buça'da savaş suçları işlemekle suçladı ve Rus güçlerini IŞİD olarak da bilinen İslam Devleti terör örgütüne benzetti. Zelensky, BM Güvenlik Konseyi'ne daimi üye olan Rusya'nın sınırdışı edilmesi çağrısında bulundu.
Ancak şuna dikkat etmek gerekiyor ki, iki taraf da, Putin ve Zelensky'nin çok da uzak olmayan bir gelecekte yapılacak zirvede imzalaması gereken bir anlaşma üzerinde 24 saat çalışmaya devam etti.
Taraflar birbirleriyle aktif olarak taslak alışverişinde bulunuyordu. Görünen o ki, bunları diğer taraflarla da paylaşmaya başlamışlar. (Şubat 2023'teki röportajında Bennett, anlaşmanın 17-18 çalışma taslağını, Lukaşenko da en az birini gördüğünü bildirdi.) Bu taslaklardan, biri 12 Nisan, diğeri 15 Nisan tarihli, ikisini yakından inceledik. Müzakerelere katılanlar, bize taraflar arasındaki son görüşmenin bu olduğunu söylediler. Genel olarak birbirlerine benziyorlar ancak önemli farklılıkları da var ve her ikisi de bildirinin bazı temel sorunları çözmediğini gösteriyor.
15 Nisan 2022 tarihli Rusya-Ukrayna anlaşması taslağından alıntıİlk fark şu, bildiri ve 12 Nisan taslağı, garantör devletlerin Ukrayna'ya bir saldırı durumunda Kiev'in yardımına gelip gelmeyeceklerine bağımsız olarak karar vereceklerini açıkça ortaya koyarken, 15 Nisan taslağında Ruslar, bu önemli maddeyi şu şekilde ısrarla bozmaya çalışıyor: Böyle bir eylem yalnızca "tüm garantör devletler tarafından kabul edilen bir karar temelinde" gerçekleşecek ve olası işgalci Rusya'ya veto hakkı tanınacak. Metinde yer alan bir nota göre, Ukraynalılar, tüm garantörlerin bireysel hareket etme yükümlülüğüne sahip olduğu ve bunu yapmadan önce fikir birliğine varmak zorunda olmadığı orijinal formülde ısrar ederek bu değişikliği reddediyor.
15 Nisan 2022 tarihli Rusya-Ukrayna anlaşması taslağından alıntı. İtalik kırmızı metin, Rusya'nın Ukrayna tarafı tarafından kabul edilmeyen önerilerini, kalın harflerle yazılan kırmızı metin ise, Ukrayna'nın Ruslar tarafından kabul edilmeyen önerilerini gösteriyor.İkinci fark da şu, taslaklarda Rusya'nın ısrarı üzerine anlaşmaya eklenen ancak bildirinin parçası olmayan ve Ukrayna'nın tartışmayı reddettiği konularla ilgili birçok madde yer alıyor. Bunlar, Ukrayna'nın "faşizmi, Nazizm'i, Neo-Nazizm'i ve saldırgan milliyetçiliği" yasaklamasını, böylece, Sovyet dönemi tarihinin tartışmalı yönlerini (özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında Ukraynalı milliyetçilerin rolü gibi) genel olarak ele alan altı Ukrayna yasasını (tamamen veya kısmen) yürürlükten kaldırmasını gerektiriyor.
Ukrayna'nın, özellikle güvenlik garantilerine ilişkin bir anlaşma bağlamında, Rusya'nın, tarihsel hafızaya ilişkin politikalarını belirlemesine neden izin vermeyeceğini anlamak zor değil. Üstelik Ruslar, bu koşulların Ukraynalıların anlaşmanın geri kalanını kabul etmesini zorlaştıracağını da biliyordu. Bu nedenle zehir hapı olarak da görülebilirler.
Ancak koşulların Putin'in itibarını kurtarmayı amaçlamış olması da mümkün. Örneğin, Ukrayna'yı Sovyet geçmişini kınayan yasaları yürürlükten kaldırmaya ve II. Dünya Savaşı sırasında Kızıl Ordu'ya karşı savaşan Ukraynalı milliyetçileri özgürlük savaşçıları olarak göstermeye zorlayarak Kremlin, ilan ettiği "Nazilerden arındırma" hedefine ulaştığını iddia edebilirdi, ki bu ifade aslen Zelensky hükümetinin değişmesini de kastediyor olabilirdi pekâlâ.
Neticede, bu koşulların anlaşmayı bozup bozmayacağı belirsizliğini koruyor. Ukraynalı baş müzakereci Arakhamia, daha sonra bunların önemini küçümsedi. Kasım 2023'te Ukrayna televizyonundaki bir haber programında verdiği röportajda belirttiği gibi, Rusya “son ana kadar bizi sıkıştırıp böyle bir anlaşmayı imzalatabileceğini, bize tarafsızlığı benimsetebileceğini umuyordu. En büyük amaçları buydu. Eğer biz de Soğuk Savaş sırasındaki Finlandiya gibi tarafsızlığı benimseyip NATO'ya katılmamayı taahhüt etseydik, savaşı bitireceklerdi."
Ukrayna ordusunun büyüklüğü ve yapısı da yoğun müzakerelerin konusuydu. 15 Nisan gelindiğinde iki taraf da bu konuda oldukça farklı noktalardaydı. Ukraynalılar barış zamanı 250.000 kişilik bir ordu isterken, Ruslar ise Ukrayna'nın 2022'deki işgalden önce sahip olduğu daimi ordudan çok daha küçük olan maksimum 85.000 kişilik bir orduda ısrar ediyordu. Ukraynalılar 800 tank isterken Ruslar 342 tanka izin veriyordu. Füze menzilleri arasındaki anlaşmazlık daha da belirgindi: 280 kilometreye (Ukrayna'nın koşulu) 40 kilometre (Rusya'nın koşulu).
Müzakerelerde sınırlar ve topraklar meselesinin kasıtlı olarak etrafından dolaşılmıştı. Görünüşe göre amaç, Putin ve Zelensky'nin bu konulara planlanan zirvede karar vermesiydi. Putin'in, kuvvetlerinin işgal etmiş olduğu tüm toprakları elinde tutmakta ısrar edeceğini tahmin etmek zor değil. Esas sorun, Zelensky'nin bu toprak gaspını kabul etmeye ikna edilip edilemeyeceği.
Bu önemli anlaşmazlıklara rağmen 15 Nisan taslağı, anlaşmanın iki hafta içinde imzalanacağını gösteriyor. Elbette bu tarih değişmiş olabilir ancak bu, iki tarafın da hızlı hareket etmeyi planladığını gösteriyor. Ukraynalı müzakerecilerden biri olan Oleksandr Chalyi, Aralık 2023'te kamuoyuna yaptığı bir açıklamada, "2022 Nisanı'nın ortasında, savaşı bir barış anlaşmasıyla sonlandırmaya çok yaklaşmıştık" dedi. "Putin saldırıya başladıktan bir hafta sonra büyük bir hata yaptığı sonucuna vardı ve Ukrayna ile bir anlaşmaya varmak için elinden geleni yapmaya çalıştı."
Ne olmuştu?
Peki, ne oldu da müzakereler kesildi? Putin, Batılı güçlerin savaşı sona erdirmekten çok Rusya'yı zayıflatmakla ilgilendikleri için müdahale ettiğini ve anlaşmayı feshettiğini iddia etti. O dönemki İngiltere Başbakanı Boris Johnson'ın, "Anglo-Sakson dünyası" adına Ukraynalılara "zafer elde edilene ve Rusya stratejik bir yenilgiye uğrayana kadar Rusya ile savaşmaları gerektiği" mesajını ilettiğini öne sürdü.
Batı'nın bu müzakerelere tepkisi, Putin'in karikatürize ettiğinden fersah fersah uzakta, kesinlikle ılımlıydı. Washington ve müttefiklerinin, İstanbul'dan çıkacak diplomatik yol konusunda derin şüpheleri vardı, sonuçta, bildiri toprak ve sınırlar sorununun üzerinden atlıyor, taraflar diğer önemli konularda da birbirlerinden çok ayrı düşüyorlardı. Bu nedenle müzakerelerin pek de başarılı olacağını düşünmüyorlardı.
Dahası, o dönemde Ukrayna politikası üzerinde çalışan eski bir ABD yetkilisi, bildirinin tarif ettiği anlaşma Amerika Birleşik Devletleri için yeni yasal yükümlülükler (Ukrayna'yı tekrar işgal etmesi hâlinde Rusya ile savaşa girme zorunluluğu gibi) yaratacak olmasına rağmen, Ukraynalıların bildiri yayımlanıncaya kadar Washington'a danışmadıklarını söyledi. Tek başına bu şart bile anlaşmayı Washington açısından geçersiz kılabilirdi. Dolayısıyla Batı, İstanbul bildirisini ve ardından gelen diplomatik süreci benimsemek yerine, Kiev'e askeri yardımı artırdı ve giderek sıkılaşan yaptırım rejimi de dahil olmak üzere Rusya üzerindeki baskıyı artırdı.
Liderliği İngiltere ele geçirdi. Daha 30 Mart'ta bile Johnson diplomasiye isteksiz görünüyordu, "[Putin'in] birlikleri Ukrayna'dan tamamen çıkana kadar yaptırımları sürekli bir programla yoğunlaştırmaya devam etmeliyiz" dedi. Johnson, 9 Nisan'da Kiev'e geldi, Rusya'nın başkentten çekilmesinin ardından ziyarete gelen ilk yabancı lider olmuştu. İddialara göre, Zelensky'ye, "Putin'le yapılacak herhangi bir anlaşmanın çok kötü olacağını" söylemişti. Herhangi bir anlaşma Putin için zafer anlamına gelecekti. "Ona ne verirsen ver, saklar, biriktirir ve bir sonraki saldırısına hazırlanır." 2023'teki bir röportajında Arakhamia, sonuçtan Johnson'ı sorumlu tutuyor gibi görünerek kimilerini kızdırdı. "İstanbul'dan döndüğümüzde Boris Johnson Kiev'e gelerek [Ruslarla] hiçbir şey imzalamamamızı, savaşmaya devam etmemizi söyledi" dedi.
O zamandan bu yana Putin, müzakerelerin sona ermesinden Batı'yı sorumlu tutmak ve Ukrayna'nın yandaşlarına itaat ettiğini göstermek için Arakhamia'nın sözlerini defalarca kullandı. Putin'in manipülatif yaklaşımına rağmen, Arakhamia gerçek bir soruna işaret ediyordu: Bildiri, Batı'nın Rusya ile diplomatik ilişki kurmasını ve Ukrayna için gerçek bir güvenlik garantisi olmasını gerektiren çok taraflı bir çerçeveyi tarif ediyordu. O zamanlar bunların ikisi de ABD ve müttefiklerinin önceliği değildi.
Amerikalılar, kamuoyuna yaptıkları açıklamalarda diplomasiyi hiçbir zaman Johnson kadar gözardı etmedi. Ancak bunu Rusya'nın işgaline verdikleri tepkinin merkezine de koymuyorlardı. Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin, Johnson'dan iki hafta sonra aslen daha fazla askeri desteği koordine etmek için Kiev'i ziyaret etti. BBlinken'ın bitiminde düzenlediği basın toplantısında belirttiği gibi, "Uyguladığımız strateji (Ukrayna'ya büyük destek, Rusya'ya karşı büyük baskı, bu çabalara katılan 30'dan fazla ülkeyle dayanışma) meyvelerini veriyor."
Yine de, Batı'nın Ukrayna'yı Rusya ile müzakerelerden çekilmeye zorladığı iddiası asılsız. Bu, Kiev'in bu konuda hiçbir söz hakkı olmadığını anlamına geliyor. Doğru, Batı'nın destek teklifleri Zelensky'nin iradesini güçlendirmiş, pek istekli olmaması da diplomasiye olan ilgisini azaltmış gibi görünüyor. Ancak sonuçta Zelensky'nin Batılı liderlerle yaptığı görüşmelerde önceliği Rusya ile savaşı sona erdirmek için diplomasi arayışı olmadı. Ne ABD ne de müttefikleri kendisinden diplomatik yola girme yönünde güçlü bir talep gördü. O zamanlar Batı'da kamuoyunun artan sempatisi göz önüne alındığında, böyle bir baskı Batı'nın politikasını pekâlâ etkileyebilirdi.
Zelensky ayrıca Rusya'nın Buça ve Irpin'deki zulmüne de tartışmasız bir şekilde öfkeliydi ve muhtemelen Rusya'nın Ukrayna'daki "soykırımı" olarak adlandırmaya başladığı şeyin Moskova ile diplomasiyi siyasi açıdan daha da gergin hâle getireceğini anlamıştı. Yine de, anlaşma taslağına ilişkin çalışmalar perde arkasında devam etti, hatta Rusya'nın savaş suçlarının ortaya çıkmasından sonraki günler ve haftalarda yoğunlaştı; bu da, Buça ve Irpin'deki zulümlerin Kiev'in karar alma sürecinde ikincil bir faktör olduğunu göstermiş oldu.
Ukraynalıların savaşı kazanabileceklerine dair yeni kazandıkları özgüven de önemli oldu. Rusya'nın Kiev'den ve kuzeydoğudaki diğer büyük şehirlerden çekilmesi, Batı'dan daha fazla silah gelmesi ihtimali (Kiev'e giden yolların artık Ukrayna kontrolü altında olmasıyla birlikte) askeri dengeyi değiştirdi. Savaş alanındaki olası kazanımlara ilişkin iyimserlik, çoğu zaman savaşan tarafın müzakere masasında uzlaşmaya olan ilgisini azaltır.
Gerçekten de, nisan ayı sonlarında Ukrayna, herhangi bir anlaşmanın önkoşulu olarak Rusya'nın Donbass'tan çekilmesini talep etmek suretiyle tutumunu sertleştirdi. Ukrayna Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi Başkanı Oleksii Danilov'un 2 Mayıs'ta belirttiği gibi: "Rusya ile anlaşma yapılması imkânsız, yalnızca teslimiyeti kabul edebiliriz."
Bir de hikâyenin değerlendirilmesi zor olan Rus tarafı var. Müzakerenin tamamı iyi planlanmış bir maskaralık mıydı, yoksa Moskova çözümle ciddi ciddi ilgileniyor muydu? Putin, Batı'nın anlaşmalara taraf olmayacağını veya Ukrayna'nın tutumunun sertleştiğini anlayınca ürktü mü?
Rusya ve Ukrayna aralarındaki anlaşmazlıkların üstesinden gelse bile İstanbul'da müzakere ettikleri çerçeve ABD ve müttefiklerinin desteğini gerektirecekti. Üstelik, bu Batılı güçlerin Rusya ve Ukrayna ile müzakerelere girişerek siyasi risk almaları ve Ukrayna'nın güvenliğini garanti altına alarak kendi güvenilirliklerini tehlikeye atmaları gerekecekti. O dönemde ve aradan geçen iki yılda, Washington'da ve Avrupa başkentlerinde yüksek riskli diplomasi üstlenme ya da gelecekte Ukrayna'yı savunmaya gelme konusunda bir kararlılık hâli yoktu.
Müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanmasının son nedeni, müzakerecilerin savaşı sona erdirme atının önüne savaş sonrası güvenlik emrini koymalarıydı. İki taraf da, çatışma yönetimi ve hafifletme gibi temel konuları (insani koridorların oluşturulması, ateşkes, birliklerin geri çekilmesi) atlayıp, onlarca yıldır süren jeopolitik gerilimlerin kaynağı olan güvenlik anlaşmazlıklarını çözecek uzun vadeli bir barış anlaşması gibi bir şey hazırlamaya çalıştı. Bu, takdire şayan derecede iddialı bir çabaydı ama gereğinden fazla iddialıymış.
Açıkçası, Rusya, Ukrayna ve Batı bunun tersini denedi ama feci bir şekilde başarısız oldu. Rusya'nın Kırım'ı ilhak etmesi ve Donbass'ı işgal etmesinin ardından 2014 ve 2015'te imzalanan Minsk anlaşmaları, çatışmaların durdurulacağı tarih ve saat, hangi silah sisteminin ne kadar mesafeye çekilmesi gerektiği gibi ayrıntıları kapsıyordu. Her iki tarafın da temel güvenlik endişeleri dolaylı olarak ele alınmıştı.
Bu hadiseler, gelecekteki müzakerelerin paralel yollarda ilerlemesi gerektiğini, bir tarafta savaşı sona erdirme uygulamaları ele alınırken diğer tarafta da daha geniş konuların ele alınması gerektiğini gösteriyor.
Unutmadan...
Rusya-Ukrayna barış görüşmelerinin ilk aracısı olan Lukaşenko, 11 Nisan 2024'te anlaşma taslağına 2022 baharında kaldığı yerden geri dönülmesi çağrısında bulundu. Putin ile Kremlin'de yaptığı bir görüşmede "Öneriler gayet makul" dedi. “Ukrayna için de kabul edilebilir öneriler vardı. İki taraf da önerilerde anlaşmıştı.”
Putin araya girdi. "Elbette kabul ettiler" dedi.
Ancak gerçekte Ruslar ve Ukraynalılar hiçbir zaman nihai bir uzlaşma metnine ulaşamadılar. Fakat, öncekine göre ilerleme kaydederek olası bir anlaşma için kapsayıcı bir çerçeveye ulaştılar.
Geçtiğimiz iki yıl süren katliamın ardından köprünün altından çok sular akmış olabilir. Ancak bu, Putin ve Zelensky'nin savaşı sona erdirmek için olağanüstü tavizler vermeye istekli olduklarını hatırlatıyor. Dolayısıyla, Kiev ve Moskova müzakere masasına dönerse, masanın kalıcı bir barış inşa etmede faydalı olabilecek fikirlerle dolu olduğunu görecekler.
/././
İki dünya Üç Cisim Problemi(I)-(Asaf Güven Aksel)
Dizi, 1966 yılında, Kültür Devrimi’nin “hercümerç”liği içindeki Çin’de bir üniversitenin avlusundaki toplu eylem sahnesiyle açılıyor.
Dizinin tek düğümü, tek derdi var: Babası, Çin Devrimi’nin bir parçası olan Kültür Devrimi “hezeyanı”nda gözlerinin önünde öldürülmüş Ye Wenjie’nin, sosyalist düzende yaşadıkları sebebiyle nefret içinde olması ve ileri bir uygarlığın işgaliyle, Dünya’nın yok olması “temizliği”ne çağrıda bulunması…
Netflix, bulduğu her çatlaktan sızıp, “yeminle bak, tam senlik” vurgusuyla önerdikçe, merak edip, neymiş bu “Üç Cisim Problemi” diye, konusuna bir göz atmak istedim. İlk satırlarda bir ürperdim laf aramızda. Vay be, ortam dinlemeydi, GBT’lerin açılıp saçılmasıydı, olan olmuş, Netflix, köküme inip, “Maoculuğu” belgelemiş de, “tam senlik” derken bıyık altından tehditvari sırıtıyor gibi geldi. Öyle demeyin, çok tehlikeli bir şey bu… Hatırlayın, sevgili Uğur Mumcu az mı anlatırdı, 12 Mart faşizminin devrimcileri ünlü suçlamasını: “Marksist, Leninist ve hatta Maoist!” Ve hatta! Düşünün örgütlerin, gençlerin anarşik raydan çıkmışlığının boyutunu, hani Marksistlik, Leninistlikle de kalmamış, o korkunç Maoistliğe vardırmışlardı işi!
Netflix’e haksızlık etmişim, okudukça anladım ki, “tam benlik” olan, işin fantastik temasıymış. Sadece ilgi alanlarımı deşifre etmişler meğer. Gene de rastlantı bu ya, dizinin bir fizik-uzay kurgusuna, Çin Kültür Devrimi’yle fon kurması, cazibesini katladı. Herhalde Fatih Yaşlı’ydı, “dizinin, uyarlandığı romandaki felsefî derinlikten uzak olduğunu” “tvit”leyince, (artık X’leyince mi deniyor, o iş n’ooldu?) merakıma bir kişisel yön daha eklendi. Oturdum, baktım. Sekiz bölüm baktım … Sekiz uzun bölüm.
Artık bilmeyen kalmamıştır ya, girizgâh âdetindendir: Çin bilimkurgu edebiyatının “en önemli” yazarı, bol ödüllü Liu Cixin’in (yaratıcı yazarın mahlası da Cixin Liu’ymuş, Çin’de ad soyad sıralaması… neyse…) 2015’te yayımlanan ve Hugo Ödülü’nü aldığı romanından uyarlanmış dizi.
Bu ünlü yazarın, kendisini en çok etkileyen isimler olarak George Orwell ve Arthur C. Clarke’ı göstermesini bir imle geçip, konuya girsek mi artık?
Hakkaniyet adına, kuşkusuz, bütünlüklü bir değerlendirme yapabilmek için, üç ciltlik bu romanı da okumak gerektiğini, Amerikan sosuyla Netflix’in “standart ilkeleri”ne uyarlanmış dizi halinin, romandan farklılıklar taşıdığının epey yorumcu tarafından söylendiğini ekleyelim. Ama, izlemeye zor dayanırken, bir de okumak hiç içimden gelmedi açıkçası. Sonuçta, “Savaş ve Barış”ı bir saatlik televizyon filmine sığdırmaya benzediğini sanmam, temel izlek itibariyle. Yazarının itiraz etmediği ve basılı kitabın aksine ekrandan “geniş kitlelere” ulaşan halinden devam o yüzden….
Dizi, 1966 yılında, Kültür Devrimi’nin “hercümerç”liği içindeki Çin’de bir üniversitenin avlusundaki toplu eylem sahnesiyle açılıyor. Mao’nun kızıl kitabını ellerinde sallayan gençler, (yayınlanalı iki yıl olmuş ve okuyup yanında bulundurmak, “kutsal yurttaşlık ödevi “ olarak zorunlu kılınmış ne de olsa… yani öyle söylenir, ben de okumuştum…) okuldaki ÇKP’li öğrenci liderlerinin yönlendirmesinde, “revizyonist, karşı-devrimci” öğretim görevlilerini, profesörleri, hocalarını yargılıyor. Zinhua Üniversitesi, fizik bölümünde, Kültür Devrimi, geçmişle ve otoriteyle yüzleşiyor. Kafalarında karşı-devrimcileri halka teşhir için kullanılan külahlarla kimi vakur, kimi af için “özeleştiri” vererek yalvaran bilimciler, hazırlık sınıflarında okuyan çocuk yaştaki öğrencilerince “şiddetli eleştiri”ye tabi tutuluyor. Yansıtılan hezeyan tam “ve hatta Maoist”lik. Tüyleriniz ürperirken, atılan “İsyan Adildir, Devrim Haklıdır” (“İsyan Haktır” dizide böyle olmuş. Mao Zedung’un Kültür Devrimi konuşmalarından türetilmiştir) sloganından nefret ettiriliyorsunuz. İsyan, devrim… ve hatta! Fizik profesörü Ye Zhetai’nin, ABD emperyalizmine atom bombası veren Einstein, bilinemezci, bireyci izafiyet teorisi ve zaman öncesini yanıtlamayıp Tanrı’ya kapı açan big-bang teorisi üzerinden “yargılanırken”, boyun eğmemesi ve pişmanlık göstermeden öğrettiklerini savunması öfkeyi büyütüyor. Ye Zhetai, yine fizikçi olan ama geçmişinden “pişman” karısı Shao Lin’in de ithamları arasında dövülerek öldürülüyor. Öğrenciler arasında, bu olan biteni çaresizlikle izleyen kızları, başarılı fizik öğrencisi Ye Wenjie de var…
Biraz uzun oldu farkındayım, izlemeyen de yoktur üstelik. Ama neden bu üniversiteden bir sahneyle verilmiş Kültür Devrimi “vahşeti” diye düşünen oldu mu? Yani ülkenin her yerinde sürdüğü aşikâr “cinnet”in fonu niye bu avlu?
1900 yılında, Çince’de adı “Haklı Yumruklar Birliği” anlamındaki bir örgütlenme, (İngilizce”de bildiğiniz Boxer- Boksör) işgale ve emperyalist sömürüye karşı ayaklanmaya öncülük etti. Bu isyan, ABD, Japonya ve Batı ülkelerinin (Sekiz Devlet İttifakı) askerî müdahalesiyle ezildi. Ve Çin çok ağır tazminata mahkûm edildi. Asya pazarına çengel atan ABD, tazminattaki payını, yerleşeceği ülkede şirin okullar, dispanserler filan açarak kullandı.
Zİnhua (Xinhua) Üniversitesi de 1911’de bu fonla kurulmuştu. Amerikancı bir üstyapı tesisinin “en önemli kurumu” olarak görülüyor, mezunları ve parlak öğrencileri ABD’de ek eğitimden geçerek yeniden buraya yönetici ya da öğretim görevlisi olarak dönüyordu. 1949’a kadar ABD ve Kuomintang denetiminde olan ve teknisyenler, akademisyenler eliyle buralara hizmet eden Zinhua, devrimden sonra Çin Komünist Partisi’nin öncelikli “arındırma” müdahalesinin konusu olduysa da, burada temel eğitimlerini almış olan, okulun ÇKP’li akademisyen kadroları arasında “sosyalist inşa”ya kuşkulu bakanların ağırlığı nedeniyle sürekli bir mücadele başlığı oldu.
İşte, dizinin 1966’daki açılış sahnesindeki Zinhua, bu niteliğiyle, başlangıcı 1965 olarak bilinen Kültür Devrimi’nin öncü ve şiddetli çarpışma alanlarının başında geliyordu.
Dizinin yönetmenine bir şey diyemem, bu sahneleri vereceği mesaja uygun, istediği gibi kurguladığı için ve Mao Zedung öldüğünde delikanlı çağına gelmiş olan roman yazarının içinde yaşadığı kadar bilemeyebilir Kültür Devrimi tarihini.
Dizinin ve muhtemelen romanın, Çin'de yürütülen gizli bir askerî proje üzerinden, devasa vericilerle, uzaylılarla temas kurmak için boşluğa sinyaller göndermesi, bir başka uzaylı uygarlığının sinyali yakalaması ve kendi gezegenleri yerine Dünya'yı işgal etmeyi planlaması olarak her yerde özetlenen izlek kısmının, belirleyici, şaşırtıcı, yaratıcı bir yönü yok, bilimkurgu açısından.
“Kurgubilim” itibariyle de, Güneş, Dünya ve Ay arasındaki kütle çekim ilişkisini, efendim, eliptik yörüngeyi, kütle hareket, zaman ve yön eğilimlerini kestirebilmeyi içeren, fiziğin ünlü “3 cisim problemi”ne (bu problemin yüzyıllardır süregelen çözümsüzlüğünü birkaç yıl önce iki İsrailli bilim adamı bitirdi diyorlar, hiç anlamam ki…) yaklaşımın ve “parçacık çarpıştırıcı” çalışmalarının bileşkesi, sanmam ki, yeni ufuklar açsın.
Haa, bakın, uzaydan gelecek üstün varlıklar şu berbat dünyayı resetlesin diyen “işbirlikçi”lerle, kötü mötü, bizim dünya bu, işgal edilmesine karşı direnelim diyenler arasındaki “felsefî-politik” tartışma ilgi çekici diyorsanız, en az 30 yıldır, her gün “dış uzay”dan bağımsız olarak bunun analizine yol açacak olgularla yatıp kalkıyoruz. Dünya’yı işgali planlayanlar, aynı zamanda “insan ırkı”nı yalancı bulup, gelmekten vazgeçecek, irtibatı kesecek kadar “erdemli” mi yoksa bu “yalancılarla bir arada yaşayamayız”, insanı yeryüzünden silme bahanesi mi, isteyen böyle oyalansın.
Özetle, eğer, intihar eden, öldürülen fizikçilerle ilgili polisiye soruşturma, başka uzaylıların, bu fizikçileri çıldırtan bir geri sayım illüzyonunu parçacık çalışmalarını engellemek üzere göndermesi filan heyecan vericiyse, eh, size kalmış.
Ama dizinin tek düğümü, tek derdi var bence: Babası, Çin Devrimi’nin bir parçası olan Kültür Devrimi “hezeyanı”nda gözlerinin önünde öldürülmüş Ye Wenjie’nin, sosyalist düzende yaşadıkları sebebiyle nefret içinde olması ve ileri bir uygarlığın işgaliyle, Dünya’nın yok olması “temizliği”ne çağrıda bulunması. Yani, “Marksist, Leninist ve hatta Maoist” bir dünyanın yol açtığı kötülüklere, “uygar dünya” panzehiri önermenin, Çinli yazar nezdinde ödüllendirilmesi.
Dolayısıyla, bu yazı, dizinin (muhtemelen romanın da) bu odak noktasına bir bakışla, Kültür Devrimi nedir, bu devrim hamlesini fizik yasalarıyla tanımlayabilir miyiz konusuyla devam etmeli…
/././
Alman emperyalizminin mehter yürüyüşü (Cemil Fuat Hendek)
Türkiye solunun oldukça geniş bir kesiminin pek sevecen duygular beslediği Almanya sinsi bir emperyal güçtür.Bazı okuyuculara sıkıcı gelebilir ama her olanakta vurgulamadan geçemiyorum: Türkiye solunun oldukça geniş bir kesiminin pek sevecen duygular beslediği Almanya sinsi bir emperyal güçtür. Birinci Dünya Savaşı öncesinde sinsiydi. İkinci Dünya Savaşı’na hazırlıkta da başta öyle davrandı. Şimdi de aynı yoldan yürüyor. İki adım ileri, bir adım geri…
Örnek mi gerekiyor? Uzun casusluk faaliyetleri ardından Yugoslavya henüz bağımsız ve egemen bir ülkeyken Slovenya ve Hırvatistan’ı resmen tanıyarak içsavaşı başlatma işareti verdiğini çok insan unuttu. Onlardan çok daha fazlası ise hiç bilmedi. Ya Ukrayna’da Turuncu (karşı) Devrim’e dek Almanya’nın çevirdiği dalavereler, Nazi birliklerinin kalıntısı tohumları sulayarak yeşertmesi? Biraz dikkatlice bakan herkes bunlar ve benzeri nice örnekte aynı sinsiliği gözlemlemekte zorluk çekmeyecektir. Fakat yazıyı uzatmamak adına (çok) eskileri bırakarak günümüze gelelim.
Yakın geçmişte Almanya’nın ABD’den görece “bağımsızlaşma” ve emperyalist hiyerarşide daha yükseklere tırmanma eğilimine şahit olmuştuk. Dünya ticaretinde kırdığı rekorlar bu doğrultudaki hızlı yükselişine temel oluşturuyordu. Kimse farkında bile değildir: Dünya çapında tüm ticaret fuarlarının neredeyse yüzde 75’i de Alman fuar işletmelerinin eline geçmiş bulunuyordu. “Pazarları ve hammadde kaynaklarını daha da genişletmek, ticaret yollarının güvenliğini sağlamak” üzere ülke dışında etkinliklere heveslenmekteydi.
Öte yandan ABD’nin bu eğilimleri sessizlikle seyrederek kabulleneceğini beklemek saflık olurdu. Nitekim, önce Alman sermayesine ve tekellerine küçük devletlerin yıllık bütçesine yakın cezalar keserek başladı işe. Yetmedi, New York Borsası ağır yaptırımlar uyguladı. Böylece ilk aşamada “Haddini bil!” demiş oldu. ABD’nin aynı sıralarda Almanya’daki askersel varlığı ve NATO üsleri üzerinden bir zamanlar “savaşın galibi işgalci ülke” olduğunu anımsatan davranışları ise gözlerden kaçtı.
İktidar değişikliğiyle atılan adım
Alman emperyalizmi bunları umursamazdı, ama federal hükümetin değişmesiyle birlikte hava da değişti. Sosyal demokratlar (SPD), liberal parti (FDP) ve Atlantik ötesinin gizli sevdalısı, şahinler partisi Yeşiller’in koalisyonuyla birlikte “bir adım geri atış”a geçti. Atlantik’in öte yakası gerisin geriye dikte eder konumunu kazanmaya başladı. Bu durum Ukrayna Savaşı sayesinde de kesinlik kazandı.
Ne var ki, Almanya’nın bu geri adımla birlikte emperyal heveslerini de bir adım geri çektiği sanılmasın. Şimdi tek fark, bu doğrultudaki gelişmelerin ABD emperyalizminin “Avrupa’daki bir numaralı vasalı” kisvesi altında devam ettirilmekte oluşudur. Verilen görüntüye göre, Almanya artık sadece Avrupa’da değil, ABD’nin “dünya çapında başta gelen bir vasalı” olma doğrultusunda çaba göstermektedir.
Anlaşılan, Alman emperyalizminin babaları şimdilik bu maske altında kendi ülkelerini militaristleştirmeyi, silahlanmayı tırmandırmayı, dünyanın pek çok yerinde askersel varlıklarını güçlendirmeyi pek de göze batmayan bir yöntem olarak tercih etmekteler.
Sınır dışı askersel varlık hayatın normali
Meclise bisikletle gelip, açık yakalı gömlek ve lastik ayakkabılarla gezinen yemyeşil Dışişleri Bakanı Joschka Fischer Afganistan’a asker göndermeye giriştiğinde ortalık biraz ayağa kalkar gibi olmuştu. Ama korkacak bir şey yoktu: “Sadece insani görevler üstlenmek üzere” gideceklerdi(?!). Almanya’da sendikalar dahil solun çoğunluğu dillerini yuttular.
O günlerden bu yana köprünün altından pek çok sular geçti. Artık sınır dışı askersel manevralar, asıl neyi hedeflediği sis bulutu içinde saklı tutulan faaliyetler “alışkanlık yaptı”, hayatın normaline dönüştü.
İnsani yardım artık gündem dışı
Nitekim 20 Ekim’de tam da emperyalist güçlerin İsrail’e destek açıklamaları yaptıkları ve askersel önlemler aldıkları sırada bir Alman fırkateyni özel olarak yetiştirilmiş mürettebatıyla Lübnan açıklarında demirlemek üzere Wilhelmshaven limanından hareket ettiğinde kimsenin sesi çıkmadı. Görev, sözde Birleşmiş Milletler’in UNIFIL etkinliği1 kapsamındaydı. Fakat dikkat; artık insani yardımdan bahseden kimse kalmamıştı. Fırkateyn palamarları çözmeden önce Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Frank Lenski, geminin helikopter sahasına topladığı mürettebata seslenirken, Hamas’ın İsrail’e hücumundan sonra dünyanın bakışlarının odaklandığı bir göreve gittiklerini söylüyor ve “denizcilik tarihinde yeni bir sayfa açıyorsunuz” diyordu. Gazetecilerin bir sorusu üzerine gemisine ve askerlerine güvendiğini söyleyen fırkateyn kaptanının yanıtı da şüpheye yer bırakmayacak açıklıktaydı: “... (V)e sadece barış sırasındaki faaliyetlere değil, (askeri) harekâta da komuta edebilecek bir kaptanın vakar ve sükûnetine sahibim.”
Aslına bakılırsa, Alman Deniz Kuvvetleri’nin Doğu Akdeniz’deki varlığı yeni değildi. 19 Temmuz’da donanma tedarik gemisi “Frankfurt am Main” Doğu Akdeniz’e doğru yola çıkmış, 13 Ağustos’ta da “Oldenburg” korveti Varnemünde’den demir alarak onu takip etmişti.
Bu yıl Avrupa Birliği’nin Kızıldeniz’e savaş gemileri gönderme kararında da Almanya canla başla görev üstlendi. Daha 8 Şubat’ta Akdeniz’in doğusunda görev almak üzere yola çıkan ve Girit’te demirleyerek beklemekte olan “Hessen” fırkateyni de bu karara uyarak harekete geçti.
Akdeniz Almanya’nın burnunun dibi. Ya Pasifik? Ne çabuk unutuldu? Ya da belki hiç algılanmadı: 2021 sonunda “Bayern” fırkateyninin Singapur’u ziyareti sırasında, Uluslararası Stratejik İncelemeler Enstitüsü’nün düzenlediği toplantıda donanma müfettişi, amiral yardımcısı Kay-Achim Schönbach, federal hükümetin 2023’ten itibaren Indo-Pasifik bölgesine iki yılda bir savaş gemisi göndermeye karar verdiğini açıklamamış mıydı?
Bu yazdıklarıma karşı “paranoyaya gerek yok” diyenler çıkacaktır. ABD’nin bile Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya ve Kore Halk Cumhuriyeti’nden sonra dördüncü sırada olduğu bir alanda bunlara “bir damla” olarak bakılabilir. Ama konu Alman emperyalizmi olduğunda bu hareketleri “mucize yaratmak için ön hazırlıklar” olarak gözden kaçırmamak gerekir.
Sınır dışında askersel varlığın boyutları değişiyor
Alman askerlerinin Yugoslavya’dan koparılan parçalarda, Bosna-Hersek’te ve Kosova’daki varlığı sürmekte. Ürdün, Irak ve Lübnan’da keza. Asker sayılarına bakarak bunların sadece sembolik olduğu söylenebilir. Fakat bu arada Filistin’deki son olaylar üzerine sözde Almanya yurttaşlarının tahliyesine yardım için Kıbrıs’a da bin asker gönderdiler. Haydi bu da olağanüstü duruma yazılsın.
Ya Federal Meclis’in yeni kararı? Alman Silahlı kuvvetleri Letonya’ya 4 bin 800 asker ve 200 sivil personele sahip bir tugay gönderiyor! Bu da nereden çıktı demeyin. Almanlar NATO’nun doğu kanadına yönelen Rus tehditine karşı önlem alıyorlarmış. Dolayısıyla, insani yardım, gözlem falan filan için değil. Bu sapına dek silahlı ve eğitimli bir savaş gücü. Sınır dışındaki askerler genel olarak birkaç ayda bir değişirken bu askerler belirsiz bir süre orada kalacaklar. Yani ailelerini de götürebilecekler. Neden olmasın? Eşi ve iki çocuğuyla oraya yerleşen bir çavuşun cebine her ayda tamı tamına 7 bin 291 Avro girecekse… Savaş Bakanı Pistorius 8 Nisan’da tugayın yerleşimini organize edecek ilk askerlerin havaalanından hareket ettiğini ilan etti.
Afrika’ya gelince…
Almanlar Afrika’da ne yapıyor? İlk başlardaki açıklamalara bakarsak, “doğal felaketlerde insani yardım, salgın hastalıklarla mücadele, deniz kazalarında insanları kurtarma, korsanlarla mücadele…” ve “yerel silahlı kuvvetlerin eğitimi yanı sıra özgür seçimleri güvence altına almak!”
Ortalığa “asker eğitmek”, “özgür seçim” gibi laflar dökülünce işin nereye varacağını kestirmek için ortalama bir zekâ yetmeli. Bir ara çok modaydı, “Anlat, anlat açılırsın,” derdik.
Şaka bir yana, gerçekten açıldılar. İnsani yardım şimdilik bir kenarda dursun. Durum vahim! Fransa ve ABD Büyük Sahra bölgesinden kovuldu. Almanlar şimdi oradan boşalan yerlere, özellikle Nijer’e göz dikiyorlar. Ama sorun var: Oralara Ruslar yerleşiyor. Sözde buna karşı kendilerine misyon yüklüyorlar. Bunu açıkça da söylüyorlar: “Alman Bilim ve Güvenlik Vakfı (SWP) tarafından yakın zamanda yapılan bir analize göre, Sahra bölgesinde 'devlet, siyaset ve toplumda siyasi olarak uygun çok az ortak' var. 'Avrupalılar rejim değişikliğini hızlandıracak bir kaldıraca sahip değiller'; ancak, örneğin dış politikadaki olası değişikliklerle birlikte 'yeni darbeler' düşünülebilir.”2
Yani? Yanisi şu: Almanya Afrika’da yeni bir çatışma bölgesinin tohumlarını serpiştiriyor.
Mehter yürüyüşünde bir adım geri atarken olanlar bunlar. Siz bir de iki adım ileri atılacağında neler olacağını düşünün.
- 1.UNIFIL (Birleşmiş Milletler çatısı altında Lübnan karasularında geçici görev yapan deniz kuvveti) BM’nin halen aktif olan en eski barış görevlerinden biri. Aslen 1978’de “İsrail’in Lübnan’dan geri çekilmesini gözlemlemek ve Lübnan devletinin bağımsızlığına kavuşmasını sağlamak” için öngörülmüştü. Derken, bu görev 2006’da “İsrail ve Lübnan arasındaki ateşkesin devamını gözetim altında tutmak, sınır bölgesi boyunca karada ve denizde silah kaçakçılığını engellemek” olarak genişletildi. Federal Meclis daha 2006’da Alman ordusunun burada görev yapmasına izin vermiş bulunuyor.
- 2.Bu paragraf, “German Poreign Policy“ portalindeki Almanya’nın Afrika’daki faaliyetine ilişkin bir makaleden alıntılanmıştır. (https://www.german-foreign-policy.com/news/detail/9533)
Sahaflar Çarşısı (II) / İran'da komünist savunma (Özkan Öztaş)
Sahaflar Çarşısı'nın ikinci buluşmasında komşumuz İran'dan bir metni ele alıyoruz. Yusuf Şaylan'ın anlatımıyla İran'da TUDEH MK üyesi Hisrov Ruzbeh'in 'komünist savunması'na yakından bakıyoruz.Sahaf Cevat'ta buluşalım diye sözleştik.
Ankara Ayrancı'da Güz Sokak'ta, sokakla aynı ismi taşıyan sahaf dükkanında buluşma kararı aldık Yusuf Şaylan'la. Ama olmadı. İkimiz de erkenciyiz. Sahaf henüz açılmamış. Sahafın hemen karşısında Ayrancı Semt Evi'nin de akıbeti aynı. Saat henüz çok erken. Başka bir mekana geçtik ve Yusuf Şaylan her zaman yanında bulundurduğu küçük çantasından kitabı çıkarıp masaya koydu. Bu hafta İran'da TUDEH Merkez Komite üyesi Hisrov Ruzbeh'in idam edilmeden önceki savunmasını konuşacağız. Yusuf Abi'nin elinde Sosyalist Yayınları'ndan çıkan kitap var. Kitap, "Hisrov Ruzbeh- Komünist Savunma" adını taşıyor. Benim elimdeki baskı ise Haziran Yayınları'ndan. 1978 basımı. Kitap, "İran'da Şafak Söküyor-İran TUDEH Partisi Merkez Komitesi Üyesi Hisrov Ruzbeh'in Savunması" diye yayımlanmış.
Önce çaylarımızı söyleyelim diyor Yusuf Şaylan. Sonra da kartvizit ebatında üzerine notlar yazılmış kartlarını çıkarıyor. "Nerden buluyorsun bu not kağıtlarını böyle" diye sorunca "Fotokopici Saim'den yaptırıyorum. Fotokopilerden artan kartonları benim için böyle minik minik kesiyor. Ben de notlarımı bunlara yazıyorum, pratik oluyor" diyor.
Çaylarımız geliyor, başlıyoruz.
'Bizimkiler denizde, İran'dakiler ormanda katlediliyor'
Yusuf Şaylan İran'da Komünist Savunma kitabına gelmeden önce süreci biraz öncesine götürüyor. Masaya bir kitap daha koyuyor. Yalçın Küçük'ün Sırlar kitabı.
"Bak bu konuyu bizim Orhan da (Gökdemir) yazmıştı bir yazısında. İran ile çok benzerliği var Türkiyeli komünistlerin. Rusya'da 1905 ayaklanmasından hemen sonra İran'da başlıyor benzer ayaklanmalar. 1907'de İran da bu işi becerince o dönem Osmanlı'da da benzer arayışlarda olanlar 1908'de meşrutiyeti ilan ediyor.
Tarih ilerliyor sonra. Birinci Dünya Savaşı, Ekim Devrimi derken komünist partiler yayılıyor dört bir yandan. Bizimkilerin hikayesi malum. 1921'de TKP'nin merkez komitesi Karadeniz'de katlediliyor. İşte aynı trajediyi İran'dakiler bir ormanda yaşamış. Şah ordusu ormanda kuşatmış İranlı komünistleri. Bizimkiler denizde, İran'dakiler ormanda katledilmişler. Yalçın Küçük Sırlar kitabında Küçük Han bölümünde anlatıyor bunu. İşte Ruzbeh de böyle bir geleneğin devamı. Muhteşem bir hikaye. Herkesin okuması gerekir bu savunmayı. Düşün. Adam kurşuna dizilecek. Bundan kaçış yok. Ama akıl almaz bir savunma yapıyor. Üstelik çok da birikimli biri." sözleriyle anlatıyor Ruzbeh'i. Yusuf Abi anlattıkça duygudan duyguya giriyor. Bazen gözleri doluyor bazen kahkaha atıyor. "Düşünsene ya. Bu adam belki bir gün sonra kurşuna dizilecek ama tutanaklara geçsin diye bilimsel sosyalizmi ve İran'daki geleceğini anlatan bir savunma yapmayı tercih ediyor. Müthiş inanmış bir adam. Üstelik bu savunma birinin zaten artık kaybedeceği bir şey olmadığı için yaptığı bir savunma değil. Her zemini, bir mahkeme savunmasını dahi mücadele etmek adına bir araç olarak kullanmanın örneğidir" diyor.
Hisrov Ruzbeh'Sosyalist bir dünyada bilim ve teknoloji bakanı olurdu bence'
İlk çaylar hızlı tükeniyor. Garson ikincileri getirirken göz ucuyla da kitaplara bakıyor, gülümsüyor.
Yusuf Şaylan önce kitabın çıktığı Sosyalist Yayınları'nı anlatıyor biraz. "Hasan Basri Gürses'in yayın eviydi bu. Eşi Hülya da yazardı. Hatta bir öyküsüne 'Orhan Kemal Emek Ödülü' vermişlerdi diye hatırlıyorum. Hasan Basri'yi tabi Sosyalist Türkiye Partisi (STP) döneminden tanırız. Kendisi o dönem bir avuç, boyun eğmeyen insandan biriydi. Çok güzel kitaplar bastı. Hatta Hasan Basri'yi o dönem tanımayan devrimci yoktur" diyor ve gülüyor. Neden diye sorunca "Tüm dergiler onun matbaasında basılırdı çünkü. Her devrimcinin yolu Hasan'ın matbaasına bir kez düşmüştür" diyor.
Bendeki baskısı ise Haziran Yayınları'ndan. "TSİP'e yakındır bu yayınevi de. Zaten onlar Ruzbeh'in savunmasını önce Kitle Dergisi'nde yayınladılar. Sonra da kitap olarak bastılar." diye anlatıyor Haziran Yayınları'nı.
"Bence İran'da devrimci mücadelenin miladı Ruzbeh'in idam edilişidir" diyor Yusuf Şaylan. Emin olamıyorum. Ama "Bu çok iddialı bir laf değil mi?" diye bir soruyorum. Yusuf abi ise "İddialı mı?" diye tekrarlıyor ve inceden düşünüyor. "Düşünelim birlikte" diyor.
"Bu adam müthiş bir asker. Zaten okurken anlıyor insan. Müthiş bir yetenek. Bak savunmasının 38. sayfasında bugüne kadar yazdığı kitapların tamamını 36 ciltte topladığını ifade ediyor. Kurşuna dizildiğinde ise sadece 43 yaşında. Gel bakalım yazdığı kitaplara" diyor ve yakın gözlüğünü burnunun kemerine sağlamca yerleştiriyor.
"Bak kitaplara. Hareket Eden Hedeflere Karşı Hafif Toptan Ateş Açmanın Bilimsel Kanunları. Bir diğer kitap Hava Saldırısına Karşı Optik Cihazlarının İlmi Metotları, Patlayıcılar... Mesela bunlar askeri açıdan yazdığı kitapları. Gel bak bitmiyor. Geometri Problemlerinin Çözümüne Dair Teorik ve İlmi Prensipler, 4. Dereceli ve Yüksek Dereceli Denklemler Topluluğunun Bölme Yoluyla Çözülmesine Ait Kitapçık. Gördüğün üzere matematik içeriğinde kitapları da var.
Sonra II. Dünya Savaşı'nın Kısa Tarihi, Bilimsel Sosyalizm ve Ütopik Sosyalizm, Şuralar Ülkesi Nasıldır ve Nasıl İdare Olunur? (SSCB). Bu kitaplar muazzam değil mi? Satranç kitabı bile yazmış adam. Şimdi bu adam yaşasaydı, sosyalist bir düzende bilim ve teknoloji bakanı olmaz mıydı? Olurdu bence." diye anlatıyor Ruzbeh'i.
Kitabın Sosyalist Yayınları'ndan çıkan baskısının kapağı'İyi bir komünist iyi şiirden anlar'
İran TUDEH Partisi Merkez Komite Üyesi Hisrov Ruzbeh, kurşuna dizilmeden önce yaptığı konuşmasında örnekler verirken sürekli İranın tarihsel şairlerinden Sadi Şirazi'den dizeler okuyor ve şiirlerden örnek veriyor.
Yusuf abi zaten şiiri çok sever. Hazır Ruzbeh de ona böyle bir olanak sunmuşken fırsatı geri çevirmiyor, "İyi bir komünist her zaman iyi şiirden anlayandır." diyor ve ekliyor: "Adama savunmasını yaparken yararlanması için bir anayasa kitapçığı dahi vermemişler. Bu 150 sayfalık savunmanın tamamını hafızasındaki bilgilerle yapıyor. Düşünsene Sadi'den yaklaşık 15 yerde ayrı ayrı girdiler yapıyor. Tüm dizeleri ezberinden okuyor."
Varlığının bütün zerreleri kavgada olan bir insan
Kitaptan bölümler okudukça heyecanlanıyor Şaylan. Sonra bir bölüme gelince kahkahayı patlatıyor.
"Yahu baksana, bir insan böyle bir savunma yapabilir mi? Sayfa 13'te. 'Ve itiraf etmeliyim ki, canım, kemiğim, kanım, etim, derim ve vücudumun bütün düğüm ve çözgüleri bu yolu kutsal bulmuş, benimsemiştir. Vücudumun bütün hücreleri ve varlığımın bütün zerreleri Tudeh'lidir'. Bunu dinleyen yargıçların gözlerindeki ifadeyi görmek isterdim." diyor. Bu inanmışlık Yusuf Şaylan'a müthiş bir keyif veriyor. Hemen ardına da ekliyor: "Eminim bizde yarattığı harika duygular kadar düşmanın da canını sıkıyor böylesi bir netlik ve sadelik."
Gençler okusun bu kitapları lafını tekrar ediyor sürekli kitaptan pasajlar okurken. "Abi bu kadar gençliğe tavsiye yaşlılık alameti" diyorum. Gülümsüyor ama pek oralı değil. Geçen haftaki buluşmada da yaşlılığı kural tanımakla tanımlamıştı. Kuralları tanımayan herkesi de genç tarif etmişti zaten. "Şimdi dünyada ve Türkiye'de uzunca bir zamandır oyun kuramadı sosyalistler. Dolayısıyla bazen düşmanın ne kadar zalim ve ne kadar kötü olduğu akıllardan çıkabiliyor. Hisrov Ruzbeh'in komünist savunması biraz da bu yüzden önemli, bu yüzden okunmalı. Gençler okusun dediğim mevzu biraz da o. Varlığının bütün zerreleri kavgada olan bir insan değil bu kitapta geçenler. Aynı zamanda düşmanın ne kadar zalim olduğunun da hatırlanmasıdır" diyor.
Heykeltraş Reza Olya tarafından yapılan, Ruzbeh'in İtalya'daki heykeliİtalya'da bir Ruzbeh heykeli
Ruzbeh'in savunmasındaki birikimi, adanmışlığını düşününce "Acaba yaşasaydı ne oldurdu?" diye geçiyor insanın aklından. Yusuf Şaylan ise "Mutlaka farklı olurdu. Evet, tek bir insan koca bir tarih karşısında çoğu zaman çaresizdir ama TUDEH'in merkez komite üyesi olan ve tek başına hareket etmeyen örgütlü bir komünist için aynı şeyleri söylemek doğru değil. Sonuçta tarihte bireyin rolünü bilen insanlarız. Ruzbeh katledilmeseydi belki de 1979'da Mollalara karşı daha farklı biz pozisyon alacaktı İran'daki işçiler" diyor.
Yusuf abi hep iyimser. Ama sadece Yusuf abi değil. İranlı heykeltraş Olya da öyle.
"Reza Olya. İsmi kulağa Rus ismi gibi ama değil. Reza Olya, Ruzbeh'in katledilişini görmezden gelmemiş. İtalya'da Roma'ya 40 km uzaklıktaki Fiano Romano'ya Hisrov Ruzbeh'in idam edilmeden önce iplerle sarılı halinin heykelini yapmış. İran'da kurşuna dizilen bir komünistin İtalya'da bir heykeli var. Bu ayrıntı dahi çok kıymetli.
Üstelik bizden de Ruzbeh'e bir armağan var. Sanat Emeği Dergisi'nin Temmuz 1978 tarihli 5. sayısında Erdal Alova, Hisrov Ruzbeh anısına 'Ölümden önce ilk sözüm' adlı şiiri yazmış mesela. Derginin aynı sayısında heykeltraşla da röportaj var. Okurlar isterse internette arayabilir dergiyi. TÜSTAV'ın sitesinde var" diye anlatıyor.
Ben "ölümden önce ilk söz" ifadesinde takılıp kalıyorum. Çünkü Ruzbeh'e çok oturuyor bu ifade. Kendisi öldükten sonra da konuşan, çocuklara isimleri verilen, mücadeleye ilham kaynağı olanlardan biri. Her memlekette böyle hikayeler var. Öldükten sonra da konuşurlar.
'Okumuş insan halka karşı sorumludur'
Ruzbeh'i anlatırken ayrıntılara giriyor Yusuf Şaylan. SSCB ile olan düşünsel ilişkisinden, askeri birikiminden ve mutlak iyimserliğinden bahsediyor. "Bunlara da mı yer versek mi röportajda acaba" diyor. Ben ise kitabın okunma ihtimalini zayıflatmayalım diyorum. Biraz gönülsüz "Peki madem" diyor.
Zaten buraya savunma metninin tamamını koysak insan vicdanı anca rahat eder. Ama yine de bir yerin altını ısrarla çiziyor. Çünkü zor yıllar. 19 Ağustos 1953'te, İran'da Amerika destekli bir darbenin ardına denk düşen bu ve benzeri tutuklamalar bunlar. Ruzbeh 1958 yılında idam ediliyor.
Ve Şaylan için Ruzbeh'i tanımlayan en önemli ayrıntı sorumluluk duygusu, emekçi halka karşı sorumluluk. "Bizdeki slogan çok güzel. Okumuş insan halka karşı sorumludur. Ruzbeh bunun vücut bulmuş hali adeta".
***
"Burda bırakalım o zaman" diyor, "Belki Cevat açmıştır sahafı bir ziyaret edelim. Soracağım birkaç kitap vardı".
Yusuf Şaylan, Güz Sahaf'ta kitapları incelerkenKalkıyoruz. Güz sokağa gittiğimizde Sahaf'ın kapısı açık. Cevat masanın başında, kitapların arasında duruyor. Ayaküstü yazarlara, yayınevlerine, bazı akademisyenlere dair bir sürü şey konuşuyorlar. Yusuf Şaylan cüzdanını açıyor, para konulan bölümden bir kağıt parçası çıkarıyor. Saim'in özel olarak kesip not kağıdı yaptıklarından. Birkaç kitap soruyor. Azıcık rafların arasında dolanıp müsade istiyoruz Cevat ağabeyden.
Yanı başımızdaki kahramanlık hikayesine baktık bu hafta. Bir sonraki hafta ise 1 Mayıs'ın arefesi. Bu sefer konusu 1 Mayıs olan bir roman için buluşma sözü veriyoruz birbirimize. Yusuf Şaylan Nâzım'ın yolunu tutuyor.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder