Yumuşak geçişe razı mısınız? (Aydemir Güler)
Kırk katırın yerine kırk satırın geçmekte olduğuna erken uyanmakta ve başka bir alternatifin peşine düşmekte fayda vardır. Komünistlerin işi de o alternatifi inşa etmektir.
Seçimin en önemli sonucunun bir geçiş döneminin başlaması olduğunu artık söyleyebiliriz. Rejimi Tayyip Erdoğan’ın bakışları, parmak sallayışları, hakaretleri gayet iyi sembolize ettiği için, Cumhurbaşkanının haftalardır oldukça sakin bir görünüme geçmiş olması, yaşanan değişimi kolayca anlaşılır kılıyor.
Siyasette gerginlik elbette kalkmaz; ama odaklanılan başlık, titiz bir tercihte bulunulduğunu yansıtıyor. AKP’nin küçük reislerinin har vurup harman savuruşları, itibardan tasarruf etmeyişleri patlatılıyor. Bir süre öncesine kadar, Cumhuriyetin hakir gördüğü mazlumlar (!) olarak “yeme” sırasının kendilerine geldiğini alenen savunan AKP şımarıkları, şimdilerde dillere düşüyor, sarayda özür sırasına giriyorlar. Bu arada belli ki CHP cenahında, yakınlarını oraya buraya yerleştirmek için önüne geçilmez bir arzuya kapılan çiçeği burnunda belediye başkanlarını frenlemek, önemli bir gündem maddesi oluyor…
AKP’nin bir yerel seçim klasiği olarak DEM belediyelerini hedef tahtasına oturtması beklenirken, DİSK yönetimi, arkasında CHP, iktidarı 1 Mayıs başlığında sıkıştırıyor. Yalnız bu işlerden anlamadığından mı, bilmiyorum; polis ve sendika yöneticileriyle birlikte alanın giriş çıkışını kontrol altına alma güvencesi veren Özgür Özel, AKP’nin “bunlar olay çıkartır, huzur kaçırır” kaygısının temelsiz olmadığını ilan etmiş oldu. Kaygısına hak verilen iktidara “asayiş öyle değil böyle sağlanır” deme şansı tanınmış bulunuyor… Olsun; inisiyatif muhalefette.
Yumuşuyoruz. CHP Genel Başkanına Saray ziyareti randevusu veriliyor. Öğrenmiş bulunuyoruz ki, konu sadece nezaket, incelik değil. Bir çalışma ziyareti olacakmış.
Demek ki, CHP artık AKP’nin örtük değil açık partneridir. Daha önce örtüktü: Kamuoyu CHP’ye laiklik savunuculuğunu atfeder, ama partinin genel başkanı “laiklik tehdit altında değil” der, belediye başkanı da makamına imam çağırıp öyle görevi devralırdı. Kamuoyu bunları mütedeyyinlere dönük taktik sayar, istifini bozmazdı. İktidarla ana muhalefet arasındaki büyük ittifakı görmek için kürsü performanslarıyla yetinmemek, TBMM ve belediye meclislerindeki oy performansına bakmak gerekirdi. Olan bitenin özeti şuydu: Laik duyarlılığı olan bölgelerde CHP, İslami yanı ağır basanlarda ise AKP taşıyordu, neoliberalizmin bayrağını!
Bu seçimden sonra en az iki temel başlıkta ittifakın gizlenmesi dönemi kapanmıştır. Birincisi neoliberalizmdir. Nebati/Nas politikalarının yerini IMF/Dünya Bankası destekli Şimşek almıştır ve CHP’nin bundan bir milim dahi sapması imkânsızdır. Bu çizginin karşısına çıkılamayacağı, düzenin anayasal hükmü kılınmalıdır ki, on milyonlarca emekçi de “böyle gelmiş böyle gider”e boynunu uzatsın!
İkincisi, başkanlık rejimidir. Muhalefetin büyükşehir belediyelerinde aynısını kurduğu mekanizma bir TÜSİAD projesidir ve geçen yıl yalancıktan söylenen parlamenter sisteme dönüşün kapısı kapatılmalıdır.
Demek ki karşılıklı esnenmektedir. AKP Nebati-Nas’tan Ortodoks-Rasyonel’e gelmiştir. CHP de popülizmin demagojisini bile yapmayacağını, ilk kez kazandığı bir seçimin ardından erken seçim istemediğini söyleyerek ilan etti. Zaten kaynak krizinin uluslararası mali sermaye ve onun kurumları olmadan aşılması güçtür ve bu kesimler imamların keyfiyeti yerine kendi kurallarını dayatmaktadırlar.
AKP’nin başkanı tevazu göstermeye başlamıştır. CHP’nin de, tekelci sermayenin karar alma süreçlerinin hızlı, kamusal denetiminse etkisiz olması yönündeki tarihsel talebine şerh koyacak hali yoktur. Kaldı ki, son yıllarda tepeden alınan kararların hukuksuz sayılmasının, geri döndürülmeye kalkışılmasının düzeni iflah olmaz hale düşüreceği açıktır. Böyle bir alt üst oluş sadece bir devrimin harcı olabilir. Düzen sarsıntı sevmez.
Geçenlerde ilk randevuyu İmamoğlu’na verip ancak üçüncü gününü Erdoğan’a ayıran Almanya Cumhurbaşkanının, yumuşamanın getireceği dengelere dair bir demonstrasyon yapmış olduğunu düşünebiliriz. Artık AKP ile CHP arasındaki işbölümü, dinciliğin geçer akçe olmadığı kentlerde piyasalara kapıyı CHP’nin açmasına dayanmamaktadır. Bu model eskidi. Seçimden itibaren girdiğimiz yumuşama ortamında CHP, çoktandır dışına atıldığı devlet’e, yani merkezi iktidara dönüş yapmaktadır.
Sonuç olarak, sermaye iktidarı ve piyasanın “daha yüksek kâr, daha yüksek kâr” diye diye dönen çarkları güç kazanmıştır. AKP’nin erkindeki göreli daralmayı da, bu partinin ait olduğu sınıfsallığın mutluluğu telafi edecektir.
Elbette sular, hele günümüz dünyasında kolay kolay durulmayacaktır. Türkiye’nin, Erdoğan tipi emperyal iddialarla bütünleşik Doğu-Batı dengeciliğinden Atlantikçiliğe tereyağdan kıl çeker gibi dönmesi değil, çeşit çeşit gerilim ve çatışmalar yaşanması beklenmelidir. Abartılı biçimde öne çıkan tarikatların sessiz sedasız sahneden çekilmeleri değil, sermaye düzenine saygın holdingler olarak eklemlenmeleri ve iplerini devlet aklıyla paylaşmaları, kuşkusuz yine çatışmalı bir süreç olacaktır.
Her neyse; başlıktaki sorunun yanıtı bellidir. Kırk katırın yerine kırk satırın geçmekte olduğuna erken uyanmakta ve başka bir alternatifin peşine düşmekte fayda vardır. Komünistlerin işi de o alternatifi inşa etmektir.
* * *
Mustafa Ziya Ülkenciler’le 15 Aralık 2022’de görüşmüşüz. “Görüşmüşüz” derken, deneyimli arkadaşlarımızın siyasi yaşamlarını kayıt altına aldığımız, Parti Tarihi çerçevesinde sürdürdüğümüz çalışmayı kast ediyorum. Sonra; 5 Mayıs 2023’te kaybetmişiz Mustafa Ziya’yı! Neredeyse son anda kendisini dinleme şansını yakalamışız…
Geçtiğimiz 24 Nisan akşamı İstanbul Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezinde yaşamından dilimlerin aktarıldığı bir sergiyi gezdikten sonra benim ve sevgili Doğan’ın (Ülgenci) konuşmacı, Çağrı’nın (Kınıkoğlu) da moderatör olarak katıldığımız bir anma etkinliği oldu. Sadece üçümüzün değil onlarca katılımcının katkılarıyla bir kez daha uğurladık yoldaşımızı… Haberine göz atmak isteyebilirsiniz.
Kardeşi Doğan’ın çok iyi bir anlatıcı olduğunu zaten biliyordum. Burada bu özelliğini değil ama bir soruya verdiği muazzam yanıtı aktarmak istiyorum. Toplantının sonlarında bir izleyici arkadaşımız, yaşamında türlü zorluklar, örneğin “illegalite” ve kaçaklık dönemlerinden geçen Mustafa Ziya gibi insanların, bir yandan da örneğin evli, çocuk sahibi olduklarını, hayatın gündelik sorunlarıyla başa çıkmaya uğraştıklarını hatırlattı. Soru, bu iki unsur arasında nasıl denge kurduklarıydı…
Doğan’ın yanıtı çok açıktı: “Ziya’nın yaşamında denge falan yoktu.”
Kast edilen sorumsuzluk değil devrimciliktir. Mustafa Ziya devrimciydi. Memleketin devrimciliğe ihtiyacı derindir. Hele yumuşak geçiş tuzağı kurulurken…
/././
Genel seçimin ortasındaki Hindistan’ı Türkiye ile karşılaştırmak (Erhan Nalçacı)
Birbirine benzeyen süreçlerin sanki Modi ve Erdoğan’ın karakterinden kaynaklanıyor gibi gözükmesi yanıltıcıdır, arkalarındaki sınıfın gereksinimlerine bakmak gerekiyor.
Hindistan içinde bulunduğu genel seçim süreci ile bir kez daha dünya gündemine girdi. Ne de olsa dünyanın neredeyse sekizde biri -900 milyondan fazla kişi-oy kullanacak. 19 Nisan’da başlayan seçimler 4 Haziran’da sonuçların ilan edilmesiyle tamamlanacak.
Seçimler Türkiye’deki 2023 Genel Seçimine benziyor ve esas olarak iki ittifak arasında geçiyor. Modi’nin liderliğini yaptığı BJP, Ulusal Demokratik İttifak içinde seçimlere giriyor. Karşısında ise yine çok benzer şekilde ülkenin kurucu partisi olan Hindistan Ulusal Kongresi’nin başını çektiği 26 muhalif partinin yaptığı ittifak bulunuyor.
Benzerlikler nereye kadar ve varsa tesadüf mü?
Oysa karşılaştırmalı tarih, siyaset, coğrafya bize genellenebilir kavramlar sunar. Kültürel olarak çok farklı zenginlikler içeren ülkeler benzer toplumsal koşullarda benzer karakterde davranır.
Örneğin, birbirinden kültürel olarak oldukça farklı olan İtalya, Almanya ve Japonya’da Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında faşist rejimler kuruldu. Her üçünde faşizmin ortak nedenleri var mıydı diye bir kez bakalım.
Her üçünde de geç kalmış ve halkın örgütlü gücünden kaçan tepeden inme burjuva devrimleri ile ulusal birlikleri sağlanıyor. Hızla sanayileşirken kendilerini kapitalizmin emperyalizm aşamasında buluyorlar. İktidarı ele geçiren tekelci sermayeleri önceki emperyalist devletler tarafından aralarında pay edilmiş dünyanın yeniden paylaşılmasını talep edecektir. Tekellerin paylaşım savaşına sürmek için kitleler halinde emekçi çocuklarına gereksinim duyarlar ancak işçi sınıfı başka bir havadadır. Bu ülkelerde burjuva devrimleri gerçekleşirken Paris Komünü yaşanmış, 1917’de Ekim Devrimi gerçekleşmiş, dünyanın neredeyse her yerinde komünist partileri kurulmuştur. Tekelci sermaye dünyada ve ülkelerinde işçi sınıfı siyasetinin tehdidinden kurtularak paylaşım savaşına girmelidir.
Görüldüğü gibi tarihsel ortak nedenler benzer sonuçlara neden olabiliyor.
Modi Hindistan tarihinde az rastlanacak şekilde 10 yıldır yönetimde ve seçimi bir üçüncü dönem için kazanması büyük olasılık olarak görülüyor. Erdoğan ve AKP’nin 23 yıla yayılan yönetimi gibi.
Her iki ülke de 25 yıl kadar bir arayla burjuva devrimlerini gerçekleştirdiler ve emperyalizme karşı bağımsızlıklarını kazandılar. Her ikisi de farklı zaman dilimlerinde Sovyetler Birliği’nin etkisiyle tarihsel olarak ileri çekildi, devletçi, planlamacı, halkçı ve laik cumhuriyet özellikleri gösterdiler. Ama 25 yıl uzun bir süre 20. Yüzyıl için, Hindistan 1950’lerde Nehru’nun önderliğinde dünyada Bağlantısızlar Hareketi’ni kurarken, Türkiye NATO’nun pislik çukuruna yuvarlanmıştı bile.
Bu önemli farka rağmen Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile 1990 sonrası karakterleri tekrar benzemeye başladı birbirine. Özelleştirme, piyasalaştırma ile sermaye birikimi yağmayı andıran yöntemlerle sağlandı. Her iki ülkede de tekelci sermaye sınıfları mutlak bir iktidar kurdular.
Birbirine benzeyen süreçlerin sanki Modi ve Erdoğan’ın karakterinden kaynaklanıyor gibi gözükmesi yanıltıcıdır, arkalarındaki sınıfın gereksinimlerine bakmak gerekiyor.
Her iki egemen sınıf da emekçi haklarını budamalarına karşın emekçi sınıfları düzene bağlamalıydılar.
Bunun için ikisi ideolojik biri hem ideolojik hem iktisadi üç yöntem kullandılar.
İlki dinin istismarı ve din üzerinden taraflaştırma, diğeri bu ulusun içinde bulunduğunuz yüzyılda şahlanışına işaret eden bir milliyetçilik ve üçüncüsü işçi sınıfına tüketim ekonomisine dayanan bir “orta sınıf” ideolojisinin enjekte edilmesi.
İki ülke arasında ekonomik güç açısından büyük farklılık var, dünyanın neredeyse üçüncü büyük ekonomisi haline gelen Hindistan uzun vadede Çin ile bir paylaşım savaşına girmeyi hedefliyor, Türkiye ise bölgesel bir güç olmayı. Ama buna rağmen egemen sınıf özellikleri her iki ülke siyasetine yansıyor.
Modi seçim kampanyasına Babürlerden kalan ve 32 yıl önce yıkılan Camiyi Hindu tapınağına çevirerek işe başladı, Erdoğan Ayasofya Müzesini ibadete açarak.
Modi yurtdışında çalışan 30 milyon kadar Hint vatandaşına oynamayı seviyor, hem onlar üzerinden bir siyasi hegemonya oluşturuyor hem içeriye doğru Hint milliyetçiliğini pekiştiriyor. Aşağıdaki fotoğraf bu yıl Birleşik Arap Emirlikleri’nde açılan devasa Hindu tapınağı önünde Modi’nin pozunu gösteriyor.
13 Şubat 2024’te Modi BAE’nin başkenti Abu Dabi’de Hindu tapınağı açılışını yaptı. Üç buçuk milyon Hintlinin yaşadığı BAE’de nüfusun %35’ini Hindistan göçmenleri oluşturuyor.Biri Hindu dinini diğeri İslam’ı araç olarak kullanıyor ne gam, sınıfın sermaye birikimi bunu gerektiriyor. AKP de yurtdışında çok sayıda cami yenilenmesi veya kurulmasına kaynak aktardı.
Her ikisi de bu yüzyılın kendi uluslarına ait olacağını söylüyor ve bunu pekiştiren işler yapıyor kendi çapına göre. Hindistan, 2023’te ABD, Sovyetler ve Çin'in ardından Ay'a ayak basan dördüncü ülke oldu. Türkiye kiralık bir araçta uzaya ilk kez insan gönderdi.
“Orta sınıf” yaratma meselesini daha önce ele almıştık.
Muhalefet de birbirine benziyor, her ülkenin kurucu partileri (Ulusal Kongre ve CHP) ana muhalefet partilerini oluşturuyor. Ama her ikisi de birbirine benzemezlerle ittifak yapıyor ve eninde sonunda tekelci sermayenin politikalarını yürütmeye aday oluyor. Renk farklıkları kadın hakları, gençlerin işsizliği gibi yan temalarda sınırlı kalıyor.
Muhalefet bloğunun içinde büyük hacimli komünist partileri de var, ama bu partiler sosyalist devrimi güncel bir mesele olarak görmüyorlar.
Şimdi, iki ülkeyi hangisi devrime daha yakın diye karşılaştırabiliriz:
Türkiye bugün iktisadi kriziyle emperyalist kurumlara bağlı hale geliyor ve “orta sınıf” törpüleyici politikalar izliyor. Kuzeyinde güneyinde savaşların sürdüğü coğrafyanın özellikleri nedeniyle bir meşruiyet krizine sürüklenme olasılığı çok daha fazla gözüküyor. Ve sosyalizmi güncel bir mesele olarak gören bir komünist partisi var.
Bu deli saçması döngüden kurtulmak için Hindistan’a göre şansımız daha fazla yani.
/././
Değerlerime sahip çıkıyorum…(Orhan Gökdemir)
Değerleri sade dinden ibarettir. İçinde bilim, vicdan ve ahlak yoktur. Siz de değerlerinize sahip çıkacaksınız öyleyse. Bilim için, vicdan için, ahlak için…
Diyanet İşleri Başkanlığı, malum, artık yeni devletin en önemli kurumlarından biri. Tayyiban düzenin amaçladığı toplumun dinselleştirilmesi programını o yürütüyor. Devasa bütçesi var ama her sene erkenden silip süpürüyor ve ek bütçe istiyor. İşleri çok, bütün laikleri imam yapmak gibi kutsal bir vazifesi var. “Strateji planı” şart haliyle. “2024-2028 Stratejik Planı”nda riskler arasında baş köşeyi “sekülerleşme” tutuyor. Sekülerleşme, din dışında kalan alan demek. Din dışında hiçbir şey kalamasın, kimse dinin kontrolü dışında nefes alamasın istiyorlar. Yani laikliğin var ettiği şeyi onlar yok etmek istiyor. Güçleri yeterse her şey dinselleşecek, herkes dine göre nefes alıp verecek.
Bir yıkım ekibi gibi çalışan Diyanet, yeni stratejik planında da toplumsal hayata müdahalesini arttıracağını ilan etti. Eğitimin dinselleştirilmesine yönelik adımlar bunların en önemlisi. Haliyle bu planda öncelik çocuklarda. Laik eğitimi öylesine yok ettiler ki, dini eğitim neredeyse ana rahminde başlayacak. Bebelerin ekseriyeti bunların açtığı kurslarda. Koca bir kuşağı öcüyle, böcüyle büyütüyor, bir tür erken beyin yıkama faaliyeti yürütüyor. 4-6 yaşları arasındaki 1 milyon 322 bin 388 çocuğa dini eğitim verildiğini ve bu rakamı 3 milyon 122 bin 388'e çıkarmayı hedeflediklerini ilan etti ayrıca. Zorunlu din dersleri, değerler eğitimi ve ÇEDES gibi projelerle eğitim dinselleştirilirken, devlet okulları bilimsellikten arındırılıyor, niteliksizleştiriliyor. Bir Taliban temsilcisi, geçtiğimiz haftalarda Afganistan’daki eğitimin dini özelliğine dikkat çekerek “sadece dinle olmaz bilim de gerekiyor” dedi. Bunlar Taliban’dan radikal, sadece dinle bir eğitim düzeni kurabileceklerine inanıyorlar.
Diyanet'in strateji planını yayımlamasından birkaç gün sonra psikologlar, çocuk gelişimi uzmanları, psikiyatristler, sinirbilimciler ve eğitim bilimciler tarafından bu planlara karşı toplumu uyaran bir bildiri yayımlandı. 62 uzmanın kaleme aldığı bildiride, çocuk yaş grubunun maruz kaldığı zorunlu din eğitiminin yol açtığı tahribata değiniliyordu. Çocuklar 11-12 yaşına kadar soyut düşünme yetisi geliştiremiyor, olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini tam olarak kavrayamıyordu. Örneğin “cehennemde yanarsın” sözünü duyan bir çocuk, günlük yaşamındaki en ufak hatasında cayır cayır yanacağını düşünüyordu. Haliyle soyut düşünme yetisinin gelişmediği çocuk yaşta din öğretisine maruz kalmak ruhsal hastalıkları tetikleyebiliyordu. Zorla din eğitimi çocukları takıntılı, ürkek ve kaygılı bireyler olmaya itebiliyor, özgür düşünme ve araştırma motivasyonunu azaltıyordu.
Asıl önemlisi şu; hatalı davranışlar, “Allah günah yazar, cezalandırır” gibi söylemlerle engellendiğinde çocuğun davranış ve düşüncesinde amaç cezadan kurtulmak, kaçınmak oluyor, tutarlı bir vicdan gelişimi engelleniyordu. Din ile ahlak arasında ters orantı olduğunu biliyorduk, demek ki din ile vicdan arasında da ters orantı vardır. Ahlaksız ve vicdansız bir işle karşı karşıyayız o halde…
***
Madem çocuklardan başladık oradan devam edelim. Dört gün önce 23 Nisan 1920’nin yıldönümüydü, çocuk bayramdı. 1920'de o gün Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Monarşinin başkenti İstanbul işgal edilince 1876’dan beri aydınlarımızın dişiyle tırnağıyla var ettiği Meclis-i Mebusan da kapatılmıştı çünkü. Ankara’da yeni bir meclisin toplanışı Anadolu Devriminin en önemli işlerinden biriydi. 1923’ü var eden devrim o meclisin içinden çıkacaktı.
Bayramın kutlandığı gün AKP Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan TBMM özel oturumuna gitmek yerine Nakşibendi Tarikatının Halidi kolunun İsmailağa Cemaatinin şeyhi Hasan Kılıç'ın cenazesine katıldı. Nakşi-Halidi tarikatı laik cumhuriyete karşı bütün ayaklanmalarının sorumlusudur, bu kadarını söyleyip geçeyim.
“Vay neden öyle yaptı” anlamında söylemiyorum. Yeni rejimin yeni işlerindendir bunlar. O Diyanet orada dururken laiklik varmış gibi yapmanın anlamı kalmadı artık. Meclis çoktan kapandı, içi boşaltılmış bir kurumdur. Anayasanın da rafa kaldırıldığını hesaba katarsak, olmayan cumhuriyetin başının yapacağı en anlamlı iş tarikat-cemat gösterisine katılmaktır.
***
Laikliği tepeleyerek başlarlar, sonra cumhuriyeti tepelerler. Demek ki laikliği tanımayan cumhuriyeti de tanımaz. Laiklik cumhuriyetin temelidir çünkü, biri olmadan diğeri mümkün değildir. Bu hareketler Tanzimattan bu yana attığımız bütün ileri adımların silinmesi anlamındadır. Silinmiştir.
Çağımızın devrimci “ruhunun” ve maruz kaldığı karşı devrimin özeti budur. Devrimin esası çürümüş eski düzeni devirme, yerine özgür ve eşit bir yeni ülke kurma hareketidir. Kralları, soyluları, papazları, halifeleri, sultanları, imamları, onların iktidarının ete kemiğe bürünmüş hali olan monarşileri, eskiye değin çürümüş olan ne varsa onu, alaşağı ettiği için devrimdir adı. Bizler, büyük insanlık ailesi, üç yüz yıldır dünyanın her yerinde çürümüş monarşileri devirip cumhuriyet ilan ediyoruz. Her defasında yürüyen ölüler mezarlarından çıkıp geliyor, önlerine aydınlık ne çıkarsa yıkıyor. Sonra düştüğümüz yerden kalkıp yeniden doğruluyoruz, yenisini ilan ediyoruz. Çünkü biliyoruz, eşitlik ve özgürlük içinde yaşamaktan başka çaremiz yok.
Fransız Devrimi'ni, ümmet olmaktan çıkıp halk olma mücadelesinin başlangıcı sayıyoruz. Bir kamusal alan yaratma ve o alanda aristokrasinin, kilisenin, dinin etkisini sıfırlama mücadelesidir, cumhuriyettir. Laiklik olmadan halk olmaz. Demek ki cumhuriyet “fıtratı gereği” laiktir, laik olmak zorundadır. Olmazsa, toplananları uygun bir biçimde birleştirecek bir kamusal alan yaratmamış oluyoruz ki, eksik cumhuriyettir. Cumhuriyetin eksiğinin olmadığını, eksik ise başka bir şeye dönüştüğünü biliyoruz.
Devrim, cemaatten-ümmetten yeni bir halk yaratma işi ise, karşı devrim de halkı yeniden cemaate-ümmete dönüştürme işidir. Bu saldırıların, bu gözü dönmüş planların, bu tarikat ululamalarının amacı ve anlamı bu. Dini iktidara payanda yapınca, toplumun da ümmete-cemaate dönüştürülmesi gerekir. Suç ortakları var; cumhuriyet fazla geldi burjuvaziye. Laikliği cami avlusuna bırakıp kaçtı. Otokrasi-teokrasi istiyor yeniden, monarşiye meylediyor.
***
TKP de Diyanet’in stratejik planına dair açıklamada bulundu. Bunun yalnızca bir yol haritası değil, aynı zamanda laik Anayasa’ya karşı meydan okuma olduğu vurguladı. Meydan okumadır.
Anayasa olmayınca din eğitimi dört yaşına indirdiler. İndirirler. Evlenme yaşı da üç-beş zaten, İslamcı da ölçü aranmaz. Çocuklar islamcıların, tarikatların ilk hedefi. Cumhuriyetin baş tacı yaptığı çocukların üzerinden buldozerle geçiyorlar haliyle. Vicdanı ve ahlakı yıkıyorlar, yerine tanrı korkusunu koyuyorlar. Sorunun özeti budur.
Biz ise başka bir noktadayız; din çoğaldıkça ahlak azalır, inanç yayıldıkça vicdan daralır. Dediğimiz bu.
İslamcı İsmet Özel, “Müslüman teröristtir. Müslüman'ın ilk vazifesi terörist olmaktır. Müslüman olmayan bütün insanlar, müslümanlardan korksun. Bu bir dini fantezi değildir, bu bir savaştır” demişti bir söyleşisinde. Bu sözlerde hem bir öneri hem bir tehdit vardı. Diyanet’inki de böyle, bir fantezi değil yaptığı, bir savaş hazırlığı. Onun için “sekülerleşmeye” risk diyebiliyor.
Biz de onların risk dediğine insanlığın büyük ileri adımı diyoruz. Rönesanstan beri, bunun için savaşıyoruz. Biz de laiklik de militan olmalıdır diyoruz. İnanç özgürlüğü inanca özgürlük değil, inançtan özgürlüktür çünkü. Dinin günlük hayat üzerindeki tahakkümüne son vermekten ibarettir aslı. Ve laiklik bir tarihi fantezi değildir, bir insan olma mücadelesidir. Yeniden ayağa kalkmasından bütün yobazlar, bütün sultan özentileri korkmalıdır.
***
ÇEDES diye bir şey uydurdular, “değerlerime sahip çıkıyorum ve çevreme duyarlıyım” demekmiş. Değerleri sade dinden ibarettir. İçinde bilim, vicdan ve ahlak yoktur. Siz de değerlerinize sahip çıkacaksınız öyleyse. Bilim için, vicdan için, ahlak için…
/././
Patara ikinci konutlara kurban edilmesin! (Yusuf Yavuz)
UNESCO Dünya Kültür Mirası adayı Patara’da yazlık ve ikinci konut inşaatlarının önünü açan imar planının iptali için açılan davada keşif yapıldı.Antalya’nın Kaş ilçesindeki Patara antik kentini de kapsayan Patara Özel Çevre Koruma Bölgesi için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından hazırlanan imar planının iptali için açılan davada bilirkişi incelemesi tamamlandı. Doğal ve arkeolojik sitlerle çevrili bölgede ikinci konutları özendiren ve zeytinlik arazilerde karma konut ve ticaret alanı kullanımı getiren 1/25000 Nazım İmar Planı'nın ikinci konutları da özendirici nitelikte olduğu belirtiliyor.
Bakanlıktan yapılaşmayı artıracak plan
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından 2022 yılında Antalya’nın Kaş ilçesi ile Muğla’nın Seydikemer ilçesi sınırlarında bulunan Patara ÖÇK Bölgesi için hazırlanan 1725 binlik Nazım İmar Planı, yapılan itirazların değerlendirilmesinin ardından 5 Haziran 2023 tarihinde onaylanarak askıya çıkarıldı. Ancak yeni yapılaşma alanları yaratan ve betonlaşma baskısını artırmaya yönelik olduğu ileri sürülen plana karşı WWF-Türkiye, Mimarlar Odası Antalya Şubesi ve Kaş Çevre ve Kültür Derneği iptal davası açtı.
Ertelenen keşif dün yapıldı
Antalya 4. İdare Mahkemesi’nde görülen davada 15 Mart’ta yapılması planlanan bilirkişi incelemesi seçim sonrasına ertelenmişti. Mahkemenin ertelenen bilirkişi incelemesi dün yapıldı.
Plan zeytinlikleri yapılaşmaya açıyor
Patara ÖÇK Bölgesi’nde 364.37 kilometrekarelik alanı kapsıyor. Patara ÖÇK Bölgesi içerisindeki, doğal, kültürel, tarihi ve arkeolojik değerler ile ekolojik dengenin korunmasını amaçlayan planın ikinci konutlara yönelik yeni yapılaşma alanları yaratacak olması amaçlarıyla çelişkili bulunurken açılan iptal davasında “Yapılan bu plan değişiklikleri önceki mahkeme kararlarına aykırı, Kaş'ın doğal ve tarihi güzelliklerini korumaktan uzak, yapılaşmaya yol açan, sit alanlarına baskıyı artıracak, zeytinlikleri kısmen yapılaşmaya açan bir plan değişikliği olmakla planlama ilkelerine ve mevzuata uygun değildir” ifadelerine yer veriliyor.
Bilirkişi keşfine yoğun katılım
Dün planlama alanında yapılan bilirkişi incelemesine mahkemenin atadığı uzmanların yanısıra davanın avukatlarından Tuncay Koç, Patara Kazısı Başkan Yardımcısı Mustafa Koçak, Kaş Çevre ve Kültür Derneği üyeleri, Kaş Çevre Platformu üyeleri ve vatandaşlar katıldı.
'Kooperatifler 16 yıldır inşaat halinde'
Keşif sırasında, yapılaşmaya açılması planlanan zeytinlik nitelikli alanların da incelendiğini dile getiren Kaş Çevre ve Kültür Derneği Başkanı Ahmet Murat Akoy, şunları dile getirdi:
“Planlamayla yapılaşmaya açılmak istenen alanın, 2008 yılında düşük yoğunluklu yapılaşma izni verilerek imara açılan kooperatif alanlarının hemen aşağısında olduğu için kooperatif alanını da görmüş olduk. İmar izni verilmesinin üzerinden 16 yıl geçmiş olduğu halde kooperatif yapılarının büyük bir bölümünün halen inşaat halinde olduğunu görülmektedir. Yani ortada geçerli bir talep baskısının olmadığı da anlaşılmaktadır. Pataralı vatandaşın ihtiyaçlarına yönelik olmayan yani kamu yararına yönelik üretilmeyen, turizme yönelik üretilen yazlık konutların çoğu inşaat halinde kullanım dışıyken ikinci bir yazlık konut/ikinci konut yapılaşması getirecek planlamanın bilimle, bilgiyle açıklanmasının mümkün olmadığını düşünüyoruz.
'Arkeolojik kalıntılar ortadan kayboldu'
Keşif sırasında Patara Kazı Başkan yardımcısı Mustafa Koçak, planlama alanı içinde bir Lahdin, bir zeytinyağı kırma ve presleme teknesinin bulunduğunu fakat yapılaşmalardan sonra bu arkeolojik bulguların ortadan kaybolduğunu, eğer kendilerinden görüş istenirse alan üzerindeki arkeolojik değerler hakkında mahkemeye bilgi verebileceklerini iletti. Keşif heyeti Başkanı da bu öneriyi kabul ederek profesyonel görüş yazısının itiraz dosyasına eklenebileceğini iletti. Bu durum itirazlarımızı güçlendiren, alanın arkeolojik değerini ortaya koyan bir açıklamadır.”
Dünya mirası Patara'da yazlık konut ısrarı
Planlama alanının üç farklı koruma statüsüne sahip olduğuna işaret eden Akoy, “Özel Çevre Koruma Bölgesi içinde, 1. Derece Doğal Sit, 3. Derece Arkeolojik Sit Alanı içindedir. Bunun yanında zeytinlik alanların korunması kanununa tabidir. Bu kadar çok koruma statüsü olan, UNESCO Dünya Mirası Listesi girmesi için müracaatta bulunulmuş Patara Antik Kenti içinde olan bir alanın kamu yararına yönelik olmayan yazlık konut üretimine ısrarla konu edilmesini anlayamıyoruz” diye konuştu.
Bakanlara ‘Patara'yı koruyun’ çağrısı
Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı ile Kültür ve Turizm Bakanı'na da çağrıda bulunan Dernek Başkanı Akoy, “2020 yılında Türkiye’nin Turizm teması seçilen, Türkiye’nin en çok ziyaret edilen ören yerlerinden biri olan, aynı zamanda Caretta carettaların 1. derece yuvalama alanı olan Patara Antik Kenti'nin daha fazla yapılaşmaya konu edilmemesi için, 1993-2000 yılları arasında yapılan yönetim planlarının güncellenerek yeniden yapılması için harekete geçmelerini bekliyoruz. Bu eşsiz alanların çocuklarımıza bırakacağımız en büyük miras olduğunu, sadece ismi değil niteliği 'koruma' olan planlamalarla gelecek nesillere bozulmadan, beton altına alınmadan bırakılmasını arz ediyoruz” dedi.
Patara’nın betonla sınavı 30 yıldır bitmedi
Patara’da 1993-2000 yılları arasında yapılan Yönetim Planı çerçevesinde burada yapılan kooperatiflere ait su basman seviyesindeki inşaatların olduğu alan 3. Derece Arkeolojik Sit ilan edilmiş ve yapılaşma durdurulmuştu. 2008 yılında Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararıyla sit alanı içerisinde düşük yoğunluklu yapılaşmanın önü açıldı. Hazırlanan plan, daha önce durdurulan kooperatifler de içinde olmak üzere 400’e yakın yazlık ve ikinci konut inşaatının önünü açtı. Patara antik kentinin nekropol alanlarından biri olan bu bölgede, içinde kalan lahit, zeytinyağı presleme teknesi gibi arkeolojik kalıntılar yapılaşmaya kurban edildi.
'Halkla birlikte hazırlanan yönetim planı uygulanmalı'
Kaş Çevre ve Kültür Derneği, yeni planın Patara halkının ihtiyacına yönelik, 12 ay yaşanan konut stoğunu arttırma amacıyla değil, turizme yönelik yazlık/ikinci konut üretmek amacını taşıdığını ve kamu yararı taşımadığını öne sürerek, konuyla ilgili çözüm önerilerini ise şöyle sıralıyor:
“Kooperatif yapılarına 2008 yılında verilmiş iznin üzerinden 16 yıl geçmesine rağmen halen çoğunun kaba inşaat halinde ve kullanılmıyor olmasından anlaşılmaktadır. 1993-2000 yıllarında Şehir plancıları, Arkeologlar tarafından Patara halkıyla istişare edilerek hazırlanan Patara Gelemiş Yönetim Planlarının acilen güncellemesi için ilgili bakanlıklarca çalışma yapılması gerekmektedir.”
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder