29 Nisan 2024 Pazartesi

soL KÖŞEBAŞI - 29 Nisan 2024 -

 

Türkiye’yi NATO’dan kim çıkarabilir? (Anıl Çınar)

Demek ki NATO’dan çıkmak ekonomik bağımsızlığı nasıl kuracağınızla da ilgili bir mesele. Hatta öncelikle böyle bir mesele.

“Türkiye NATO’dan çıkabilir mi?”

“Türkiye IMF ile anlaşır mı?”

Antikomünizm en iyi zamanını yaşarken bile Türkiye’nin NATO’dan çıkışına bu kadar şüpheyle yaklaşılmamıştı.

1970’lerin en hararetli yıllarında üstelik düzen cephesinde, göstermelik dahi olsa, böyle bir tartışma mümkün olabiliyordu. Türkiye’yi yönetenler hiç değilse o zamanlar “MİT kadrolarının maaşlarını neden CIA ödüyor” demeyi akıllarına getirebiliyordu!

Bugünse “Türk donanmasının en büyük gemisi” TCG Anadolu’nun ancak NATO tatbikatına katılmasıyla övünülebiliyor.

Türkiye’nin AKP ile birlikte NATO çukuruna daha da battığını ve daha ne kadar batabileceğini düşünebilirsiniz. 2010’ların sahte baharında, NATO’yu Orta Doğu’ya sokma projesinde AKP vardır. Fethullahçılarla ittifakta da, Ergenekon ve Balyoz baharlarında da… Her birinde NATO daha bir “Türkiyeli” olmuştur.

Ama kötü haberi verelim. “Batı kaygı duymasın, Türkiye NATO’nun vazgeçilmez bir parçasıdır” diyen bir İmamoğlu ile birlikte belki de bu çukurun sonunun olmadığını görme şansımız olacaktır?

Dahası, bugün parlamentoda Türkiye’nin NATO’dan çıkabileceğini samimi olarak düşünen, bu doğrultuda titiz ve bağımsız bir yol çizen hiçbir aktör bulunmuyor.

NATO’yu propaganda malzemesi yapan belli bir toplam, AKP’yi ya da CHP’yi NATO’cu eksenden uzaklaştırma görevine soyunmuş durumda. Haliyle meydan “mantıklı olmak lazım” diyenlere kalıyor…

Peki onlar ne diyor?

NATO’dan çıkarsak ne yaparız…Türkiye yalnız kalabilir mi… NATO değilse hangi ittifakta olunacak… Türkiye NATO sayesinde veto hakkını elinde bulundurmuyor mu… NATO sayesinde Türk ordusu silaha ve teknolojiye erişim sağlamıyor mu…

Neredeyse NATO’ya üyeliği sayesinde Türkiye’nin NATO’ya başkaldırma olanağı kazandığını bile söyleyecekler!

Ama özetle demek istedikleri Türkiye’nin gücü neydi ki kendi bağımsız yolunu çizsindi…

Bunu dile getirenlerin aynı zamanda Türkiye’nin gücünü göstermesi, daha büyük bir oyuncu olması gerektiğini de söylemesiyse ilginç. Öyleki Türkiye’nin güçlenmesi için, krediye ve koruma kalkanına ihtiyacı var. Bunlar NATO’dan geliyor. Ve yine NATO sayesinde NATO’dan ayrılmanın olanağına kavuşuluyor…

Dolayısıyla Türkiye’nin NATO’dan çıkabileceğini, bağımsız bir yol seçebileceğini ve ancak bu şekilde güçlenebileceğini söyleyenlere hayalci gözüyle bakılıyor. 

Oysaki Türkiye söz konusu bağımsızlık dönemecini ilk defa yaşamadı. Türkiye, tarihinde birkaç kez, “hangi kampta” olması gerektiğine dair makas değişiklikleri yaşadı. Cumhuriyet öncesinde Almanlar ve İngilizler vardı. Sonra bunlara Amerikanlar eklendi ve hepsinin de sonuna “mandacılık” eki getirildi.

İlk “hayalci” bağımsızlık dönemeci Kurtuluş Savaşı’ndaydı. Türkiye’nin kurtuluşu da kuruluşu da hassas bir dengede bağımsızlık arayışıyla mümkün olmuştu. Doğru düzgün bir sanayisi, insan kaynağı, parası ve kadroları olmayan bir ülke neyine, hangi gücüne güvenerek bağımsızlık yolunu seçiyordu ki?

Türkiye 1947 yılında IMF’ye girdi. Sonrasında da NATO’ya. Bu da bir “bağımsızlık dönemeci”ydi. Türkiye’yi yönetenler ve artık sermaye sınıfı, IMF’nin kaynakları olmadan büyüyemeyeceklerini düşünüyorlardı. Herhalde önceki 25 senede açılan fabrikalar, yetiştirilen kadrolar, eğitilen iş gücü de IMF’nin yokluğunda yok hükmündeydi?

Aslında, Türkiye’nin bağımsızlığının altını oyan, “Türkiye NATO’ya ve parasına muhtaçtır” ezberini dolaşıma sokan, “Cumhuriyet kadar eski” olmakla övünen Koç gibi sermayedarlardan başkası değildi.

Türkiye büyüdü serpildi… Ve aradan geçen onlarca yıldan sonra Türkiye’yi bağımsız olmaktan alıkoyanın ne olduğunu anlamak gerçekten mümkün değil.

Çünkü “Türkiye NATO’dan çıkar mı” dendikçe NATO normalleşti. Çünkü “Türkiye IMF ile anlaşır mı” dendikçe IMF’siz bir IMF anlaşması yürürlüğüne sokuldu. İkisi birbirinden bağımsız değildi.

Demek ki NATO’dan çıkmak ekonomik bağımsızlığı nasıl kuracağınızla da ilgili bir mesele. Hatta öncelikle böyle bir mesele. “Türkiye’nin güvenliği” diye bahsedilen şeyin en büyük tehdidi, F-35’lerden önce, aldığı almak zorunda olduğu kredilerde.

Bu bizi Türkiye’nin üçüncü bağımsızlık dönemecine götürüyor. Türkiye’de devletçi, planlı ve sosyalist bir ekonomi inşa etmeden NATO’dan çıkış yok. NATO’dan çıkmadan da böyle bir düzeni inşa etmenin olanağı yok.

Türkiye, bir kez daha, en kadim sorunlarının ancak düzen değişikliğiyle çözülebileceği bir dönemeci çağırıyor. 

Komünizm Türkiye’ye böyle bir bağımsızlığı getirebilecek tek siyasi hareket olarak bir kez daha ayrışıyor.

                                                               /././

Limak'ın otelinde ‘milliyet farkı’ ücreti… Nedir bu işin aslı astarı? (Can Kuyumcuoğlu)

Antalya’da Limak’a ait bir otele İngiltere’den rezervasyon yaptıran bir yurttaşın faturasına “milliyet farkı” yansıtılması çok tartışma yarattı. İşin aslını astarını bir turizmciyle konuştuk.

Antalya'nın Aksu ilçesinde bulunan Limak Lara Hotel'e giden Çağlayan A., “milliyet farkı” adı altında ek ücret ödedi. Çağlayan A.'nın Türkiye’de yaşadığını ve bir İngiliz turizm web sitesinden rezervasyon yaptırdığını öğrenen otel yönetiminin 120 avroluk ek ücreti faturaya “milliyet farkı” diye yansıtması dikkat çekti.

                        Müşterinin faturasına yansıtılan ek 120 Avroluk ücret "milliyet farkı" diye ifade edildi.

Limak'tan açıklama

Konunun tepkilere yol açmasının ardından Limak oteller zinciri yönetimi resmi bir açıklama yayımlayarak özür diledi.

Yapılan açıklamada "Bugün medyada yer alan Limak Lara Hotel ile ilgili bir haber nedeniyle açıklama ihtiyacı doğmuştur. Hepimizi derinden üzen, teyit edilmemiş bilgilere dayalı içeriklerle ilgili kamuoyunu bilgilendirmek istiyoruz. Öncelikle yanlış anlaşılmalara sebep olan "milliyet farkı" ifadesi nedeniyle kamuoyundan samimiyetle özür diliyoruz. Amacını aşan bu ifadenin dikkatsizlik nedeniyle ve hassasiyetler öngörülemeden kullanılması hepimizi üzmüştür” denildi.

Otelin açıklaması şöyle devam etti:

Habere konu olan yanıltıcı rezervasyon 14 Nisan 2024 tarihinde İngiltere üzerinden bir web sitesinden Türkiye’den iki kişi adına yapılmıştır. Misafirlerimiz otele geldiklerinde bir kişinin Romanya vatandaşı olduğu, rezervasyonun Türkiye’den yapılmış gibi gösterildiği, yanlış bilgi beyan edildiği anlaşılmıştır. 

Bunun üzerine fiyat farkı oluştuğu misafirlerimize aktarılmıştır. Bölgesel ve dönemsel kampanyalar nedeniyle bu tür fiyat farklılıkları oluşabilmektedir. 

Konu bu nedenle ortaya çıkan fiyat farkı iken tutarın ‘milliyet farklı’ olarak yansıtılması olayın kapsamını değiştirmiştir. Yanlış anlaşılan ifade nedeniyle en içten özürlerimizi tekrarlıyoruz, konuyu kamuoyunun takdirine sunuyoruz.”

Deneyimli turizmci soL'a anlattı: Milliyet farkı diye bir şey ilk defa görüyorum

Uzun yıllar otelcilik sektöründe yönetici olarak görev yapan, şimdi de bu alanda eğitimci ve danışman olarak çalışan bir isim konuya ilişkin sorularımızı yanıtladı.

Adının yayımlanmasını istemeyen turizmci “milliyet farkı” ifadesine şaşırdığını belirtirken, bu ifadenin prosedürde hiçbir dayanağı olmadığını dile getirdi. Ona göre otel yönetimi, çalışanlarına ek ücret almaları yönünde bir talimat vermiş olabilir, hatta bunu performans değerlendirmelerinde bir kota olarak görüyor olabilir. Ancak sözkonusu ek ücretin faturaya “milliyet farkı” diye yazılmasınınsa otel çalışanının değil müşterinin tercihi olabileceği yönünde değerlendirme yapıyor. Müşteri belki de bu hikayeyi daha sonra sosyal medyadan duyurabilmek için bu şartı öne sürmüş olabilir, diyor.

Limak’ın otelinde faturaya yansıyan “milliyet farkı” ifadesi tepki çekti. Otellerde milliyete göre farklı fiyatlama mı uygulanıyor?

Oradaki milliyet farkı ifadesi şaşırttı beni. Online rezervasyon koşullarının karşılanmaması durumunda birtakım farklar oluşabilir. Fakat ben milliyet farkı diye bir şey ilk defa görüyorum. Oraya öyle yazılmış olması bunun geçerli bir altyapısı olduğu anlamına gelmiyor. Yani orada o milliyet farkı kısmı manuel olarak yazılmış bir ifadedir. Orada “check out” işlemini yapan ya da ödeme alma işlemini yapan resepsiyondaki görevli tarafından manuel yazılmış bir ifade o. Sistemin otomatikman oraya yazdığı ya da zaten olması gereken bir bilgi değil. Bu bir kere çok net.

Bu tip online rezervasyonlarda böyle bir milliyet koşulu var mıdır?

Benim bilgim ve deneyimime göre insanların serbest olarak internet üzerinden yaptıkları rezervasyonlarda milliyet koşulu olmamalı ve ben böyle bir şey görmedim daha önce. 

Farklı ülkelerden rezervasyonlarda farklı fiyatların ortaya çıkması nasıl oluyor?

Bunun bilinen bir uygulama olarak kabul gördüğünü söyleyebilirim. Bunun nedenleri var tabii. Örneğin sizin diyelim ki gecelik 100 Avro bir fiyatınız var ama diyorsunuz ki ben Ortadoğu, Kuveyt pazarından biraz daha fazla misafir almak istiyorum, orada bir promosyon yapmak istiyorum, o pazarda kendimi tanıtmak istiyorum. Bu 100 Avroluk fiyatın üzerinden yalnızca Kuveyt pazarına dönük bir yüzde 10 indirim yapmak istiyorum diyorsunuz ve bunu hangi online kanallarda (yani bu web sitelerini kastediyorum) onu konfirme edebiliyorsunuz orada. “Kuveyt’ten bana rezervasyon yapan misafirlere yüzde 10 indirim uygula” diyebiliyorsunuz. Ya da tam tersine başka pazarlar için daha yüksek fiyatlar uygulayabiliyorsunuz. Bunları dönemlerle, kalış süreleriyle sınırlayabiliyorsunuz. Aynı tarihler için farklı lokasyonlardan, farklı pazarlardan farklı fiyatlar alınması doğal bir süreç. Burada bir problem yok.

'Rezervasyon yapılıyorsa olay o noktada bitmiştir'

Peki birisi Kuveyt’te olmadığı halde o ülkeden rezervasyon yapıyor gibi davranabilirse VPN benzeri yöntemlerle, o zaman ne oluyor?

Tabii şehir otelleri ile bu tatil bölgelerindeki resort oteller arasında da ciddi farklar var. Ben genellikle şehir otelciliğinde deneyim sahibiyim. O Limak oteli Antalya’da daha kitlesel turizm yapan, tatil amaçlı hizmet veren bir otel. Bunların tabii daha farklı uygulamaları da olabiliyor, ona çok hakim değilim açıkçası. Ama genel tema olarak birisi bir online rezervasyon sistemine girebiliyorsa, oradan oteli seçip, parasını ödeyip rezervasyon yapabiliyorsa bence o noktada olay bitmiştir. Ondan sonra otele geldiğinde ‘Yok senin ülken buymuş’ diyemezsiniz. 

Burada benim anladığım kadarıyla online olmayan yani eski tip konvansiyonel satışlar (tur operatörleri veya seyahat acenteleri aracılığıyla belli pazarlara önceden sağlanmış özel fiyatlar vardır) gibi alışkanlıklarla hareket edilmiş. Bu eski uygulamaların online’da da kullanıldığı, birtakım uyumsuzluklar olduğunda ek ücretler çıkartıldığı, bunun da bir deneme-yanılma yöntemiyle alınabilirse eğer alınmaya çalışıldığı gibi algılıyorum ben.

'Çalışanlara ek ücret için talimat verilmiş olabilir'

Yani çalışanlara denmiştir ki “Böyle bir şey yakalarsanız bir uyumsuzluk olarak bildirin ve (ek ücret) almaya çalışan misafirlerden, alamazsanız zaten satılmış bir oda var, alınmış bir ücret var, zaten biz zararda değiliz, ama alabiliyorsanız ek ücret almaya çalışın”… Ve bunu da “şu argümanlarla açıklayın” diye bir talimat verilmiş olabilir çalışana. Ve çalışan da böyle bir şey yakalamış olabilir. Hatta bunların takibi yapılıyor olabilir. Yani çalışanların bu ek ücretleri hangi ölçüde aldıkları belli kotalarla da takip ediliyor olabilir. Performans değerlendirmesi anlamında… Bunu çeşitli şekillerde konaklayan kişilere bence dayatıyorlar, en azından deneme yapıyorlar. Olumlu karşılık aldıklarında, ikna edebildiklerinde bunu tahsil ediyorlar diye düşünüyorum. Yoksa bu sağlam dayanakları olan bir durum olamaz.

'Büyük ihtimalle konaklayan kişi faturaya böyle yazılmasını istemiştir'

Oradaki “milliyet farkı” ifadesinin de rutin bir uygulama olduğunu, oraya hep böyle yazıldığını düşünmüyorum. Büyük ihtimalle konaklayan kişi bunun böyle yazılmasını ödemeyi yapmak için bir koşul olarak öne sürmüş olabilir. “Ben bunu öderim ama faturamda böyle görünmesini istiyorum” demiş olabilir. Çünkü orası manuel doldurulabilecek bir alan. Oraya istediğiniz şeyi yazabilirsiniz, mesela “daha lüks oda farkı” ya da “ikinci kişi farkı” da yazabilirsiniz. Bu olayı sosyal medya gibi alanlarda anlatabileceğini düşünmüş olabilir konaklayan kişi. 

Otelin online başvuru konusunda bir siber güvenlik de sağlayamamış olması bir sorun mu sizce?

Aslında otel tek başına onu halledemez. Bu işler biraz karıştı. Şöyle: Siz tüm dünyada görünür olmak için hem güvenilir sitelere, hem de güvenilirliğini test etmediğiniz sitelere otelinizi pazarlıyorsunuz. Görünürlüğüm artsın, bana her yerden rezervasyon gelsin diyorsunuz, agresif bir satış stratejisi yürütüyorsunuz ve göründüğünüz sitelerin ne kadar güvenilir olduğunu kontrol edemez hale geliyorsunuz. O yüzden “Yok kardeşim sen bana İngiltere’den rezervasyon yapmış görünüyorsun ama o sırada Finlandiya’daymışsın” gibi şeyler düşünülebilecek bir çağda değiliz.

'Bu tür kargaşalardan ek gelir elde etmeye çalışan bir anlayış var'

Dolayısıyla burada otelin yaptığının iki ayağı var diye düşünüyorum. Birincisi bundan 30 yıl öncesinin otelcilik refleksleriyle hareket etmek, ikincisi de “Böyle farkları biz gördükçe buralardan ekstra gelir elde edelim” diye çalışanlarını, ekibini teşvik etmek. Yoksa siz o web sitesinden rezervasyonu aldığınız zaman otel olarak karşı tarafa bir teyit gönderiyorsunuz “Evet rezervasyonunuzu, ödemenizi aldık, şu tarihlerde odanız hazırdır” diyorsunuz. Gelirken “Sen Türk müsün, şu musun bu musun” demiyorsunuz, deme imkanınız da yok. Sonra ama misafir çıkıp geldiğinde ona bu tip bir ek ücretlendirme koymak tabii ki çok yakışıksız bir şey. Anlamsız ama içeriden, otelcilik alanından bakıldığında bu geçmişte online olmayan yüz yüze rezervasyon işlemlerinde ortaya çıkan bir şeydi. Yani “benim Rus pazarına fiyatım şu, Alman pazarına fiyatım bu, İngiliz pazarına bu” deniliyordu. Ama bugünün dünyasında kim nerede yaşıyor, nereden rezervasyon yapıyor, bunların kontrolü mümkün değil. Bu tip kargaşalardan bir tür ek gelir elde etmeye çalışan bir anlayış var. Açıkçası burada “Türk gördüğünüzde alın ek parayı” diye bir uygulama olduğunu zannetmiyorum.

                                                               /././

Kedi neden kaçtı?* (Engin Solakoğlu)

Türkiye’de belleklerin kapasitesi iyice daraltıldığından yinelemekte yarar var. ABD’nin “Reis daha demokratik olsun, Türkiye halkı daha güzel yaşasın” gibi bir meselesi hiç olmadı.

Kedi evden mi kaçtı yoksa elden mi kaçtı belli değil. Rivayet muhtelif. Döner diye düşünmek en doğrusu. Dönmezse de kendisi bilir. Ev kedisiz kalacak değil, yerini başkası doldurur. Kedilerin hikmetinden de sual olunmaz.

Bu toprakların yetiştirdiği en önemli aydınlarından biri olan Aziz Nesin’e zorunlu bir saygı duruşundan sonra konumuza geçelim.

Akepe Genel Başkanı’nın Washington seferinin gerçekleşmemesi çeneleri ve klavyeleri yormakta. Yorumlar, tefsirler gırla gidiyor. Gazze’den, Türkiye’nin “demokratik seviyesi”nin ABD yönetimi tarafından yeterli bulunamamasına kadar bir dizi gerekçe sıralanıyor. Net olan tek şey var, Biden-Erdoğan görüşmesinin 9 Mayıs’ta gerçekleşmeyeceği.

Adım adım gidelim. Üst düzey ziyaretler önemlidir. Diplomasinin temel işlevlerinden biri bu ziyaretlerin hazırlanmasıdır. ABD ve Türkiye gibi ülkeler söz konusu olduğunda liderlerin görüşmesi çat kapı gerçekleşmez. Ziyaretin hazırlığı iki başlık altında yürütülür. Bunlardan birincisi elbette içeriktir. Masada hangi konuların bulunacağı titizlikle belirlenir. 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren çok önem kazanan ikinci başlık ise ziyaretin pazarlanmasıdır. Burada ilke olarak piyasa her iki ülkenin kamuoyudur. Konjonktüre ve ülkelerin niteliğine bağlı olarak belirlenen üçüncü bir piyasayı da, dünya kamuoyunu da ekleyelim. Ziyaretin gerçekleşmesi yetmez, bir de bu piyasalarda “kazanç” sağlaması, mesaj vermesi gerekir. Bu husus içerikten ziyade şekille ilgilidir. Ziyaretten hangi görüntü veya fotoğrafların verileceği, ortak basın toplantısı yapılıp yapılmayacağı, toplantıda soru alınıp alınmayacağı, ortak açıklamada hangi unsurlara yer verileceği uzun pazarlıklarla belirlenir.

Erdoğan’ın Washington ziyaretine bir de bu açıdan bakalım. Öncelikle “zaten yoktu”, “tarih belirlenmemişti”, “programlar uyuşmadı” makamından açıklamalarının gerçekdışı olduğundan kuşku duymayalım. Açıkça söyleyebiliriz: Bunlar düpedüz yalandır. Tarih aylar önce belirlenmişti. Gerçek hikâyenin bütün ayrıntılarını muhtemelen hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Bununla birlikte ana çizgileri üzerinde tahmin yürütebiliriz.

Ziyaretin hazırlıkları uzun zamandır teknik ve siyasi seviyede yürütülüyordu. Yaşanan ilk sıkıntı masaya konacak gündemdi. İki ülke arasındaki sorunların belirlenmesi ve önceliklendirilmesi diplomasinin en önemli sınamasıdır. Sizin liderler düzeyinde konuşmak istediğiniz bir konuyu muhatabınız konuşmak istemeyebilir, öncelikli bulmayabilir ve çoğu zaman da daha alt düzeyde konuşulmasını tercih edebilir. Şimdi bakalım ABD ile Akepe Türkiyesi arasında hangi meseleler var. İkililerden başlayalım. Olabilecek en diplomatik ifadeyle savunma işbirliği diyelim. Türkçesi F-16 modernizasyonu ve F-35 projesine geri dönüş, CAATSA yaptırımlarına sebep olan  S-400 ve buna bağlı olarak Türkiye’nin çok ihtiyaç duyduğu alternatif hava savunma sistemlerinin temini. Yine çoğu “uzman”ın nedense telaffuz etmekten kaçındığı bir ikili ticaret boyutu var. Dünyaya bakıştaki ciddi farklılıklarımıza rağmen diplomasi muhabirliği konusunda en güvendiğim isimlerden Barçın Yinanç bunu anımsatmış. Akepe’nin kaynak ihtiyacı var. Bu kaynak sadece şuradan buradan kredi anlamına gelmiyor. Akepe ve temsil ettiği sınıf bakımından ticaret en az kredi kadar önemli. Bu noktada Türkiye’nin demir-çelik ürünlerine uygulanan ek vergi önemli bir sorun. Devam edelim. PKK’ya Suriye’de verilen destek artık ikili sorunlar listesinin demirbaşı haline geldi. Yokmuş gibi yapılacak mesele değil. Her şeyden önce iktidar içindeki kimi klikler açısından önemli.

Bu listenin altına eklenecek diğer sorunlar ise şunlar: Irak’ta Türkiye’nin yapmak istedikleri ve ABD’nin çıkarlarının çarpıştığı alanlar var. Erdoğan’ın niyetlendiği askerî harekât bunun en net örneklerinden biri. Somut ve kalıcı hiçbir sonuç vermeyeceğini herkesin bildiği ama Akepe’nin seçimlerde çizilen iktidar karizmasını yeniden tesis etmeye yardımcı olabilecek bu askerî eylemin gerçekleşmesine ABD sıcak bakmıyor. En azından “bi dur allasen, zaten karışık buralar” diyor.

Şimdi o karışıklığın ana kaynağına gelebiliriz. İsrail-İran gerginliği. O gerginliğin tek sebebi değil ama tetikleyicisi ise Filistin’de İsrail tarafından yıllardır yürütülen işgal, etnik temizlik ve -son altı ay için konuşursak- soykırım. Akepe’nin Hamas kardeşliği ile ABD’nin soykırımcı sponsorluğu söylem seviyesinde bir karşıtlık yaratıyor. O halde listede yeri var. Kuzeye çıkalım. Erdoğan-Putin ilişkileri de ABD’nin çok mutlu olmadığı bir alan. Onunla bağlantılı bir de Karadeniz ve ismi telaffuz edilmese bile Montrö meselesi var.

Büyük olasılıkla ziyaret hazırlıkları sırasında bu listenin içeriği ve önceliklendirilmesi üzerinde uzlaşılamadığı için iptal kararı alınmıştır. Bir de en az bunun kadar önemli olan konu şekil demiştik. Oraya gidelim.

Varsayalım görüşme yapıldı. Dışarıya ne konuştuk denilecek? Ortak açıklamada hangi unsurlara vurgu yapılacak. Diyelim bunlarda anlaşıldı, iki taraftan birinin “sızdırma” yapmayacağının garantisi var mı? Örnek olsun, ortak açıklamada Türkiye’nin bölgesinde barış ve istikrara katkısından söz edilirken, sızdırılan görüşmelerde “ABD’nin Irak’ta kapsamlı bir askerî operasyona sıcak bakmadığı” hususu yer almayacak mı? Ya da “teröre karşı işbirliğinin sürdüğü” söylenirken, Türk tarafı görüşmelerde YPG’nin bu bağlamda gündeme getirildiğini, ABD tarafı ise Hamas’la ilişkilerden rahatsızlık duyulduğunun açıkça dillendirildiğini sızdırmayacak mı?

Tamam uzatmayalım. Ziyaret yukarıda özetlenen gerekçelerle gerçekleşmedi. Biden “pek sevmediği” Erdoğan’la görüşmeyecek mi? Bal gibi görüşecek. Nedense unutuluyor. Bundan yaklaşık iki buçuk ay sonra Washington’da NATO Zirvesi var. Tıpkı bir önceki zirvede olduğu gibi Bay Joseph ve Recep Bey orada bir araya gelecekler. Pazarlama açısından bir Oval Ofis kuvvetinde değil tabii ama görüşecekler. Karşılıklı pozlar verilecek, yukarıda sayılan konulardan birkaçı da üstünkörü ele alınacak. Bu arada birkaç adet el sıkışma pozuyla birlikte konuların teknik seviyede görüşülmesine devam edileceği “müjdesi” verilecek. O sayede 9 Mayıs’taki ziyaretin gerçekleşmemesinden ötürü karalar bağlayan kimilerinin,  mesela iş çevrelerinin yüreklerine de bir nebze su serpilecek.

Ziyaretin iptaline “Yahudi lobisinin” engel olduğu gibi zırva sapan yorum yapanlara da rastladım. Yandaş tayfadan söz etmiyorum. Bunlar sözde muhalif. Bu ölçüde saçmalamanın iki gerekçesi olabilir: birincisi akıl eksikliği, ikincisi etnik/dinsel ayrımcılık güdüsü.  Diplomatik analiz görünümlü sayıklamalarını püskürtürken “Yahuuudiiii” deyince daha inandırıcı olduklarını düşünüyor olabilirler. Değiller. Yineleyelim. Erdoğan’ın ziyaretinin iptaline yol açan ilk on sebep arasına İsrail giremez. İsrail Akepe’den memnundur, Washington da Akepe’nin İsrail siyasetinden. Aksini düşünmemizi gerektirecek hiçbir veriye sahip değiliz.

Bir de şu söylem var: “Türkiye’deki otoriterleşmeden Biden’ın duyduğu memnuniyetsizlik” falan, filan. Gerçeği bildikleri halde ücretli propaganda neferi gibi çalışanlara değil ama ABD ve genel olarak Batı’nın böyle bir kaygısı bulunduğunu, dünyada ve Türkiye’de demokrasinin, insan haklarının seviyesine dertlendiğini samimiyetle düşünenlere ancak merhamet duyabiliriz.  ABD’de, Almanya’da İsrail’in soykırımına karşı sesini yükseltenlere karşı yürütülen faşist baskıya bakınca “bizden uzak dursunlar yeter” dememek elde değil. Türkiye’de belleklerin kapasitesi iyice daraltıldığından yinelemekte yarar var. ABD’nin “Reis daha demokratik olsun, Türkiye halkı daha güzel yaşasın” gibi bir meselesi hiç olmadı. Bundan sonra da olmayacak.
Bu ülke bizim. Kuru gürültüye pabuç bırakmayacağız. Sahip çıkacağız. Çarpık düzenlerinin yelkenlerini şişirmek için Washington’dan esen rüzgarlara bel bağlayanlarla da hesaplaşacağız.

* Aziz Nesin’in “Kazan Töreni” kitabında yer alan bir öyküsü. Bu vesileyle yeniden okuyun.

 (soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder