Siyasi rehineler iktidarı (Nurcan Gökdemir)
31 Mart yerel seçimleri sonrası yeni dönemin startını ülkenin iki büyük partisinden biri olan AKP “yumuşama”, CHP ise “Normalleşme” ile tanımlıyor. “Normalleşme” vurgusu CHP’nin salt bir sözcük tercihi olmasının ötesinde anlamlar taşıyor, CHP bu niteleme ile geride kalan dönemin “Anormal” olduğunu göstermek ve sorumlularına da itiraf ettirmek istiyor. Bu anormalliğin sayısız örneği görüldü bugüne kadar ancak son günlerde yaşadıklarımız demokrasicilik oyununun bir tür resmi teyidi…
Elbette milat AKP iktidarı değil, öncesinin de çok normal olduğu söylenemez ama konumuz AKP ile 2002’de başlayan dönem.
31 MART’A GETİREN SÜREÇ
31 Mart yerel seçimlerinin yapıldığı günün gecesi AKP’nin artık birinci parti olmadığının, aradan geçen 22 yılın sonunda ilk kez ikinci parti konumuna gerilediğinin ortaya çıkması ile başta iktidar ortakları olmak üzere tüm ülke yeni bir dönemin başladığını görüyordu. Bundan sonra kartlar yeniden karılacak mı, kim kiminle, nasıl yol yürüyecekti?
Ülkeyi bu kavşağa bir anda 31 Mart günü gelmedi, AKP’nin oyları son seçimlerde düşüyor; bu düşüş bazen sandık oyunları, bazen seçim iptalleri, bazen de ülkeyi büyük bir kargaşaya sürüklemek pahasına görünmez kılınmaya, yok sayılmaya çalışılıyordu.
AKP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde yüzde 34,28 oyla iktidara geldikten sonra 29 Mart 2004 yerel seçimlerinde oylarını yüzde 41,67 düzeyine çıkarttı. 22 Temmuz 2007’de ise yüzde 46,58 ile Türkiye siyasi tarihinde çok az siyasi partinin ulaştığı bir halk desteğini sağladı. 21 Ekim 2007’de yapılan ve Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi başta olmak üzere 5 maddeden oluşan Anayasa değişikliğinin oylandığı referandumda da yüzde 68,95 oranındaki bir çoğunluk AKP’nin isteğine “Evet” dedi.
BİRAZ ARTIŞ, BİRAZ DÜŞÜŞ
29 Mart 2009 yerel seçimlerinde yüzde 38,39 oranında oy alabilen AKP’nin oylarındaki düşüş 12 Eylül 2010’daki referandumda da görüldü. Bir önceki referandumda yüzde 68,95 olan halk desteği yüzde 57,88’e geriledi.
12 Haziran 2011 seçimlerinde oyları yüzde 49,83’e çıktı, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde de yüzde 43,16 oy aldı, AKP. 10 Ağustos 2014’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini yüzde 50 oy zorunluluğunu kılpayı aşarak yüzde 51,79’la kazanan Erdoğan için bundan sonra alarm zilleri çalmaya başladı. 10 ay sonra 7 Haziran 2015’deoyları yüzde 40,87’ye geriledi. Tek başına iktidarı kuracak çoğunluğu elde edemeyen AKP, “istikşafı” görüşmeler adı altında sözde koalisyon kurma çalışmaları yürüterek bu seçimin sonuçlarını bir anlamda yok saydı, ülke büyük bir terör ortamına sürüklendi ve 1 Kasım 2015’te yapılan tartışmalı seçimin sonunda yüzde 49,50 oy oranını sağlayarak tek başına hükümeti kurdu.
KİRLİLİK HER DÖNEM
Bundan sonraki tüm seçimler tartışmalı ilerledi, sandıktan çıkan sonuca güvenilmemesini haklı çıkartacak görülmemiş sandık oyunları oynandı. 2017 yılındaki Anayasa değişikliği referandumu bunun zirve yaptığı bir gün oldu. Mühürsüz oy pusulaları geçerli sayılarak yüzde 51,41 oyla ülke resmen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçti.
24 Haziran 2018’de yine tartışmalı bir seçim yapıldı ve Erdoğan yüzde 52,59 oyla yeni rejimin ilk Cumhurbaşkanı seçildi.
24 Haziran 2018’de yapılan ilk genel seçimde AKP yüzde 44,33 oy alabildi. 31 Mart 2019’da bu oy oranını korudu ancak çok sayıda belediyeyi CHP’ye kaptırdı. Bu seçim İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni AKP’nin kaybetmesi ve yeniden kazanmak için seçimleri yeniletmesi ile tarihe geçti. Ancak CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu oylarını arttırarak AKP’ye bir öncekinden daha büyük bir yenilgiyi tekrar tattırdı.
Sonrasındaki genel seçimlerden de AKP birinci parti, Erdoğan Cumhurbaşkanı olarak çıktı ama AKP’nin oyları 14 Mayıs 2023’te yüzde 35,62’ye geriledi, Erdoğan da koltuğunu ancak ikinci turda ve kılpayı koruyabildi.
OY EKSİĞİ MHP ORTAKLIĞI İLE TAMAMLANDI
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle birlikte MHP ile fiili bir koalisyon kurarak iktidarını koruyan AKP, halktan esas büyük tokadı 31 Mart 2024 seçimlerinde yedi. Herkesin en iyi de Erdoğan’ın gördüğü halk desteğinin azalması bu seçimde tescillendi, hiçbir sandık oyunu, siyasi manevra ya da YSK kararı ile yok sayılamayacak bu sonuç sonrası AKP’de “İktidarı kaybediyoruz” korkusu egemen oldu. Erdoğan, tüm örgütünü “Güneş karşısındaki buz gibi eririz” diyerek uyardı.
MHP’NİN YENİ OYUN KAYGISI
Erdoğan’ın önünde iki yol vardı: Sonuçlarda büyük etkisi olan ekonomik buhranı ortadan kaldırma imkânı olmadığı için siyasal iklimi yumuşatmak, tepkileri en azından toparlanacak kadar süre kazanabilmek için bir ölçüde sönümlendirmek. Bunun bir oyun olduğunu, hayata geçirileceği konusundaki samimiyetsizliği en iyi bilenlerden olmasına karşın iktidar ortağı MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bu söyleme tahammülsüzlüğünü hemen gösterdi. Parti tabanından gelecek tepkileri önlemekti bundaki amaçlardan biri ama esas temel gerekçe, AKP’nin MHP’yi iktidar otobüsünden indirerek başka bir partnerle yol yürüme ihtimali idi.
Bu noktada aslında bu ilişkide hep var olan bazen açıkça görülen bazen de perde arkasından sürdürülen gözdağları, meydan okumalar, tehditler gündeme geldi. Erdoğan’ın sözde demokratlığı bile MHP’de her düzeyden sert karşılıklar aldı. Erdoğan sert ve tahammülsüz tutumunu bu zeminde hiç kullanmadı, MHP’ye karşılık vermedi. Meydan okumalara başka yöntemlerle karşılık verildi.
İki ortağın kirli ilişkisi Sinan Ateş cinayeti ve Ayhan Bora Kaplan soruşturması ile görünür oldu. AKP, MHP’ye bu taşınması zor yükü, Sinan Ateş suikastındaki sorumluluğunu sızdırılan fotoğraflar ve belgelerle gösterirken MHP de Emniyet’teki hâkimiyetinden yararlanarak bir başka dosyayı parlattı. Ayhan Bora Kaplan soruşturması “Hepiniz suçlusunuz” dedirtecek karışık ilişkileri içermesine karşın MHP’nin AKP’yi tehdit yöntemi olarak yorumlandı.
ÜLKEYİ REHİN ALDILAR
İktidarı her ne pahasına olursa olsun korumak için kurulan ve korunan bu kirli ilişkiler aslında bir tür siyasi rehinelik. AKP’nin iktidarını sürdürmek için MHP’ye, MHP’nin de oy oranı ile uyumlu olmayacak şekilde sorumluluk da üstlenmeden iktidar olanaklarından yararlanmak için AKP’ye, Cumhur İttifakı’na ihtiyacı var. Bir başka gerçek daha var ki birbirlerinin tüm gizlerine de hâkimler, yani bu bir tür suç ortaklığı… En ağır sonucu ise iktidar uğruna birbirini rehin alan AKP ve MHP’nin, azalan halk desteğine rağmen iktidarda kalmayı sürdürmesi, tüm ülkeyi rehin alması…
/././
Nüfusun yaşlanmasını durdurmak mümkün mü? (Ozan Gündoğdu)
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kabine toplantısından sonra nüfusa ilişkin açıklamaları oldukça enteresandı. Erdoğan, “Nüfus artış hızımız, nüfusun kendini yenileme eşiği olan 2,1’in altına düşmüştür. Bu Türkiye açısından bir felakettir. Mevcut durum ülkemiz için tolere edilebilir olmaktan çıkmıştır” dedi. Gerçekten böyle midir? Nüfus artış hızının düşmesi hatta artmaması, dahası azalması ülke için felaket midir? Bu soruya basitçe evet ya da hayır demeden önce biraz düşünelim.
Nüfus artış hızının düşmesinin türlü nedenlerinin ötesinde bir takım sonuçları var. En tipik gelişme, yaşlı bağımlılık oranının zaman içinde artmasıdır.
YAŞLANAN NÜFUSUN SOSYAL SONUÇLARI NE?
Demografi çalışanlar, nüfusu yaş gruplarına göre 3 grupta inceliyor. Bunlar; genç nüfus (0-14 yaş), üretken nüfus (15-64 yaş), yaşlı nüfus (65 ve üstü). Üretken olmayan genç ve yaşlı nüfusun toplamı da bağımlı nüfusu oluşturuyor.
Nüfus artış hızının yüksek olduğu dönemlerde 0-14 yaş arası genç nüfus, toplam içinde ağırlık kazanıyor, nüfus artış hızı yavaşladığında ise yaşlı nüfus…
Normal şartlar altında, nüfusa ilişkin değişimler, uzun dönemli incelenir. Fakat Türkiye’nin son 10 yılı dahi, değişimi gözlemeye yetecek kadar çok veri sunabiliyor. 2013’te, 15-64 yaş arasında üretken nüfustaki her 100 kişi, 36,3 gence, 11,3 yaşlıya bakıyormuş. İzleyen 10 yılda, çocukların sayısı azalırken, yaşlıların sayısı artıyor. Böylece 2023’te 15-64 yaş arasında üretken nüfustaki her 100 kişi, 31,4 gence, 15 yaşlıya bakıyor.
Eğer bu eğilim bu şekilde devam ederse (ki edecek) izleyen 10 yılda yaşlı bağımlılık oranı yüzde 20’ye, 2040’larda yüzde 30’a çıkacak.
O halde, nüfus artış hızımızın düşmesinin ilk sonucu yaşlı bakım hizmetlerinin ciddi bir soruna dönüşmesi olacak. Sosyal güvenlik sisteminden, sağlık sistemine dek büyük reformlar gerektiren bir değişim bu…
EKONOMİK BÜYÜMENİN NİTELİĞİ DEĞİŞECEK
Fakat bunlar yaşlanan nüfusun sosyal sonuçları. Daha önemli sonuçları ekonomi sahasında gözlenecek. Nüfus artış hızının yavaşlaması, bir süre sonra nüfusun durmasına neden olacak.
Erdoğan, nüfus artış hızının düşmesinin Türkiye için bir felaket olduğunu söylüyor ama TÜİK’in 2013 yılında yayınladığı “nüfus projeksiyonları” başlıklı çalışması, bu felaketin öyle ya da böyle başımıza geleceğini söylüyor. Çalışmaya göre Türkiye nüfusu 2023’te 84,3 milyon olacak, nüfus 2049’a kadar artacak ve o yıl 93,5 milyona yükselecek. Ardından nüfusumuz azalmaya başlayacak. 2075’e 89 milyona düşecek.
Böyle bir durum, Türkiye’nin ekonomik büyüme yolculuğunun da makas değişimine girmesini zorunlu kılacak. Nüfus artış hızı yavaşlıyor, hatta duruyorsa, daha fazla okul, daha fazla hastane, daha fazla yol veya köprü yaparak büyümeyeceğiz zira hiçbir şeyin daha fazlasına ihtiyacımız olmayacak. Peki böyle bir dönemde ekonomik büyüme nasıl gerçekleşecek? Cevap teknolojik gelişme…
Demek ki, eğitim sistemimiz de teknolojik gelişime odaklı, beceri kazandıran bir bakış açısıyla yeniden düzenlenmeli, daha fazla üniversite açmak yerine, üniversitelerin niteliğini artırmalı.
Yaşlanan nüfus, sosyal güvenlik sisteminin yeniden ele alınmasını zorunlu kılıyor. Egemenler bu değişimi emekli maaşlarını tırpanlamanın bir bahanesi olarak kullanacaksa, halk kesimleri yaklaşan tehdide şimdiden hazırlık yapmalı, emeklilik haklarına odaklanan yeni bir mücadele alanı belirlenmeli. Yaşlı nüfusun ve konut sorununun eş anlı artması, yaşlanan nüfusun barınma krizi yaşamasıyla sonuçlanacak. O halde şimdiden yaşlı bakım ve barınma merkezleri talep etmek gerekecek.
ERDOĞAN YEL DEĞİRMENLERİYLE SAVAŞIYOR
Erdoğan’ın felaket dediği şey, aslında bizim “kaderimiz”. Başka bir ifadeyle durdurmanın veya tersine çevirmenin mümkün olmadığı, adapte olmamız gereken bir gerçeklik… Çünkü nüfus artış hızının yavaşlamasının nedenleri sadece enflasyonla açıklanamayacak kadar çok ve derin. O halde daha bugünden, gelecek olana hazırlık yapmamız gerekiyor. Bu kaderi bir fırsata çevirmek de bir felakete dönüştürmek de mümkün. Erdoğan’ın vizyonu, yaşlanan bir nüfus karşısında yetersiz kalıyor olabilir. Fakat hakikat, nüfusumuzu daha fazla artırmanın imkanı kalmayan bir aşamaya geleceğiz. Bu aşamayı göçmen transfer ederek, çocuk yapmayı teşvik ederek veya ekonomik darboğazı aşarak bir miktar ertelemek mümkün olsa da, tümüyle durdurmak mümkün değil. Zira demografik değişimler, 2-3 yıllık kısa vadeli değişimler değil, 30-40 yıllık dönemlerle incelenen uzun dönemli değişimler. Tüm projeksiyonlar bu aşamaya geleceğimizi gösteriyordu, gelecek ise şimdiden belli…
Erdoğan tıpkı 6 Şubat’ta depreme sinirlendiği gibi, an itibariyle de demografik değişime sinirleniyor. Fakat bu faydasız bir öfke… Zira tıpkı deprem gibi, demografik değişim de bir hakikat. Her ulusun başına gelen bizim de başımıza geliyor. O halde, bu hakikatle didişmek yerine, bu hakikate ulusal ölçekte uyum sağlamak akılcı olandır. Siyasetin solu için de sağı içinde yaşlanan nüfus karşısında geliştirilecek öneriler vizyoner olmak zorundadır. Henüz elimizde tek bir vizyon var; 3 çocuk yapmanın Erdoğan tarafından tavsiye edilmesi…
Fakat saçma veya akılcı tek vizyon da bu. Muhalefet maalesef bu konunun derinliğini henüz kavramış değil.
/././
“Aldım-verdim ticareti” (Yalçın Karatepe)
2000’li yılların başları, AKP iktidarının “parlak dönemi” olarak adlandırılan zamanlar. Dünyada faizlerin düşük, Türkiye’de yüksek olduğu yıllar. Belki hatırlarsınız. Yabancılar kendi ülkelerinde, kendi para birimleri üzerinden düşük faizle borçlanıp, Türkiye’de yüksek faize yatırarak büyük paralar kazanıyordu. “Carry trade” dedikleri, “aldım verdim ben senden kazandım” diye okuyabileceğiniz işler. Ülkeye döviz girişi bol olduğu için kurlar düşük seyrediyor, yabancılar elde ettikleri yüksek TL faizini bu düşük kurlardan kendi parasına çevirip büyük bir getiri elde edebiliyordu. Dolar faizinin yurt dışında yüzde 1, yüzde 2’lerde seyrettiği zamanlarda, Türkiye’de yüzde 20-30 civarında kazanmak mümkündü. Hatta bu durum öyle bir hal aldı ki “Japon Ev Kadınları,” Japon Yeni üzerinden sıfıra yakın faizle borçlanıp Türkiye’de yüksek getiriye akın ediyordu. İnternette bir arama yaparsanız bu konuda çok sayıda haber görürsünüz. Faiz yüksek olunca elbette alıcısı da çok oluyordu.
Bu durum sadece yabancıların yüksek faiz kazanması ile sonuçlanmadı, aynı zamanda Türkiye’de üretimin dışa bağımlılığını da artırdı. Hammadde ve ara mal ithal etmek görece ucuzladığı için ithalatta önemli ve kalıcı bir artış olurken, ülkede ara mal üretimi de azaldı. Bugün dış ticaret verilerine baktığınızda ithal ürünlerin kompozisyonu bu durumu gösteriyor.
Bir taraftan yüklü faiz ödemesi nedeniyle, diğer taraftan artan ithalatla ülkeden çıkan döviz, zamanla işlerin bozulmasına yol açtı. Kurlar yükseldi, ülke ödemeler dengesi riski ile karşı karşıya kaldı.
Ekonomide “Parlak dönem” olarak bilinen zamanlar aslında hiç de parlak değilmiş. Ver yüksek faizi, girsin yabancı fonlar, sen de kendini başarılı say dönemiydi.
Bugünler de aslında o günlerden pek farklı değil. Yeni ekonomi yönetiminin tüm kurgusu, faizi artır, yabancılar gelsin, bunu sonucunda kurlar baskılansın biz de mutlu mesut yaşayalım.
Politika faizi yüzde 50’ye çıkarılınca TL üzerinden faiz kazanmak yabancılar için cazip olmaya başladı. Bugün dünyada en yüksek ikinci faizi veren ülkeyiz. Arjantin’de bile politika faizi bizden düşük. Bu faizden yararlanmak için gelmeye başladılar. Ama gelenlerin kim olduğunu bir daha hatırlayalım:
“yüksek faizciler.”
Yabancı fonların Türkiye’deki enflasyon ile ilgilendikleri yok. TL üzerinden elde edilecek reel faiz gibi kavramlara da baktıkları yok. Onlar yüksek faizden elde ettiklerini burada harcamayacaklar, alıp gidecekler. Diyebilirsiniz ki, ama kur riskini üstleniyorlar. Hayır, onu da swaplar üzerinde bertaraf ediyorlar. Kemiksiz kazancı rahatlıkla elde ediyorlar. Seçimlerden bugüne kadar swap kanalı üzerinden gelen döviz miktarının 16 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Bankalar kendilerine tanınmış olan swap limitlerine ulaşmak üzereler. Şimdi, yabancılar bu limitlerin artırılması durumunda milyarlarca doların daha Türkiye’ye gelebileceğini söylüyor. Gördüğünüz gibi yabancılar ülke ekonomisine güvendikleri, geleceği parlak gördükleri için buraya gelmiyorlar. Kur riski taşımadan yüksek faizi alıp gitmenin peşindeler. Haksız da değiller. Siz, neredeyse risksiz yüksek faizi ödemeye razı oldukça, onlar da alırlar.
Ama bildiğimiz bir şey var: daha önce olduğu gibi şimdi gelenler de geldikleri gibi gidecekler. Giderken de sadece getirdiklerini değil beraberinde burada elde ettikleri yüksek faizi de alıp gidecekler. Dün kendi blokunda yayımladığı yazıda Prof. Dr. Özgür Orhangazi hoca, ülkenden çıkan dövizin yüzde 30’unun yabancıların faiz ve kar transferinden kaynaklandığını, son 22 yıllık dönemde bu tutarın 300 milyar doları aştığını hesaplamış.
Onlar paraları alıp giderken, bize kalan ne olacak?
Şimdi anladınız mı rasyonelin ne olduğunu? Ver yüksek faizi, gelsin yabancılar.
/././
Faşizm 5’inci viteste (Zafer Arapkirli)
Toplumun, devletlerin, siyasete yön verenlerin ve tabii ki siyasi iktidarı elinde bulunduranların davranış biçimlerini yakından takip edenler için, hayatın doğal akışı içinde gösterilen refleksler hiçbir zaman şaşırtıcı değildir.
Demokrasiyi, demokratik bir yönetimin gerekliliklerini, yani her türlü özgürlüğü halka “lüks” ve fazla gören, özgürlükten tek anladığı şey kendi politikalarını hiçbir engelle ve direnişle karşılaşmadan uygulayabilmek olan siyasi anlayış, “aykırı ses” çıkmaması için elinden geleni yapar. Doğası budur, çünkü.
İktidardaki AKP ya da tek yönetici tek yönlendirici konumundaki “Şahsım” için 2002 yılındaki seçimle gelip koltuğa oturdukları andan itibaren, yaklaşık 22 yıldır yukarıda tarif ettiğim davranış biçimi belirleyici olmuştur.
Yıllar önce demokrasiyi “Varılacak durağa kadar binilecek, ama istediği anda atlayıp inilebilecek bir tramvay” olarak tanımlayan bir siyasi lider için hiç de şaşırtıcı değildir tabii.
∗∗∗
En başlarda, yola ilk çıktıklarında, bir “askeri vesayet” söyleminin arkasına sığınarak geçmişte Cumhuriyet’in kurucu değerlerine/ayarlarına sahip çıkmaya çalışan askerlerle derdi olan “sözde liberal, özde faşizm payandası” kesimlerin de desteğini alabilmek için Avrupa Birliği kriterlerine yanaşma rolü oynayan, Anayasa’da bu yönde bir iki kozmetik değişikliğe imza atan AKP - Şahsım rejimi, 2009’dan başlayarak kadim müttefiki Fethullahçı Şer Teşkilatı ile, silahlı kuvvetlerde acımasız bir tasfiyeye başladı. Sadece “Asker/Ordu düşmanı” görünmemek için, toplumun birbirinden çok farklı kesimlerinden unsurları, akademisyen, yazar, çizer, gazeteci vb. insanı da da içine kattığı büyük torbalar halinde insanları derdest eden AKP - FETÖ kumpas yargısı, sonradan tek tek çöken uyduruk davalarıyla, her türlü “itiraz, hoşnutsuzluk, muhalefet” odağını temizleye temizleye, “demokrasi tramvayından daha o günlerde aşağı atlayıverdi.”
FETÖ elebaşı Ağlak Vaiz’in ifadesiyle “Mezardaki ölülere bile oy kullandırarak” 2010 referandumunda, yine “Yetmez Ama Evetçi” liberal görünümlü faşizm destekçilerinin yardımıyla yargıyı tamamen kendisine bağlayan sistemi kurgulayan rejim, sonra iyice “vites büyüterek” ve gaz pedalına yüklenerek demokrasi ile her türlü bağını kopardı.
Peşinden yaşanan olayları, 2015 seçimlerini ve “Haziran’da kaybedince çamura yatmalarını”, ardından dökülen kanları, tekrar seçimi, devletin silahlarını askeri ve sivil bürokrasisini teslim ettikleri hainlerin Temmuz 2016’da “bağıra bağıra gelen” darbe girişimini, o girişim bahane edilerek iyice askıya alınan özgürlükleri, olağanüstü hal altında gidilen 2017 referandumunu hatırlatmaya bile gerek yok.
İşte, en önemli dönüm noktasını da bu referandum oluşturmaktaydı.
O gün, yani 16 Nisan 2017 günü, “Hayır” oyu çıkacağını hissettikleri anda, gün ortasında aniden yasaları açıkça çiğneyerek “hileli sonucunu” tescil ettirdikleri arızalı referandumla, devletin yönetim biçimini zorla değiştirdiler.
Tam da “cebren ve hile ile” tanımını hak eder biçimde yaptılar bunu.
Yaptıkları şey, açıkça “Parlamento denetimini tamamen ortadan kaldırmak, hatta Bakanlar Kurulu’nu iptal ederek, iktidar içinde dahi “müzakere (pazarlık) - münazara (tartışma) - murakabe (denetleme) sistemini tarihe gömerek her şeyi “Tek Adam/Şahsım”a bağladılar.
Anayasa ve tüm yasalarda “Bakanlar Kurulu ya da Hükümet” sözcüklerinin geçtiği her şey, otomatik olarak (adeta bir yazı işlem (word processor) programı ile) “Cumhurbaşkanı” sözcüğü ile yer değiştirdi.
Ve evet... Bizler buna direnemedik.
Başta Ana Muhalefet Partisi olmak üzere bu demokrasi görevini unutan tüm güçler, “Sokaklarda tatsızlık çıkmasın. Aman, şimdi kan man dökülmesin” ürkekliği ile atıl kalarak, bu yepyeni ve karanlık, kopkoyu faşist rejim döneminin önünü açtılar.
Şimdi kalkmışız, akıllara durgunluk verecek biçimde bir komiklikle, “Aa!.. Cumhurbaşkanı bir genelge yayınlamış. Seferberlik ve savaş hali ilanına kendi başına karar verebilecekmiş... Olur mu öyle şey?..” diye ağlaşıyoruz.
Bal gibi olur.
Sistem öyle kurgulandı. Daha yeni mi farkına varıyorsunuz?
∗∗∗
“Şahsım”, 2017 Nisan ayının o meş’um gecesinde bağırta bağırta “Atı alan Üsküdar’ı geçti...” diye alay ede ede geçirdi o Anayasayı.
Bugün, durup dururken “yaratmadı” ki o yetkileri.
Şimdi, iktidara yönelik her türlü “aykırı ve muhalif ses, savaş olarak algılanıp” ona karşı seferberlik ilan edebilecek.
Eskiden seferberliği (TBMM’ye onaylatmak kaydıyla) Bakanlar Kurulu’nun ilan edebildiğini hatırla. Bugün o yetkiyi tamamen, “şahsen” kullanma hakkına sahip tek adamın kullanabilmesinde (şeklen) nasıl bir gariplik var ki?
Demokrasi bir kez buruşturulup atılmış. Ama siz, “şunu yapabilsin, ama bunu yapamasın” mı diyorsunuz?
Peki, bütün bunlara bir de son dönemlerde peşpeşe çıkarılan “Dezenformasyon” yasasını “İçerik - erişim engelleme” uygulamalarını, istediği anda sosyal medyada “bant daraltmaları” yeni kurgulamaya çalıştıkları “Etki ajanlığı” tanımlamalarını, AYM kararlarını peşpeşe yırtıp çöpe atmaları, AİHM kararlarını tanımamayı, Belediyeden üniversitelere yaygınlaştırılan “Kayyumist” anlayışı, yazanı çizeni düşüneni hemen kelepçelemeyi de ekleyince, hepsi birden “Büyük resmi” tamamlamıyor mu?
Daha neyi konuşuyoruz?
(Birgün)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder