Araştırma: Kürt kanaat önderleri, DEM'in Türk solunun toplumsal karşılığı az olan gruplarıyla beraberliğini eleştiriyor (Candan Yıldız)
"CHP de aktörleşme potasına girmiş gibi görünüyor. 2023 sonrasında CHP bu imkânı kaybetmiş, Cumhurbaşkanı adayı seçimden yenik çıkmış olduğu için aktör tartışması ortadan kalkmış gibiydi Kürt meselesinde"
Kürt Çalışmaları Merkezi'nin Cumhuriyetin 100 Yılı ve Kürtler; Geçmiş Yüzyılın Değerlendirilmesi ve Yeni Yüzyıla Dair Beklentiler araştırması bunu doğrular nitelikte.
14 Mayıs 2023 genel seçimleriyle 31 Mart 2024 yerel seçimleri arasında yapılan araştırma, farklı şehirlerden farklı dünya görüşlerine mensup sivil toplum, iş dünyası, medya, akademi gibi farklı alanlarda çalışan 40 kanaat önderiyle derinlemesine yapılan görüşmelerden çıkan sonuçları içeriyor.
Araştırmaya göre Kürtler için yüzyıllık Cumhuriyet'in özeti; baskı, inkâr ve çatışma…
Kürt Çalışmaları Merkezi Direktörü Reha Ruhavioğlu'na kanaat önderleriyle yapılan görüşmelerden çıkan sonuçları sordum.
"Kürtler Cumhuriyet'in yüzyılı hakkında ne düşünüyor" soruma Ruhavioğlu şu yanıtı verdi:
"Yüzyıllık Cumhuriyet tarihinde Kürtler açısından çok şeyin radikal olarak değişmediğine dair bir kabul var. Kürt meselesinin mahiyetiyle ilgili çok büyük bir dönüşüm olduğu inancı yok. Tabii ki Kürtler yüzyıl önceki durum kadar kötü durumda değiller. Kürtlerin genel statülerinin, yapısal durumlarının değişmediğiyle ilgili ortak bir görüş var."
"Yüzyıl öncesine göre Kürtlerdeki ulusal bilinç toplumsallaştı"
Kürtler yüzyıl öncesiyle kıyaslandığında nasıl bir değişim dönüşüm geçirdi?
Araştırma sonucuna göre "Kürtlerin tarihsel olarak yaşadığı baskı ve inkâr politikalarına rağmen, kimliklerini koruma ve feda etme konusunda önemli ilerlemeler kaydettiği belirtiliyor."
Ruhavioğlu bu sonucu da yorumladı:
"Geçen yüzyılda devlet Kürtleri tanımamakta diretti. Kürtler de varlıklarını gösterme ve ispat etme konusunda bir inat ve mücadele yürüttüler. Bugün inkâr meselesi büyük oranda aşıldı. Kürtler kimliğini, varlığını kabul ettirdi. Bugün parlamentoda temsil ediliyor olmaları, Kürt dili ve kimliğine ilişkin bazı yasal kazanımlar olmakla birlikte genel meşruiyetinin artık tartışılmıyor olması, Kürt siyasal hareketinin Türkiye sivil toplum hareketinde önemli bir dinamiğe dönüşmesi, meselenin uluslararasılaşması, Kürtlerin Ortadoğu'da bir denge gücü haline gelmiş olması; bunlar somut kazanımlar… Yüzyıl önceki vaziyetten ileride bir durum bu. Aktörler bunu bir mücadelenin sonucu olarak görüyorlar. Kürtlerde, yüzyıl öncesinde de bir ulusal bilinç vardı, Kürt aktörler de güçlüydü. Ama bu bilincin yüzyıl sonra daha yaygınlaşmış olduğunu görüyoruz. Türkiye'de yaşayan her üç Kürt'ten ikisi Kürt kimliğini güçlü bir şekilde sahipleniyor. Kimlik bilincinin aktörlerden topluma doğru yaygın bir şekilde genişlediğini görüyoruz. Yani yüz yıl önceki aktörler bu kadar geniş bir toplumsal desteğe sahip olamıyorlardı. Bu önemli bir değişim."
"Kürt aktörler nezdinde CHP'nin aktörleşme potansiyeli daha güçlü hissedilebilir"
Kanaat önderleriyle yapılan görüşmelerden çıkan bir diğer sonuç da iktidar ya da muhalefet partilerinden çok DEM Parti'ye biçilen misyon… Taşıyıcı siyasal parti olarak DEM'e daha fazla görev biçiliyor.
Ruhavioğlu bu sonucu da yorumladı:
"Kürt toplumunun hak arayışı ve taleplerinin taşıyıcısı olarak, Kürtlük içinden bir aktör olarak konumlandırdıkları için, Kürt siyasi hareketi oluyor. Bunun da Türkiye'de siyaset yapan ayağı DEM Parti… Dolayısıyla yetki ve sorumluluğun tekeli DEM Parti'nin elinde olduğu için doğal olarak onu merkeze konumlandırmak gibi bir vaziyet var ama diğer taraftan bu araştırma 2023 seçimlerinden sonra yapıldı, Erdoğan tekrar seçimi kazandı. Türkiye tarafında aktörün kim olduğu ile ilgili Kürt toplumunda anlamlı bir tartışma yoktu. O nedenle 'diğer aktör' vurgusu zayıf olabilir. Ama önümüzdeki dönemde muhtemelen Kürt aktörler nezdinde CHP'nin aktörleşme potansiyelinin daha güçlü hissedileceği bir araştırma sonucu ortaya çıkabilir. Çünkü yerel seçimin sonucu bazı şeyleri değiştirdi. Ama Kürt tarafında hâlâ ana akım hareket, ana akım parti, en güçlü aktör olarak, (elbette ki başka alternatifler başka girişimler var ama onlar merkezi domine etmiş güçler olarak görülmüyorlar) Öcalan, Demirtaş ve DEM Parti görülüyor, bu konuda genel bir kanaat ve ortaklaşma var.
Ama bugünkü manzarada Erdoğan ve AK Parti vurgusu zayıf olsa bile güçlü aktörler. Ama CHP de aktörleşme potasına girmiş gibi görünüyor. 2023 sonrasında CHP bu imkânı kaybetmiş, Cumhurbaşkanı adayı seçimden yenik çıkmış olduğu için aktör tartışması ortadan kalkmış gibiydi Kürt meselesinde… Bir tarafta Kürtler diğer tarafta devlet var kabulü vardı. Devleti de tekrardan Erdoğan yöneteceğine göre o tarafta bir tartışma yoktu. Ancak önümüzdeki dönemde bir kanaat değişikliği yaşayabiliriz."
"Türk solunun toplumsal karşılığı az olan gruplarıyla beraberlik eleştiriliyor"
Araştırmadan çıkan bir diğer sonuç da HDP/DEM Parti'nin daha kapsayıcı ve geniş tabanlı siyaset üretmesi gerektiği… Bu sonuç DEM'in Türkiyelileşme siyasetine dair ne söylüyor, Türkiyelileşme siyaseti zaten daha kapsayıcı ve geniş tabanlı bir siyaset anlamına gelmiyor mu?
Bu soruya da Ruhavioğlu şu yanıtı verdi:
"Kürt toplumu sosyolojik bir dönüşüm geçiriyor. Ama aktörler, DEM Parti'nin parti elitleri ve kendi kemik seçmeni üzerinden bir siyaset yürüttüğünü düşünüyorlar. DEM'in öncelikle Kürt toplumunun tamamına hitap edebilen bir pozisyona doğru genişlemesi gerektiğini düşünüyorlar.
Burada DEM'e örtük bir eleştiri var. Hele 2023 seçim sonuçlarını önlerine koyup düşündüklerinde bu eleştiriyi daha cesaretli, daha açıklıkla yapabiliyorlar. İkincisi, DEM'in sadece Kürtler arasında değil Türkiye sathında da genişleyebilen, daha ana akım aktörlerle iş yapabilen bir siyaset üretmesi konusunda genel bir kanaat var. Türk solunun toplumsal karşılığı az olan gruplarıyla beraberlik yürüttüğüyle ilgili bir eleştiri var DEM'e… Daha geniş gruplarla, işte CHP gibi, Türkiye muhafazakârlarının daha fazlasını kapsayan hareketlerle oturup siyaset, müzakere, diyalog geliştirmesi gerektiğiyle ilgili ortak bir kanaat var ama bu meselenin esas Türkiye satında ve sivil bir yolla olması gerektiğiyle ilgili bir vurgu var. DEM'e yüklenen sorumluluk aslında silahlı örgüte de bir şey söylüyor. Sorumluluk daha çok DEM'de olsun gibi bir beklenti var orada.
DEM'in Türkiyelileşme kavramından kastı şu: Haklarımızı alalım, zorla değil rızayla Türkiye'nin bir parçası olalım. Araştırmaya katılan aktörlerin genel eğilimine baktığınızda onlar da benzer bir şey söylüyorlar. Daha fazla haklarına kavuşmuş, kimliğinin dilinin tanındığı, belki bir statüye sahip olduğu ama bununla beraber bunun getirdiği gelişmelerin bir sonucu olarak da artık Türkiye'ye aidiyetlikle ilgili bir kriz halinin yaşanmadığı bir sonuca çıkıyor bütün bu değerlendirmeler. Burada yani Türkiyelileşme dinamiğiyle çok çelişmeyen paralel bir okuma olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Aktörler genel olarak şöyle bir beklenti içindeler. Kürtler Türkiye'de demografik bir güç, siyasi ağırlığı da olan bir güç. Neden bu gücü, temsil ettiği kitlenin sosyo ekonomik statüsünü, hayattan memnuniyetini, ayrımcılığı ortadan kaldırabilecek bir siyasete dönüştüremiyor?
HDP-DEM'den genel olarak beklenti Türkiye'nin refahında, kendini güvende hissetme meselesinde taşıyıcı olması… Kürt bir aile Konya'da katliama maruz kalmışsa, burada dikkat ederseniz katil korunabiliyor devletin bazı kademelerinde, Kürt siyaseti oradaki emniyet müdürünü hemen görevden aldırabilecek bir güce dönüşemiyor?
Kürtler bir yandan demografik bir güç olurken bir yandan da dayak yiyorsa burada siyasetin oturup düşünmesi gerekiyor diye düşünüyorlar. AK Parti'yle de görüşebilirsiniz, CHP'yi de destekleyebilirsiniz ama buradaki gündemin önemli başlıklarından bir tanesi Kürtlerin kazanımın ne olacağı olmalı diyorlar."
/././
1000 Cumartesi (Gökçer Tahincioğlu)
Hasan Ocak'ın, Rıdvan Karakoç'un öldürüldüğü 1995'in 27 Mayıs'ında Galatasaray Lisesi'nin önüne 20 kadın geldi. Coplanmalarına, kovulmalarına, yerlerde sürüklenmelerine rağmen bundan sonra her cumartesi oradaydılar. O günlerden bugüne 29 yıl geçti… Tam 1000 hafta…Gecenin bir yarısı, bir grup insan, elleriyle toprağı kazıyor.
Issız, karanlık bir gece…
Görülseler, belki orada vurulup öldürülecekler.
Haber bültenlerinde, "terörist" olarak geçecek adları.
"Ne işleri varmış orada?" denilecek, neden oradalar?
Ama kazıyorlar…
Hırsla, hızlıca, sessiz, kazıyorlar…
* * *
Yıllardır aradıkları yakınlarının öldürülüp bir toplu mezara atıldığını öğreneli birkaç ay olmuş.
DNA sonuçları beklenirken, henüz çıkmamışken, toplu mezarın baraj suları altında kalacağını da öğrenmişler.
Yıllardır aradıkları kemikler bunlar. Bir arada, gizli saklı, yıllardır yan yana toprak altında kalmış kemikler.
Ve su altında kalacaklar.
"Olsun" diyorlar, "varsın, kimin kemiğinin kime ait olduğu belirlenmesin", "yine yan yana yatsınlar…"
Gizli saklı kazıp toplu mezarı, kemikleri çıkartıyorlar. Bir başka toplu mezara gömmek için…
Cumartesi Anneleri'nin 600. haftasından, 2016
T24'ten Hazal Özvarış'a konuşan İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi'nden avukat Rehşan Bataray Saman, "Son kayıtlara göre, toplu mezar sayısı 348, kişi sayısı 4 bin 201. Açılan mezar sayısı 45, mezardan çıkarılan kişi sayısı 281..." diye veriyor ellerindeki bilgileri.
Açılmamış onlarca, yüzlerce toplu mezar.
Ve kayıplarını arayanlar…
* * *
30 Nisan 1977'de, Arjantin'de, Plaza Del Mayo meydanında, beyaz tülbentli 14 kadın da Türkiye'deki kayıp yakınları gibi yakınlarının akıbetini soruyordu.
Büyük bir cesaretle…
Rüzgârlı bir cumartesi günü, karşısında durdukları sadece hükümet binası değildi. Bir askeri darbe, bir cunta yönetimi, bir katiller ordusu, bir işkenceciler güruhuydu karşısında durdukları.
Kadınlar her zaman olduğu gibi cesurdu.
Azucena Villaflor haykırıyordu: "Çocuklarımızı geri verin."
30 Nisan 1977'deki eylemden sonra, her hafta sayıları arttı. Daha üçüncü hafta tahtalarla dayak yiyen anneler, bir sonraki hafta vücutlarındaki ağrının kalplerindekinden çok daha hafif olduğunu bilerek, daha kalabalık geldiler.
Ekim ayında 300 tülbentli kadının yarattığı rüzgardı artık Mayıs Meydanı'na hâkim olan.
Hükümetin "perşembe delileri" dediği kadınlar artık güçlüydü.
Kadınların yanından ayrılmayan cesur adamlar vardı. Bir de "devlet için kurşun atmaya ve yemeye hevesli" devlet kalkanıyla donatılmış sözde kahramanlar.
Alfredo Astiz, ilk günlerden bu yana kadınların yanındaydı.
Annelerin öncülerinden Azucena'nın yanına ilk geldiğinde, kardeşini aradığını söylemişti, aslında kardeşi olamayacak insanlardandı.
10 Aralık'ta anneler, gazetelere ilan vererek seslerini duyurmaya karar verdiler. İlan verebilecekleri gazete sayısı ne kadar azdı.
Annelerden para toplayan Azucena, ilan yayınlandıktan birkaç gün sonra kayıplara karıştı.
Nehir kenarında bulundu işkenceden geçirilmiş cesedi. İntihar olarak kayıtlara geçti ölüm nedeni.
Ama Azucena, ölürken bile daha çok birleştirdi anneleri.
Kenetlenerek büyüyen annelerin mücadelesi 1983'te mezarların açılmasını sağladı. Azucena'nın kayıp kemikleri ise 2003'te bulundu.
Külleri 2005'te Plaza Del Mayo'ya dökülürken, "Sarışın Ölüm Meleği" diye anılan Alfredo Astiz, aynı tarihlerde Azucena dahil onlarca kişinin katili olduğu iddiasıyla yargılanacaktı. Astiz'in kilisedeki ayinler sırasında öptüğü her annenin işkenceyle öldürüldüğü, yıllar sonra anlaşılmıştı.
Hayrettin Eren'in annesi Elmas Eren ile Hasan Ocak'ın annesi Emine Ocak
Elmas Eren ise 2019 yılında hayatını kaybetti (Fotoğraf: Rezan Ataş)
Dünya bir benzerlikten ibaret…
12 Mart 1995'te İstanbul Gazi Mahallesi'nin sessiz akşamını kurşunlar yırttı.
Dört kahvehane ve bir pastaneye açılan ateşten sonra Gazi Mahallesi sokağa döküldü. Bindikleri taksiyi yakan, şoförünü öldürenler kayıptı ama fail uzakta olamazdı.
Adalet istemenin bedeli ağırdı.
17 kişinin daha canı alındı.
Hasan Ocak, Süleyman Yeter'le birlikte cenazeleri Gazi Mahallesi'ne getiren kalabalığın içerisinde yürüyordu.
Kortejden ayrık bir ses geliyordu.
"Karakolu taşlayalım, Ülkü Ocakları'na saldıralım..."
Bu kişiyi hemen kenara çektiler.
Üzerinden Nizam-ı Alem Ocakları'na ait bir kimlik çıktı.
Kitlenin adamı linç edebileceğini düşünen Hasan ile Süleyman, sessizce aralarında yürümesini söylediler.
Gazi Mahallesi'ne geldiklerinde, adamı, baştan beri halka duyarlı davranan rütbeli askere teslim ettiler.
Onlar adamı teslim ederken, birileri de Hasan ile Süleyman'ın isimlerinin üzerine kalın bir çizgi çektiler.
Olaylardan hemen sonra, 21 Mart'ta, evde toplananlara balık almak için işten çıkan Hasan Ocak, kayıplara karıştı.
İlk kez basın açıklaması yaptılar 9 gün sonra, onca arayıştan sonra.
Mumlar yakılmaya başlandı Yüksel Caddesi'nde her akşam, Ankara'da.
Ama Hasan Ocak yoktu ortada.
Birkaç gün sonra, gözaltından yeni çıkmış bir olağan şüpheli İHD'ye geldiğinde ağlamaya başladı Hasan'ın resmini görünce duvarda.
Anlattı, Hasan'ı hücrede gördüğünü, işkencedeki sesini duyduğunu gözyaşlarıyla.
"Savcılık emriyle kimsesizler mezarlığına gömülen, ailesine "o kadar ve hâlâ" güzel gelen cesedi alındı..."
Annesi, Ankara'da, "15 gündür oğlum kayıp" diye haykırınca 1 ay hapse mahkûm edilip Ulucanlar'a gönderildi, dönemin şanlı Başsavcısı Nusret Demiral'ın talimatıyla.
58 gün geçti.
Uyunmayan, yenilmeyen, içilmeyen 58 gündüz ve gece.
Adli Tıp artık ikinci adres olmuştu.
15 Mayıs'ta, acemi bir memur vardı, alışmış memurların yerine devletin kodlarına.
Aile yeniden sorunca, ayrılmış 3 dosyayı gösterdi umarsızca.
Biri Hasan Ocak'tı.
Tanınmaması için parçalanmış kesik kesik yüzü, boynunda boğulduğu ip izi ama Hasan'dı.
Kayıtlara göre aslında öldürüldüğü tarih 26 Mart'tı.
Bağcıkları alınmış, kimliğine el konulmuş halde, şarampole yuvarlanmış otomobilde Hasan'ı bulup kayıtlarını tutan da jandarmaydı.
Savcılık emriyle kimsesizler mezarlığına gömülen, ailesine "o kadar ve hâlâ" güzel gelen cesedi alındı.
Kendi mezarına defnettikten sonra geldi DNA'sı.
Cenazesine tam 15 bin kişi katıldı.
O dosyalardan çıkanlardan biri Rıdvan'dı.
Rıdvan Karakoç, 20 Şubat'ta son kez telefondaydı.
Takip edildiğini, endişeli olduğunu anlatıyordu.
Sonrasında Rıdvan ortada yoktu.
Ama polisler her gün eve gelip soruyorlardı.
Aileyi rahatlatıyordu o sorgu: Rıdvan gözaltında olsa, gelip sorarlar mıydı?
Öğreneceklerdi, sorarlardı.
Rıdvan Karakoç, Hasan Ocak'ın ailesi Adli Tıp'ta o fotoğrafları bulana kadar bulunamadı.
Ocak'ın ağabeyi kardeşini bulduğu fotoğraflara bakınca akıbeti anlaşıldı.
26 Mart'ta öldürülmüş Hasan Ocak'la aynı yere atılmıştı.
Parmak uçları mürekkepli, ayakkabıları bağcıksız, tırnakları mor, koltukaltları yırtık ama Rıdvan'dı.
* * *
Ve Süleyman Yeter
Süleyman Yeter, 1999'un o güzel sabahında eşiyle evden çıktı. Eşini otobüs durağına bırakıp ayrıldı. Dayanışma Gazetesi'ne gidiyordu. Öğleden sonra gazeteye operasyon yapıldığı haberi geldi. Ancak bir gariplik vardı. Gözaltına alınan herkesin ismi kayda geçerken Süleyman Yeter'inki geçmemişti.
Yeter de herkes gibi kimliğini vermişti ama adı tutanağa işlenmemişti.
Arkadaşları itiraz etti.
"O'nun adı da tutanağa geçmezse biz de imza atmayız."
Yeni tutanak düzenlendi.
Hep birlikte götürüldüler emniyete.
Yeter, geri gelemedi.
Gazi Mahallesi'nde başladığı yürüyüşte imlenmiş, sendikada, grevlerde, eylemlerde üzeri iyice işaretlenmişti.
İşkencede yok edilmişti.
Hasan gibi, Rıdvan gibi bir baharın başında, ıssız bir mart ayında gitmişti.
"Cumartesi Anneleri hâlâ oradalar. Ve kayıplarını, katilleri arıyorlar"
Cumartesi Anneleri
Hasan Ocak'ın, Rıdvan Karakoç'un öldürüldüğü 1995'in 27 Mayıs'ında Galatasaray Lisesi'nin önüne 20 kadın geldi. Coplanmalarına, kovulmalarına, yerlerde sürüklenmelerine rağmen bundan sonra her cumartesi oradaydılar.
O günlerden bugüne 29 yıl geçti…
Tam 1000 hafta…
Düşünün 1000 hafta sonra, bir bakan çıkıp, "Belki arkadaşları öldürmüştür" diyor o kayıplar için.
Düşünün, sorumlular bulunup, hesap sorulacağına, birileri hâlâ aynı söylemle prim yapıyor ve binlerce kişi alkışlıyor.
İnsanlar toprak kazıyor, karanlıkta, toplu bir mezarda toprak kazıyor.
Cumartesi Anneleri hâlâ oradalar.
Ve kayıplarını, katilleri arıyorlar.
Adalet hâlâ uzakta bir yerde.
Ama inadına Plaza Del Mayo'dan Galatasaray Lisesi'nin önüne, bir perşembeden bir cumartesine esiyor o rüzgâr.
Bir gün kırık bir sevincin gözyaşıyla birlikte ağlayacak beyaz tülbentli kadınlar.
/././
Şimşek'in kastettiği asgari kurumlar vergisi nedir? (Murat Batı)
Şimşek, global asgari kurumlar vergisinden yola çıkarak ve geçmişi de hatırlayarak başka bir asgari kurumlar vergisi daha getirmeyi önermektedir
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek basına verdiği demeçlerde asgari kurumlar vergisi kavramından söz etti. Asgari kurumlar vergisi kavramı esasında ülkemiz için yeni olmayan bir kavramdır ve 1990'lı yıllarda uygulanmıştı. Ayrıca dünya genelinde de özellikle uluslararası boyutta küresel asgari kurumlar vergisi olarak kullanılmaktadır.
Şimşek'in ifade ettiği asgari kurumlar vergisinin nasıl uygulanacağı ise pek net değil. Bununla alakalı bir kanun taslak metni ya da yazılı bir açıklama yayımlanırsa çok iyi olur, aksi durumda tahminden öteye gitmeyecektir.
1992'de asgari kurumlar vergisi uygulanmıştı
11 Temmuz 1992 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 3824 sayılı Bazı Vergi Kanunlarında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun m.11 ile kurumlar vergisi mükellefleri için o dönemdeki 5422 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu'na mükerrer m.25 eklenerek asgari kurumlar vergisi getirilmişti. O dönemde uygulanan kurumlar vergisi oranı yüzde 46 idi ve asgari kurumlar vergisi de bu oranın yarısı yani yüzde 23 idi.
Ancak o dönemde de ciddi anlamda istisna ve muafiyetler vardı ve dönemin hükümeti bu soruna, Kanuna mükerrer 25. madde eklenerek şöyle bir çözüm getirmişti:
"Kurumların, kurumlar vergisinden muaf veya müstesna kazançları ile Gelir Vergisi Kanununun mükerrer 39 uncu maddesine göre indirim konusu gelirlerinin bulunması halinde, ödeyecekleri vergi; kurumlar vergisinden muaf veya müstesna tutulacak kazançları ile Gelir Vergisi Kanununun mükerrer 39 uncu maddesine göre indirim konusu yapılacak gelirleri (iştirak kazançları hariç) toplamına ve kurumlar vergisi matrahına, bu Kanunun 25 inci maddesinde yazılı oranın uygulanması suretiyle hesaplanan verginin % 50'sinden az olamaz. Bu şekilde hesaplanan vergiden, bu Kanunun 25 inci maddesine göre hesaplanan vergi ile Gelir Vergisi Kanunu'nun 94'üncü maddesinin (A) fıkrasının 8 ve 15 numaralı bentlerine göre hesaplanan tevkif suretiyle ödenecek vergiler toplamı düşülerek, kurumların ödeyecekleri asgari vergi farkı hesaplanır. Asgari vergi farkının doğması halinde, bu vergi bu Kanun hükümlerine göre beyan edilerek ödenir."
Bunun anlamı şuydu: Kurumlar vergisi mükellefleri hasılatlarını beyan edip kanunen indirilecek giderlerini düşüp kanunen kabul edilmeyen giderlerin (düşülmüşse) eklenmesinden sonra kalan tutara yani ticari kâra yüzde 23 kurumlar vergisi uygulamakta ve daha sonra normal istisna, muafiyet vs. de düşüldükten sonra ortaya çıkan matrah üzerinden normal oran olan yüzde 46 uygulanmakta ve yeni bulunan tutar önceki tutardan düşük ise önceki (yüzde 23 uygulanarak) bulunan tutar kurumlar vergisi olarak ödenecekti.
Ancak bu uygulama 3946 sayılı Kanunla 01.01.1994 tarihi itibariyle yürürlükten kaldırılmıştı.
Küresel asgari kurumlar vergisi
Dijitalleşmenin her geçen gün daha da ilerlediği günümüzde özellikle çok büyük şirketler vergiden kaçınma ile vergi kaçırma adına farklı yöntemler geliştirmektedirler. Tüm dünya ülkelerinin çok sıkıntı çektiği bu soruna ilişkin çözüm bulmak adına OECD tarafından geliştirilen BEPS Eylem Planı'nı Eylül 2013'te Saint-Petersburg'da gerçekleştirilen zirve toplantısında G20 Liderleri onaylamıştır. Bu toplantıda çokuluslu şirketlerin kãrlarını suni yollarla vergisi düşük yerlere kaydırarak ülkeleri vergi kaybına uğratmamaları için kendi ülke vergi mevzuatlarını buna göre düzenlemeleri istenilmiştir.
OECD, matrah erozyonu ve kâr kaydırmayı (Base Erosion and Profit Shifting-BEPS), şirketler kârlarını yok etmek veya kârlarını gerçek faaliyetin çok az olduğu veya hiç olmadığı ancak vergilerin düşük olduğu yerlere kaydırmak için vergi kurallarındaki boşlukları ve uyumsuzlukları kullanan vergi planlama stratejileri olarak tanımlamıştır.
OECD ayağında vergi kayıpları ile mücadele adına iki sütunlu (two pillars) bir çalışma (Pillar 1 ve Pillar 2) oluşturulmuş ve 2019 Mayıs'ta kabul edilerek aynı yılın Haziran'ında da G20 tarafından onaylanmıştır.
Sütun 1 (Pillar 1) gelirin nereye ve hangi ülkeye tahsis edileceğine ilişkin düzenlemeler içermektedir. Esası dijital alanda gerçekleştirilen faaliyetlerden elde edilen gelirin ülkeler arasında paylaştırtılması ve bu noktada vergilendirme için de bir belirlilik prensibine dayalı bir düzenlemedir.
Sütun 2 (Pillar 2) ise BEPS'in diğer sorunlarını çözmek adına her ülkede minimum bir kurumlar vergisi ihdasını önermektedir. Sütun 2 ile alakalı rapor[1] OECD tarafından 2021 yılının sonlarına doğru yayımlandı. Sütun 2 kuralına göre vergiden kaçınma ve/veya vergi kaçırma sistemini olabildiğince kontrol altına almak adına her ülkede minimum bir kurumlar vergisi oranı önerilmekte ve bu oranın da yüzde 15 olması planlanmaktadır. Bu sütunda Global Anti-Base Erosion (GloBE) modeli kuralları bulunmaktadır. Bu kural yıllık geliri 750 milyon Euronun üzerinde olan çok uluslu şirketlere uygulanacak ve yılda yaklaşık 150 milyar USA doları ek küresel gelir hedeflenmektedir.
GloBE kuralları, büyük çok uluslu şirket gruplarının faaliyet gösterdikleri her uyuşmazlıkta ortaya çıkan bu asgari verginin ödemelerini sağlamayı amaçlayan koordineli bir vergilendirme sistemi sağlamayı hedeflemektedir.
Bazı ülkeler 2024 yılı vergilendirme dönemlerini kapsayacak şekilde kanuni düzenlemelerini yaptı ancak Türkiye'de henüz bir yasa değişikliği bulunmamaktadır.
Özetle global asgari kurumlar vergisinde yıllık geliri 750 milyon Euro veya daha fazla olan çok uluslu şirketler, faaliyet gösterdikleri her ülkeden elde ettikleri kazançları üzerinden en azından da olsa asgari bir vergi ödenmesi istenilmektedir. Bu en az vergiye ise asgari kurumlar vergisi denilmiş ve yüzde 15 olması planlanmıştır. Amaç vergi oranı çok düşük ya da olmayan yerlere sermaye kaçırmalarını engellemek ve dünya yüzeyinde ülkelerin vergiden mahrum kalmaları engellenmektedir.
Bu modelde üç vergi düzenlemesi bulunmaktadır: çokuluslu ek vergi (Multinational top-up tax), yerel ilave vergi (Domestic top-up tax) ve az vergilendirilmiş ödeme kuralı (Undertaxed Payment Rule)'dır.
AB'ye üye ülkeler, küresel asgari kurumlar vergisi uygulanmasını düzenleyen Sütun II kurallarını 14 Aralık 2022 tarih ve (AB) 2022/2523 sayılı Konsey Direktifi uyarınca uygulamak zorundadır. Direktife göre gelire dahil etme kuralı 1 Ocak 2024'te ve az vergilendirilmiş ödeme kuralı ise 1 Ocak 2025'te yürürlüğe girmesi bekleniyor.
Şimşek'in kastettiği asgari kurumlar vergisi nedir?
Bakan Şimşek'in, yukarıda da bahsettiğim gibi OECD'nin asgari kurumlar vergisine geçtiğini ve biz de ülke olarak çok uluslu şirketler için asgari bir kurumlar vergisi getireceğiz söylemi beklenen bir şeydi. Ve hatta geç bile kaldık.
Ancak Şimşek, global asgari kurumlar vergisinden yola çıkarak ve geçmişi de hatırlayarak başka bir asgari kurumlar vergisi daha getirmeyi önermektedir. Bu önerdiği şey aslında daha önceki söylemlerinden ve OVP'de açıkça izah edilen verimsiz muafiyet ve istisnaların azaltılmasının başka bir şeklidir. Doğrudan muafiyet ve istisnaları ortadan kaldırmak yerine bu yöntemi kullanarak verimsiz muafiyet ve istisnaları devre dışı bırakmaya çalışacak kanaatindeyim. Bu tarz bir düzenleme yıllardır ABD'de uygulanmaktadır.
Basında bu oranın yüzde 15 olacağı şeklinde söylemler var. Ancak efektif vergi yükü dikkate alındığında en fazla yüzde 10; bazı sektörlere göre ise daha farklı oranların uygulanacağını sanıyorum.
Kuvvetle muhtemel de şöyle bir düzenleme olacaktır: kurumlar vergisi yıllık beyannamelerini verdiklerinde kanunen kabul edilen giderlerini düşüp kanunen kabul edilmeyen giderlerini (düşmüşse) ise ekledikten sonra ulaşacakları ticari karlarına asgari kurumlar vergisi oranını uygulayacaklar. Ardından normal süreç uygulanacak yani istisnalar muafiyetler, bağışlar vs düşülecek. Kalan tutar üzerinden yüzde 25'lik (normal) kurumlar vergisi uygulanacak ve çıkacak bu tutar ilk önce bulunan (asgari kurumlar vergisi uygulandığı andaki) tutardan düşük ise ilk bulunan tutar ödenecek. Fazla ise zaten bu tutar ödenecek.
Ancak bu düzenlemede sanıyorum iştirak kazançları hariç tutulacak ve zarar durumunda asgari kurumlar vergisi hesaplanmayacaktır. Süreç hakkında ilerleyen zamanlarda yapılan açıklamalarla biz de daha teferruatlı açıklamalar yapmış olacağız.
[1] https://www.oecd-ilibrary.org/docserver/782bac33-en.pdf?expires=1682753044&id=id&accname=guest&checksum=B9A31EB27955E5F20E22EE8922
/././
Organize suç örgütlerinin en fazla faaliyet gösterdiği 14 ülke arasındayız (Mustafa Durmuş)
Küresel Organize Suç Endeksi'nde Türkiye, toplam 178 ülke arasında 14'üncü sırada yer alıyor. Yani 10 üzerinden 7,03 puan ile ülke, "organize suçların en yaygın, buna karşılık devlet direncinin en zayıf olduğu (3,5 puan) bir konumda bulunuyor (yüksek suç-düşük direnç)
Ayhan Bora Kaplan - Süleyman Soylu ilişkisi ve emniyete yapılan son operasyonlar, emniyet müdürleri tutuklamaları, bir generalin makam aracı ile yapılan sınırda insan kaçakçılığı, Sinan Ateş cinayeti ve bu cinayeti işleyenleri açıkça koruyan ve iktidarı tehdit eden, mahkemelere ayar veren bir siyasal partinin sözcüleri.
Varış noktası Türkiye olan ve yurt dışında yakalanan yüzlerce kilo ve onlarca milyon dolar değerindeki eroin ve diğer uyuşturucular, Akhisar'da çocuklarının sentetik uyuşturucudan ölümlerini protesto eden Çingeneler, yurt dışında ve yurt içinde cirit atan organize suç örgütlerinin bazı güvenlik güçlerinin de katıldığı yasa dışı faaliyetler, güpegündüz yapılan mafya infazları, kara para aklama soruşturmaları, tehdit edilen ya da satın alınan yargıçlar ve daha niceleri…
Bunlar uzunca bir süredir basında yer alan ve Türkiye'de artık çok ciddi bir organize suç sektörünün ve ekonomisinin ve yanı sıra görülmemiş bir toplumsal çürümenin var olduğunu gösteren olaylardan bazı örnekler.
22 yıldır iktisadi paradigma olarak neo-liberalizmi esas alan ve bunu üst yapıda son dönemlerinde siyasal İslam ile tahkim eden AKP iktidarlarının ülkeyi getirdiği durumun bir özeti. Ancak ülkede kurdukları bu düzeni artık neo-liberalizm, devleti de buna uygun bir neo-liberal bir ulus devlet olarak tanımlamak mümkün değil.
Nekro-kapitalizm narko devlet uyumu
Bugün belki de ülkedeki kapitalizmi "nekro-kapitalizm" ve devleti de "narko/mafyatik devlet" olarak tanımlamak daha doğru. Özellikle de 2015 yılından bu yana ekonominin de, siyasetin de, hukukun da evrildiği durum bu.
Yani kapitalizmin ve devletin emek sömürüsünü iyice derinleştirmesi kadar, artık nepotik, ırkçı, ezilen uluslara, halklara açıktan düşman, mafyatik, savaşçı-militarist, kadın, LGBTİ+, azınlık inanç grupları ve kimlikler ve doğa düşmanı yanı iyice belirginleşti.
Bu süreçte kapitalizm yeni artı değer (kâr) yaratmak kadar, mevcut artı değerin el değiştirmesi biçiminde rantçı bir niteliğe bürünürken, sermaye birikimi asıl olarak inşaat-emlak, bankacılık sektörü ve askeri -sanayi karması şirketlerin elde ettiği kârlardan sağlanmaya başladı.
Sermaye-siyasetçi/bürokrat ve mafya /organize suç örgütleri ortaklığı
Bu düzende hukuk ortadan kaldırıldı, anayasaya uyulmuyor, bizzat yargı eliyle anayasaya darbe yapıldı. Devletse, sermaye-siyasetçi/bürokrat ve mafya /organize suç örgütlerince ele geçirilmiş gibi bir görüntü veriyor.
Bu durum sadece bu ülkede yaşayan bizler tarafından görülmüyor, uluslararası kuruluşlar da bu gelişmelerin farkında. Örneğin her yıl düzenli olarak yayımlanan ve adeta organize suçların küresel röntgenini çeken "Küresel Organize Suç Endeksi" Türkiye'deki bu gelişmeleri ayna gibi yansıtıyor.
Küresel organize suç endeksi
Bu endeks, 2019 ENACT Organize Suç Endeksi programı tarafından desteklenen bir endeks. ENACT ise, Avrupa Birliği tarafından finanse ediliyor ve Sınır Ötesi Örgütlü Suçlara Karşı Küresel Girişime bağlı olarak Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü ve INTERPOL tarafından uygulanıyor. (1)
Organize suç dinamiklerine ilişkin kapsamlı ve bütüncül bir bakış açısı sunan bu endeks, Birleşmiş Milletler üyesi 193 ülkenin tamamını, bir yandan suçun kapsamı ve ölçeği, diğer yandan da organize suç faaliyetlerine karşı koyma ve bu faaliyetlerle mücadele etme kabiliyetleri açısından değerlendiriyor.
"Organize suç" nedir?
Küresel Organize Suç Endeksi'nin amacı doğrultusunda "organize suç"; birlikte hareket eden gruplar veya şebekeler tarafından, doğrudan veya dolaylı olarak mali veya maddi bir menfaat elde etmek amacıyla şiddet, yolsuzluk veya ilgili faaliyetlerde bulunmak suretiyle yürütülen yasadışı faaliyetler olarak" tanımlanıyor. Bu tür faaliyetler hem bir ülke içinde hem de uluslar ötesinde gerçekleştirilebiliyor. (2)
Endeks kapsamında "suçluluk"
Endeksin ilk bileşeni olan "suçluluk" iki alt bileşenden oluşuyor: "Suç piyasaları" ve "suç aktörleri". İlki, malların veya insanların yasadışı ticaretinin ve/veya sömürüsünün tüm aşamalarını çevreleyen siyasi, sosyal ve ekonomik sistemler olarak tanımlanıyor. İnsan ve silah kaçakçılığı, eroin ve kokain ticareti gibi suç piyasalarına geçen yıl mali̇ suçlar, si̇ber bağımlı suçlar, özel tüketim mallarının yasadışı ticareti, sahte mallar ve gasp ve koruma şantajı eklenerek suç piyasası sayısı 15'e çıkarıldı.
Suçluluğun ikinci alt bileşeni olan "suç aktörleri" ise beş tür suç aktörünün yapısını ve etkisini değerlendiriyor: "Mafya tarzı gruplar", "suç şebekeleri", "devletle iç içe geçmiş aktörler", "yabancı aktörler" ve "özel sektör aktörleri".
Dünya genelindeki çok sayıdaki suç gruplarının her birinin kesin bir kategoriye sokulamayacağı gerçeğinden ötürü, endeksin tanımladığı beş aktör tipi, mümkün olduğunca çok sayıda suç aktörü dinamiğini kapsayacak şekilde geniş tutulmuş.
Organize suçlara karşı "dayanıklılık (direnç)"
Endeks "dayanıklılığı/direnci"; siyasi, ekonomik, yasal ve sosyal tedbirler yoluyla organize suç faaliyetlerine tek tek piyasalar yerine bir bütün olarak karşı koyma ve bunları akamete uğratma yeteneği olarak tanımlıyor. Dayanıklılık, ülkelerin hem devlet hem de devlet dışı aktörler tarafından alınan tedbirleri ifade ediyor.
Endeks, mümkün olduğu ölçüde farklı bağlamlardaki organize suç ortamının kapsamlı ve doğru bir tasvirini oluşturmak için ulusal dayanıklılık önlemlerinin kalitesini ve etkinliğini de değerlendiriyor. Suçluluk skoru paydaşların tehditleri ve bunların gücünü belirlemelerine olanak tanırken, dayanıklılık skoru devletlerin karşı karşıya kaldıkları organize suç tehditlerine çözüm bulmak için aldıkları tedbirlerin türünü ve etkinliğini ortaya koyuyor.
Organize suçun doğası ve dünya genelindeki farklı dinamikleri göz önüne alındığında, dayanıklılık farklı bağlamlarda farklı biçimde görülebiliyor (örneğin bir bölgede işe yarayan müdahalelerin başka bir bölgedeki suçluluk seviyeleri üzerinde çok az etkisi olabilir). Organize suçun çok çeşitli bağlamlarda ortaya çıkardığı farklı sorunları hesaba katmak için, endeks kapsamında tanımlanan dayanıklılık ölçütleri geniş kapsamlı ve çok sektörlü. Bir bütün olarak ele alındığında 12 dayanıklılık göstergesi, toplumların organize suçlara karşı bütüncül ve sürdürülebilir yanıtlar verebilmeleri için gerekli olan yapı taşlarını oluşturuyor."
Bu 12 direnç ya da dayanıklılık göstergesi şöyle sıralanıyor: Siyasi liderlik ve yönetişim (R1), devletin şeffaflığı ve hesap verebilirliği (R2), uluslararası işbirliği (R3), ulusal politikalar ve yasalar (R4), yargı sistemi ve gözaltı (R5), kolluk kuvvetleri (R6), bölgesel bütünlük (R7), kara para aklama ile mücadele (R8), ekonomik düzenleme kapasitesi (R9), mağdur ve tanık desteği (R10), önleme (R1), devlet dışı aktörler (R12). (3)
Suç ve suça karşı direnç puanı: 1-10 puan
Özetle, ülkelerin organize suçlara karşı dirençli olma varlığı ve kapasitesi 12 dirençlilik yapı taşı üzerinden ölçülüyor. Endeksteki tüm ülkelere, suç piyasaları ve suç aktörleri olmak üzere iki alt bileşenden oluşan bir suç puanı veriliyor.
Ülkelere ayrıca, devletlerin organize suçla mücadele etmek için uygun yasal, siyasi ve stratejik çerçeveleri ne düzeyde oluşturduklarını değerlendirmek amacıyla bir dayanıklılık (direnç) puanı veriliyor. Bu 12 dayanıklılık göstergesinin değerlendirilmesi, dayanıklılık tedbirlerinin veya çerçevelerinin mevcut olup olmadığı ve bunların uluslararası insan hakları standartlarına uygun olarak suçla mücadelede etkili olup olmadığı konularına odaklanıyor.
Değerlendirme 1 ila 10 puan arasında bir skalada yapılıyor. Suçluluk skalası en düşük suçluluk seviyesinden en yüksek seviyeye doğru giderken, dayanıklılık skalası bunun tersini gösteriyor.
Başka bir deyişle, dayanıklılık için 1 puan düşük dayanıklılık seviyelerini gösterirken, 10 puan sadece mevcut organize suç risklerini ele almakla kalmayıp, aynı zamanda ortaya çıkan tehditlere uyum sağlamak üzere formüle edilmiş çerçevelerin güçlü varlığını ve etkinliğini de gösteriyor.
Küresel Organize Suç Endeksi 2023 ve Türkiye
Son endeks, dünya nüfusunun yüzde 83'ünün organize suç oranının yüksek olduğu koşullarda yaşadığını ve bu suçların küresel çapta arttığını gösteriyor.
Bu endekste Türkiye, toplam 178 ülke arasında 14'üncü sırada yer alıyor. Yani 10 üzerinden 7,03 puan ile ülke, "organize suçların en yaygın, buna karşılık devlet direncinin en zayıf olduğu (3,5 puan) bir konumda bulunuyor (yüksek suç-düşük direnç).
Türkiye'nin üzerinde İran, Honduras, Suriye, Afganistan, Irak, Meksika ve Kolombiya gibi ülkeler yer alıyor. Tahmin edilebileceği gibi listenin sonlarında demokrasilerin en güçlü olarak işlediği, hukukun üstünlüğünün olduğu ve göreli olarak gelir eşitliğinin sağlandığı Finlandiya, Danimarka, İsveç, Yeni Zelanda ve Küba gibi ülkeler var.
Suç piyasalarında Türkiye 12'nci sırada yer alırken, en yüksek puana 9,0 ile "insan kaçakçılığı" ve 8,5 ile "silah kaçakçılığında" sahip. Suç aktörleri sıralamasında 16'ncı sırada yer alıyor. Ancak bunun alt açılımında en yüksek puanlara 9,0 ile "devlet destekli suç aktörleri" ve 8,5 ile "mafya tarzı gruplar " sahipler. (4) Kısaca endeks organize suç örgütlerinin nasıl devlet içinde yuvalandıklarını gösteriyor.
Sonuç olarak
"Her şey birbiriyle ilişkilidir" sözü Küresel Organize Suç Endeksinde ete kemiğe bürünüyor.
Zira Türkiye gibi sınırlı demokrasiye dahi tahammül edilemeyen, anayasaya ve uluslararası mahkemelerin kararlarına uyulmayan, hukukun üstünlüğünün sözde kaldığı, gelir ve servet eşitsizliğinin tavan yaptığı, iktidarca bir yandan kutuplaştırma politikası uygulanırken, diğer yandan devlet yönetimindeki atamalarda ve kamu kaynaklarının dağıtımında nepotizmin (yakın kayırmacılığın) hayata geçirildiği bir "ahbap-akraba kapitalizminde" organize suçların ve suç örgütlerinin bir kanser gibi tüm ülkeye yayılması hiç tesadüf değil.
Kaldı ki bu örgütler ciddi sermaye tabanına sahipler, bazı cemaatlerden destek alabiliyorlar ve daha da önemlisi devlet içinde (yargıda, emniyette, orduda) ciddi ilişkilere sahipler. Bu yüzden dolayı da bunlarla etkin bir biçimde mücadele edilemiyor.
Organize suç örgütlerinin aslında bir sonuç olduğu gerçeğinden hareket ederek, bunların ortaya çıkışına neden olan nekro-kapitalizmle, narko-devletle, yoksulluk ve işsizlikle, gelir ve servet bölüşümü adaletsizliği ile mücadele etmeden, yani bu ülkeyi demokratikleştirmeden ve barışçıl, vicdanlı, adil ve eşitlikçi bir toplum haline dönüştürmeden böyle yapıları ortadan kaldırmak mümkün olmayacaktır.
Dip notlar
1) https://globalinitiative.net/analysis/ocindex-2023 (23 Mayıs 2024).
2) https://ocindex.net/report/2023/02-about-the-index.html (23 Mayıs 2024).
3) AGR.
4) Global Initiative Against Transnational Organized Crime, Global Organized Crime Index 2023, s. 209, 212,222, 236.
1)
2) Agm.
(T24)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder