25 Mayıs 2024 Cumartesi

Birgün KÖŞEBAŞI (25 Mayıs 2024)

 

“Galatımeşhur” dedikleri…(Atilla Aşut)

Dilimizde öyle sözcükler ve deyimler vardır ki bunların dilbilgisi açısından doğruluğu tartışma konusudur. Ancak yaygın biçimde kullanılarak toplumsallaştıkları için dilbilimciler bunları artık doğru kabul ediyorlar. İşte bu söz varlıklarına eskilerin adlandırmasıyla “galatımeşhur” diyoruz…

Arapça bir terim olan “galatımeşhur”, “yanlış söz” anlamındaki “galat” ile “ünlü” demek olan “meşhur”un birleşmesinden oluşmuştur. Türkçe karşılığı “yaygın yanlış”tır. Yanlışı doğrusundan çok kullanılan kimi sözcük ve deyimler zamanla yanlış olmaktan çıkıyor. Bu durumu meşrulaştıran bir de ünlü söz vardır:

“Galat-ı meşhur, lügat-i fasihten evladır.” (Yaygın olan yanlış, bilinmeyen doğrudan daha iyidir.)

Bu tanıma giren deyimlerden de bir örnek verelim:

Göz var, nizam var.”

Bu deyimin doğrusu, “Göz var, izan var”dır. Ancak yaygın olarak “Göz var, nizam var” diye kullanıldığı için bu söyleniş biçimi “galatımeşhur” sayılmıştır.

∗∗∗

Bu açıklamaları, Efgan Uygun adlı okurumuzun sorusunu yanıtlayabilmek için yaptım. Okurumuz şöyle demiş iletisinde:

“Sayın Attila Aşut,

Uzun bir süredir okuyucunuzum. Sizin gibi Türkçeye duyarlı yazarların olması, güzel dilimizin geleceği konusunda beni umutlandırıyor. 4 Mayıs 2024 tarihli ‘Yavruvatan’da Özgür, Anavatan’da Yasak!’ başlıklı yazınızda yer alan ‘Yani her şey güllük gülistanlık değil.’ tümcesindeki ‘gülistanlık’ sözcüğünün doğrusu ‘gülistan’ değil midir? Yanlış biliyorsam, lütfen düzeltiniz. Saygılarımla.”

“Gülistan” sözcüğü Farsçadır ve “gül bahçesi” anlamındadır. Bedri Rahmi Eyuboğlu da bir şiirinde sözcüğü “gülistan” olarak kullanmıştır:

“Aşk gelince cümle eksikler biter / Gül gülistan olur virane.”

Ancak bu sözcük, “güllük gülistanlık” deyiminde değişime uğramış ve “galatımeşhur” olarak dilimize böyle yerleşmiştir.

Benzer bir değişimi “haremlik selamlık” deyiminde de görüyoruz. Osmanlının saraylarında ve konaklarında kadınlara ayrılan bölüme “harem”, erkeklerinkine “selamlık” denirdi. Ancak “harem” sözcüğü “haremlik selamlık” deyiminde değişikliğe uğrayarak “haremlik” biçimini almış. Bu yanlış kullanım yaygınlık kazandığı için de sözlüklerde böyle yer almış.

Yine Arapça “kabir”den türemiş olan “kabristan” sözcüğü de son zamanlarda yanlış olarak “kabristanlık” biçiminde kullanılıyor. Bunun örneklerine daha önceki yazılarımızda değinmiştik. “-stan / -istan” eki Farsçadır ve eklendiği sözcüklere yer, ülke, yurt anlamı katar: HindistanPakistanTürkmenistan, Yunanistan gibi. “Gül”ün bir türevi olan “gülistan” sözcüğü ise “gülü bol olan yer” anlamında kullanılır.

∗∗∗

“BİLGİLER ULU ORTADA”

                                                     (birgun.net / 9 Mayıs 2024)

9 Mayıs 2024 tarihli birgun.net’teki bir haberin jeneriğinde şöyle yazıyordu: “Kişisel bilgiler ulu ortada”…

Haber metninden anlıyoruz ki bir hastanede hastaların kişisel bilgileri herkesin görebileceği biçimde ortalıkta duruyormuş…

“Uluorta”nın anlamı,  ölçüp biçmeden, yerli yersiz demektir. Kaldı ki “ulu ortada” diye bir söz kalıbımız yoktur. Başlık, “Kişisel bilgiler ortalığa saçılmış” diye yazılsaydı daha anlamlı olurdu.

HAFTANIN NOTU

Sosyalist bir ailenin ortak yazgısı

Sırasız ölümlere dayanamıyorum artık! Her gün tanık olduğumuz büyük acılar, Enver Gökçe’nin şiirindeki ilenmeyi haklı çıkarıyor: “Ölüm, adın kalleş olsun!”

                                                                 Bahri Eren

Naci ErenDeniz Eren ve şimdi de Bahri Eren! Amasyalı sosyalist bir ailenin üç kuşaktan üyelerinin ortak yazgısına tanıklık etmek ne acı!

Bahri Eren, henüz 58 yaşında bir yoldaşımızdı. Babası Naci Eren, tarihsel Türkiye İşçi Partisi’nin yıldızlarındandı ve “İmam Naci” olarak ünlenmişti. Şimdi Silivri’de tutsak olan Can Atalay’ın amcası Şerafettin Atalay ve Naci Eren’le aynı dönemde TİP’in Genel Yönetim Kurulu üyeleriydik. Naci daha sonra Taşova ilçesine bağlı Uluköy beldesinin belediye başkanı seçilmişti. O da çok erken ayrıldı aramızdan. 53 yaşında kanserden öldü…

Bahri Eren, biricik oğlu Deniz’i de çok genç yaşta yitirmişti. 21 yaşındaki üniversite öğrencisi Deniz Eren, 2021 yılında kalp krizi sonucu Ankara’da yaşama veda etmişti.

Bu büyük acıyla başa çıkmaya çalışan Bahri Eren, mücadeleden hiç kopmadı. Çok candan bir yoldaşımızdı. “Proletaryanın Büyülü Kutusu” kitabımızı hazırlarken aile albümünden babasının fotoğraflarını göndermişti bize. Onunla hep işçi eylemlerinde karşılaşırdım. Facebook’taki 30 Nisan tarihli son paylaşımı da “1 Mayıs’ta Alanlara!” çağrısıydı…

Çok erken bir veda oldu bu. Başta eşi Nevin Hanım olmak üzere Eren ailesinin tüm üyelerine ve Türkiye İşçi Partili yoldaşlara başsağlığı diliyorum.

Yıldızlar yoldaşın olsun sevgili Bahri Eren! Babana ve Deniz’e de selam götür bizden!

                                                           /././

Rejimin bekası için düşman yaratıyorlar (İbrahim Varlı)

Seferberlik ve savaş yetkisi Erdoğan'a bağlandı, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi güncelleniyor, “etki ajanlığı yasası” çıkarılmaya çalışılıyor. "Yumuşama" adı altında rejim “yeni milli güvenlik devleti”nin inşasını tam gaz sürdürüyor.

Siyasal İslamcı rejim yumuşama kisvesi altında “yeni milli güvenlik devleti”nin inşası için var gücüyle yükleniyor. Rejimin tahkimatı, baskıcı, otoriter yapının kalıcılaştırılması için atılan son adım 9. Yargı Paketi’ne iliştirilen “etki ajanlığı yasası.”

Ocaktan bu yana atılan adımlar göz önünde bulundurduğunda bu durum şaşırtıcı değil. Yeni rejimin karakteri doğrultusunda toplumsal ve siyasal yapı dönüştürülüyor.

NELER OLUYOR?

Rejimin kalıcılaştırılması için ideolojik, politik, hukuki yığınak sürerken tek tek olaylar önemli ancak tablonun bütününe bakmakta yarar var.

Son üç ayda yaşanılanlara bakılması dahi rejimin nasıl bir gelecek tasavvurunda olduğunu gözler önüne seriyor. Ergin Yıldızoğlu hocanın da sıklıkla vurguladığı üzere “süreç olarak faşizm”in taşları itinayla döşeniyor. Toplumsal ve siyasal mühendislikle yeni rejimin inşası için zora başvurularak bir “rıza üretimi” yaratılmak isteniyor.

1- MİLLİ GÜVENLİK SİYASETİ BELGESİ

Daha önce de bu sütunlarda değinmiştik, AKP iktidarı seçime gidilirken devletin ‘gizli anayasası’ olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’ni güncelleme kararı aldı. 28 Şubat’ta duyurulan karar göre kamuoyunda "Kırmızı Kitap" olarak da bilinen Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’nin güncellenmesi çalışmaları sürüyor. Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi, içeriği itibarıyla devletin iç ve dış tehdit algılamalarını ortaya koyan bir belge. Savunma ve güvenlik politikaları ve iç-dış düşman tarifleri bu “kitap” çerçevesinde belirleniyor. “Kırmızı Kitap”ın rejimin “güvenlik ihtiyaçları”na uygun olarak revize edilecek olması sakıncalı. Yeni düşmanların tarif edileceği belge ile herkes pekala bu torbaya rahatlıkla doldurulabilir. Bir sabah hepimiz düşman ilan edilebiliriz.

2- ETKİ AJANLIĞI YASASI

Siyasi iktidar 50’lerin Amerika’sında olduğu gibi “cadı avı”na yol açacak düzenlemenin peşinde. 38 maddeden oluşan 9. Yargı Paketi’ne eklemlenen düzenleme ile “etki ajanlığı yasası” getirilmeye çalışılıyor. Yasa teklifine göre; devletin güvenliği ya da iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda Türk vatandaşları veya kurum ve kuruluşları ya da Türkiye'de bulunan yabancılar hakkında araştırma yapan veya yaptıranlar hapis cezası ile cezalandırılacak. Özetle gazeteciler, demokratik kitler örgütleri, STK’lar, araştırmacılar kolaylıkla “etki ajanı” ilan edilip tutuklanabilecek.

9. yargı paketiyle beraber gelecek olan “etki ajanlığı yasası”, Gürcistan’ı ayağa kaldıran “yabancı ajan” yasasının bir benzeri. “Yeni tip casusluk suçu” oluşturuluyor, bu kapsama hemen herkes konuşması, sosyal medya paylaşımları, ifadeleri nedeniyle rahatlıkla doldurulabilecek. Meclis Başkanvekili hukukçu Gülizar Biçer Karaca, şu sözlerle düzenlemeye tepki gösteriyor: “Her şey etki ajanlığı kapsamında casusluk faaliyetine girebilir. Hukukta bir virgül, bir kelime çok ciddi yorumlamalara sebebiyet verecek meseleler olabilir.” Gazeteci kökenli vekillerden Utku Çakırözer de düzenlemenin tehlikesine şu sözlerle itiraz ediyor: “Geçen yıl çıkarılan sansür yasası yetmemiş; yine muğlak, belirsiz tanımlamalarla etki ajanı damgası vurup düşüncesi, ifadesi, yazısı nedeniyle milyonların sesini kısılmak isteniyor.” Yapılmak istenilenin cadı avından farklı olmadığını ifade eden Çakırözer, haber, film, tez gibi akla gelen bilginin tüm biçimlerinin etki ajanlığına sokulabileceğine vurgu yapıyor.

3- SEFERBERLİK VE SAVAŞ HÂLİ YÖNETMELİĞİ

Bir diğer önemli gelişme ise 22 Mayıs’ta AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın imzasıyla yayınlanarak yürürlüğe giren 52 sayfalık “Seferberlik ve Savaş Hâli Yönetmeliği.” 24 yıllık tüzüğün yerini alan yönetmenlik ile 'Seferberlik ve Savaş yetkisi Erdoğan’a veriliyor. Daha önce bu yetki Bakanlar Kurulu’ndaydı. Erdoğan artık “kalkışma” ve “ayaklanma” durumlarında seferberlik ilan edebilecek. Gülizar Biçer Karaca muğlak ifadeler içeren, ucu açık bu yetkinin tek bir kişinin iradesine verilmesinin büyük bir hata olduğunu söylüyor. Meclis Başkanvekili Biçer Karaca, Erdoğan’ın herhangi bir kitlesel eylemi, mitingi, protestoyu bu kapsamda değerlendirip seferberlik ilan edebileceğini vurguluyor. Buna emekliler mitingi de dahil, atanmayan öğretmenler buluşması da.

YENİ TOPLUMUN DİZAYNI

22 yıldır tek başına ülkeyi yöneten Saray rejimi kendi saltanatının bekası için sadece iç-dış düşman belirlemiyuor. Bir tarafta baskıyı artırırken diğer taraftan da eğitimden kadın haklarına her alanda da benzer gerici düzenlemeleri dayatıyor.

Yangından mal kaçırırcasına çocukların ve ülkenin geleceğini karartacak dinci-gerici müfredat dün onaylandı. "Etki ajanlığı'nın yer aldığı 9. Yargı paketi'nde kadınların kazanımları hedef alan düzenlemeler de var. Anayasa Mahkemesi kararına rağmen 9. Yargı Paketi taslağında yapılacak değişiklik ile kadınlar evlendikten sonra bekarlık soyadlarını tek başına kullanamayacak.

DÜŞMAN TANIMLARI YENİ ANAYASAYI DA BELİRLİYOR

Burada da durmayacaklar. Bir sınırları yok. İktidarını kaybetmemek için her yola başvuran rejim, kendisinden yana olmayan herkesin birer “ulusal güvenlik” tehdidi olarak kodlamama çalışırken itiraz eden, karşı çıkan her kesimi susturmaya çalışıyor.  Toplumu “biz ve onlar” ayrımına tabi tutan rejimin kendi meşrebince “iç ve dış” düşman belirlerken nihai hedef ise anayasa.

Bu ahval ve şerait içerisinde iktidarın yeni iç ve dış tehdit kavramsallaştırmaları, yeni anayasanın sınırlarını ve yapısını da belirleyecek. Ve görün o ki, yeni anayasada demokratik standartlar değil, güvenlik öncelikleri belirleyici olacak. Cumhuriyetin dinsel-ideolojik akla göre yeniden biçimlendirilmeye çalışıldığı ülkede rejimden başka türlüsü de zaten beklenemezdi.

Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nden etki ajanlığı teklifine, seferberlik belgesinden yargı paketine tüm bu adımlar “sivilleştirileceği” ilan edilen yeni anayasanın karakterine dair çarpıcı doneler sunuyor. Bu anlayıştan ne "yumuşama, ne “normalleşme” ne de “sivil anayasa” çıkar.

                                                               /././

Şeyleri adıyla çağırma, yargıya sızan virüs (İlhan Cihaner)

İki ceza davası tüm gündemi belirliyor haftalardır: Ayhan Bora Kaplan Davası, Sinan Ateş Davası…

Siyasi sonuçları ve hukuksuzluklar bakımından bu davalardan daha vahim durumdaki Kobani Davası, Gezi Davası, Can Atalay’ın durumu, gibi davalar gölgede kaldı. Hatta her türlü tartışmayı “halkın gerçek sorunu bu değil, iktidar gündem saptırıyor” diyenler bile ilgi ve alakalarını bu davalara yoğunlaştırdılar.

Özellikle kendilerini Ülkücü/Milliyetçi olarak tanımlayan geniş bir kesim Polisin, yargının giderek devletin, bu kadar kriminal işe “nasıl bu kadar bulaştığını, bulaşabildiğini”, adaletsiz davranabildiğini şaşırarak eleştiriyor. Oysa bu cumartesi adalet taleplerinin 1000. Haftasına girecek olan Cumartesi Anneleri’nden tek birini dinleselerdi, TBMM Susurluk Komisyonu Raporu’nun birkaç sayfasına göz atabilselerdi, 12 Eylüle giden süreçte yaşanan toplu katliam ve aydın cinayetlerinin gazetelere bile yansıyan detaylarını hatırlasalar son aylarda yaşananların istisnai bir durum olmadığını, devlet pratiği haline gelmiş “bir sistem semptomu/sonucu” olduğunu göreceklerdir.

Kuşkusuz bu iki davada mağdur olanlar, yakınlarını kaybedenlerden böyle bir  “soğukkanlılık” beklemek gerçekçi olmaz ve bu davaların etkin ve adil bir şekilde yürütülmesi gerekir. Ancak siyasetin ve kurumların bu sürece “sorunları kökeninde ele almak” anlamında radikal yaklaşmaları gerekir. Aksi taktirde bir sonraki bakan değişikliğine, müdür değişikliğine, iktidar içi rant kavgasına kadar “mola” vermiş ve muktedirken konforunu yaşadığımız düzenin mağduru olmak için sıramızı bekliyor oluruz.   

Bu sürece nasıl yaklaşılmalı?

Öncelikle “eşyayı adıyla çağırmaya” başlamak gerekir. Bir soruyla başlayalım:  Niçin çete kurma, uyuşturucu, adam öldürme, gasp gibi suçlamalarla karşı karşıya kalanlar ağırlıklı olarak ülkücü/milliyetçi bir söylemi savunmalarına yedirirler? Devlete söz ettirmezler? Vatan, millet, bayrak ve din savunusu yaparlar? Adeta kendilerini devletin yedek kuvveti yerine koyarlar?

Bu soruya verilecek cevap “şeyleri adıyla çağırmaya” giriş niteliğinde olabilir: güvenlik bürokrasi 10 yılladır bu görüşlere rezerve edilmiş ve sağ siyasetin arka bahçesi olduğu için. Siz mülakatta “ben kendimi Atatürkçü, sosyal demokrat, sosyalist olarak tarif ediyorum” diyen birinin polis, bekçi ya da jandarma olabileceğine inanıyorsanız bu cevabı çöpe atabilirsiniz! 

Ama ülkücüyüm, milliyetçiyim derseniz (hatta dönem dönem Fetullahçıyım, Menzilciyim) kapılar sonuna kadar açılacaktır. Oysa özellikle tarikatlar ve aşkın bir dava anlayışı çerçevesinde ilişkilenen insanlar, inanç/dava eksenli hukuk dışı bir hiyeraşiye tabi olurlar. Bunun oluşturduğu ilişkiler kurum kültürüne ve pratiklerine de yansır. Giderek kendi görüşlerindeki kişilerle bir dayanışmaya -hadi dayanışma algısına diyelim- dönüşür. Oysa bir sosyalistin ya da sosyal demokratın bu tarz bir hiyerarşik merkezi, lideri ya da şeyhi yoktur.

Sadece şu örnekleri hatırlatayım: Polis Akademilerinde “bozkurt işaretli” intikam yeminli mezuniyet törenleri, erlerin çete liderlerine selam ve dayanışma sloganları, tabanca kabzalarına yapıştırılan üç hilaller, operasyonlarda duvarlara yazılan yazılar… bu durum kriminal yapılarla bir kadro geçişkenliği yarattığı gibi çetelerin adeta devletin yedek kuvveti gibi görmeleri/göstermeleri, kollanmaları sonucunu doğuruyor. Sonuç olarak artan kolluk kuvveti sayısı ve teknik olanaklara rağmen ülkemiz bir uluslararası suç cennetine dönüşmüş durumda. En azından bu sonuç bile sorunun radikal bir şekilde ele alınması gerektiğini gösteriyor.

Burada şunları da vurgulamak zorunlu; geçmişteki kriminal tiplerin ve katillerin yaptıklarının unutulup/unutturulup romantikleştirilmeleri, başta CHP olmak üzere muhalefetin karşı alternatif bir söylem ve çözüm seti yerine, aynı bakış açısını tahkim etmeleri de büyük bir sorun.  

O zaman “sorunları kökeninde ele almak ve şeyleri adıyla çağırma”  çerçevesinde ve giriş mahiyetinde olmak üzere güvenlik kurumlarında ciddi bir kadro ve kurumsal kültür sorunu olduğunu teşhis edebiliriz. Aynı sorunun artık yargı için de geçerli olduğu aşikar.

Yargıya sızan “virüs” diye nitelendirdiğim şey ise “gizli tanık”. Ülkeyi temelinden sarsan siyasi davalar ve komplo davalarında başrolde hep “gizli tanık” var. Bir “gizli tanığın” ifadesi kadar inanılan hiçbir şey olmuyor bazan. Adeta kutsal kitap sözü! Açık kimliği ile denetlenebilir, sorgulanabilir tanık beyanlarının, hatta “olguların” üzerine konuluyor gizli tanığın beyanları.

Rejimi değiştiren davalarda da başrolde gizli tanıklar vardı. Karara esas alınmasalar bile servis edilerek kamuoyunun yönlendirilmesinde etkin olarak kullanılıyor ifadeler. Her ne kadar “gizli tanık” olmanın hukuki fiili avantajlarından faydalansalar da ne kimlikleri gizli ne de ifadeleri. Tüm yargıyı çürüten bir kara deliğe dönüşmüş durumda.

Esasen ilgili mevzuatta doğrudan bu adla adlandırılan bir düzenleme mevcut değil. Bu konudaki temel kanunun adı da “Tanık Koruma Kanunu”. Bu kanunda “gizliliğe” vurgu tabii ki var. Ancak bu kimliğin gizlenmesi, adresin ve yazışma belgelerinin gizlenmesine ilişkin. Yani başına “gizli” sıfatı eklense de bu adla nitelenen süje “tanık” olmalı. Bu anlamda soruşturmaya tanık aranmaz, bulunmaz. Vardır ve korursunuz! Söylediklerini de şunu yazalım bunu çıkaralım diye süzgeçten geçirmezsiniz, geçiremezsiniz.

İki dosya tüm çürümeyi ve yapısal sorunları ortalığa dökmeye yetiyor. Çözüm mü? Tabii ki çözüm mümkün ve sanıldığı kadar da zor değil. Güvenlik kuvveti ve yargı mensuplarının örgütsüzlükleri, üzerindeki soruşturma ve tayin baskısı ve içselleştirilen yanlış kurumsal kültür kendi içlerinden güçlü bir adalet hareketi çıkarmalarının zor olduğunu gösteriyor. Kuşkusuz böyle bir girişim çok kıymetli olacaktır. Burada asıl görev siyasete düşüyor: büyük ve bütünlüklü bir adalet ve hukuk devleti hareketi başlatmak. 

 (BİRGÜN)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder