25 Mayıs 2024 Cumartesi

soL KÖŞEBAŞI - (25 Mayıs 2024)

 

Bir kez daha seçim hakkında (Aydemir Güler)

31 Mart’a da bu gözle bakmakta yarar var. Tekellerin ve emperyalistlerin düzeninden, buradaki odakların rekabet ve dengesinden çıkan sonuç karşımızda.

Seçim sonucunu seçmenlerin verdiği oy mu belirler? 

İlk ağızda evet denecektir; ama bu olumlu yanıt, devlet ve iktidar mekanizmalarına ilişkin derin bir yanılsamayı içerir. Evet demek, kimisinin işine gelecek, kimisinin hoşuna gidecektir. Seçmen sıfatıyla halk kendisini etkin görmekten mutlu olur. Bu da başkalarının işini kolaylaştırır! 

31 Mart’ın üstünden geçen süre uzadıkça, eski seçimlerin başına gelen bu sonuncunun da başına geliyor ve seçmen davranışının nedenleri hakkında teoriler, rivayetler ve kabullerle hayat devam ediyor. Örneğin bunlar arasında en fazla ve tümden yanlış olmayan biçimde işaret edilen yoksullaşmaya göz atalım. 

Birinci çıkan parti halkın sorunlarını bayrak yapmak için parmağını kımıldatmayacak. Oylar yoksulluğa tepki olarak bu partiye verilecek. Lakin bu parti seçimden sonra iktidarın değişmemesini tercih ettiğini açıkça ilan edecek. Anketlere bakılırsa izleyen ay yine birinci parti olarak kalacak, hatta daha da güçlenecek… Burada birkaç dişlinin eksik olduğu görülmüyor mu? Elbette kitlelerin oy davranışında ekonomik faktör önemlidir. Ama bu daha önce de olmuş ve iktidara yarayabilmişti. Bir de, dedim ya, CHP kazanmak için bu konuyla pek ilgilenmemiştir. 

Seçmenlerin verdiği oy sonuçları şekillendiren temel bir neden değil; o da bir sonuç.

Seçim bir karar anı değil, burada çokça yazdığım gibi, bir yansıtma mekanizması.

Seçim bir aynaysa, yansıttığı sadece oylar da değildir. Böyle zannedersek, adil, kuralına uygun, demokratik bir seçim yaşandığı takdirde sorun kalmayacağını kabul etmek durumunda oluruz. Bu iyilik halini istediğiniz kadar genişletelim. Yarışa giriş serbest olsun, bütün yarışmacıların tanıtım, medya, hatta para olanakları eşitlensin, herhangi bir yolsuzluk yapılamasın, baraj kalksın, demokratik temsil alabildiğine hayata geçsin… Pratikte olmayacaktır bunlar; ama gelin, bir varsayımda bulunalım.

Marx da varsayımda bulunmuştu. Bize anlatmıştı ki, herkesin bir diğerini kazıklamak için tutkuyla yaşadığı kapitalizmde sorun kazıklardan, bilimsel konuşursak, değişimin eşitsizliğinden kaynaklanmaz. İşgücünü sermaye sahibine kiralayarak geçinenler, işgücünün karşılığını tam olarak aldıklarında da sömürülmüş olurlar. Çünkü mesainin sonunda tüketilmiş olan işgücünün, beslenmeden sağlığa, barınmadan eğitime, üremeden kültüre bir dizi “ham ve ara madde” sayesinde yeniden üretilmesi gerekir. Ücret bunun karşılığıdır. İşçi çalışma yeteneğini yenilemiş olur. Oysa emek bambaşka ve üretken bir şeydir. O kadar ki, emek sermaye sahibinin kârının da kaynağıdır! 

Madem öyle, gerçek bir adalet için işgücü meta olmaktan çıkmalı, bunu kaçınılmaz kılan “üretim araçlarının özel mülk edinilmesine” son verilmeli, bunlar için de siyasi iktidar işçilere geçmelidir.

Seçimlerin de halkın aleyhine sonuçlar vermesi baskı, yolsuzluk, hırsızlık, yalandan kaynaklanmak zorunda değildir. Bunlar hep hazır ve nazırdır, ama varsayımsal bir adalet durumunda da seçim sonuçları kural olarak düzenin ve egemenlerin çıkarlarına uygun olacaktır. Özgür, liberal, parlamenter sıfatlarıyla tanıdığımız seçim, kapitalizmde bütünsel egemenlik mekanizmasının bir bileşenidir. Düzenin değişmesine değil sürdürülmesine yarar. 

Seçim hiç de işe yaramaz bir çöp değildir. Devrimcilerin halkı ikna etmeyi öğrenebilecekleri en geniş platformdur örneğin. Ama seçimin düzenin temelden değişmesinde de işe yaraması için, adil bir seçim düzenlemesine değil büyük bir krize ihtiyaç duyulur. Çok boyutlu bir krizin devrimci duruma doğru akması gerekecektir. O an geldiğinde egemenler başka birçok şeyin yanı sıra seçimleri de yönlendirme yeteneğini yitirebilirler. Yargıyı, orduyu, ideolojik mekanizmaları elinden kaçıran burjuvazi, bir de seçimi de kaybetmiş; çok mu? Başka zaman olsa, ücretleri biraz iyileştirmekten öteye geçmeyecek olan grev de, devrimci krizde karar verici bir rol üstlenebilir... 

Seçim mekanizmasının zihinlerde yerleştirildiği tahttan indirilmesi şarttır. Sonuçları seçmenlerin davranışı belirlemez! Sınıflı, sınıfların karmaşık mücadeleler içinde olduğu bir toplumda biçare seçmenin omuzları bu kadar ağır bir yükü kaldıramayacaktır.

Keşke olay şeffaf olsaydı, gerçekler çıplak gözle görülebilseydi. Emek ile işgücünü birbirinden ayırt eden Marx, o zaman diyor, bilime gerek kalmazdı! Oysa sömürü ilişkilerinin perdelediği gözleri gerçeklere açmak için hem bilime hem de bilimi temel alan mücadelelere ihtiyaç vardır. 

Siyasette bir dönemi kapatıp yenisini açtığı kabul edilen seçimlerin belirleyicisi, sınıflar arasındaki mücadeledir. Kapitalizmin olağan ortamında sömürülenler aynı zamanda politik olarak ezilir ve yönetilirler. Dedik ya, buradan çıkış için krizin devrimci duruma akması gerekiyor diye… Değil devrimci durum, henüz emekçi halkın kendi safını kuramadığı koşullarda, mücadele de düzen güçlerinin, sermaye fraksiyonlarının, onların temsilcilerinin, emperyalist odakların rekabeti biçiminde kristalize olur. Kimin ezilenlerin sırtında tepineceğini yanıtlamaya odaklanırlar. Bu sırada, en başı hatırlarsak, halkın seçmen sıfatıyla olup bitene karar verdiğini zannetmesi çok işlevseldir! 

Düzenin aktörlerinin tercihleri ve aralarındaki dengeler seçimi belirler. Elbette bunun nasıl olduğu, bizim ilgimizi sonuna kadar hak eder. Ama sadece seçmenin davranışını ele alan aforizmalardan bir şey çıkmaz. Sandık başında geçirilen o kısa süre, muazzam bir toplumsal belirlenmişliğe tabidir.

Bu konuya devam ederiz. Ama Türkiye’nin bazı geçmiş dönemeçlerinin arkasındaki ana dinamiklere işaret etmeden ayrılmayalım…

1950 seçimlerini seçmen iradesi mi belirlemişti? Türkiye kapitalizminin Batı sistemine eklemlenmesi zorunluydu. Sermaye sınıfı emperyalist sistemin merkezleriyle arasına mesafe koyan yönetim sistematiğine artık sığamazdı. Seçimi belirleyen bu olmuştur.

27 Mayıs’ı izleyen seçimleri 27 Mayıs karşıtı AP peş peşe kazandı. Seçmen öyle istedi demek yeterli midir? Yoksa kapitalizmin 1950’lerin sonundaki ekonomik-sosyal-politik krizden çıkarken yaşanan kontrolsüzlüğe son verme gereği mi yerine getirilmiştir?

1977 seçimlerini CHP birinci parti olarak geçmiş, ama iktidar sağda kalmıştır. Seçmen mi yaratmıştır bunu? Belki de, iç pazara dayalı büyümenin bir yan ürün olarak işçi sınıfına da zemin sunmasından bıkan tekelci sermayenin 1 Mayıs katliamından 12 Eylül darbesine bir hat çizilmesini benimsediğini düşünmek daha açıklayıcı olacaktır. 

AKP efsanede olduğu gibi kapı kapı çalışarak, yani emeğinin karşılığını alarak mı iktidar oldu 21. Yüzyıl başında? Yoksa emperyalizm dinciliği bahar diye yutturmayı test etsin diye mi? Özelleştirememekten, iş güvencesini yok edememekten, patinaj yapmaktan bıkan büyük sermaye, Kenan Evren-Turgut Özal’ın yarım bıraktığı çizgi sürdürülsün istediği için mi? 

31 Mart’a da bu gözle bakmakta yarar var. Tekellerin ve emperyalistlerin düzeninden, buradaki odakların rekabet ve dengesinden çıkan sonuç karşımızda: İktidar ve muhalefetin birbirlerine benzemesi, AKP’nin sermayeye hediye ettiği kazanımların korunması, halkın iktidarı istemeyen bir CHP muhalefetine fit olması… 

Seçim sadece oy değil, bütün bunların aynasıdır. Halk örgütsüzse yansıyan her zaman ve sadece düzenin çıkarı olur. 

                                                                 /././

Emekli askerlere siyaset yasağı: AKP'li Çelebi de kanuna uyacak mı?(Emre Alım)

Mevcut kanunlar yetmedi, TSK'ye eleştirileri kesmek için emekli askerlere konuşma yasağı getiriliyor. Orduda cemaatçi yapılanmayı anlatan ya da askerin yanlış bot giydiği söyleyenler tutuklanabilecek.

AKP gerçeklere savaş açmış durumda. Hiçbir veri paylaşılmıyor, hesap verilmiyor, soru önergeleri yanıtsız bırakılıyor, raporlar gizli sayılıyor, olur da birileri enflasyon hesaplarsa o bile yasaklanmaya çalışılıyor.

AKP, kendisinden başka kimse konuşmasın diye savaşıyor.

AKP'nin bu savaşta son hedefi, emekli askerlerin basına verdiği demeçler oldu. Kanunda yapılacak değişiklikle emekli askerlerin verecekleri her beyandan önce orduyu bilgilendirmesi ve unvanlarını kullanmamaları isteniyor. Aksi halde 3 yıla kadar hapis cezası öngörülüyor.

Gazetelere ve ekranlara sıkça demeç veren eski askerler, düzenlemeyi mantıksız ve hukuksuz bulduklarını, yine de doğru bildiklerini anlatmayı sürdüreceklerini söylüyor.

Ancak kanun teklifi iktidardan isimleri de kapsıyor... AKP'nin gerçeklerden duyduğu korku, kendi saflarında milletvekilli olan Emekli Teğmen Mehmet Ali Çelebi'nin siyasi kariyerinin sonu olabilir.

Onay yok, bilgilendirme zorunlu, cezası hapis

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) işleyişi ve faaliyetleri son yıllarda birçok defa tartışmaya açıldı. Ordu içerisinde Fethullahçı yapılanmanın ulaştığı boyut 15 Temmuz gecesi gözler önüne serildi, "Pençe-Kilit Operasyonu" bölgesinde çok sayıda askerin yaşamını yitirdiği saldırılar TSK'nin yurt dışındaki varlığını sorgulattı, deprem ve yangın gibi afetlerde askerin devreye girmekte gecikmesi eleştirildi... 

Askeri alandaki politikalarının, tıpkı diğer tüm politikaları gibi tartışmasız kabul edilmesini isteyen AKP, dün Meclis'e sunduğu kanun teklifiyle emekli askerlerin basına konuşmasına örtülü bir yasağın önünü açtı.

Teklifte görevli ya da emekli askeri personelin unvanlarını kullanarak beyanat vermeleri, yazı yazmaları ya da açıklamalarda bulunmaları durumunda 6 aydan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılmaları öngörülüyor.

Teklif kabul edilirse operasyonlara çıkan askerlerin çeşitli görüntü ve fotoğrafları sosyal medyadan paylaşması da yasaklanacak.

Kanunun nasıl uygulanacağı AKP Grup Başkanı Abdullah Güler'e soruldu. Güler, mevcut düzenlemeye göre askerlerin basına konuşmadan önce ilgili komutanlığa bilgi vermekle yükümlü olduğunu hatırlattı. Emekli komutanların da benzer şekilde hangi konuda demeç vereceklerini ilgili komutanlığa bildirmelerini amaçladıklarını söyledi.

Emekli bir komutanın bilgi vermesi üzerine olumsuz yanıt alması durumunda ne olacağının sorulduğu Güler, “Bunun ikincil düzenlemeleri olacak. Bilgi amaçlı olduğu için nihai evrede izin müessesi yok” dedi.

'Ben asker değilim, sivilim'

soL, AKP'nin neyi amaçladığını kanun teklifiyle susturmaya çalıştığı isimlere ve hukukçulara sordu; Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, Emekli Amiral Türker Ertürk, Emekli Askeri Hakim Ahmet Zeki Üçok ve Ergenekon-Balyoz davalarının avukatı Celal Ülgen yanıtladı.

Sorularımızı yönelttiğimiz ilk isim, askeri yorumları nedeniyle bugün Akit tarafından hedef gösterilen Türker Ertürk.

İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'nin öldüğü helikopter kazasının ardından enkazı kimin bulduğu bir tartışmaya dönüşmüştü. Ertürk de katıldığı bir televizyon yayınında, enkazı Türkiye'nin gönderdiği İHA Akıncı'nın bulmadığını söyledi. Emekli Amiralin İran makamlarının açıklamalarına dayandırdığı bu bilgi, Akit tarafından "İran'ın maşası oldu, ülkesini aşağıladı" sözleriyle aktarıldı.

Yeni düzenlemeyle Ertürk'ün bu yöndeki bir açıklamadan önce ilgili komutanlığa bilgi vermesi gerekecek. Buna itiraz eden Ertürk, kanun teklifinin muğlaklığına işaret ediyor:

"Böyle bir şey var mı! Ben asker miyim? Ben sivil bir insanım. Kime bilgi vereceğim? Böyle komedi olur mu?"

AKP'nin iyi niyetli olmadığını kaydeden Ahmet Yavuz da "Biraz akıllı olsalar konuşan insanları arayıp, bilgilendirirler. Gerçek bilgi vermeyip, yalan söyleyenlere bunu yaparlarsa daha da etkili olur. Bunun mekanizması ne? Kimi arayıp bilgi vereceğim ben?" diye soruyor. 

Türker Ertürk'e bugüne dek verdiği demeçlerde stratejik bir bilgiyi açık edip etmediğini soruyoruz. Sorumuz bitmeden söze giriyor: "Sıfır, sıfır! Çok gizli bilgileri bu iktidar cemaatle birlikte deşifre etti. Herhangi bir bilgiden söz etmiyorum. Çok gizli savaş planlarını deşifre ettiler."

Avukat Celal Ülgen, kanun değişikliğinin TSK'ya yönelik eleştirilere engel olamayacağı görüşünde:

"Elbette yanlış ve eksiklik giderilir. Yeni kanundan sonra da dile getirilmesi mümkündür ancak stratejik bilgiler ayrı tutulmalıdır. Hangi bilgi stratejik hangisi değil bunun bir ölçütü olmalıdır."

Ancak her açıklamanın ardından bir yıldırma hamlesinin geleceğini öngören Ülgen, "⁠Askeri muamelatın cezai yaptırımı konusunda emekli askerlerin konuşacak gücü kaldı mı" diye soruyor.

'Polisler de İçişleri'nden izin alsın'

Emekli askerlere göre kanun teklifinin mantıksızlığı eşitsizliğinden geliyor. 

Emekli olduktan sonra silahlı kuvvetlerle hiçbir ilişkilerinin kalmadığının altını çizen Ahmet Zeki Üçok, kendilerine muvazzaf askerler gibi konuşma yasağı getirilmesinin Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı olduğunu söylüyor:

"Bir ekonomi profesörü emekli olduktan sonra ekonomiyle ilgili konuşabiliyor. Bir mühendis deprem olduğunda emekli olsa bile bunun hakkında konuşabiliyor. Ama biz askerler konuşamayacağız. Niye?"

Benzer bir örnek veren Ahmet Yavuz, "O zaman konuşan tüm doktorlar Sağlık Bakanlığı'ndan, polisler İçişleri Bakanlığı'ndan, ziraat mühendisleri Tarım Bakanlığı'ndan izin alsın" önerisinde bulunuyor.

Dava için yeni kanuna ihtiyaç yok 

Emekli Askeri Hakim Ahmet Zeki Üçok, orduda Fethullahçı yapılanmaya karşı ilk soruşturmayı açan isim. Bunun ardından 34 soruşturmaya maruz kaldı, tutuklandı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nden iki kez çıkarıldı. "Tek hedefleri susturmaktı" diyen Üçok, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından da 18 soruşturmanın hedefi oldu.

Komuta kademesi, Milli Savunma Bakanlığı ve hükümet cephesinden açılan soruşturmalardan bazılarını şöyle anlatıyor: "'15 Temmuz'da komuta kademesinin hiç mi suçu yok, bu kadar Fethullahçı dolmuş bunların hiç mi haberi yok, dolayısıyla bunlar yargılanmalı' dedik diye dava açıldı. 'Emekli edin bunları' dedim diye bile dava açtılar. Geçtiğimiz kış 12 askerimiz şehit oldu, bir hafta sonra 12 asker daha. 'Komuta kademesinde bir hata yok mu, oraya niye gidiliyor, sınırın bu kadar dışına çıkarılması birçok komutan tarafından doğru bulunmuyor' dedim diye yine dava açıldı."

Üçok bu örneklerle, televizyonlardaki yorumlarının soruşturma konusu haline gelmesi için kanun değişikliğine ihtiyaç olmadığını anlatmaya çalışıyor.

Bu diğer emekli askerlerin de ortak itirazı. Çünkü Anayasa'nın 26. Maddesi "Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması"nı öngörüyor.

Ahmet Yavuz, askerlerin görevleri döneminde sahip oldukları bilgileri basın yoluyla açıklamalarının zaten yasak olduğunu söylüyor.

Kanunda cezaya konu edilen bir unsur da "askeri muamelat" yani bilgi. Sınırları oldukça geniş olan bu bilginin kapsamına ordunun işleyişi de giriyor. Bu durumda, Fethullahçılar tarafından tutuklanan Üçok, ordudaki Fethullahçı yapılanmaya ilişkin TSK'yi bilgilendirmeden konuşursa hapis cezası alabilir. Üçok, bu duruma neden olan ifadelerdeki belirsizliğe itiraz ediyor: 

"Anayasamızda devlet sırrının açıklanması kesin ifadelerle yasaklanıyor. Buradaki malumat öylesine geniş, ucu bucağı açık bir şey ki. Mesela askerin postalının kış şartlarına uygun olmadığını söylemek suç olacak. FETÖ mensubu askerlere az ceza veriliyor demek de bu kapsamda değerlendirilecek."

'Normalleşen' CHP kanunu AYM'ye taşıyacak mı?

Sınırları net ifadelerle çizilmeyen kanun karşısında savunma yapmanın mümkün olmayacağını söyleyen Türker Ertürk, "İtirazınızda Anayasa'nın 25. Maddesindeki eşitlik ilkesini gösterebilirsiniz ama bu uzun vadede AYM'den dönebilir" diyor.

Ahmet Zeki Üçok, Ertürk'ün aksine yüksek yargıdan ümitli: "Ben CHP'nin bu kanunu en kısa zamanda AYM'ye götüreceğinden, AYM'nin de bir ders gibi gerekçeyle bu kanunu iptal edeceğinden eminim. İptal etmezse de zaten çekip gidelim bu memleketten."

Ertürk, AYM kadar CHP'den de etkili bir itirazın çıkmayacağını düşünüyor. Gerekçesiyse siyasetin gündemini belirleyen "yumuşama" süreci:  

"Güvenlik ve beka söylemiyle, savunma sanayi projeleriyle algı yaratmaya çalışılıyor. Bunların da palavra olduğunu dile getirenlere düşmanlık yapıyor, susturmaya çalışıyor. Ona kızmıyorum, otoriter bir rejim. CHP ne yapıyor? Normalleşme..."

'Yaşar Güler siyasete girdikten sonra düşüncelerimiz değişti'

Emekli askerleri şaşırtan noktaysa eski silah arkadaşları. Yerel seçimler öncesinde üyesi olduğu İYİP'ten ayrılan Ahmet Zeki Üçok, yakın dönemde Milli Savunma Bakanlığı görevine getirilen Yaşar Güler'in sessizliğini eleştiriyor:

"TSK’nın böylesine faşizanca düşünce ve haber alma özgürlüğüne karşı bir kanunu gündeme getiriyor olması da bir TSK mensubu olarak beni utandırıyor. Özellikle Yaşar Güler Paşa, 15 Temmuz döneminde FETÖ'yle mücadelede diğer komutanlardan daha ayrı bir yeri vardı bizim gönlümüzde. Ancak siyasete girdikten sonra gördük ki siyaset onunla ilgili düşüncelerimizi maalesef değiştirdi. Kendisinin böyle düşünceleri olduğuna inanmak istemiyorum. Ak Parti'nin bugüne kadar uyguladığı bu hukuksuzluk düzenine uyduğunu görüyorum." 

AKP'li Çelebi kanuna uyacak mı?

Sitem edilen bir diğer isim de Emekli Teğmen Mehmet Ali Çelebi. Kumpas davalarında yargılanan Çelebi, tutukluluğunun ardından CHP'ye üye olmuş, buradan da AKP'ye geçmişti. 

Ahmet Yavuz, AKP'ye katılan eski askerden "Onlar iyice rasyonalitelerini kaybetmişler" diye bahsediyor.

Öte yandan AKP'nin sunduğu kanun değişikliği bu isimleri de etkiliyor. Çelebi, diğer emekli askerler gibi basına verdiği demeçlerde zaman zaman askeri başlıkları da değerlendiriyor. Ahmet Zeki Üçok'a göre Çelebi, askeri konudaki her açıklamasından önce ilgili komutanlığı bilgilendirmeli. Aksi halde milletvekilliği sona erdiğinde cezalarla karşılaşabilir:   

"Kanun değişikliği 'Her kim olursa olsun' diyor. Milletvekili olduğu için dokunulmazlığı kalkmıyor ama daha sonra bu kanundaki maddeleri ihlal ettiği için yargılanır. Kanun milletvekilini, bakanı, cumhurbaşkanını ayırmamış."

'Düşüncemiz neyse söyleriz'

Konuştuğumuz 3 emekli asker de olası kanun değişikliğinin sözlerine engel olmayacağını söylüyor. 

Televizyon kanalları cezalar nedeniyle geri adım atsa da kendisinin korkmayacağını söyleyen Emekli Amiral Türker Ertürk, "Planladığımız rotada devam ediyoruz" diyor.

"Tek amaçları TSK'dan ayrılmış askerlerin TSK yönetim kademesine ilişkin eleştirilerine engel olmak" diyen Emekli Askeri Hakim Ahmet Zeki Üçok hakkında açılan 54 soruşturmaya rağmen susmadığını söylüyor.

Kırk yılı aşkın bir süre TSK üniforması taşıyan Ahmet Yavuz, "Hiçbir şekilde o üniformaya gölge düşürmem. Kimseden izin alacak halimiz yok. Neyse düşüncemiz söyleriz" diyor.

                                                            /././

Stefan Zweig nasıl kurtulur? (Erhan Nalçacı) 

Zweig’ı kurtarmanın tek yolu onu örgütlemekten geçiyordu. İnsanlığın kalıcı barış içinde yaşamasının ancak yaygın bir sosyalizmde olduğu fikrine örgütlemekten.

Stefan Zweig günümüzden 82 yıl kadar önce eşiyle birlikte intihar etti. 

Bu yazıda Zweig ister o dönemde, ister günümüzde “Nasıl kurtulur”a bakacağız.

Zweig zengin bir burjuva ailenin çocuğuydu. 1881’de burjuva ideolojilerini yaldızlı kağıtlara sararak sunma yeteneği kazanan Viyana’da doğdu, büyüdü.

Büyük bir edebiyat yeteneğini çalışkanlığı ile birleştirdi. Günümüzde halen bir edebiyatsever veya tarihçi onun eserlerini, özellikle biyografilerini okumadan yapamaz.

Hümanistti, Avrupa’nın medeniyetin merkezi olduğuna ve kültürel çalışmalarla sürekli olarak ilerleyerek barış içinde bir birleşik Avrupa’nın doğacağına inanıyordu.

Faşistler 1933’de Almanya’da iktidara gelip evi Naziler tarafından basılınca ülkesini terk etti. Kitapları Almanya’da meydanlarda yakıldı. Mozart’ı, Beethoven’i, Goethe’yi, Schiller’i yetiştiren Avrupa’nın kitleleri gaz odalarına gönderdiğini görünce bütün dünyası yıkıldı.

Brezilya’da 22 Şubat 1942’de eşiyle birlikte yaşadığı çöküntü sonrası canına kıymayı tercih etti. Bir yıl daha bekleseydi, Kızıl Ordu’nun faşistleri nasıl tepelediğini görecekti. Sovyetler Birliği’ni ziyaret etmişti savaştan önce, ama pek bir şey anlamadığı ziyaret notlarına bakılınca fark ediliyor.

                            Yaşamının son döneminde Stefan Zweig ve eşi Lotte Altmann fotoğrafta görülüyor.

Verdiği eserlere ve motivasyonuna bakınca gerçekten hümanizme inandığı anlaşılıyor. O zaman onu kurtaramadık, şimdi yaşasaydı kurtarabilir miydik, bakalım bir kez.

Bugün Zweig’ın ölümünden 82 yıl sonra Birinci Dünya Savaşını andıracak şekilde Avrupa’da bir cephe savaşı sürüyor. Aşağıdaki haritada uzunluğu bin km civarındaki iki tarafında üniforma giydirilmiş emekçilerin birbirini öldürdüğü cephe hattı görülebilir. 

Ukrayna ve Rusya arasında yaklaşık 1000 km civarındaki cephe hattı görülüyor. Kırmızı alanlar Ukrayna’nın Rusya’ya kaybettiği alanları, kırmızı ok ise Rus ordusunun Harkov’a kuzeyden ilerleyişi gösteriyor.

İki yıldır süren savaşın sonunda Ukrayna ordusunun savaşacak hali kalmadığı anlaşılıyor. Sayısını savaş yalanları nedeniyle bilemediğimiz kayıplar ve kazanılmaktan çok uzak savaşın getirdiği moral düşüklüğü neredeyse cepheyi çökertecek duruma geldi. Harkov’a doğru yönelen Rus ordusunu durduramıyorlar ve çözülüş daha belirgin hale geliyor. Bu adice düzenlenmiş mezbaha esas olarak topçu ateşine dayanıyor, askerler birbirini görmeden top ateşiyle ölüyorlar.

Batı emperyalizmi ve Zweig’ın hayallerini süsleyen birleşik Avrupa savaş olabildiğince uzun sürsün istiyordu. Bu nedenle cinayet makinesi kusursuz çalışsın diye sürekli cepheye füze ve top mermisi yolladılar.

Ancak bunu da sürdürecek hallerinin kalmadığı anlaşılıyor.  

Avrupa ülkeleri bir savaş ekonomisine sahip değiller. Bu egemen sınıflarının barışsever olduğunu göstermiyor. Birinci Dünya Savaşı esnasında dünyadaki hemen bütün köylü halklar Avrupa’nın emperyalist devletleri tarafından sömürgeleştirilmişti ve aralarında büyük bir paylaşım rekabeti doğmuştu. Bu durum büyük orduları ve askeri sanayiyi beslemelerine neden oluyordu.

Şimdi ise Avrupa devletlerinin ve tekelci sermayelerinin böyle bir iddiası kalmadı, çünkü dünya üretiminde ağırlık noktası Asya’ya kaymış durumda.

İçlerinde hala sömürge ruhunu koruyan ve buna göre askeri olarak görece güçlü Fransa’nın nasıl eski sömürgelerinden tekme yiyerek diskalifiye olduğunu canlı olarak izliyoruz.

Yine de canlarını dişlerine takıyorlar, vekâlet savaşını uzatabilmek için zorunlu askerliği yürürlüğe koymaya çalışıyorlar, askeri bir ekonomi yaratmak için kendilerini zorluyorlar. Ama bütün bu çabalar Ukrayna’da cephenin çökmesini engellemeye yetişmeyecek gibi gözüküyor.

ABD savaşı uzatabilmek için Rusya içlerini vuracak uzun menzilli füzelerin Ukrayna ordusu tarafından kullanılması için bastırıyor. Bu adımın bütün Avrupa’ya yayılacak bir savaşı tetikleme riski taşıdığının herkes farkında. Almanya bunun korkusuyla uzun menzilli füze üretimini durduğunu açıkladı.

Savaşın niye uzun sürmesini istediklerini biliyoruz. Emperyalist hegemonya krizindeki ABD’nin esas hedefi Çin’deki sermaye birikimi. Bir Pasifik Savaşında Rusya’yı elemek veya zayıf düşürmek istiyorlar. Yoksa ne Ukraynalı gençlerin canı, ne yıllara yayılan savaşın getirdiği yıkım umurlarında, ne Ukrayna’nın toprak kaybı.

Ama olmadı, Rusya ekonomik yaptırımlara rağmen Asya ile girdiği ekonomik bütünleşme ile çaptan düşmedi. Avrupa’nın aksine yeni yayılmacı bir ülke olarak askerileşmiş bir ekonomi kurdu. Hatta Savunma Bakanlığı’na bir asker yerine bir ekonomi uzmanı getirildi.

Şimdi ne olacak?

ABD kaybedilen Ukrayna savaşında nasıl bir taktik izleyecek? Vakitleri daralıyor. Avrupa’yı kana mı bürüyecekler, Pasifik Savaşının düğmesine erken mi basacaklar? Bir de kontrolden çıkmış bir yarılmanın ürünü olan ABD Başkanlık seçimi geliyor.

Gelelim Zweig’a. 82 yıl önce veya şimdi durumu hiç ümitkar değil, yine kaybedecektik dahi edebiyatçıyı. Dekordaki Avrupa kültürünün arkasındaki tekelci sermayeyi hiç göremedi Zweig. Onun habis aklını, kanla beslenen rekabetçiliğini, tekelci sermaye dünyaya hâkim olduğu sürece savaşların bitmeyeceğini ve tekrarlanacağını göremedi.

Zweig’ı kurtarmanın tek yolu onu örgütlemekten geçiyordu. İnsanlığın kalıcı barış içinde yaşamasının ancak yaygın bir sosyalizmde olduğu fikrine örgütlemekten. Daha iyi ve güzel bir dünyanın emekçi sınıfların siyasi iktidarıyla birlikte geleceğine inanmaya ikna etmekten.

                                                        /././

1912-1914 dönemi: Bolşevikler işçi sınıfının temsiliyetini nasıl kazandı? (Furkan Anlar-GELENEK)

Bolşeviklerin öncülüğünde Rus işçi sınıfı bir “sınıf” gibi hareket etme emareleri gösteriyor, ekonomik talepleri aşan istekler ve arzular mücadeleye dâhil oluyordu.

Açıkça ilan ediyoruz ki, Bolşevik fraksiyonun tek başına tüm işçi-emekçi hareketini kucakladığı iddiası, iki Sosyal Demokrat fraksiyonun Rusya’daki tüm sosyalist hareketi tek bir çatı altında toplama çabası kadar mantıksız ve saçmadır. Gelecek yalnızca tüm sosyalist eğilimlerin tek bir partide birleşmesine aittir. “Ve 1900’ün başında bu sloganı atan bizler, sonuna kadar bu slogana sadık kalacağız.

Volnaya Mysl-Sayı 3 

Lenin yazısında Sol Narodniklerin gazetesi Volnaya Mysl’dan yukarıdaki alıntıya yer veriyor ve şunu ekliyordu; 

Bolşeviklerin sınıf bilincine sahip işçilerin çoğunluğunun desteğine sahip olduğu, düşmanları tasfiyecilerin öfkeyle ve sıkılı dişleriyle de olsa kabul etmek zorunda kaldıkları bir gerçektir.

Bu, duygularla çürütülemez. İşçiler, “mantıksız ve saçma” sözleriyle onlara bağırılırsa korkmayacaklar; sadece gülümseyecekler.1

Lenin bu satırları Aralık 1913’te yazıyordu. Bolşevikler işçi sınıfı adına söz söyleme yeteneği kazanmış ve bu durum bu konumu gözüne kestiren diğer örgütlerce de kimi zaman dürüstçe kimi zaman da yukarıdaki alıntıda olduğu gibi arkadan dolanarak tartışılmaya başlanmıştı. 

Hâlbuki birkaç yıl öncesine baktığımızda ne Bolşevikler ne de Rusya’da işçi sınıfının somut durumu böyle bir görüntü veriyordu. 1905 Devrimi’nin yenilgisinden sonra özellikle 1907-1910 arası Rusya’daki devrimci hareket ricat halindeydi. 

Örgütler dağıtılmış, devrimci kadrolar ya tutuklanmış ya da sürgüne gönderilmişti. 1905’te grevlerde yüzbinleri bulan işçi sınıfının hareketliliği ortadan kalkmıştı. Ve belki de çarlığın bu saldırısı sonucunda 1905 devriminde kadrolarını seferber eden Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) en büyük hasarı almıştı. Bahsi geçen yıllara baktığımızda RSDİP’in sürgünde, yurtdışında ya da tutuklu olmayan Merkez Komitesi üyesi bulunmadığından neredeyse MK toplantısı dahi yapamadığını, yapsa dahi isimlerin sürekli değiştiği ve bir ortak strateji kurulamadığı görülüyordu. Örgütler ise ya dağılmış ya da kan kaybediyordu. Lenin 1908 yılının muhasebesini yaptığı bir yazısında ise şöyle yazacaktı;

Bir parçalanma yılı, bir ideolojik ve siyasi ayrışma yılı, bir Parti sürüklenmesi yılı geride kaldı. Tüm Parti örgütlerimizin üye sayısı düştü. Bazıları -yani en az proleter üyeye sahip olanlar- paramparça oldu2

 Parti dışarıdan bir baskı görürken diğer yandan da her geri çekiliş ve yenilgi döneminde karşılaşılabilecek “kendi varlığını dahi tartışmaya açan bir özeleştiri” furyası ile uğraşıyordu. 

Parti içinde bir daha Rus coğrafyasında 1905’teki gibi bir devrimci yükselişin yaşanmayacağını düşünen ve o tarihte hala Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin bir parçası olan Menşevikler, Partinin Duma dışındaki bütün gizli devrimci faaliyetlerinin sonlanmasını talep ediyor ve yakın bir tarihte tekrarlanacağını düşünmedikleri devrimci yükselişe kadar da parlamenter sınırlar içerisinde mücadele verilmesi gerektiğini savunuyordu. Sendikaları, meslek örgütlerini partinin ikamesi olarak değerlendiriyorlardı. Fazlaca sağa kaymış bu yorumun karşı ekseninde ise Otzovistler vardı. Onlar ise partinin yasal alanda devam eden bütün devrimci faaliyetlerini sonlandırmasını ve yeraltına çekilmesini savunuyordu. 1912’de parti karşıtı gruplar “Ağustos Bloğu” denilen oluşumda bir araya gelecekti. Bolşevikler böyle koşullar altında 1910 yılına giriyordu. 

Rus işçi sınıfı ise zayıf olsa da hareketlenme emareleri göstermeye başlamıştı. 1910’da Lev Tolstoy’un ölümüyle başlayan fabrika grevleri ve onu takip eden öğrenci hareketleri devrimci mücadeleye de bir canlılık getirmişti. Kayıtlara göre bu yıllarda ülke genelinde yüz bin işçi değişik zamanlarda grevlere katılmıştı. 

Diğer yandan da Rusya’da imalat sektöründe geçmişe oranla büyük işletmelerde yoğunlaşma artıyordu. 500 ve daha fazla işçisi olan büyük işletmelerde 1901’de tüm işçilerin %46,7’si çalışırken, 1910’da bu tip işletmelerde tüm işçilerin %54’ü yani tüm işçilerin yarısından fazlası çalışıyordu.

Bolşevikler değişen havanın kokusunu almaya başlamışlardı bunun en büyük kanıtı ise 1912 yılının Ocak ayında topladıkları parti konferansında aldıkları kararlarda gizliydi. 

1912 Prag Konferansı, Yeniden Kuruluş 

“Nihayet, tasfiyeci alçaklara rağmen, partinin ve onun Merkez Komitesinin yeniden doğuşunu sağlamayı başardık. Umarım siz de bu sevincimizi paylaşırsınız.”
(Lenin’den Gorki’ye Prag Konferansı’nın Sonuçları Üzerine-1912)

Komintern yöneticisi Osip Piatnitsky, Ekim Devrimi’nden önce Menşeviklerin, toplantılarının gündemine sürekli “Mevcut Durum” başlığını eklemeleri nedeniyle Bolşeviklerle alay ettiğini söylüyor. Ancak diyor ve ekliyor; “Her verili durumda doğru taktiklerin benimsenmesi ve dahası bu taktiklerin doğru bir şekilde uygulanması büyük bir sanattır. Bu sanatta ustalaşmak, mücadeleyi ve kitleleri kazanma görevini ilerletmek anlamına gelir.3

Devrimci mücadelenin diyalektiğe uygun bu kavranışı Bolşeviklerin değişme emareleri önce fark etmelerine ve belki de kuvvetlerini bu değişimi hızlandırmak yönünde tahkim etmesine yol açıyordu. Bu “uyanıklık” Bolşeviklerin 1912 ve 1914’te o işçi sınıfının hareketlendiği zamanda tartışmasız bir şekilde sınıfın öncüsü konumuna gelmelerini sağlıyordu. Ve Prag Konferansı belki kendisinin de varlık nedenini açıklayan önceki birkaç yıla dair şu değerlendirmeyle açılıyordu.

Başta proletarya olmak üzere geniş demokratik çevreler arasında siyasi bir canlanmanın başlangıcı kaydedilmelidir. 1910-11’deki işçi grevleri, gösterilerin ve proleter toplantıların başlaması, kentli burjuva demokratlar arasında bir hareketin başlaması (öğrenci grevleri), vb. kitlelerin Üçüncü Haziran rejimine karşı artan devrimci duygularının göstergeleridir” 4

Ve yine bir “Mevcut Durum” değerlendirmesi sonrası parti, 1912 yılının Ocak ayında Prag’da Çek Komünistlerinin lokalinde yaklaşık iki hafta sürecek yoğun bir konferans sürecine giriyordu. 

Konferansın önünde duran görev çetrefilliydi. Bir yanda gericilik yıllarında hem ideolojik hem örgütsel birliği zarar görmüş partinin yeniden ayağa kaldırılması sorununu çözmek, diğer yandan da hareketlenme emareleri gösteren Rus işçi sınıfı ile güçlü bağlar kurmak, sınıfa siyaset taşımak, işçi sınıfının tartışmasız öncüsü konumuna gelinmesi gerekiyordu.

Yapılacak çok iş ancak az zaman vardı. 

Bu konferansta Bolşevikler tartışmaların sonucunda işçi sınıfı adına söz söyleme yetkinliğine ulaşabilmek için kanımca iki önemli hedef belirliyor. 

1-İşçi sınıfını “Devrim” fikrinden uzaklaştıracak bütün siyasi öznelerle partinin arasına mesafe koymak ve onların sınıfla olan bağını en aza indirmek. 

 2-Parti merkezinin sıkı denetiminde örgütlerin işyeri temelli yeniden yaratılması 

Bolşevikler açısından tarihi öneme sahip bu konferansın belki de en “sansasyonel” kararı yukarıda Lenin’in Gorki’ye yazdığı mektupta da belirttiği gibi Menşeviklerin partiden tasfiyesiydi. 

İşçi sınıfı adına söz söyleme yeteneği kazanmak isteyen siyasi odak sadece Bolşevikler değildi. Menşevikler, Sosyalist Devrimciler vb. irili ufaklı birçok örgüt Rus işçi sınıfının içinde belli bir örgütlülüğe sahipti. Bolşevikler kalıcı bir birikim yaratacaklarsa eğer diğer sol örgütlerden “farklarını” işçi sınıfına iyi anlatabilmeliydi. Çok açık, 1912 Prag Konferansı’yla beraber Bolşevikler için bir hesaplaşma dönemi başlıyordu. 

Bu dönemde Bolşevikler işçi sınıfı üzerindeki etkilerini azaltacak tüm örgütlere karşı oldukça agresif bir tutum ile müdahale ediyordu. “Devrim” fikrine alan açılmak zorundaydı. Bu nedenle Bolşevikler, Menşevikleri sadece partiden uzaklaştırmakla kalmıyordu. Özellikle 1912’de başlayan hareketlilikte sendikalar, meslek örgütleri, kulüpler ve sigorta sandıkları önceki dönemdeki atıl işlevinden sıyrılıp canlanan ve kitleyle temas eden odaklar haline gelmişti. Bu hareketli dönemde tasfiyeciler için sığınak işlevi gören bu kurumları Bolşevikler hedefliyor ve özel bir çalışmayla birer birer etkisi altına alıyordu. Tasfiyecilerin sınıf ile olan bağını en aza indiriyorlardı. 

Örnek olsun 1913’te St. Petersburg işçilerinin öncüsü olan metal işçilerinin yoğun bir şekilde yer aldığı Petersburg Metal İşçileri Sendikası’nın üç bin işçisinin katıldığı seçimlerde Bolşeviklerin listesine karşı tasfiyecilerin listesi yalnızca 150 oy alıyordu. Sadece kendini anlatan bir pozisyondan çok oyun kuran ve karşı tarafın kendini açıklamasına yol açan bir strateji takip ediliyordu. Hesaplaşma kararı Prag Konferansı kararlarında şöyle yer alacaktı;

…Parti aynı zamanda karşı-devrimci görüşleri ve burjuva liberallerinin (başta Kadetlerin partisi olmak üzere) sahte demokrasi anlayışını ısrarla teşhir ederek, çarlık otokrasisine ve onu destekleyen büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin partilerine karşı amansız mücadele yürütmelidir. Proletaryanın partisinin, proleter olmayan diğer bütün partilerden bağımsızlığının korunması (Trudovikler, Narodnikler ve Sosyalist-Devrimciler gibi başlıca) demokratik grupların sahte sosyalizmlerinin küçük burjuva karakterinin gösterilmesi ve bunların demokrasi görüntüsü altında, kitlesel devrimci mücadelenin sorunları üzerinde yalpalamalarının yol açtığı zararın teşhir edilmesi noktalarına özellikle dikkat edilmelidir.5

Parti örgütlerinin işyeri temelli yeniden yaratılması/canlandırılması kararı ise işçi sınıfı partisinin sınıfın öncülüğünü elde edebilmesi açısından kritik önemde duruyordu. Bolşeviklerin parti örgütlenmesinin temelinde görece güçlü oldukları 1905 öncesi dönem de dahil işyerleri ağırlık noktasını oluşturuyordu. 

 1912 Prag Konferansı’nda ise öncelikli görevin ekonomik temelli başlaması muhtemel grevlerde mutlaka işçi sınıfının yanında olmak ve sonrasında ise mümkün olan en fazla sayıda işçiyi devrimciyi mücadeleye katmak, siyasi talepli grevler örgütleyebilmek gibi daha geniş bir amaç etrafında çalışılması gerektiğini söylüyordu. Bunun içinse işyeri birimleri olmazsa olmazdı. 

Parti, konferansta hızlıca fabrikalarda işyeri birimlerinin kurulmasını karar altına alacaktı.

1912’in Ocak ayında toplanan bu konferans sırasında Rusya’da işçi sınıfı dinamiği istikrarlı bir yükseliş içinde olmasa da bir dalgalanma arz ediyordu.. Menşevikler, 1905 sonrasında uzunca bir süre herhangi bir devrimci yükselişin yaşanmayacağını söylüyorlardı ve planlarını buna göre yaptılar. Parlamenter mücadele ve kitle örgütlerinde güçlerini tahkim ettiler. Bolşevikler ise suyun başka türlü akacağını düşünüyordu. 

Bolşeviklerin haklı çıkması için çok beklemesine gerek kalmayacaktı. Prag Konferansı’ndan sadece üç ay sonra Lena olayları ile birlikte yeni bir dönem başlıyordu. 

Suskunluk buzlarını kıran olay; Lena Grevi

Stalin, Lena olaylarını değerlendirdiği Bolşeviklerin o dönemki haftalık gazetesi Zvezda (Yıldız)’da, “Lena’da patlayan silahlar, suskunluk buzlarını kırdı ve halk hareketinin nehri sökün etti6 diye yazıyordu. 

Sibirya yakınlarındaki Lena Nehri kıyılarında bir maden şirketine ait olan altın sahalarında 15-16 saate varan çalışma koşulları, düşük ücret ve yenilmeyecek derecede kötü yemeklerden dolayı altı bin işçi 4 Nisan 1912’de greve çıktı. Çarlık polisi müdahalesi sonucu 250’e yakın işçi hayatını kaybetti. Çar’ın İçişleri Bakanı Makarov da Lena Grevi’nde ölen işçilerin arkasından “Daha önce de böyle oldu, bundan sonra da böyle olacak” deyince bir fitil ateşlenmiş oldu ve tüm Rusya’da Lena Grevinin kanla bastırılmasına karşı siyasi grevler başladı. Bu grevlere yaklaşık 300.000 işçi katılmıştı. Ardından gelen 1 Mayıs da grevlerle geçiyor ve yaklaşık 400.000 işçi iş bırakıyordu. Lena Grevi ile 1912’den 1914’ün sonuna savaş başlayıncaya kadar sürecek devrimci yükseliş dönemi başlıyordu. 

Rusya’nın birçok yerinde irili ufaklı kimi ekonomik talepli kimi de ustabaşının baskısından ya da başka fabrikadaki işçi arkadaşının ölümü üzerine başlayan daha kapsayıcı taleplere sahip siyasi grevler yaşanıyordu. Bolşeviklerin düşündüğü başına gelmişti. Prag Konferansı’nın varlık nedeni olan çelişki, yani bir yandan parti örgütlerini ayağa kaldırmak diğer yandan da yükselen işçi sınıfı hareketinde sınıf adına söz söyleyebilme meşruiyetine kavuşma sorunu pratik bir mücadele olarak karşılarında duruyordu. 

Bolşevikler bu soruna hızlıca müdahale etmeye başladı. 

Pravda

Stalin Pravda için şöyle yazıyordu; “1912 yılının Pravda’sı; Bolşevizm’in 1917 yılındaki zaferinin temel taşını atan işte buydu.7

Sadece iki yıl yayımlanan ve sayfa sayısı dördü geçmeyen Pravda bu soruna ilk müdahaleydi ve 1914’e gelindiğinde 6.000 işçi grubundan bağış alan bir gazete haline gelmişti. Gazete parti ile o kadar bütünleşmişti ki Bolşeviklerin bir dönem adı “Pravdacılar”a çıkmıştı. Ayrıca belirtmek gerekir ki farklı dönemlerde farklı ihtiyaçları gidermek amacıyla onlarca yayın çıkaran Bolşeviklerin hiçbir yayını Pravda’nın etkisine ulaşamayacaktı. 

Bolşevikler, Lena Grevi sırasında Zvezda (Yıldız)’ı çıkarıyor ve haftalık bu gazete Lena Grevi’nde çok iş görse de Nisan 1912 ile beraber işçi sınıfı hareketi açısından gündemin hızlı değiştiği, sanayi havzalarındaki fabrikaların kaynadığı bir ortamda günlük bir gazeteye ihtiyaç duyuluyordu. 5 Mayıs 1912’de çıkmaya başlayan Pravda, kısa sürede işçi sınıfı arasında yaygınlaşacaktı. 

Bu ihtiyacı sadece Bolşevikler görmemişti, Menşevikler de günlük gazete Luç (Işın)’ı çıkarmaya başlamıştı ancak Bolşeviklerin günlük tirajı 40.000’lere ulaşırken Luç sadece 15-16 bin satıyordu. 

Lenin, Pravda ve diğer gazetelerin tirajlarına, aldıkları bağış miktarına çok önem veriyor, defalarca yazılarında Pravda’nın tirajı ve aldığı bağışlarla diğer gazeteleri karşılaştırıyordu. İşçi sınıfı adına söz söyleme yeteneği kazanmanın sınıfın tümünün sahiplendiği, orada yazılanları kendi sözü olarak gördüğü bir yayından geçtiğini biliyor ve Lenin “Rusya’nın Sınıf Bilinçli İşçilerinin Çoğunluğunun İsteği Nedir” adlı yazısında şöyle yazıyordu; 

İşçi gazeteleri. Proletaryanın farklı işçi gazetelerine verdiği destek, onun siyasi iradesini ortaya koyuyor ve temsil ettiği eğilimi gösteriyor”.8

Menşeviklerin de “Pravda Salgını” diye adlandırdıkları etkinin nedenleri üzerinde düşünmek gerekiyor.  Bana kalırsa Pravda, 1912-14 döneminde Rus işçi sınıfının ihtiyaç ve talepleri ile paralel son derece “odaklı” ve “taraflı” bir gazeteydi. 

 Her gün grevlerden işçilerin imzasıyla yazılar yayınlanıyor, uçsuz bucaksız Rus coğrafyasında başlayan grevlerin birbiri ile bağı kuruluyordu. Kimi zaman uzun süren bir grev için dayanışma örgütleniyor kimi zaman da diğer fabrikalarda olan bitenlerden diğer işçilerin bilgi sahibi olması sağlanıyordu. Kabına sığmayan işçi sınıfının Rusya’daki mücadelesini görmek isteyen Pravda’yı okumak zorundaydı. 

Örneğin 1912-14 döneminin en uzun ve Sibirya’nın en ücra bölgesindeki işçiyi bile etkileyen grevlerden biri olan “Lessner Grevi” bir ustabaşının iftirasını gururuna yediremeyen ve intihar eden işçinin cenazesinde yaşanan olaylarla başlamıştı. Cenazede işçilerin galeyana geleceğini tahmin eden Çarlık polisi, cenazenin saat kaçta ve hangi mezarlıkta gömüleceğini sır gibi saklamış ancak bu bilgiye erişen Bolşevikler cenaze saatini ve mezarlığı Pravda ile diğer tüm işçilere duyurmuştu. 

Dört sayfalık gazetenin olmazsa olmaz köşelerinden biri işçilerden gelen mektuplar oluyor ve bu köşede işçiler, yaşadıkları haksızlıkları ve çalışma koşullarını anlatıyordu. 

Gazete de bir yandan Menşeviklerin, Rusya’da değişikliklerin parlamento içindeki reformlarla elde edilebileceğini savunan bir yazısı ile polemik yapıyor ve Rusya’da ancak bir devrimle sorunların aşılabileceğini savunuyordu. Zinovyev, Pravda’nın Menşeviklerle mücadelesine dair ise şöyle yazıyordu; 

Pravda, Menşeviklerin çoğunlukta olduğu fabrikaları bir bir kopardı. İşçiler onlarca, yüzlerce haberi hareketin merkezi ve örgütleyicisi haline gelen gazeteye yolluyordu. Büyük politik öneme sahip tüm işçi sendikalarının, metal işçileri sendikalarının ve işçi yardımlaşma derneklerinin seçimleri ve toplantıları, Pravda aday listeleri ile Pravda’nın gölgesi altında gerçekleşiyordu”.9

İşyeri birimleri

Lenin, 1922 Aralığında Komintern’in 4. Dünya Kongresinde, bir önceki kongrede “Komünist Partilerin Örgütsel Yapısı ve Çalışmalarının İçeriği” adıyla alınan kararı tekrar tartışmaya açıyordu. Elli maddeyi aşkın uzun bir karardı bu. Lenin “Harikulade” bulduğu ve tüm maddelerinin altına imzasını atacağını söylediği bu karar için ekliyordu; “Yabancı dostlarımız bu karardan hiçbir şey anlamayacaktır, çünkü karar gereğinden fazla Rusça10

Lenin’in kastı bir dil bariyerinden ziyade kararın içeriğinin Rus ruhuyla dolu olmasıydı. “Biz” diyordu “Rus deneyimimizden edindiklerimizle yabancılara nasıl yaklaşacağımızı bilememişiz, bu yolla hiçbir şey kazanılmaz. Onlar Rus deneyinin makul bir parçasını sindirmek zorundalar. Bu nasıl olur bilmiyorum…11

Lenin, Rus deneyiminin zengin somutluğunda evrensel olabilecek kimi ögeleri tespit edebilmek için kendilerinin de “anlamak” ve “öğrenmek” zorunda olduğunu kongreye dürüstçe söylüyordu. 

Lenin’in bu ısrarına ve böyle bir çalışmaya 1920’lerin ilk yarısında ise epey ihtiyaç vardı. Rusya dışında işçi iktidarları birer birer yenilmiş ve özellikle Avrupa’da “Devrim” geri çekilmeye başlamıştı. Kapitalizm ise içine girdiği bunalımdan çıkıyor ve kendini ekonomik açıdan yeniden organize ediyordu. 

Bunlarla beraber Komintern yöneticisi Bolşevik lider Piatnitsky’nin dikkat çektiği başka sorunlar da vardı. Piatnitsky, Rusya’nın bütün geriliğinin yanında bir konuda avantajlı olduklarını çünkü Rusya’da hiçbir zaman 2. Enternasyonal’den kopan güçlü bir sosyal demokrat partinin var olmadığını ancak şu an Avrupa’daki diğer Komünist Partilerin birçoğunun bu baskıyı kırmakla uğraştığını kimisinin de parti içindeki sosyal-demokrat unsurları hala temizleyemediğini söylüyordu. 

Ekim Devrimi’nin ardından beklendiği gibi peş peşe işçi iktidarlarının kurulmayacağı dahası yeni bir gericilik döneminin açıldığı anlaşıldığında Komintern’in önünde duran en önemli görevlerden biri, diğer Komünist Partilere bu yeni dönemde Rus deneyiminden cephane sağlamak olacaktı. 

Bolşevikler bu sefer kendi tarihlerine bakacak. O tarihte evrensel ve kalıcı olanı bulmaya çalışacaklardır.

Bu çalışmalar sanıyorum ki Komintern’in Temmuz 1924’te topladığı Beşinci Dünya Kongresinde etkisini gösteriyordu. 

Bu kongrede ilk kez duyurulan “Komünist Partilerin Bolşevikleştirilmesi” çağrısı 1924’ten sonra Komintern’in temel sloganlarından biri belki de en önemlisi olacaktı. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi (KEYK) tarafından bu çağrıdan ne anlaşılması gerektiği tezler haline getirilirken öncesinde Lenin’in 1922’de yaptığı uyarıya benzer bir şerh düşülüyordu; “Bolşevikleştirme, Rus bolşevizminin deneylerini mekanik biçimde öteki ülkelere taşımak değildir. Bolşevik, her şeyden önce kendi somutluğunda yolunu bulmaya çalışır

Ve “Bolşevizasyon” çağrısı içerisinde belki de en çok tartışılan ve uygulanması için KEYK tarafından da üzerinde durulan başlık “Partilerin işyeri hücreleri temelinde yeniden yapılandırılması” idi. 

“İşyeri temelinde örgütsel inşa” çağrısı Bolşeviklerin devrimden sonra kendi tarihlerine baktıklarında arızi bir deneyden ya da örgütsel bir formdan daha çok evrensel ve kalıcı bir öge olarak gördükleri ve diğer Komünist Partilere, özellikle de sosyal demokrasiye karşı mücadele eden partilere sundukları bir stratejiydi. 

Bana kalırsa bu çağrı, nesnelliğin yarattığı bir ihtiyaç olmakla beraber Bolşeviklerin kendi tarihlerine baktıklarında “fazla Rusça olmayan” kalıcı ve evrensel ögeleri saptamaları sebebiyle de kritik bir önem taşıyordu.

Partinin işyerlerinde var edilmesi gericilik yıllarında devrimini arayan bir parti için olmazsa olmazdı. 

Bolşeviklerin tarihinde “işyeri hücreleri”nin kritik rol oynadığı tarih aralığının başlıcası ise 1912-14 aralığıydı. 

Prag-Krakow-Poroni̇no Konferansları, İşyeri̇ hücreleri şeki̇lleniyor

Ocak 1912’deki Prag Konferansı’nın üzerinden bir yıl geçmeden, Krakow Konferansı yapılmış ve onun üzerinden de bir yıl geçtikten sonra Poronino Konferansı yapılmıştı. Neredeyse üç yılda üç kez parti tüm kurullarıyla toplanma ihtiyacı hissetmişti. 

Parti, dönemin ve mücadelenin hızıyla paralel ilerliyordu. 

Prag Konferansı’nın ardından ilk yıl içerisinde ise devrimci hareket hızla gelişmiş, işçi sınıfı ekonomik talepli grevlerin yanında siyasi talepli birçok greve çıkmıştı. Lena Grevi’nin başladığı andan itibaren işçi sınıfı ile beraber mücadele etmeye başlayan Bolşeviklerin, işçi sınıfının yükselişiyle beraber çıkarmaya başladığı Pravda, yukarıda da bahsedildiği üzere,  oldukça ses getirmiş ve fabrikalarda elden ele dolaşmaya başlamıştı. 

Yine de bu dinamik ve sürekli değişen süreç içerisinde parti, sınıfın temsilini eline alabilmek için kalıcı mevziler elde etmek zorunda olduğunu biliyordu. Bu amaçla Prag Konferansı’ndan sadece bir yıl sonra (başta Konferans olarak planlamasına rağmen polis baskısı nedeniyle bazı MK üyeleri ve yerel delegelerin Krakow’a ulaşamamasından dolayı)  “Krakow Toplantısı” adı verilen bir toplantı yapılacaktı.

Toplantı, ayların günler gibi geçtiği 1912 yılının oldukça iddialı bir muhasebesini yaparak açılıyordu; 

Sosyal-Demokratların en önemli görevlerinden biri, 1912 deneyiminin sistematik bir değerlendirmesini yapmaktır; çünkü o yıl Rusya’daki işçi sınıfı hareketinde büyük ve tarihi bir değişim yaşanmıştır. Mesele yalnızca gerileme ve dağılmanın yerini bir canlanmaya bırakması değildir. İşçi sınıfı kapitalistlere ve Çarlık monarşisine karşı büyük bir saldırıya geçmiştir. Ekonomik ve siyasi grev dalgası o kadar yükseldi ki, bu açıdan Rusya bir kez daha dünyanın en gelişmiş ülkeleri de dâhil olmak üzere tüm ülkelerinin önüne geçti.12

Bolşevikler, Krakow’da her şeyi sil baştan ele almıyordu. Prag Konferansı’nda çizilen stratejinin bir uzantısı olarak Partinin işçi sınıfı üzerindeki etkisini kıracak tüm siyasal öznelerle ayrışmak ve onları fiilen tecrit etmek ile Parti merkezinin denetiminde işyeri birimleri kurma stratejisi devam ediyordu. 

Parti, 1912 yılında yaşananların da verdiği güvenle işçi sınıfının temsiliyeti konusunda partinin durduğu biricik yerin sınırları daha net çiziliyordu. Parti MK’sı sınıfın kurtuluşunun partinin yükselişiyle bağlantılı olduğunu vurguluyor ve konferans açılış metninde “Sosyal-Demokrat proletaryanın birliği, Partisi RSDİP’nin birliği olmaksızın mümkün değildir.” diyordu. 

İşyeri birimleri meselesi ise Krakow’da bu sefer daha detaylı ele alınıyordu. Parti dönemin koşullarının fabrikalara yerleşmek ve orada kalıcı mevziler elde edebilmek için uygun olduğunu saptıyor buna paralel Rusya’da yükselen işçi sınıfı hareketi kendisini, özellikle ilk dönemde grevlerle ortaya koyuyordu. Bu grevleri örgütleyebilmek ya da bir patlama, bir işçinin ölümü ile “kendiliğinden” patlak veren grevlerde işçilerin yüzünü döndüğü odak olabilmek için fabrikalarda, üretim yerlerinde söz sahibi olabilmek önemliydi. 

Bu konuda yol alındığını görüyoruz. 

Savaş Bakanlığına patlayıcı üreten bir fabrikada meydana gelen patlama sonrasında başlayan “Oktha Fabrika Grevi” 1913 yılı boyunca tekstil sektöründe süren lokavta karşı şehrin meydanlarında ve sokaklarında gösteriler düzenlenmesi ya da “Tersane Grevi”nde Bolşeviklerin müdahalesini görüyoruz. 

1912-14 döneminde son derece stratejik olarak bazı sektörler -örneğin metal ve tekstil  hedeflenerek kritik fabrikalara yerleşilmişti. Parti Krakow’da, işyeri birimlerine dair şu kararı alacaktı; 

Şu anda örgütsel çalışma alanındaki başlıca acil görev, tüm fabrikalarda işçiler arasındaki en aktif unsurlardan oluşan Parti komiteleri kurmaktır. İşçi sınıfı hareketindeki muazzam yükseliş, yerelliklerin büyük çoğunluğunda fabrika Parti komitelerinin yeniden kurulabileceği ve var olanların güçlendirilebileceği koşulları yaratmaktadır.13

Prag Konferansı’ndan itibaren belli bir yol da alınmıştı. Krakow’da, en iyi örgütlenme başarısını St. Petersburg Komitesi’nin başardığı ilan ediliyordu. Bu komitenin birleşimi fabrika ve mahalle komitelerinden seçilenlerden oluşuyordu. Fabrikalardaki hücreleri en aktif çalışan komite buydu. Öyle ki Petersburg’da 1913 yılında gerçekleşen herhangi bir grevde St. Petersburg Komitesinin bir izi mutlaka vardı. 1913 1 Mayıs grevlerine toplamda 250.000 işçi katılıyordu. 1 Mayıs’tan sonra ise burjuva basını dahi, Partinin Petersburg’daki tek parti örgütü olan Petersburg Komitesi tarafından hazırlanan bildirilerin fabrikalarda elden ele dolaştığını yazacaktı. 

St. Petersburg Komitesi tarafından örgütlenen 1 Mayıs 1913’ün hemen ardından Lenin, Haziran ayında yazdığı bir makalede kitle örgütleri ve parlamenter mücadeleyi öncelemedikleri için kendilerini “sekter”likle suçlayan ve “olsa olsa iki ya da üç yüz üyesi olan bir partiye dönüşeceklerini” yazan Menşevik Luç Gazetesine şöyle cevap veriyordu; 

Ve aniden bir mucize gerçekleşir! Petersburg Komitesi Yürütme Komisyonu’nun yarım düzine üyesi tarafından alınan bir karar doğrultusunda – “iki ya da üç yüz” kişi tarafından basılan ve dağıtılan bir broşür- iki yüz elli bin kişiyi Petersburg’da tek bir adam olarak ayağa kaldırır.14

Poronino Konferansı ise bir yıl sonra “ülkede durum ciddileşiyor” diye açılacaktı. İşçi sınıfı hareketinin grevlerle yükseldiği ve siyasi talepli grevlerin bu dönemde daha fazla örgütlenebileceği vurgulanıyordu. Artık 1913 yılının yarısı bitmişti ve işçi sınıfı yaklaşık 1,5 yıldır hareketliydi. Konferans, “elde ne var?” Diye soruyor ve bu soruya yanıt yine St. Petersburg Komitesi üzerinden veriliyordu. 

Yanıt çok açıktı, parti işçi sınıfı içinde kalıcı mevziler elde etmeye başlamıştı. Bolşeviklerin işçi sınıfı içindeki örgütlülüğü ve bu örgütlülük sayesinde işçilerden gördüğü itibar başka odaklar tarafından da dikkate alınıyor ve Bolşeviklerin hamiliği kabul ediliyordu. Konferansa “St. Petersburg Komitesi Üyesi” imzasıyla sunulan raporda komitenin geçen bir yılda yaptığı çalışmalar ve siyasi etkisi üzerine partiye bilgi veriliyordu. Raporun ilk kısmında St. Petersburg Komitesi’nin artık Narva, Neva, Viborg ve Vasileostrovski mahallelerine yerleştiğini ve sıkı ilişkiler geliştirdiği belirtiliyor ve detaylı bir şekilde çalışmalardan bilgi veriliyordu; 

Komitenin tüm fabrika ve işyerleriyle bağı vardır ve buralardaki tüm gelişmelerden haberdar olmaktadır. Bölgenin örgütlenmesi şöyledir: Fabrikalarda çeşitli birimlerdeki parti üyeleri çekirdekler oluşturur ve bu çekirdeklerden delegeler de fabrika komitesini oluşturur. Küçük fabrikalarda, üyelerin bizzat kendileri komiteyi oluşturur. 
(…)
İşçiler komiteye itibar eder, tüm önemli sorunlarda onun yönlendiriciliğini ve talimatlarını bekler. Komitenin dönem dönem yayınladığı bildirilere özel önem verilir. 
St. Petersburg’daki sendikal örgütler, kendi inisiyatifleriyle politik grev çağrısında bulunmamaya ve St. Petersburg Komitesinin talimatları doğrultusunda hareket etmeye karar verdi.
15

Fabrikalardaki işyeri birimleri üzerinde şekillenen St. Petersburg Komitesi o dönemki Rusya’da işçi sınıfının hem nicelik hem nitelik açısından kritik önemde bulunan metal ve tekstil gibi sektörlerde işçilerin tartışmasız temsilcisi konumuna gelmişti. 

Parti artık işçi sınıfı içine iyice yerleşiyor ve sadece St. Petersburg’da değil ülke genelinde işçi sınıfı adına söz söylüyordu. Konferans sonunda artık ülke genelinde bir grev örgütlenebileceği ve bu konuda inisiyatifin St Petersburg Komitesi ve Moskova’daki örgütlere bırakıldığı karar altına alınıyordu. 

Bu raporu komitenin yürütmesi adına kaleme alan yürütme üyesi ise St Petersburg’un işçileri arasında -özellikle Krakow toplantısının ardından- partinin artan etkisini anlattıktan sonra şaşırdığı bir durumu da ekliyordu:

Nadiren bir tasfiyeciyle karşılaştım ya da adını duydum; başlangıçta bu beni şaşırtıyordu fakat sonradan metal işçilerinin bir toplantısında tasfiyecilerin St. Petersburg’da hemen hiç bulunmadıklarını öğrendim.16

Açıkça görülüyor, Bolşevikler 1913’ün sonunda ince hesaplanmış ve odaklı bir çalışmayla bazı fabrikalarda tam kontrolü sağlamıştı. 

1914 yılı grevleri

1914 yılına gelindiğinde ise Rusya’nın dört bir yanından grev haberleri geliyordu. Bunlardan biri olan Izorski Fabrikası’nda başlayan grevdi. Bu grev St. Petersburg Komitesi’nin öncülüğünde yürüyordu. Çalışan işçilerin çeşitli ekonomik talepleriyle başlayan grev Donanma Bakanlığı’nın Kazaklardan oluşan bir müfrezeyi fabrikanın önüne göndermesiyle hızla “düzene karşı” bir siyasi greve dönüşüyordu. 

Moskova’da ise yüz bine yakın tekstil işçisi ücretlerin yükseltilmesi talebiyle greve çıkıyordu. Moskova’daki parti örgütünün ilerlettiği süreç boyunca Bolşevik Milletvekili Şagov da en başından itibaren işçilerin yanındaydı. 

1914 yılındaki Bakü Grevi ise Bolşeviklerin ince ince dokuduğu bir grevdi. Belki de 1914’ün kapsamı ve etkileri bakımından en önemli greviydi. Bu dönemdeki diğer grevlerin aksine bu grev “kendiliğinden” oluşmadı. Birkaç aylık dikkatli bir hazırlığın sonucuydu. 

Bakü’deki büyük petrol havzasındaki işletmelerde çalışan işçileri kapsayan grevin temel sebebi salgın hastalık tehlikesi olsa da, sanıyorum ki Bolşeviklerin müdahalesi olmasaydı Bakü grevinden bahsedilemezdi. Bolşevikler önce petrol havzasındaki büyük işletmelerde çalışan işçiler arasından seçilen temsilcilerle işyeri komiteleri oluşturmaya başladı. Bu komitelerle beraber ücret talebini belirginleştiren Bolşevikler havzadaki işletmelerde yaşanan diğer sorunları da ele aldı. Ancak grev, ücret talebinin yakıcı hale gelmesiyle değil havzanın yakınlarında ortaya çıkan bir verem salgını nedeniyle başlayacaktı. Çok kötü koşullarda yaşamak zorunda kalan Bakü işçileri arasında veremin yayılması an meselesiydi. Barınma koşullarının düzeltilmesi için elli bin işçi greve çıkıyordu. 

İşyeri komiteleri ise grev başladığında kendi aralarından seçtikleri temsilcilerle grevi idame edecek bir komite daha oluşturuyordu. Bu komite ile parti örgütü yakın işbirliği içindeydi. Altmışa yakın talep belirleyen işçilerin bazı talepleri “1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi” ve “8 saatlik işgünü” gibi siyasi yönleri de olan taleplerdi. 

Bakü’deki bu grev nedeniyle petrol üretiminin durma noktasına gelmesi Rusya’daki diğer sektörleri de etkiliyordu. Kısa sürede ülkenin gündemine oturan grevi bir diğer açıdan ilginç kılan ise bölgenin temel geçim kaynağı olan petrol işletmelerinde çalışan Azeri, Ermeni, Tatar, Rus ve İranlı işçilerin birlikte mücadele etmesiydi. Bolşevikler için bir eşiğin daha aşılmasıydı bu. 

Ancak savaşın ilanı ile Rus işçi sınıfının bu hareketliliği kesilecek ve ilk aylarda Bolşevikler yükselen bir milliyetçi dalga ile mücadele etmek zorunda kalacaktı. Yine de 1912-14 arasında Bolşeviklerin bir strateji dâhilinde ülkenin kritik sektörlerindeki işletmelere yerleşmesi, işçi sınıfının dinamik şekilde katıldığı meslek örgütleri, sendika, vb. tüm örgütlerde “Devrim” fikrine alan açması ve St. Petersburg ve Moskova’nın emekçi mahallelerde partinin kendini tekleştirmesi 1917’yi harlayan ateşin ilk kıvılcımları olacaktı. Lenin 1914’ün yaz aylarında geçirilen iki yıla dair “İşçi Sınıfı Hareketindeki Çeşitli Eğilimlerin Gücüne İlişkin Nesnel Veriler” makalesinde şöyle yazacaktı; 

Moskova’daki on üç sendikadan on tanesi Pravdist, üç tanesi ise Pravdistlere daha yakın olmalarına rağmen belirsizdir. Moskova’da tek bir tasfiyeci ya da Narodnik sendika yoktur. Bu nesnel verilerden çıkarılacak sonuç şudur: Pravdizm, burjuvaziden gerçekten bağımsız olan tek Marksist, proleter eğilimdir ve işçilerin beşte dördünden fazlasını örgütlemiş ve birleştirmiştir (1914’te, tasfiyecilerle karşılaştırıldığında işçi gruplarının yüzde 81,1’i). Tasfiyecilik ve Narodnizm kuşkusuz burjuva-demokratik eğilimlerdir, işçi sınıfı eğilimleri değil.

Pravdistlerin programatik, taktiksel ve örgütsel fikirlerinin, kararlarının ve çizgilerinin doğruluğu, 1912, 1913 ve 1914’ün yarısındaki işçi sınıfı hareketi deneyimiyle tamamen ve muhteşem bir şekilde doğrulanmıştır. Doğru yolda olduğumuza dair inancımızdan daha da büyük çabalar için güç almalıyız.17

Sıçramaya hazır aslan; Rus işçi sınıfı

Bu da olumsuz da olsa bir ifşadır. En azından bize yurtseverliğimizin içi boşluğunu, devletimizin sapkın doğasını görmeyi ve utanç içinde yüzümüzü saklamayı öğreten bir gerçektir. Gülümsediğinizi ve şöyle dediğinizi görebiliyorum: Bunun ne faydası olacak? Devrimler utançla yapılmaz. Benim cevabım ise utancın başlı başına bir devrim olduğu; Fransız Devrimi’nin 1813’te kendisini mağlup eden Alman yurtseverliğine karşı kazandığı zaferin ta kendisi olduğudur. Utanç, kendi içine dönmüş bir tür öfkedir. Ve eğer bütün bir ulus utanç duyarsa, bu tıpkı bir aslanın sıçramak için geri çekilmesi gibi olur.18

Marx’tan Ruge’a-1843

Çalkantılı bu iki yıllık dönem sonunda Bolşeviklerin müdahale etmeye çalıştığı Rus işçi sınıfı nasıl bir dönüşüm geçirmişti? Çoğu ekonomik taleplerden başlamış grevlerin ve gösterilerin Bolşeviklerin müdahalesi ile bu talepleri de kapsayan ama ötesine de geçen bir eksene oturduğu söylenebilir miydi?

Bu soruları olumlu yanıtlamak için elimizde çok veri var bir kısmı yukarıda paylaşıldı ancak bana kalırsa 1912-14 döneminde Rus işçi sınıfının değişimini yansıtan en çarpıcı örnek 1913 yılında gerçekleşen “Lessner Fabrikası Grevi” idi.

Yukarıda da bahsedilen grev şöyle başlıyordu; St. Petersburg’da bulunan Lessner Fabrikası’nda ustabaşılardan biri Strongin adlı işçiye birkaç yüz tane civata somunu vererek diş açmasını söylüyor, bu sırada oldukça küçük olan bu somunlardan birkaçı kayboluyordu. Strongin ise bunu ustabaşına bildirince ondan somunları hemen bulmasını bulamazsa “hırsızlık” nedeniyle işten kovulacağı cevabını alıyor ve “hırsızlık” damgası Strongin’in gözünde büyüyor dayanamayacağı kadar ağır geliyordu. 

Strongin, gece vardiyasında fabrikada kendini asıyor, gerisinde ise her şeyden ve herkesten önce fabrikadaki diğer işçi arkadaşlarına mektup bırakıyordu.

Mektuba “Yoldaşlar” diye başlıyor ve masum olduğuna dair “işçi onuru” üzerine yemin ederek bitiriyordu. Bu mektubu okuyan diğer işçiler kelimenin tam anlamıyla çılgına dönüyor ve işçiyi intihara sürükleyen müdürün kovulmasını talep ediyordu. İşçiler önce polisler tarafından saklanan Strongin’in cenazesinin yerini Bolşeviklerin yardımıyla öğreniyor ve cenaze töreninin ardından ise Lessner patronunun ustabaşına arka çıktığını görünce grev kararı alıyorlardı. 

Yaklaşık üç ay süren bu greve patronun diğer fabrikalarındaki işçiler de katılıyordu. Kısa süre sonra grev tüm Rusya’da konuşulur hale geliyor, hatta en ücra kasabalardan, Doğu Sibirya’nın en uzak bölgelerinden Lessner işçilerine Pravda üzerinden bağış yapılıyordu. 

Marx 1843’te Ruge’a yazdığı mektupta bazı şeyleri sindirememe ve kabullenememenin bir başlangıç olabileceğini eğer bu duygu birlikte hissedilirse de “sıçramaya hazır aslan” gibi saldırıya hazır olunacağını yazıyordu. 

Bolşeviklerin öncülüğünde Rus işçi sınıfı bir “sınıf” gibi hareket etme emareleri gösteriyor, ekonomik talepleri aşan istekler ve arzular mücadeleye dâhil oluyordu. Lenin yine 1913’te söyle yazacaktı; 

Yeni bir çağ başladı. Bu artık her türlü şüphenin ötesindedir. 1913’ün başlangıcı bunun en iyi kanıtıdır. İşçi kitlesi tek tek kısmi sorunlardan genel sorunu gündeme getirecek noktaya doğru ilerliyor. En geniş kitlelerin dikkati artık Rus yaşamımızdaki tikel kusurlardan daha fazla bir şey üzerinde yoğunlaşmaktadır. Artık mesele, bir bütün olarak ele alındığında, bu kusurların toplamı meselesidir

Bundan daha fazlası ise 1917 yılının konusu olacaktı.19

  • 1.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1977, Moscow, Volume 19, pages 485-486.
  • 2.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1973, Moscow, Volume 15, pages 345-355.
  • 3.O.Piatnitsky-The Bolshevisation of the Communist Parties by Eradicating the Social-Democratic Traditions, Communist International Publication 1934
  • 4.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1974, Moscow, Volume 17, pages 451-486.
  • 5.A. Y. Badayev, “Çarlık Dumasında Bolşevikler”, Evrensel Basım Yay. Çeviren: Bülent Daş-Meral Oral, 1999, s.13.
  • 6.“Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi”, Kor Kitap, s. 186
  • 7.İbid.,s.195
  • 8.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1977, Moscow, Volume 19, pages 458-474.
  • 9.(Zinovyev’den aktaran Chris Bambery, 2009)
  • 10.“Lenin: Dünya Devriminin Perspektifleri (1922)”3. Enternasyonal 1919-1943 Belgeler içinde, Belge Yay. Çeviren:Ümit Kıvanç, s. 65
  • 11.İbid.,s.66
  • 12.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1975, Moscow, Volume 18, pages 447-466.
  • 13.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1975, Moscow, Volume 18, pages 447-466.
  • 14.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1977, Moscow, Volume 19, pages 218-227.
  • 15.A. Y. Badayev, “Çarlık Dumasında Bolşevikler”, Evrensel Basım Yay. Çeviren: Bülent Daş-Meral Oral, 1999, s.131.
  • 16.İbid.,s.133
  • 17.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1972, Moscow, Volume 20, pages 381-387.
  • 18.Erişim adresi: https://history.hanover.edu/texts/marx/MARXLAR2.html
  • 19.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1975, Moscow, Volume 18, pages 519-521.
                                                                                /././

Öğrenci şehrinde sahne öğrencilerin: 26 Mayıs'ta Eskişehir’de gençlerden bağımlılığa karşı konser (YEKTA ARMANC HATİPOĞLU)
Eskişehir’de TKG, Solcu Liseliler ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi tarafından bağımlılığa karşı konser düzenlenecek. Genç müzik gruplarının sahne alacağı konseri, müzik gruplarının üyeleriyle konuştuk.

Türkiye’de her geçen yıl artan uyuşturucu bağımlılığı, özellikle gençler arasında kendisini hissettiriyor. Ekonomik sıkıntılar ve geleceksizlik gibi kaygıların gençleri uyuşturucu kullanımına ittiği bilinirken, devletin buna karşı ciddi bir adım atmaması çokça tartışılıyor. Devletin bağımlılığa karşı adım atmamasının karşısında Türkiye Komünist Partisi (TKP), uyuşturucuya karşı savaş açan siyasi partilerin başında geliyor.

Geçtiğimiz aylarda TKP’nin gençlik örgütleri Türkiye Komünist Gençliği (TKG) ve Solcu Liseliler tarafından başlatılan “Uyuşturucuya karşı yaşamın dozunu yükselt” kampanyası kapsamında uyuşturucu kullanımına karşı bir dizi etkinlik gerçekleştirdi. Spor müsabakaları ve söyleşilerle geçen dönemi TKP, “Uyuşturucu kullananlara uzatılan bir dost eli” olarak görüyor.

TKG ve Solcu Liseliler öncülüğünde gerçekleştirilen kampanyanın bir ayağı, 26 Mayıs saat 18.00’de, Özdilek Eskişehir Koruluğu’nda düzenlenecek konser olacak. Gençlerin oluşturduğu müzik grupları Ezolin, Gelgi, Santral ve Spontane konserde sahne alacak.

‘Uyuşturucu, gençlere bir kaçış yolu olarak gösteriliyor’

Konserin anlamını ve uyuşturucuya karşı mevzi oluşturmayı konserde sahne alacak gruplardan birer kişiyle konuştuk.
Spontane grubunun davulcusu Ege Bağcı, 10. sınıf öğrencisi. Bağcı, sözlerine uyuşturucunun gençler için bir kaçış yolu olarak gösterildiğini söyleyerek başladı. Konserin Eskişehir’de olmasının özel bir yanı olduğunu söyleyen Bağcı, Eskişehir’de uyuşturucunun daha meşru olduğunu kaydetti:

                                            Spontane grubunun davulcusu Ege Bağcı

“Yaşamın dozunu yükselt sloganıyla başlatıyoruz bu işi. Gençlik artık günümüzde bütün umutlarının yerle bir edildiği bir senaryo içerisinde. Uyuşturucu, gençlere bir kaçış yolu olarak gösteriliyor. Bu konserin Eskişehir’de olmasının özel bir yanı da var bence. Özellikle burada gençler arasında maalesef meşru bir tarafı var uyuşturucu kullanımının.”

Konserin genç müzik grupları açısından da kendilerini göstermesi bakımından önemli olduğunu belirten Bağcı, Eskişehir’deki genç müzik gruplarının en iyi ihtimalle barlarda sahne aldığını söyledi:

“Bu konserin diğer bir yanı da Eskişehir’deki genç gruplarına kendilerini gösterebilecek bir fırsat vermesi. Yeni reşit olan çocuklar en iyi ihtimalle barlarda çalıyor. Bu insanların sarhoş eğlendirmesi başlı başına tartışmalı bir konu.”

‘Konser fikrini ilk duyduğumda çok heyecanlanmıştım’
                                        Gelgi grubunun vokali Nil Uluşerbet

Gelgi grubunun vokali Nil Uluşerbet, 11. sınıf öğrencisi. Uyuşturucuya karşı verilecek bu konserin öneminin buradan kaynaklandığını söyleyen Uluşerbet, konser fikrini ilk duyduğunda çok heyecanlandığını söyledi. Uluşerbet, TKP’nin uyuşturucu başlığı üzerinden böyle bir konser vermesinin, kendisi açısından çok kıymetli olduğunu belirtti:

Bu konserin amacı uyuşturucu karşıtlığı, bizim için önemi de buradan kaynaklanıyor. Diğer yandan biz genciz ve sanatımızı ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Sanatımız ortaya çıkardıkça kendimiz olabiliyoruz. Bu konser bir açıdan da bize kendimiz olma fırsatı veriyor. Konser fikrini ilk duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Konserin politik bir boyutu var. TKP’nin böyle bir şey yapabilmesi, böyle bir şeye cesaret edebilmesi benim için çok değerli. Bunu uyuşturucu başlığı üzerinden yapması ayrıca kıymetli.”

‘Müzik evrensel, evrensel olduğu gibi iyileştirici bir etkisi de var’

Ezgi Hayat Uçar, Ezolin grubundan. 10. sınıf öğrencisi olan Uçar, grupta gitar çalıyor. Uzun zamandır müzikle ilgilendiğini söyleyen Uçar, müziğin kendisini en iyi hissettiği alan olduğunu söyledi. Kendilerini uyuşturucuya karşı düzenlenecek bir etkinlikte ifade etmenin büyük şans olduğunu kaydeden Uçar, sözlerine şöyle başladı:

“Uzun zamandır müzikle ilgileniyorum ve müzik her zaman benim için kendimi en iyi ifade ettiğim alan oldu. Bu etkinlik sayesinde aslında kendi şarkılarımızı da çalmayı planladık, yani insanlara kendimizi daha kolay ifade edebileceğiz ve bunu uyuşturucu bağımlılığına karşı düzenlenen bir etkinlikte yapmak çok büyük bir şans.”

                                            Ezolin grubunun gitaristi Ezgi Hayat Uçar

Konserin uyuşturucuya karşı yapılan en güzel etkinliklerden biri olacağını söyleyen Uçar, müziğin evrenselliğinden ve iyileştirici etkisinden bahsetti:

Ben henüz TKP’li değilim ama şu an partili olma yolunda ilerliyorum. Örgütlenmek istediğim bir partinin müziği böyle bir alanda kullanması beni daha çok içine çekiyor açıkçası. Gençlere böyle bir fırsat verilmesi çok güzel. Bence uyuşturucuya karşı yapılan en güzel etkinliklerden biri olacak bu konser. Çünkü müzik evrensel. Evrensel olduğu gibi iyileştirici bir etkisi de var.”

‘Bağımlılığa karşı yapılan bir etkinliğin parçası olmak mutluluk verici’

Santral grubunun vokali, 12. sınıf öğrencisi Artun Dumlupınar. Dumlupınar, konserin içeriğinin kendilerini mutlu ettiğini ve liseli grupların sahne almasının güzel olduğunu söyledi. Şarkılarını konserin sloganı nedeniyle hareketli seçtiklerini söyleyen Dumlupınar, şu sözleri kaydetti:

                                          Santral grubunun vokali Artun Dumlupınar

Eskişehir’de böyle bir konser olması beni çok mutlu etti çünkü günümüzde artık ünlü gruplar dışında sahne alma fırsatı olan grup sayısı çok az. Liseli grupların sahne alması ayrıca güzel oldu çünkü üniversiteli gruplar en azından Barlar Sokağı’nda çıkabiliyor, bizim böyle bir şansımız da yok.

Konseri duyunca grup üyeleri olarak çok mutlu olduk, sonra konunun uyuşturucu karşıtlığı olduğunu öğrenince daha da mutlu olduk. Bağımlılığa karşı yapılan bir etkinliğin parçası olmak mutluluk verici. Sloganımız ‘Yaşamın dozunu yükselt’ olduğu için daha hareketli şarkılar seçtik.”

                                                               /././

ABD Afrika'da tutunmaya çalışıyor: Biden Kenya'yı 'NATO Dışı Büyük Müttefik' ilan edecek (soL-Dış Haberler)

Kenya Devlet Başkanı Ruto, 15 yılı aşkın süre sonra ABD'ye resmi ziyarette bulunan ilk Afrikalı lider oldu. Kenya'nın NATO Dışı Büyük Müttefik olacağını ilan eden Biden, Afrika'da tutunmaya çalışıyor.

ABD'nin Afrika'da en iyi ilişkilere sahip ülkelerden biri olan Kenya'nın Devlet Başkanı William Ruto, ABD'ye üç günlük bir ziyaret gerçekleşti. Ruto, 15 yıldan uzun bir süre sonra ABD'ye resmi ziyarette bulunan ilk Afrikalı lider oldu.

ABD Başkanı Joe Biden, Ruto'nun ziyareti sırasında, Kenya'yı NATO Dışı Büyük Müttefik (MNNA) olarak belirleme sözü verdi.

Kenya, bunun gerçekleşmesi durumunda Sahra Altı Afrika'da bu unvana sahip ilk ülke olacak. 

Biden, söz konusu kararı "yıllar süren işbirliğinin bir sonucu" olarak nitelendirdi. Beyaz Saray'da düzenlediği basın toplantısında konuşan Biden, "Ortak terörle mücadele operasyonlarımız Doğu Afrika'da IŞİD ve Eş-Şebab'ı itibarsızlaştırdı. Ukrayna'ya müşterek olarak verdiğimiz destek, dünyanın BM Tüzüğü'nün arkasında durmasını sağladı. Haiti'deki ortak çalışmamız istikrarsızlığın azaltılmasının önünü açmaya yardımcı oluyor" dedi.

Uzun zamandır yakın müttefik olan Kenya ve ABD, Afrika ülkesinin 1963 yılında ilan ettiği bağımsızlığından bu yana samimi ilişkiler içinde.

MNNA nedir?

NATO Dışı Büyük Müttefik (MNNA), NATO'nun parçası olmayan ancak ABD'yle derin stratejik ve güvenlik ortaklığına sahip olan ülkeleri tanımlıyor

Bu, "yüksek düzeyde güveni" ifade eden, ancak tam teşekküllü antlaşmalar kapsamında taahhütlerin yer almadığı bir kavram. Yani bu statü, eğer ikisinden biri saldırı altındaysa, ABD ve Kenya'yı birbirlerini müşterek olarak savunma konusunda bağlamıyor.

ABD'nin MNNA ilan ettiği ülkeler neyden faydalanıyor? 

ABD Dışişleri Bakanlığı web sitesinde, MNNA statüsünün savunma ticareti ve güvenlik işbirliği alanlarındaki faydaların yanı sıra belirli ekonomik ve askeri faydaları da beraberinde getirdiği, ancak bu statüye sahip ülkeye "herhangi bir güvenlik taahhüdü gerektirmediği" belirtiliyor. Bu statü, Nairobi'nin diğer ülkelerin Washington'dan elde etmekte zorlandığı askeri teknolojileri satın almasına olanak tanıyacak.

Buna ek olarak, Dışişleri Bakanlığı web sitesinde MNNA için aşağıdaki faydalar sıralanıyor:

  • MNNA'lar araştırma, geliştirme veya test amaçlı malzeme ve ekipman kredileri elde edebilir.
  • ABD'nin sahip olduğu Savaş Rezervi Stokları MNNA bölgelerine yerleştirilebilir.
  • Seyreltilmiş uranyum mühimmatının satımı için MNNA'lar düşünülebilir.
  • Müttefikler araştırma ve geliştirme projeleri yürütmek üzere ABD Savunma Bakanlığı'yla resmi bir anlaşma yapabilirler. Ek olarak, MNNA firmaları ABD Savunma Bakanlığı ekipmanlarının ABD dışında onarımı ve bakımına ilişkin sözleşmeler için teklif verebilir.

Diğer yandan bu statü, Nairobi'yle Washington arasında yeni savunma anlaşmaları veya silah satışları yapılmasını garanti etmeyecek.

ABD başka hangi ülkeleri MNNA olarak belirlemişti?

ABD şu anda 18 ülkeyi MNNA olarak kabul ediyor. Bunlar arasında Arjantin, Avustralya, Bahreyn, Brezilya, Kolombiya, Mısır, İsrail, Japonya, Ürdün, Kuveyt, Fas, Yeni Zelanda, Pakistan, Filipinler, Katar, Güney Kore, Tayland ve Tunus yer alıyor.

Biden, Afganistan'a 2012 yılında verilen MNNA statüsünü Taliban'ın iktidarı ele geçirdiği 2022 yılında iptal etmişti.

ABD, Trump'ın başkan olduğu 2019 yılında, Brezilya'yı MNNA olarak ilan etti. Brezilya'da o dönem faşist devlet başkanı Bolsonaro iktidardaydı.

ABD'nin diğer büyük savunma ortakları kim?

ABD Dışişleri Bakanlığı, 2002 tarihli bir yasaya dayanarak Tayvan'a " resmi statü olmaksızın bir MNNA gibi" davrandığını belirtiyor.

Bunun nedeni, bölgeyi ekonomik ve askeri olarak desteklemesine rağmen ABD'nin Tayvan'ı bağımsız bir ulus olarak tanımamasını öngören "tek Çin" politikası. Adayla ilişkiler temel olarak 1979 Tayvan İlişkileri Yasası'na tabi.

2016 yılında ABD, Hindistan'ı da Büyük Savunma Ortağı olarak belirlemişti. Bu kapsamda Hindistan, ABD Ticaret Bakanlığı tarafından denetlenen askeri ekipmanlara lisanssız erişim elde edebiliyor.

Ruto'nun ABD ziyaretindeki diğer gelişmeler

Ruto üç günlük bir ziyaret için Çarşamba günü Washington'a gelmişti. Ruto'nun ziyareti sırasında şu gelişmeler yaşandı:

  • Biden ve Ruto arasındaki ikili görüşmelerde iki ülke, yapay zeka konusunda diyalog kurmaya, Somali'nin "terörle mücadele" çabalarını işbirliği içinde desteklemeye ve Sudan'da ateşkes için baskı yapmaya karar verdi.
  • Ruto ayrıca her iki ülkenin de, şu anda çete şiddetiyle dolu olan Haiti'ye Kenya liderliğindeki bir polis gücü gönderme yönündeki ABD destekli girişime bağlı olduklarını doğruladı. Biden, ABD güçlerini Haiti misyonundan çekme kararını savundu.
  • Biden ve Ruto, temiz enerjiye yatırımı harekete geçirmek için uluslararası finans kurumları ve çok taraflı vakıf fonlarıyla birlikte çalışacakları ABD-Kenya İklim ve Temiz Enerji Sanayi Ortaklığını başlattı.
  • İki ülke ayrıca, Kenya Ulusal Halk Sağlığı Enstitüsü'nün kurulmasına yönelik olarak ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri ile Kenya hükümeti arasında sağlık alanında işbirliği yapılacağını da duyurdu.
  • Biden, Ruto için eski Başkan Bill Clinton ve eşi ile eski başkan adayı Hillary'nin yanı sıra eski Başkan Barack Obama'nın da aralarında bulunduğu yaklaşık 500 davetlinin katıldığı bir devlet yemeğine ev sahipliği yaptı.

ABD Afrika'da tutunmaya çalışıyor

Biden, Washington'un kıtayla olan ilişkilerde geride kaldığı bir dönemde Afrika'da tutunmak istiyor.

ABD'nin diğer Afrika ülkeleriyle ilişkileri, Rusya ve Çin gibi stratejik rakiplerinin buralarda nüfuzunu artırmasının etkisiyle gergin durumda.

Bununla birlikte, Ruto uzun bir dönemdir Beyaz Saray'da ağırlanması pek mümkün olmayan bir lider olarak görülüyordu. Bunun nedeni, Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin, Kenya'nın 2007 seçimlerinin ardından yaşanan şiddet olayları nedeniyle insanlığa karşı suçlar işlediği gerekçesiyle kendisine dava açmasıydı. Davanın çökmesinin ardından Ruto, ABD'nin "vazgeçilmez bir ortağı" olmak için yeniden çabalara girişti.

ABD'nin Doğu Afrika'da önemli bir güvenlik ortağı olan ülke, Kenya polisini Haiti'ye gönderme sözü vererek Washington'u memnun etti.

Kenya, çete savaşlarının olduğu Haiti'ye BM misyonu kapsamında 1000 polis göndermeyi planlıyor. Kenya Devlet Başkanı'nın sözünü alan Biden, ABD'li güçleri ülkeye göndermeyecek.

Washington'un Batı Afrika'da yaşadığı zorluklar

ABD'nin Afrika'da karşılaştığı zorlukların en son örneği Nijer olmuştu.

Ülke, bölgedeki İslamcı militanlara karşı güvenlik operasyonları başlatan iki üsse konuşlanmış 1000'den fazla ABD askerine yıllar boyunca ev sahipliği yapmıştı. Ancak geçen yıl yaşanan bir darbenin ardından Nijer'in askeri yöneticileri Rusya ve İran'a yakınlaşmaya başlayarak, ülkedeki Fransa ve ABD varlığına meydan okudu.

ABD'nin ülkedeki güvenlik işbirliğini sürdürmenin yolunu bulma çabaları Mart ayında başarısızlıkla sonuçlandı.

Nijer'de yaşananlar diğer Sahel ülkelerinde de yankı buldu. Moskova, darbelerle iktidarı ele geçiren cuntalara doğal kaynaklara erişim karşılığında koruma sunmaya başladı.

Geçtiğimiz haftalarda, Nijer'in komşusu Çad'daki yetkililerin ABD varlığının geleceğini sorgulaması üzerine küçük bir ABD askeri birliği, Nijer'in komşusu Çad'ı terk etmek zorunda kaldı.

ABD aynı zamanda kıtadaki diğer ulusların artan rekabetiyle de karşı karşıya. Çin'in yirmi yıldır Afrika'ya yatırım yapmasının yanı sıra, Türkiye'nin de aralarında olduğu yeni ülkeler de kıtada bir aktör olarak yer almaya başladı.

Batı karşıtı askeri cuntanın yönetimde olduğu Nijer'den tamamen çekilme hazırlıkları yapan ABD güçleri, bu ayın başında kendilerinin boşaltacağı hava üssüne Rus askerlerinin varışına tanık oldu.

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder